Yazı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yazı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Ocak 2015 Pazar

Kafanda Deli Sorular!


-        . Selim sana bir şey söylemem gerek.
-        . Ne oldu?
-        . Artık sana bir şeyler anlatırken çekinmeye başladım.
-        . Neden?
-        . Yazarsın diye korkuyorum.
-        . Nereden çıktı şimdi bu?
-        . Yazdıklarına bakıyorum, hep başından geçenleri ya da hayatına girenleri anlatmaya başladın.
-        . Öyle mi düşünüyorsun?
-        . E baksana, ya sen varsın, ya da etrafındakiler var son yazdıklarına. İsim bile veriyorsun bazen.
-        . Onların gerçek isimler olmayabileceğini söylememe gerek var mı?
-        . İsmi değiştirsen ne farkeder ki? O dönemde seni tanıyan ve yanında olan biri rahatlıkla anlayacak kim olduğunu. Nokta atışı detaylar da veriyorsun sonuçta.
-        . Onların gerçek olduğu ne malum?
-        . Hadiii, uyduruyor musun yani hepsini? E kusura bakma ama o zaman resmen kandırıyorsun bizi. Bu daha büyük bir sahtekarlık!
-        . Kandırmıyorum ki. Varlar onlar. Ama her hikayede tek bir kişiyi anlatmıyor olamaz mıyım?
-        . Nasıl yani?
-        . Değişik insanların değişik yanlarını biraraya getirerek yeni bir karakter oluşturuyorum belki...
-        . Peki onu oluşturanların her biri gerçekten var mı hayatında?
-        . Bazen varlar, hatta bazen çok yakınımdalar, bazen de sadece çok kısa bir an yollarımızın kesiştiği biri.

8 Eylül 2014 Pazartesi

Şükretmek İçin Senin (Kimbilir) Kaç Sebebin Var?


Hatırlar mısınız; uzun yıllar önce posta kutularına bırakılan, “Bu mektubu fotokopiyle çoğaltıp sen de 10 kişiye göndermezsen şunlar şunlar olacak, başına da şöyle olaylar gelecek” şeklinde absürd finalleri olan ve günümüz spam e-posta’larının ataları sayılacak mektuplar vardı. İşte ben şimdi anlatacağım saadet zincirine benzeyen akımları da o mektup furyasıyla bir tutuyorum ve o yüzden genelde hep kayıtsız kalırım. Ancak bu tür davetler hayır diyemeyeceğim birilerinden gelince seçeneklerim tükeniyor.

Geçtiğimiz hafta, her daim sürprizlerle dolu arkadaşım Mine, Facebook’ta benimle birlikte 3 kişiyi etiketleyerek bize bir görev verdi. Buna göre, 3 gün boyunca her gün şükretmemize sebep olan üçer şeyi yazacak ve sonunda biz de 3 kişiyi görevlendirecektik. (Esasında bu iş doğrudan Mine’den çıkmış bile olabilir, şaşırmam!)

(Ekleme: Facebook'ta kendimce "görevlendirdiğim" ve yıllardır tüm yazdıklarını hayranlıkla takip ettiğim şahane arkadaşım Dilara da orada paylaştıklarını bloguna taşıdı. Mutlaka okumanızı öneririm.
Bir ekleme daha: İşte beklediğim buydu! Her yaptığından ve yazdığından ilham aldığım İmge'nin şükürleri de blogunda, kaçırmayın!)

Başlangıçta pek hevesli olmadığım bu görev, içine girdikçe ilginç bir yüzleşmeye dönüştü. Yazdıkça, etrafımdan birçok arkadaşım da benimle birlikte bu sürecin içine girip beni teşvik ettiler. Ben de esasında sadece Facebook sayfamda paylaştığım bu 9 maddeyi buraya da taşımak istedim.
Ne de olsa hepimizin hayatları birbirine fena halde benziyor çoğu zaman.


İlk gün ilk paragrafta belirttiğim gerekçem şuydu:

Bunları yazmanın ve herkesle paylaşmanın, bazı şeyleri daha net farketmemi sağlayacağını biliyorum. Ayrıca sonuna kadar inandığım bazı gerçekler der ki; bir kişi değişirse, herkes değişir. Dahası bir kişi hayatında biraz daha mutlu olursa bu herkesi etkiler, çünkü mutluluk bulaşıcıdır.

14 Ocak 2014 Salı

Hayal Peşinde Koşmak


Hayatımda bazı kritik dönüm noktaları oldu benim.
Şimdi içinde çok ‘ben’ geçen bazı tanımlar yapacağım izninizle.
Örneğin bir çoğunuzun garipseyerek izlediği kolejlerden birinde yedi yıl yatılı okumuş biriyim ben. Ama oradan bana öğretilenlerle değil, kendi doğrularıyla çıkmayı başarabilen biriyim aynı zamanda. Ya da, hayattan o kadar uzak kaldığım o uzun sürenin ardından üniversiteyle birlikte bir dönem Ankara'daki tüm canlı konser mekanlarını avucunun içi gibi öğrenen, hemen hepsinde etkinlikler organize etmiş biriyim. ODTÜ'de mühendislik okurken ve üç yılın derslerini tamamlayıp dördüncü sınıfa gelmişken bambaşka bir yola girmeye karar verip hayatını değiştirebilmiş biriyim. Aynı okulun radyosunda en yetkili akademik birimlerle yakın ilişkiler kurabildiğim ve saygı gördüğüm bir pozisyondayken, daha stüdyosu bile olmayan yeni bir radyoda çalışmaya cesaret edebilen biriyim. Devam eden süreçte radyonun Türkiye’nin her yerinde hızla tanınmasıyla kendi çapımızda popüler insanlar olmuşken, boş kalan vakitlerimde saatlerce evrak dizerek geçirdiğim sıradan bir ek işe girmekten gocunmamış biriyim. Sektöründeki en iddialı o Amerikan şirketinde oldukça iyi bir pozisyona yükselme fırsatını yakalamışken, her şeyin tersine döndüğü ve bir çok kişinin ‘artık battığını’ düşündüğü radyonun bütçesiz ve ekipsiz departmanının sorumluğunu almak için işimden vazgeçip, bazı şeyleri değiştirme ivmesini başlatabilmiş biriyim.

Başlangıçta her biri anlamsız gibi görünen tüm bu kararlarım büyük çoğunluk tarafından ‘saçma sapan bir delilik ve kayıp’ olarak değerlendirilip eleştirilse de, zaman geçtikçe hepsini uzun ve ayrıntılıca düşünerek aldığım ortaya çıktı. Evet, etrafımı ve içinde bulunduğum oluşumları analiz etme konusunda her zaman arsız bir merakım olmuştur ve bu sayede bazen başkalarının farkedemediği şeyleri görebilmişimdir ama benim esas çıkış noktam çok başkaydı. Hiçbir zaman istemediğim bir işte zaman öldürmeyi düşünmedim, hep hayalini kurduklarımın peşine takıldım. Mutsuz olduğum ya da yol almama engel olunduğunu hissettiğim anlarda masaya saplanıp çürümektense, zorlanmayı göze alarak başka bir yol çizmeyi tercih ettim. Elbette burada anlattığım kadar kolay olmadı her şey, elbette işlerin çok zorlaştığı, kararlarımın geçiş aşamalarında çok zarar gördüğüm anlar da yaşadım ama asla pişmanlığım olmadı. Emin olun, şu an bile aynı aşamalara gelsem tüm kararlarımı aynı şekilde uygulayacağımdan eminim.
O süreçlerde ya da geçen zaman içinde herhangi bir dönemde bu kararlarımdan dolayı beni küçümsemeye çalışan, sınıflandırma çabasına giren çok insanla karşılaştım. Yaşamlarını önyargılarının esaretine kaptırmış bu sığ düşünceli insanlar hayatımda kendilerine asla yer bulamadılar. Ben, beni gerçekten tanıyan şahane insanlarla hayatıma devam ettim, varlığımızla birbirimize destek verdiğimiz, birbirimizden hep yeni şeyler öğrenerek kendimizi geliştirdiğimiz önyargısız harika arkadaşlarım, dostlarım oldu. Bizleri sınıflandırma çabasına girişenler mutsuz dünyalarında günler eskitirken, biz yolumuza hayatın tadını çıkartarak devam ettik. Bunun için hep şükrettim.

Bunları neden mi anlatıyorum?
2012 yılının son gününde birçok kişi için beklenmedik ama benim için üzerinde çokça düşünülmüş ve artıları eksileriyle uzunca hesaplanmış bir kararla işimden ayrıldım. Dünya üzerinde bu şekilde işinden ayrılan ilk insan olmadığımın farkındayım tabi ki ama sözkonusu olan 15 yıldan fazla karşılıklı emek verilmiş ve aslında iyi imkanlar ve iyi bir pozisyona sahip olunan bir kurum ise, yine birçok kişinin garipsediği bir karar oluyor. Eleştirenler oldu elbette ama ben aldığım kararın sonuna kadar arkasındaydım. Daha sonra farklı ve uzun içerikli bir başka yazı konusu olacak sebepler bir yana, hayatımın hiçbir döneminde bedeli ne olursa olsun mutsuz olduğum ve tersine çevirme şansımın bulunmadığı herhangi bir oluşumun içinde yer almadım. İnsanın kendine duyduğu saygının parayla ya da mevki ile tanımlanabileceklerin çok ötesinde bir yerde olduğunu da iyi biliyorum, önyargılarına mahkum insanların bu saygının ne demek olduğunu asla anlayamayacaklarını da.

Şimdi kaldığım yerden eksikleri tamamlamam gerektiğini düşünüyorum. Bir Ankara’lı zorunluluğu olan ‘İstanbul’da çalışma hayatı’ klişesini de tamamladıktan sonra 2013 yılı bana dünyanın çeşitli köşelerini gezebilme ve bir süre kendimi dinleyebilme fırsatı verdi. Ne mutlu ki, Haziran 2013’ten bu yana da en sevdiğim iki sektör olan radyo ve interneti biraraya getiren bir işi hep hayalini kurduğum şekliyle yapıyorum. Ancak şimdi başta kendim ve yakın çevremle birlikte, aslında gizli dostlarım diye tanımlayacağım, beni yıllardır radyodan ya da yazdıklarımdan takip eden adını bile bilmediğim şahane insanlara karşı sorumlu olduğumu hissettiğim planlarımı yerine getirme zamanı. Bu yüzden, iki yıllık aradan sonra bloga yeniden yazmaya başlamanın zamanı geldiğine inandım. Bir isim ve tasarım değişikliğiyle yeni bir nefes olsun istedim. Ancak öte yandan daha önceki değişim sürecinde bu yazıda belirttiğim her şey hala aynen geçerli.

Burada öyle beylik iddialarım yok, asla olmadı. En açık ve net haliyle belirtmeliyim ki, burası aslında herşeyden once bir ‘Kendime Not’ blogu. Sizler de okur ve yorumlarınızı eklerseniz şahane olur. (Evet, uzun yıllardan sonra yorumları yeniden açtım.) Yoksa, kalın bir ego çevresinde benbilirimcilik oynamak gibi bir niyetim yok. Seviyorsam yazacağım, görmenizi istiyorsam paylaşacağım.
Tarzım eskisine gore biraz daha farklı görünebilir. Evet, bildiniz, biraz daha ‘az umrumda’ artık başkalarının hakkımda yapacağı ahkamlı eleştiriler. Bunun da oldukça açık bir sebebi var aslında. Lütfen hayatınızı planlarken ve planlarınızı uygularken kendinize duyduğunuz saygının herşeyin üzerinde olduğunu unutmayın. Başkalarından bahsetmiyorum, bırakın başkalarını, önce siz kendinize inanın. Bunu da her şeyden once ‘ne derler’den sıyrılıp ‘ne istiyorum’a geçtiğinizde başlatabileceksiniz. Ben deniyorum, umarım başarabilirim.
Ve korkmayın; doğru bir hayat yaşadıysanız ve iyi bir insan olmaya gayret ettiyseniz aç kalmıyorsunuz, mutsuz olmuyorsunuz. Adına ister Tanrı deyin, ister Evren, birileri sizin için çalışıyor. Siz hırsınızı dizginleyebildiğiniz sürece hayat size hep iyi şeyler sunuyor. Sunmuyorsa, inanın onun da bir sebebi var.

Ve evet, maalesef hala çok uzun yazıyorum!

Yeniden hoş geldiniz...

(Fotoğraf: Lincoln Memorial merdivenlerinde tarihi Martin Luther King sözüyle yüzleşme. Washington, Kasım 2013.)

3 Mayıs 2011 Salı

Pina Bausch'un izinde...

Anlatmak istediğin çok şey vardır aslında…
Sırlar saklarsın bazen, kendine bile söylemediğin. Bazen de söylemek istersin, nasıl söyleyeceğini bilemezsin. Kah içinden gelmez, kah gücün yetmez. Sıkışıp kaldığında aradığın çıkış da, dibe vurduğunda bulduğun kurtuluş da hep sana sunulan hikayelerdedir aslında.   Anlatamadıkları yazan kitaplarla, yazamadıklarını söyleyen şarkılarla, söyleyemediklerini anlatan gösterilerle tanışırsın. Tanışır ve özdeşleşirsin. Senin hikayenin peşine düşersin başkalarının çizdiklerinde.
Hayatın dilini anlayamadığımda konuşmaya, kendi derdimi çözemediğimde yazmaya başlamıştım. Ama aklım hep sahnede kaldı. Bir yanım sahnenin arkasında kalmaktan koşulsuz memnunken, bir yanım hikayelerini sahnede anlatmanın gücünün etkisindeydi hep. Hiç ayırdetmeden, hep hayranlıkla izledim sahne performanslarını. Belki de hayatımın en önemli filmi sorulduğunda ağzımdan bir çırpıda Moulin Rouge çıkmasının, This is it, U2 3D gibi genelgeçer kitlenin pek ilgi göstermediği filmleri heyecanla ve hayranlıkla takip etmiş olmamın ardında yatan da bu sebeptir.

İşte tam da bu düşüncelerle izledim daha önce hiç tanımamış olduğum Pina Bausch’a adanan Pina 3D filmini. Modern dansa ilgi duymasam da hem insan hikayelerine olan ilgim hem de Wim Wenders’ın anlatım şekline duyduğum hayranlıktan dolayı heyecanla attım kendimi sinemaya. Ve her saniyesinden müthiş keyif aldığım bir film izledim. Az konuşan ama etrafındaki her insanın hayatında tek cümleyle her şeyi değiştiren kadının sükunete eklenmiş gücüyle tanıştım. Dans etmeyi ondan öğrenen müthiş insanların hayatı dansla anlatışlarına “bir karış mesafeden” şahit oldum. Her birinin kısacık sekanslarda kocaman öyküler anlatışını izledim hayranlıkla. Ve sahnenin gücünü hatırladım yeniden, sahnenin ve sahneyi ortaya çıkarmanın gücünü.

Pina gibi tür filmlerini önermek zordur, risklidir. Bu yüzden başına “türün meraklılarına” notunu koyu ve altı çizgili şekilde ekleyerek mutlaka görmenizi salık vereceğim. Bir otobiyografi demek doğru değil ama filmden ziyade belgesel demek daha gerçekçi olabilir.
Özellikle dansla ilgilenenler bu filmi mutlaka sinemada 3 boyutlu olarak izlemeliler.
Çünkü hayat için en doğru tanımlardan birini yapan Pina Bausch’un izinden gidiyor bu film:

Dance, dance…
Otherwise we are lost…

3 Şubat 2011 Perşembe

Avustralya Radyosu SBS'te Geceyarısı Öyküleri


Daha önce Avustralya devlet radyosu SBS'in Türkçe yayınlarına radyoculuk ile ilgili konuk olmuştum ve o röportajı da burada yayınlamıştım. Orada da bahsettiğim Evrim Günçe'nin yaptığı röportajın ikinci bölümü de yayınlandı. Bu defa denemelerden oluşan kitabım Geceyarısı Öyküleri'ni konuşuyoruz.



Bu iki röportajda gösterdiği yakın ilgi, samimiyet ve "ustalığı" için Evrim'e özel teşekkürler..

Edit: Kayıtları yüklediğim site telif sorunları sebebiyle Türkiye'de yayın yapamıyor artık. Başka bir mecraya yeniden yüklediğimde burada paylaşacağım.

18 Ocak 2011 Salı

Aşk Tesadüfleri Sever


Hissedersin bazen…
Mantıklı bir sebep aramazsın, aklından geçenleri dayayacak duvarlara bakınmazsın, gerekçelerin peşine takılmazsın.
Sadece hissedersin bazen…
Tesadüfen karşına çıkan bir ayrıntının peşine takılman gerektiğini hissedersin.
Birine tutulmak gibidir hayatın pek çok anı aslında. Birini uzaktan görürsün; bırak huyunu, suyunu, tavrını, edasını, hayallerini, umutlarını, doğrularını, yanlışlarını, daha nasıl yürüdüğünü, adımlarını nasıl attığını bile bilmezken tutulursun ona. Kimileri “kafanda kurduğun bir sevgili kalıbına oturtmaya çalışıyorsun” der ama sen sadece hayallerini diri tutabilecek biri olmasını umarsın, öyle akıl ötesi hayaller kurmazsın. Ama hissedersin işte; sebepsiz yere güzel bir şeyler olacağını hisseder, hayatının bir dönemine o hissin peşinde yürüyerek bir anlam eklersin.
Müzikallerle pek de ilgili olmamama rağmen Moulin Rouge fragmanını izlemiştim sinemada ve içime yayılan heyecanla orada farklı bir şeyler bulacağımı hissetmiştim. Gösterime girdiği ilk gün, sadece filmin dünyasına girmek, başka şeylerle ilgilenmek zorunda kalmamak için tek başıma, sinemanın en iyi koltuklarından birinde çok önceden satın alınmış biletimle hayranlıkla o filmi izlediğimi hatırlıyorum. Sonrasında defalarca izlediğim, evimin duvarlarında varolan tek çerçevenin sahibidir Moulin Rouge.
“Kimilerinin dudak kıvırdığı filmlere tutulmakta üstüme yoktur” demiştim bir yerde “O Kadın” için. Aynı şekilde, acımasızca eleştirilen “Issız Adam”, belki de pazarlama eksikliğine kurban giden olağanüstü “Başka Dilde Aşk” benim için hep böyle filmlerdir. Gerçekten niyeti olmayanların fark edemedikleri başka güzel hikayelerinin de olduğunu ve daha önemlisi hikayelerini bizzat kalbinin içine kadar gelip, dokunarak anlatıp, görevleri tamamlanınca sessizce çekildiklerini düşünüyorum o filmlerin her birinin. Ve hepsinin de bir kısa film gibi etkileyici fragmanlarıyla bu yola ilk adımlarını attıklarını hatırlıyorum. Tam da bu sebeplerle ve tam da aklımda kalanlarla “Aşk Tesadüfleri Sever”i müthiş bir heyecanla bekliyorum. Biraz Ankara’lı olmak, biraz aşk ve hüzün yazmayı sevmek, biraz da hayatına hikayesi uzun dipnotlar düşmekten, en çok da yönetmeninden kadrosuna beni hiç hayal kırıklığına uğratmamış isimleri bir arada görmekten olsa gerek, çok iyi bir film geldiğini hissediyorum.
Öyle işte, hissedersin bazen…
Mantıklı bir sebep aramazsın, aklından geçenleri dayayacak duvarlara bakınmazsın, gerekçelerin peşine takılmazsın.
Sadece hissedersin bazen…
Tesadüfen karşına çıkan bir ayrıntının peşine takılman gerektiğini hissedersin.
O tesadüf bir aşkı anlatıyorsa, tutkusunu da öfkesini de harmanlıyorsa, daha görmeden tam puan verir, göreceklerinin aklındakileri değiştirmeyeceğini bilirsin.
“Aşk Tesadüfleri Sever” 4 Şubat’ta gösterimde.
Fragmanı izleyin, hissettiklerinizin peşine takılın ve bekleyin…


Bazen ilk görüşte bilirsin, o insan kaderindir,
bazen bir ömür ararsın, bulunmaz.

15 Aralık 2010 Çarşamba

ODTÜ, Polis ve Pas Geçilen Gençlik...

1995 yılıydı. ODTÜ'deki 3.yılıma girerken okula adapte olmaya çalışmaktansa radyonun tadını çıkarıyordum. Ayaklarımız pek yere basmıyordu açıkçası, ODTÜ'nin radyosu kurulmuştu, orada yayın yapıyorduk ve kampüste tanındıkça küçük çaplı "celebrity"ler olmaya başlamıştık. Elbette beğeniler kadar eleştiriler de vardı. Kimse çalınan müzikten şikayetçi değildi ama azımsanmayacak bir kısım ODTÜ'nün kurduğu bir radyonun "popüler kültürün bir öğesi" olmasını hazmedemiyordu. Eminim bu tartışmalar halen devam ediyordur çünkü ODTÜ bu kimliğini en sessizleştiği anlarda bile ortaya çıkarmayı sever.
Biz o ikilemlerin içinde kendi formatımızı oturtmaya çalışırken beklenmedik bir ziyaret dengeleri karıştırdı. Dünya üzerinde hala en etkili dönemlerindeyken Gorbaçov ODTÜ'ye geldi. Anımsadığım kadarıyla bir anlamda komünizm efsanesinin sonunu hazırlayan Gorbaçov'a sorular sormak isteyen öğrenciler konferansa alınmamışlardı ve spor salonu önünde tepkilerini belirtiyorlardı. Biz radyo binasında olduğumuz için (yalan söylüyorum, bina yerine EBİ yurdunun altındaki minik yayın odamız ve dışarıdaki "container" demeliyim!) gelişmelerden haberdar değildik ama oradan gelen arkadaşlarımız Gorbaçov'a yumurta atıldığını anlattılar. Biz anlatılanlara gülüp Gorbaçov'un kafasındaki iz ve yumurta ilişkisi üzerine yorumlar yaparken ikinci bir haber geldi. Aslında Jandarma'nın kontrolünde olan ODTÜ'de gruba çevik kuvvetin müdahelesi eklenmişti. Ve işte asıl olaylar ondan sonra patlak verdi.
Olanları göremiyorduk ama haberler bize de ulaşıyordu. Gorbaçov'un konuşması ODTÜ adına tarihi bir etkinlik olduğu için konuşma Radyo ODTÜ'den de kısa bir süre gecikmeli olarak yayınlanıyordu. Masa başında konuşmayı takip ederken (doğrudan rektörlükten ya da jandarmadan olduğunu tam hatırlayamıyorum) gelen telefonla konuşmayı kesip müziğe dönmem istendi. Söylendiğine göre kalabalık bir grup, konuşma canlı yayınlandığı için radyoyu hedef almıştı ve bizim tüm kapıları kapatmamız, içeride kalmamız gerekiyordu.
Sonuçta bu anlamda korkulan olmadı. Öğrenciler radyoya değil, yurtlar bölgesine gittiler, 1.yurt "işgal edildi", Jandarma kontrolündeki Yüzüncü Yıl kapısında ateşler yakıldı, geç saatlere kadar halaylar çekildi. Biz de sessiz sedasız devam ettirdiğimiz yayınımızın ardından evlerimize dağıldık.
Resmi bilgilerden haberdar değilim ancak olayların ardından 100'den fazla öğrencinin önce gözaltına alındığı ardından da okuldan atıldığı söylendi.
Bu yaşananlar ve devamında rastladığım birkaç olay, ODTÜ'de o dönemler Jandarmanın kabul gördüğünü ancak polise kimsenin tahammülü olmadığını göstermişti. Bir defasında üçlü amfinin karşısındaki çimlik alanda oturan birinin pantalonunun kenarında bir silah görünmesiyle birlikte insanların bir anda nasıl üzerine çullandıklarını, cebinden polis kimliğini bulup çıkardıklarını, neredeyse linç edeceklerken birilerinin müdahele ederek kalabalığı sakinleştirdiğini ve sivil polisi jandarmaya teslim ettiklerini an be an izlemiştim.

Hafızamın bir köşesinde bu sahneler tozlanadursun, bu sabah ODTÜ Teknokent'teki ofisime doğru yol alırken gördüğüm TOMA araçları ve onlarca polis önce şaşırttı beni, sonra da fena halde keyfimi kaçırdı. Aslında, Teknokent'te çalışan kitlenin apolitik duruşunu çok iyi bildiğim için kendimce muziplik yaparak Twitter'a "ODTU Teknokent'te polisler ve TOMA araçları... Niye ki, çok burjuvayız, olaya karışmayız biz aslında(!)?" yazdım. Derken olaylar gelişmeye başladı ve devamını herkes biliyor.
Açık olmak gerekirse, tepkilere ve eleştirilere neden bu kadar tahammülsüz olunduğunu aklım asla almıyor. Eleştiriyi dinler, tepkiyi gözlersin. Haksız olduklarını düşünüyorsan "Eyvallah" der, yoluna devam edersin. Tepkiyi abartırsan, sadece kahramanlar yaratır, karşındaki kalabalığı çoğaltırsın.
Aşağıdaki görüntüleri öyle çok da fazla kanalda göremediniz. Çünkü zamane Türkiye'sinde kimse iktidarı eleştirme cesaretini gösteremiyor. Karikatürlere bile tahammül edilememesi de bana normal gelmiyor. Kimseye haksızlık etme, kimseleri de yanlışlarını gözardı edip ilahlaştırma niyetinde değilim ama ülkeyi yönetenlerin gözüyle bakarsam da karşıma en iyi ihtimalle şu kavram çıkıyor: "Haklıyken haksız durumunda düşmek!" (Haklı olduklarını düşünmüyorum, o ayrı...)
Yolumun bir şekilde ODTÜ'den geçmesinden gurur duymama sebep aşağıdaki görüntülerdir. Tepki göstermenin, ince mesajlar vermenin çok zekice yolları da vardır. Polis barikatını yastık yapıp uzun eşek oynarsan, yastığa çok şey anlatıyorsundur aslında... Biliyorum, o aşamaya gelmesi senin tercihin değil belki ama taş atıp, yumruklayarak ya da biber gazı ve jop yiyerek anlattığından çok daha fazlasını hem de!



Keşke herşey burada bitseydi. Yani öğrenciler bunu yapıp eylemi bitirebilseydi, polis sessizce izlemeye devam edebilseydi.

Son haftalarda öğrenci eylemleri artmaya başladı. Bunun bazen amacını yitirip bir moda haline dönüşmeye başladığını da düşünüyorum açıkçası. Ama asıl meselenin bu eylemlere "orantısız" tepki gösterilmesinin, tahammülsüzlüğün ayarının kaçmasının ülkenin en önemli sorunlarından birisi olduğunu anlamak hiç de zor değil. Ülkeyi yönetenlerden başlayın, işyerinizdeki patronunuza, okuldaki öğretmeninizden bazen anne babanıza kadar karşı karşıya kaldığınız "anlaşılmama" durumunu bu olaylardan sadece bir gün önce Yılmaz Özdil müthiş bir tespitle anlattı. Yukarıda yazdığım tüm satırları pas geçip sadece aşağıdaki yazıyı okusanız da aklımdakileri anlamış olursunuz.
Ne de olsa geçmişimde "her iki taraf"ca da "öteki"leştirilmişliğim var, bu satırların altına aynen imzamı atmak hakkımdır.

***

Gençlik insanın başına hayatta bi kere gelir... (Yılmaz Özdil)

Hazır ortalık sakinledi... Sakin sakin konuşalım.
59 yaşındaki YÖK Başkanı, koltuğa oturur oturmaz, ilk iş ne yaptı biliyor musunuz?
Motosiklet aldı.
İçinde ukteymiş.

Çünkü, sağ-sol, ideoloji meselesi filan değildir aslında yaşananlar... “Gençliğini yaşayamamış insanlar” tarafından yönetiliyor Türkiye... Gençleri anlamama sebepleri bu.

Hani, üniversite yıllarından suratını hayal meyal hatırladığınız, varlığıyla yokluğu bir, hafızanızı zorlasanız bile ismini çıkaramadığınız tipler vardır ya... İşte onlar yönetiyor.

Elbette onlar da 20 yaşında, 25 yaşında oldular, ama, hiç genç olmadılar. Vazgeçtik kafelerde yan yana oturup laflamayı, fakülte kantininde bile kızlı-erkekli ortamlarda bulunmadılar.

Gençliğin adeta uzvudur mesela, gitar... Ne kadar uzak onlara... Plajda yakılan romantik bir ateşin etrafı, dağcılık kulübünün kurduğu kampın çadırı, amfide şamata, kampustaki şenlikte mırıldanan aşk şarkıları veya yılbaşı partisi, belki alt tarafı bi bira... Ne kadar uzak.

Dar çevrelerinin Çin Seddi gibi eşiklerine esir büyüdüler maalesef... Kanları kaynamıştır, istemişlerdir mutlaka. Aşamadılar. Aşanlara kızmaları ondan... Halbuki, hayatında bi kere olsun dağıtmadan, nasıl toparlanır insan? Hangi sınırdan bahsedebilirsin, özgürlüğü tatmadan?

İnanmazsanız, açın özgeçmişlerini... Hayat baharının en güzel dört senesi “şu üniversiteyi bitirdi” diye geçiştirilen, kupkuru üç kelimeyle özetlenmiştir. Anaları babaları, ilkokul dönemi, sonra zart diye atlar, siyaset sahnesindeki binlerce fotoğraf... Arası boştur! Üniversite yıllarına dair hatıra fotoğrafı olabilmesi için, hatıra olması lazım öncelikle... Yoktur.

Sorsalar bana, king bilmeyeni milletvekili bile yapmamak lazım... Ki, briçi kumar zannedip, spor olduğunu kavrayamadan mezun oldular. Zaten, spor ayakkabı giymeden emekli oldu çoğu... Apo’nun bile Bekaa’da kız militanlarla voleybol oynarken fotoğrafı var, bunların var mı? Güya kültür dersi veriyorlar bize, hangisinin halkoyunu oynarken fotoğrafı var? Tiyatro?

Mayo giymeden büyüdüler, mayo... Bülent Arınç, Beşir Atalay... Aileleriyle şezlongda güneşlenirken düşünebilir misiniz? Bırak düşünmeyi, Allah bilir, mahkemeye bile verebilirler beni... Bu kadar normal bir insan davranışı üzerinden kendilerini örnek verdiğim için.

(Bakın, peşin peşin söyleyeyim, mahkemeye verirseniz, Kürşad Tüzmen’i şahit gösteririm... Çünkü, mayo giymeyi anormallik kabul etmeyen Kürşad Tüzmen’e gidin sorun, yumurta fırlatan gençlerin heyecanını da anlıyordur, sahillerin AKP’ye neden oy vermediğini de.)

İyi yönetilen devlet, iyi yönetilen üniversite, iyi yönetilen gazete, iyi yönetilen banka, hepsini inceleyin... Hepsinin başında, gençliğinin hakkını vererek yaşamış yöneticiler görürsünüz.

En vahim gençlik hatası...
Gençliğini yaşamamaktır.

Türkiye’nin durumu vahimdir.

***
Ek: Bir arkadaşım bu yazıdan sonra mail gönderdi. "Olayları sadece Zaman'dan mı takip ettin?" ile "AKP yandaşı mısın?" cümle/imaları arasında gidip gelen sorular sordu. Önce "Amanın!!..." dedim. Sonra durumu farkettim; demek ki, burayı her okuyanın alt metinleri, anlatılanları, "taraf"ımı ve iyi niyetimi anlayamaması ihtimalini de kabullenmeliyim. Ona verdiğim cevabın bir cümlesini buraya da ekleyerek, onun dışında da böyle düşünenler varsa, yazılanları biraz daha dikkatli okumalarını salık vermem gerekiyor.
Ben genelde "Seni Seviyorum"u "Seviyorum" kelimesini kullanmadan anlatmayı sevenlerdenim...

8 Kasım 2010 Pazartesi

Ekmek Peşinde...

bir pazar akşamüzeri...
başkent ankara, kızılay'da güvenpark önündeki otobüs durakları, bir anlamda türkiye'nin merkezindeyiz yani.
ekmeğimizin peşindeyiz, iş gereği bulunmamız gereken bir etkinlik var; servisimiz bizi oradan alacak, geç kalan arkadaşımızı bekliyoruz.

o sırada önümüzde bir halk otobüsü duruyor. orta kapıdan inen birkaç kişilik grup yeniden kalabalıkla birlikte otobüse binmeye yöneliyor. bir terslik olduğunu fark ediyoruz ve tam önümüzde gerçekleşmeye başlayan gariplikler dizisini film izler gibi takip etmeye başlıyoruz.

adam cüzdanından para çıkarıp hazırlanıyor gibi yapıyor, ama gözü otobüse binmek için birbirini iteleyen sekiz-on kişilik kalabalıkta. sessizce yaklaşıyor, öndeki orta yaşlı amcanın tişörtünü hafifçe yukarı kaldırarak arka cebine bakıyor, tam elini uzatacakken yaşlı amca sıradan çıkıyor.
bizim "meraklı" adam bu sefer önde bir omuz çantası kestiriyor gözüne. elini uzatıyor, o kalabalığın arasında hiç çekinmeden elini çantaya uzatıyor, yavaşça fermuarı açıyor.
biz şaşkınlıkla izlemeye devam ediyoruz. insan sadece saniyeler içinde gerçekleşen bu olayın öylesine etkisinde kalıyor ki, silkinmek için biraz vakit geçmesi gerekiyor. tam uyanmışken, ve uyarmak üzere elimi arabanın kapısına uzatmışken açık camın kenarında bir adam beliriyor.
aslında kurduğu cümle zararsız ve yumuşak, ama tonlaması buram buram tehdit kokuyor:

"abi sesini çıkartma, bak herkes ekmeğinin peşinde!..."

* * *

zaman duruyor, 2 yıl öncesine dönüyorum...

yılbaşı gecesi, ekmeğimin peşindeyim.
herkes eğlence planları yapmışken, ben evime yabancı kentin merkezinde koşturuyorum. işim gereği o gece iki ayrı mekan arasında gidip geliyorum sürekli, ve sürekli telefonla konuşmak durumundayım. kariyerim açısından çok önemli bir gece, eğer herşey aksamadan giderse öğrenim hayatımı feda etmiş olmama değecek herşey; tam bir dönüm noktası yani, yıllarca verilmiş emeğin karşılığı ve ekmeğimin peşinde koşturuyorum.

taksim'den hızla geçerken bir anda birinin kafama vurduğunu hissediyorum.
sonradan öğreneceğim, taksim'de telefonla o şekilde konuşmanın dart tahtası olmaktan pek bir farkı olmadığını (canının herşeyden kıymetli olduğunu da öğreneceğim gibi.).
kafama vurulmasıyla birlikte telefon elimden gidiyor. önce bir tanıdıkla karşılaştığımı varsayıyorum. ancak geri dönüp elinde telefonumla koşan bir çocuğu görünce aklım başıma geliyor. bir anda senaryolar akmaya başlıyor gözümün önünden. telefonu bilmemnekadar paraya aldığım umurumda bile değil o anda, bütün önemli numaralar orada kayıtlı ve yılbaşı gecesi hiç kimse aksaklığa tahammül etmez! herkes bana oradan ulaşacak, bittim ben...
muhtemelen o hırsla peşine takılıyorum çocuğun, ve muhtemelen o hırsla onu tam yakalamak üzereyken ben, o bir parka dalıyor. onu tam orada kuytu bir köşede sıkıştırıyorum, birden duruyor ve geri dönüp bir bıçak savurmaya başlıyor. gerginim, başka şansım yok, gözüme kestiriyorum onu, bıçağı kapabileceğimi tahmin ediyorum, gözüm kararmış.
işte o anda anlıyorum yavaşlamasının ve oraya dalmasının aslında hiç tesadüf olmadığını, herşeyin planın bir parçası olduğunu. çünkü ben ona doğru korkmadan bir adım atınca iki kenarda çalılıkların arasından ellerinde sallamalarla gözü dönmüş iki kişi çıkıyor, "başımızı derde mi sokacan lan!..." diye bağırarak üzerime yürüyorlar. savrulan sallamalardan biri gözlerimin önünden geçince ve rüzgarını hissedince anlıyorum işin ciddiyetini; kendimi parktan dışarıya, kalabalığın arasına atabilmek için var gücümle koşmaya başlıyorum. ben caddeye çıkınca onlar peşimi bırakıyorlar.
yanımda birisi beliriyor, "abi bak otelin orada polis vardır, hemen oraya gidelim" diyerek benimle koşuyor. garipsiyorum, ama o anki şaşkınlığımla "ben de 2 gün önce kaptırdım çantamı, ondan yardım ediyorum" demesi, gerçekten polisle karşılaşıp da onu gözden kaybedinceye kadar inandırıcı geliyor bana.
yılbaşı gecesinde, taksim'in göbeğinde gerçekten bir polisle karşılaşabilmem dakikaları buluyor zaten. onlara durumu anlatıyorum, nerede saklandıklarını söylüyorum, ama tek öğrenebildiğim karakola gidip ifade vermem gerektiği oluyor.
adamın biri göz göre göre hırsızlık yapıyor, canıma kastediliyor, hayatımla ve hayallerimle oynanıyor, ve benim elimden hiçbirşey gelmiyor...
sinirlerim bozuluyor, elim ayağım titremeye başlıyor. içimden bağırmak çağırmak geliyor, ama o anda koşturmam gereken işlerim olduğunu hatırlıyorum. o gece artık herşey daha zor, ama nasıl olursa olsun çözmeliyim, işimi aksatmadan yürütmeliyim.
sıradan bir insan olmanın verdiği çaresizliğin ezilmişliğiyle işime yürümeye başlıyorum. gözlerim doluyor, ama ağlamıyorum; üzgün değil, kızgınım çünkü... belki de sadece birkaç gün sonra arka arkaya göreceğim iki haberi o andan biliyor gibiyim:
- kapkaççılar taksim'de eski sat komandosunu bıçaklayarak öldürdüler.
- sosyetenin ünlü isimlerinden bilmemkimin kapkaççılar tarafından çalınan cep telefonu 1 saat içinde karakola teslim edildi.

oysa ben sadece bu ülkenin sıradan bir insanıyım, elimden daha fazlasının gelmiyor olması beni gerdikçe geriyor. ama duramam, yürümek zorundayım,
durmamalıyım,
malum;

herkes ekmeğinin peşinde...

* * *

"abi sesini çıkartma, bak herkes ekmeğinin peşinde!..."

zaman duruyor, 2 yıl öncesini hatırlıyorum.
öfkeleniyorum...
adamın tehditkar cümlesi çok da umurumda değil, benim yanımda bunu yapamazlar!. ve bunu hiç korkmadan söyleyeceğim ona!

bir anda kopan bir çığlıkla bakışlarımız otobüse yöneliyor.
çantası karıştırılan adam durumu fark ediyor, bağırmasıyla birlikte sıranın kenarında duran üç kişi birden sille tokat adama girişiyorlar. birinin elinde kesici bir alet var, ne olduğunu seçemiyorum, ama adamın yüzüne doğru savurduklarını farkediyorum. o sırada kurban adam elini beline atıyor, oradaki silahın görünmesiyle birlikte ekip elemanları ani bir manevrayla koşarak kalabalığın arasına yöneliyorlar ve kaçmaya başlıyorlar. çantası karıştırılan adam ve yanındaki arkadaşı silahlarını çekip peşlerinden hareketleniyorlar. çığlıklar duyuluyor, "kaçma lan, vururum bak!..." bağrışları araya karışıyor. ama ekip kalabalığın arasına karışıyor, bizim yanımızdaki adam da kayboluyor.
silahlı adamlardan birinin gözünün üzerinden kanlar akıyor, etraftakiler ona yardım etmeye çalışırken o hala öfkeyle sağa sola bakıyor.
biz o karmaşayı algılamaya çalışırken insanların arasında çantayı karıştıran esas adamı görüyoruz. adam son derece sakin, kalabalığın arasında sessiz adımlarla dolaşıyor, eli cebinde yavaş yavaş metro girişine doğru yürüyor. adamı görüyoruz, ama o anda tetiği hala çekili silahla etrafına bakınan adamın öfkesi gözümüzü korkutuyor, çünkü etraf gerçekten çok kalabalık.
gözümün önünde başımdan geçenler canlanıyor, arkadaşlarıma olayı anlatırken "insan öylesine öfkeleniyor ki, elinde silah olsa herhalde sağı solu düşünmeden ateş açarsın çocuğa..." deyişimi hatırlıyorum.
tüm bunların ardarda sıralandığı -ve bana uzun mu uzun görünen- üç-beş saniye içinde adam ortadan kayboluyor, polis geliyor.

kalabalık dağılmaya başlıyor, ama kenardan olayları izleyen birkaç kişinin bizi ters gözlerle süzmesi sinirlerimizi bozuyor, zaten logolu bir araçla kolay bir hedef olduğumuzu biliyorum, ve onların gözükaralıkta nasıl sınır tanımadıklarını.
"gidelim," diyorum şoförümüze, "burada fazla kalmamakta fayda var..."

"bu ülke ne zaman böyle oldu" diye geçiriyorum aklımdan, "söyledikleri gibi, namusluların da namussuzlar kadar cesur olabilme şansı var mı acaba?..."

"gidelim," diye devam ediyorum çaresiz,
"iş bizi bekler, herkes ekmeğinin peşinde..."

15 Eylül 2010 Çarşamba

Hayat Ne Tuhaf Aslında, Vapurlar Filan...

Bugün Hrant Dink'in doğum günü... Güzel ülkemde istemdışı kutlanamayan milyonlarca doğum gününden biri daha...
Hrant Dink'in doğrusu yanlışı, karşı taraftakilerin eğrisi doğrusu -bir fotoğraf sözkonusu olduğunda- benim umrumda değil. Beni ilgilendiren, ertesi gün tüm gazetelerde babasının bu fotoğrafını görmek zorunda kalan (belki de kocaman olmuş, ya da aslında o gün büyümüş) bir kız çocuğu. Bir de insanın hayata dair tüm umutlarını yerle bir etme potansiyeliyle yanıbaşımızdan bize sürtünerek geçen insanlar...
Geceyarısı Öyküleri'nden Hrant Dink özelinde, hepimize hitaben...

hayat ne tuhaf, vapurlar filan...

aslında o vapurlarda geçen hayatlar ne tuhaf, hani hiçbirinin hikayesi bir başkasına benzemeyen...
sadece yaşayabilmek için köleler gibi çalışma zorunda kalıyor insan,
sonrasında, çalışıp kazandıkların, kaybettiğin özgürlüğünü satın almaya yetmiyor...
yıllarca dirsek çürütüyor, emek veriyor insan,
ama ne öğrendiklerinle hayata atılabiliyor, ne de kendine bir yer edinebiliyorsun; asıl hayata atıldıktan sonra başlıyorsun öğrenmeye, onca yıl boşa geçmiş oluyor, geri dönülemiyor...

çocukluğundan bu yana herşeyini ama herşeyini biriyle paylaşıyor insan,
sonra öyle değişiyor ki o "herşey", geçmişine, geçmişinize şaşkınlıkla bakarken lanetler yağdırıyorsun kendine, hala ona bir zarar gelmesin derdindesin tüm şaşkınlığına rağmen...

aşık oluyor birdenbire insan, hayatın anlamı değişiyor, herşey "o" oluyor, sen kayboluyorsun hayattan bir süreliğine,
sonra biri bir çimdik atıyor, herşey tarihe kayıyor, bir bakıyorsun yalnızlık her zamanki baş köşede olanca hüznüyle seni bekliyor...

sadece aklından geçenleri söylüyor insan, söylerken de kimseye saygısızlık etmemek için özene bezene seçiyor kelimeleri,
sonra işyerinin önünde kafana sıkılan üç kurşunla öldürülüyorsun,
ve ölen hareketsiz yerde kalırken, öldüren elini kolunu sallayarak yoluna devam ediyor...
üzerine kocaman bir kağıt parçası kapatıyorlar, kağıdın kenarından akan kanların kırmızısı meraklı insan kalabalığının cep telefonu fotoğraflarına bir renk oluyor, sen altı yırtık ayakkabınla hiç kımıldamadan poz vererek tarihe geçiyorsun...

her sabah, geceden biriktirdiği bir umutla çıkıyor insan sokağa,
şansın varsa öğlene kadar ulaşabiliyorsun, öyle ya da böyle zaten kafana vura vura elinden alıyorlar tüm umudunu, tüm inancını, tüm beklentilerini...

ve sen bir sahil kaldırımında boynun bükük yürürken, bir park taburesinde tek başına otururken, gazetede çığlıklarla babasına ağlayan bir genç kızın fotoğrafı, tam karşında sarmaş dolaş yürüyen bir aşık çift,
isyan etmek istiyorsun oturduğun yerden cüce boyunla posunla, sıska, çelimsiz bedeninle, kısık, duyulmayan sesinle,
olmuyor;

hayat ne tuhaf aslında, vapurlar filan...

Geceyarısı Öyküleri ile ilgili beni en çok üzen konu bu yazı ile ilgilidir. Kitapta yer alan yazının üzerindeki "Hrant Dink'e..." notunun atlanması ve benim bunu kitap yayınlanmadan önce fark edememiş olmam... Böylelikle bu eksiği de telafi etmiş olduğumu umuyorum.

17 Ağustos 2010 Salı

"Sesini" Duyan Var Mı?


17 Ağustos depreminin birkaç gün sonrasıydı. Radyoda hızlı ve kapsamlı bir kampanya gerçekleştirmiş, vakit kaybetmeksizin toplanan yardımları götürmüştük.
Bir halı sahanın içine serilmiş battaniyelerden birinin üzerine kıvrılmış teyzenin yanına gittim, 'Teyzecim, biraz malzeme getirdik, size dağıtacaklar. Onun dışında bir ihtiyacın var mı?' diye sordum. Önce biraz süzdü beni, sonra son derece düzgün bir konuşmayla 'Nereden geldin sen' diye sordu. 'Ankara' dedim. 'Taa Ankara'dan mı?' diye yineledi sorusunu şaşkınlıkla. 'Evet' dedim onun şaşkınlığını ben de takınarak.
Biraz durakladıktan sonra tedirgin bir tonlamayla mırıldandı: 'Kimin vardı burada, kimini kaybettin?...'
O kalabalık halı sahaya kıvrılmış herkesin bir kaybı vardı artık, utandım biraz ve onunkinden de düşük bir sesle 'Kimse' diyebildim ancak.
Birden doğruldu ve yineledi sorusunu: 'Kimseni kaybetmedin mi, akraban filan yok mu burada?'
'Yok teyzecim' dedim.
Kendimi yabancı hissetmiştim. Biz yardım malzemelerini indirirken, anlaşılmaz bir heyecanla bültene koyacağı fotoğrafı çekmeye çalışan "yetkili"ye duyduğum sebepsiz öfkeyi şimdi o teyzede bana karşı göreceğimden korkmuştum.
Bir anlık sessizlik oldu, hani şu birkaç saniyeyi geçmeyen ama saatler gibi gelen türden bir sessizlik, 45 saniyenin içindekilerin her biri gibi yani... Ayağa kalktı zorlanarak, bana doğru yaklaştı, gözleri dolu dolu ve sesi titreyerek bir çırpıda söyleyiverdi aklındakileri:
'Demek bizim için geldiniz... Allah razı olsun yavrum, başka hiçbirşey istemez!...'

Ve sessizlik... Sonsuz sessizlik... Enkaz altında kalmış bir insanın çaresizliği gibi, sadece gözyaşlarının düşerken çıkardığı minik damla seslerinin duyulabildiği kocaman sessizlik...

O sözler benim hiç aklımdan çıkmıyor ve beynimdeki yankısının asla bitmemesi için dualar ediyorum,
o teyzenin sesini hala duyabilen var mı acaba?

(17 Ağustos depreminin simgesi haline gelen üstteki fotoğraf Abdurrahman Antakyalı imzalı...) 

12 Ağustos 2010 Perşembe

Love is Blindness...

Dünya çapında tanınan bir rock yıldızı olmanın sorumluluğu ve ağırlığı altında,
dünyanın en çok tanınan gruplarından birinin -o grubun elemanlarının deyimiyle- beyni olmanın sorumluluğunda olan The Edge, deliler gibi aşık olduğu eşinden ayrılmak zorunda kalır. Arkadaşlarına her fırsatta onu hala sevdiğini söyleyen the edge için bu ayrılık ve dünyada her şeyden çok değer verdiği çocuklarından uzaklaşmak, kabullenilmesi çok zor bir travmayı da beraberinde getirir.
Bu süreçte U2, Achtung Baby albümü kayıtları için stüdyodadır. Albümdeki sert şarkılarda fazlasıyla göze çarpan "The Edge öfkesi", bu albümle birlikte tarihe geçen Who's gonna ride your wild horses, One, So cruel gibi şarkılarda başka bir boyuta taşınmaktadır.
Ancak, Bono'nun anlattığına göre The Edge içinde yaşadığı hüznü en çok bu şarkıda, Love is Blindness'de dışa vurur.
Stüdyoda bir türlü içlerine sinmeyen onlarca provanın ardından, The Edge'in elinde gitarıyla hiç ses çıkarmadan kenarda beklediğini görürler ve herhangi bir komut verilmeden kayıt başlar.
The Edge, kafasını bile kaldırmadan şarkıya eşlik eder. Sonra beklenen bölüm gelir, müzik tarihinin en can yakıcı sololarından biri dökülmeye başlar gitarından; en can yakıcıdır çünkü arkadaşları, The Edge'i gitarını ilk defa bu kadar hırsla ve bu kadar öfkeyle çalarken görmektedirler.
Kayıt biter, kimse tek kelime etmez, sanki o sahne hiç yaşanmamış gibi sessizce diğer şarkıya geçerler.

Achtung baby albümünde yer alan Love is Blindness işte hiç dokunulmamış olan bu kayıttır ve -dikkatle dinlenildiğinde farkedilen- şarkının sonuna doğru gitar tellerinden gelen "çıtırtı"lar bu sebeple temizlenmemiş, olduğu gibi albüme koyulmuştur.

Hayal kırıklığının sese dönüşerek tarihe geçişidir çünkü Love is Blindness...



Youtube izleyemeyenler için Dailymotion linki burada.

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Bir Şeyler Değişiyor Hayatta...


Birşeyler değişiyor hayatımda… Öyle somut anlamda değil, sizler göremezsiniz. Ben de göremiyorum aslına bakarsanız ama hissetmemek de mümkün değil.
Bir ağrı hissediyorum bazen tam şuramda… Siz göremediniz tabi, ben tarif edeyim; kalbimin bulunduğu yerden birazcık ortaya doğru bir yeri işaret ediyorum. Tatlı bir ağrı demeliyim ama, zaten ne zaman hayatımda bir şeyler değişmeye başlasa orası öyle inceden sızlar, ben de oradan anlarım genelde bir şeylerin artık çok başkalaşacağını.
Birşeyler zorluyor beni bu aralar. Daha tahammülsüz biri olduğumu fark ediyorum bazen, “insanlar nasıl bu kadar anlamsız şeyler yapabiliyorlar” diye sinirleniyorum. Ama sinirimin geçmesi o kadar kısa sürüyor ki, sizler göremiyorsunuz. Öte yandan, aynı oranda da sabır potansiyelim artmış, bunu ben de göremiyordum başlangıçta, yaşadıkça fark ediyorum.
Hep hızlı ve telaşlı yürüyen bir adamdım ben oldum olası. Ama ilginçtir, son zamanlarda adımlarım yavaşlamış, telaşım kalmamış ama sizler göremiyorsunuz. Göremiyorsunuz, çünkü yalnız yürümekten daha fazla keyif alır olmuşum artık, ben bile yeni yeni görmeye başladım zaten. Biliyor musunuz, o kocaman görünen sert darbeler, en yakınındakilerden yediğin zarif kazıklar kadar acıtmıyor insanın canını. Muhtemelen bundan dolayı bir “geride durma hali” hasıl olmuş üzerime. Siz bunu göremiyorsunuz, hatta başka şeylere yoruyorsunuz eminim ama ben de adını yeni koyuyorum zaten, dert etmeyin. Üzülmem ben böyle şeylere.
Doğru aslında, kin de tutmam zaten kimseye ama acaba az biraz sinirli bir adam olmam, kötülükleri biraz daha fazla hafızamda tutabilmem daha mı iyi olurdu diye sormadan edemiyorum. Böyle olunca biraz daha koruyabilirdim kendimi belki. Ama size açık olayım mı, bazılarınızdan bir fazla bildiğim bir sırrım var benim: Kimsenin kimseye kin tutmakla kaybedecek vakti yok!

Vaktin ne kadar çabuk geçtiğini hatırlamak için çocukluğunuzdan çok sevdiğiniz bir şeyleri getirin aklınıza. Şimdi tam karşımda bir televizyon olsaydı mesela ve Susam Sokağı başlasaydı, gülümserdim ben gizli gizli. “Altı… En sevdiğim sayı altı. Haydi şimdi altı şarkısını söyleyelim.” diye başlayıp ardından da renklere geçerlerdi Edi ve Büdü: “Mavi… En sevdiğim renk mavi. Gömleğim mavi. Kalemim de mavi.” Nedense Edi’nin haylazlığının faturasını hep iyi niyetli Büdü öderdi! Ne kadar iyi olursan, o kadar bedel ödersin! Yanlış bir hayat düsturu gibi mi göründü yoksa size oradan? Yanılıyorsunuz, siz göremediniz tabi. Edi ve Büdü gördüler bunu, ben de hayatın iyilere oynadığı oyunların insanı öyle çok da sert çarpmadığını öğrendim onlardan. Sizin göremediğinizi gördüm, çünkü siz etrafınızdaki kalabalıkla oyunlar oynayarak büyürken, benim hiç ilgim olmayan bir insan grubuyla dolu bir yatakhanede, sadece onlardan uzak olmak için seçtiğim en köşedeki ranzanın üst katında farklı bir manzara vardı; olanların arkasında saklananları görmeyi öğrenecek kadar çok boş vaktim oldu benim. Evet, sizin göremediğiniz bazı şeyleri ben görebiliyorum bazen. En sevdiğim renk gerçekten de mavi ama biliyor musunuz, ben 6 rakamını hiç sevmem. 6 dediğini ters çevirirsen başka bambaşka bir rakam olur ve sen ne ara değiştiğini anlamazsın bile! Ona güvenerek yaptığın bütün hesapların altüst olur. Dahası, kimseyi inandıramazsın 9 zannettiklerinin aslında 6 olduğuna. Hayat tombala değil ki numaraların altını çizip, sahtelerinin yerine güzel boncuklar koyasın…

Sayfayı yeniledim, daha açık renkler görmek istiyorum, biryerlerinde de mavi olsun dedim. Ve daha basit… Öyle çok da anlatacak hikayem yokmuş aslında, gerçekten çok basitmiş her şey. Eline kalem almayanlarla benim tek farkımız, benim biraz daha cesaret edebilmemmiş. Ve dahası, bu aslında dipten çıkan bir deniz taşı yazısı değil biliyor musunuz, ama ne yazık ki yine birçoğunuz göremediniz. Bu satırlar,hayatına etrafındaki birçok kişiden daha fazla tutunmuş, -başkalarına gösterebildim mi bilmiyorum ama- bunu kendisine çok net kanıtlamış birinin “hayat da çok güzel aslında bea!” yazısı.
Çünkü bir şeyler değişiyor hayatımda ve ben sıranın bana gelmesini bekliyorum. Büyük değişimler de hep hayatınızdaki küçük ayrıntıları değiştirmeye cesaret etmenizle başlamıyor mu aslında?…

24 Haziran 2010 Perşembe

Radyo için yaşamak, Yaşamak için radyo...


Bilenler bilir, hayatının önemli bir döneminde radyo hayalinin peşinden koşmak için ciddi bir "vazgeçiş" yaşamış biriyim ben... Radyonun benim için özellikle o dönemde neden bu derece önemli olduğu ayrı ve çok uzun bir yazı konusu. Şartlar her zaman şu an olduğu gibi gitmeyebilir, hayatımın sonunda kadar radyo yayıncılığı yaşamımın içinde olamayabilir a o seçimimin hayatıma kattığı her ayrıntı için tarif edemeyeceğim kadar mutlu oldum hep. Ve "radyo işi"nin bana öğrettiklerinin önüme serdiği yeni yollardan sayesinde hiç pişmanlık yaşamadım.
En çok "hayatını bu işle geçindirebiliyor musun, ne zaman başka bir işin olacak" sorularıyla muhatap oldum. Doğru, bazen ek işlere ihtiyaç duydum ama çoğunlukla çalışma arsızlığımdan dolayı radyonun yanında (ve radyonun beni yönlendirdiği) işlerdi bunlar.
Ama tüm bunların ötesinde, o mikrofondan seslenebilmenin büyüsünü insanlara anlatabilmekte zorlandım. Evimin bir köşesindeki kutularda saklanmış zarflarda bazı dinleyicilerimizin yaşam öyküleri ve bizim o öykülere dokunma noktalarımız başka şeylerle karşılaştırılabilecek ve yeri doldurulabilecek sıradanlıktan çok çok ötede... Bir de, o zamanlar hiç sesini çıkartmadan her gece seni dinleyen insanların yıllar sonra onların hayatında neleri nasıl değiştirdiğini anlatmaları. Bu huzuru ve tatmini dünyevi hiçbir güçle elde edemezsiniz, bunun size bahşedilmiş çok özel bir armağan olduğunu hiç aklınızdan çıkartmamanız gerekir.

Ekşi Sözlük'te einherjer isimli yazar "Cavatina" başlığına bir yazı ekledi geçtiğimiz günlerde. Ben de 16. yılımda hala neden radyoya devam ettiğimi soranlara verilebilecek en güzel cevaplardan biriyle karşılaşmanın keyfini yaşadım (bir de, çok sevdiğim ekşisözlük'e neden uzun zamandır yazmadığımın açıklamasını bulmanın rahatlığını).
Her kim ise, "einherjer"e sonsuz sevgilerimle...

lisans yılları, izmir. elimde kitabım yatacağım yine birazdan, radyoda trt fm var ve bundan inanılmaz bir keyif alıytorum. sonlara doğru radyo mydonosea switch ediyorum, selim isminde bir dj, inanılmaz enerjik ve hayat dolu bir ses.
her gece, programının sonlarına doğru bir hikaye okuyor: "hafta içi her gece selim'den bir öykü ;)" diyor fragmandaki güzel sesli kadın ve hikaye aslında tam da burada başlıyor. aşklar, fedakarlıklar, olaylar ve kalıntıları üzerine birbirinden güzel ama klasik, her daim internette metnini bulabileceğiniz hikayeler, peki neden selim'den dinlenir? çünkü harikulade bir sesi vardır, neşeli, keyifli ve canlı bir ton, tabi bunda radyo mydonose'un görece üstün ses kalitesini de unutmamak gerekir.
peki tüm bunların cavatina'yla ne alakası var? anlattığı hikayelerin birçoğu cavatina fonuna kuruluydu ve bu şarkıya ne zaman denk gelsem izmir'e bedava gidip oradan canlı olarak ankara'ya bağlanıyorum, hayat adına yaşanmış ya da yaşanacak, belki göreceğim, belki de yanından dahi geçmeyeceğim, belki imkansız belki de olası, "insan" hikayeleri, "bizim" hikayeleri dinleyip tekrar geri geliyorum.
peki dinlediğim ilk hikayelerden biri neydi dersiniz?
ekşi sözlük'e merak saldığım yıllar, alımlar olacak, 6.nesil için (miğferdibi değil) ve birazdan da hikayesini okuyacak selim, önce her zamanki gibi referansını veriyor, ekşi sözlükten bir yazarın entrysini okuyacağını söylüyor. merakım cezbedildi, ancak yazarın isminin "terelelli temcik" olduğunu söyleyince bu birazcık da geri çekildi (kimdir nedir bilmiyordum o zamanlar). pür dikkat dinlemedeyim, okumaya başladı, gelişme ve sonuç. sonuç? işte sonuç: nasıl olduysa, senelerdir ağlayamayan ben, oracıkta, hikayenin son cümlesiyle birlikte gözlerimi dolu buldum.
o dönemlerde, her ne kadar yazarı ve dolayısıyla üyesi olmasam da, ekşi sözlük'ü özgürlük bezeli muhalif yapısıyla farklı bulup, her ortamda oraya ait bir yanım varmışçasına savunuyorum. ancak yaşadığım bu radyo macerasıyla ekşi'ye olan ilgim, gerek yazının kalitesiyle, gerekse de böylesi güzel bir ortama girme şevkiyle bir kat daha arttı ve üyesi olmak için extra bir çaba da sarfetmiştim, bunu hatırlıyorum.
benim için ekşi sözlük "bu"'yken, o'nunla olan arkadaşlığımı böylesi bir olayla perçinleyerek bugünlere getirmişken, nasıl olur da onun iyi olmasını istemem ve trash entrylerine karşı savaş vermem ey insanoğlu? kaliteli yazılar oralarda bir yerde.

bahsi geçen terelelli temcik yazısı burada.

22 Haziran 2010 Salı

Buse'nin Ardından...

Buse Sarıyağ 17 yaşında bir asker kızıydı. 22 Haziran 2010 sabahı bombalı saldırıda hayatını kaybetti. Benim bu konuda aklımdan geçenlerin tamamını Ekşi Sözlük'te "blue toe" isimli kullanıcı yazdı, kelimesi kelimesine altına imzamı atıyorum:

"ben bu saatten sonra evlenmem, evleneceksem anca çocuk için evlenirim" gibi kentli ukalalıklarla gününü geçiren sıradan bir adamım ben. insanın eli toprağa değmez olunca böyle başka türlü bir şeye dönüşüyor sanırım. ama ne zaman geyikle karışık çocuk lafı açılsa hep bir kız çocuğu geliyor gözümün önüne. sonra farkediyorum ki ben kızım olsa kafayı yerim, ne yapacağımı şaşırırım ulan. onu kimse üzmesin, kimse kırmasın diye deli dumrul gibi koştururum ortalıkta.

işte tam da bu yüzden, dünyadan en çok nefret ettiğim zamanlar böyle kız çocuklarının öldürüldüğü günler. bu kirli savaşın taraflarından herhangi biri bir kız çocuğu öldürdüğünde ne uğruna mücadele edilen demokrasinin, ne tek çıkar yolumuz olan barışın, ne tek umudumuz olan kardeşliğin, ne de bayrakların üzerindeki yıldızların anlamı kalıyor çünkü. pek çok insanın aslında yalancı olduğu gün gibi ortaya çıkıyor. dünyanın bütün şarkıları türküleri, bütün gülümsemeleri sahipsiz kalıyor ulan kızlar ölünce.

bugün bu saatlerde onun ölü bedeninin başına toplanıp zafer veya intikam çığlıkları atanlara diyecek sözüm yok. ama ölü kız çocukları iyi bir insan olmak isteyenler için de güzel günler olabileceğine dair hiçbir umut bırakmıyor bende. her gün biriniz bir yerlerde bir kız çocuğunu öldürürken ben bugün hala nasıl barıştan bahsedeyim ulan, insanlarda barışa inanacak umut mu bıraktınız! s...... sizin soğukkanlılığınızı da, barışa olan inancınızı da. ben bugün hiçbir şeye inanamıyorum lan, en çok da size inanamıyorum...

buse sarıyağ bugün benim dünyadan da, türkiye'den de, türklerden de, kürtlerden de, dünyaya kendi sığ ve zavallı perspektifleri içinden bakan orta sınıf milliyetçilerinden de, hayata dair konuşup duran ama hayata dokunmasını bilmeyen solculardan da nefret etme sebebim. bugün savaştan bahseden herkesten de, barıştan bahseden herkesten de nefret etme sebebim. çünkü biliyorum ki onun kanı bütün bu insanların ellerine bulaştı. çünkü buse, onun kanı üstüne bir gelecek kurmayı hayal eden herkese bugüne kadar tüm yaptıkları ve yapmadıklarıyla aslında sadece bir katil olduklarını hatırlatan bir yara. onu sevenlerin şu anda çektiği acıları anlayabilemem mümkün değil, ama bu sabah her çocuk lafı geçtiğinde gözümün önünde canlanan o kız çocuğuna bişey olmuş gibi. buse öyle için için kanayan bir yara ki, türküyle kürdüyle, ordusuyla, örgütüyle, sağduyuya davet edeniyle, şahiniyle lanet olsun hepinize, ben bir kızım olsun isteyemiyorum artık ulan dedirtiyor.

ah be buse...

26 Nisan 2010 Pazartesi

Lunapark

“Nerede çok fazla ışıltı, nerede göz kamaştıran parlak ışıklar varsa, orada hasıraltı edilen gizler var demektir...”

Başkentin tam da merkezi sayılabilecek yerlerden birinde, o büyük resmi binalardan birinin terasında akşam güneşi loşluğunda etrafı izlerken, çoktan geçmişte kalan bu cümle canlandı birden hafızasında... Politik görüşlerinin sertliğiyle dikkat çeken arkadaşı, bir 23 Nisan akşamında meclis binasının bahçesinde arka arkaya patlayan havai fişeklere bakarken söylemişti bunları. O yıl ilk defa gösterilere lazer oyunları da eklenmişti ve tam da o sırada bir ay-yıldız çiziliyordu meclisin duvarlarına. Herkes çığlıklar atarken onun dudak kıvırışı ve tam da bastonlu dedelerin “ben sizin yaşınızdayken” diye başlayan cümlelerinde var olan bir mimikle onları süzüşü kimilerinin gözünden kaçmamıştı. Muhtemelen bu yüzden edebi bir cümleyle ve yüksek sesle noktalamak istemişti o net tavrını: “Nerede çok fazla ışıltı, nerede göz kamaştıran parlak ışıklar varsa, orada hasıraltı edilen gizler var demektir... Bugünleri çok arayacaksınız ve sen haklıymışsın diye yanıma geldiğinizde ben de size ne kadar geç kaldığınızı anlatıyor olacağım!...”

O günlerden bugünlere nelerin değiştiğini sorgulamak gibi bir niyeti yoktu... Zaten tam da şimdi tüm bunları hatırlıyor olmasının da tek bir sebebi vardı:
Işıltılı Lunapark ve güneş gibi parlayan dönme dolap!..

Gece olup da hava tamamen karardığında bu kadar güzel görünmüyordu Lunapark ama başkentin serin akşamları ilk sinyallerini göndermeye başlarken ve şehre kelimenin tam anlamıyla gri renk çökerken, bir asi ruh gibi yüceliyordu ışıkları. Çocukluk dönemlerindeki bayramlarda en şık “bayramlık” giysiler giyilip, ilk günün sonuna doğru toplanan tüm harçlıklarla koşa koşa oraya gitmenin başka bir açıklaması olabilir miydi? Ya da tozlu albüm sayfalarında tüm ailenin mutlu olduğu birçok siyah beyaz fotoğrafın Lunaparkın hemen kıyısındaki çay bahçelerinde çekilmiş olmasının?
Gerçekten, daha mı coşkulu kutlanırdı acaba bayramlar o zamanlar? Dini bayramların aileselliği, milli bayramların ulusallığı daha mı sessiz yaşanıyordu artık acaba?

O meşhur Ankara ayazı gecelerinin başlamasının hemen öncesindeki son teras sefalarından birinde bunlar geçiyordu aklından. Işıltılı dönme dolaba artık yeni modern başka oyuncaklar da eşlik ededursun, onun gözünün dönme dolaptan başkasını seçmemesinin, sevmemesinin anlaşılabilir bir sebebi vardı aslında...

İşte tam da böyle serin bir sonbahara akşamında ve dönme dolap onlar en tepedeyken durduğunda başlamıştı herşey... Ankara insana sınırlı ama samimi başlangıçlar sunar zaten. O zamanlar daha da sınırlıydı herşey; günlerce, haftalarca hatta aylarca uzaktan izlediğin platonik aşkından bir buluşma koparır, onunla Kızılay’da buluşur, Yüksel caddesinde bir tur atar, Konur sokaktaki kitapçılara girer, bir uyduruk hamburgercide saatler geçirirdi insanlar. Etrafta öyle çok da süslü dünyalar olmazdı dikkat dağıtacak ve sen bu yüzden sadece yanındaki insanın renklerini keşfetmeye çabalardınn. Şansın yardım ederse gri başkent sokaklarına bir gün bir güneş doğar ve sen de o aydınlıktan aldığın cesaretle atardın adımını... Belki de bu yüzden başka şehirlerinkilere benzemezdi Ankara aşkları ve belki de bu yüzden daha gerçek yaşanırdı.
Ankara’da ilk aşklarıyla hayatını geçirenler oranlansa ne kadar şaşırtıcı bir sonuç çıkacağını tahmin bile edemezsiniz!
Kaçamak buluşmalardan sonra bir Lunapark eğlencesinde dönme dolap en tepeye geldiğinde sert bir darbeyle durmuştu. Belli ki süresi dolup da yerini yeni gelenlere bırakanlar vardı aşağıda. Dört kişilik yerde ikisi de yanyana oturdukları için bir dengesizlik vardı haliyle. Küçük bir sarsıntıda kız bir çığlık attı, o korkuyla elini erkeğin koluna attı, erkek diğer eliyle onun elini tuttu...
Ve zaman durdu...
Üç-beş saniyelik sessizliklerin ölçülemeyecek uzunlukta sürdüğü anlardan biriydi o. Kız erkeğe baktı, erkek kıza baktı. Aylara biriktirilen cümleler aktı gözlerinden birbirlerine ve kısık sesi duyuldu kızın:
“Ne olur beni bırakma!”

Hikayelerde başlangıçların uzun uzun anlatılıp da bitişlerin birkaç satırla geçiştirilmesinin çok mantıklı gerekçeleri vardır, burun kıvırmayın lütfen! Yazan, kahramana yaşatmak zorunda kaldığı hüzünleri çabuk geçmek ister. Okurken en çok onun canı yanacaktır çünkü...
Bir de, hayat başlatırken gösterdiği hüneri devam ettirirken göstermiyor maalesef.
Yaşam yolu öyle ya da böyle Lunapark kahramanlarını bambaşka yollara sürükledi geçen yıllarda. Hüzünlere yeni yaralar eklendi, mutluluklar bitmeyen umutlarla beslendi. Eskiyen zaman biriken yaralarıyla onları yeniden buluşturdu bir sonbahar akşamında.
Şehirler kadar hayatlar da değişiyor zamanla. Artık ilişkiler eskiden olduğu gibi özenli yaşanmıyor, Kızılay’da buluşulup saatlerce sokaklarda yürünemiyor, kitapçılarda vakit geçirilemiyor. Başkentin sessiz sokakları da çoktan yerini görkemli, ışıltılı dünyalara bırakmış durumda. Eskileri yaşayanlara bu şatafat yorucu gelse de onlar da hayata ucundan tutunmaya çabalıyorlar. Loş sokaklara yazılan anıları tazelemek mümkün olamıyor ama aslında herkes biraz da yıllarını çocukluğunun peşinden koşarak geçiriyor. Belki de bu yüzden kendileri bile farkında olmadan artık her geçen gün daha da yoğunlaşan trafikte zar zor ilerleyerek kendilerini başkentin eski merkezine, Gençlik Parkına yönlendiriyorlar. Erkek kocaman girişe uzaktan bakarken gözleri ışıklarla yapılmış Atatürk silüetini arıyor. Gülümsüyor, belki de arkadaşı haklıydı, o günleri nasıl da özlüyor şimdi...

Birbirlerine o kadar yakın ama birbirlerine bu kadar yabancı bir çift onlar artık. Yıllar önce burada birbirlerine verdikleri sözleri ikisi de çiğneyeli ne kadar uzun zaman olmuş. Hava yavaş yavaş kararmaya başlıyor ve onlar uzaktaki dönme dolaba bakıyorlar. İkisinin de yüzlerine mahçup bir gülümseme oturmuş. Erkek gişeye doğru uzanıyor “İki kişi lütfen.” Ne kadar yabancı aslında “kişi”. Oysa onlar hep “bir” olmak istemişlerdi, hayat nasıl da bambaşka yerlere savurdu ikisini bir çırpıda. Şimdi “iki kişi”ler, iki yabancı kişi sanki. Kız hala eskisi gibi, hala korkularını kendine saklıyor. Adımını dönme dolaba atarken ellerinin titrediğini görüyor erkek, gülümsüyor ama belli etmiyor. Dönme dolap yavaşça ilerliyor, duruyor, yeni yolcular alıyor, kısa bir mesafe daha dönüyor, yeni yolcular, biraz daha, yeni yolcular, biraz daha, yeni yolcular, biraz daha derken en tepeye geliyorlar. Başkente karanlık çökmek üzere. Ne kadar da benziyorlar aslında bu şehre; kendi sakin dünyaları içinde ne büyük kavgaları var onların da... O kavgalarını başkalarına anlatmaya hiç niyetleri yok, anlatsalar da kimsenin onları anlayamayacağını biliyorlar.
Son yolcular için dönme dolap bir kısa tur daha dönüyor ve tam da durduğu anda sallanmaya başlıyorlar. Kız korkuyla elini erkeğin koluna atıyor, birbirlerine bakıyorlar ve zaman duruyor... Bir anlık sessizlik ve gözgöze geliyorlar. Bu defa kız yılların yükünü almış ama bambaşka anlam yüklenmiş bir cümle mırıldanıyor:
“Bu defa sana gitme demeyeceğim...”

Kimseye kal demeyen bir şehrin şahitliğinde gözgöze geliyorlar.
Hem zaten, “Kal!” demeyenlere de bir çırpıda elveda diyebiliyor muyuz ki? Bu şehirde yaşıyor olmamızın başka bir açıklaması olabilir mi sözgelimi?

Dönme dolap tam tepede durmuşken, karşıdan ışıkları henüz yanmaya başlayan bir başka silüet görünüyor. Bir şehri güzel yapanın, vazgeçilmez yapanın ışıltılar değil, yaşanmışlıklar olduğunu söylüyor adam Anıtkabir’e doğru bakarken. Bizim gibi yani diye mırıldanıyor kadın... O anda büyüdüklerini anlıyorlar.
Ve anlıyorlar ki, bazı şeyler birbirine gerçekten çok yakışıyor aslında; korku cesarete, hayaller gerçeklere, hayal kırıklığı ümitlere,
ve Ankara tertemiz, yıpranmamış, yaralanmamış, unutulmayacak aşklara...


(Ankara The Best İlkbahar-Yaz 2010 sayısından...)

24 Kasım 2009 Salı

Eymir

(Ankara The Best, Yaz-Sonbahar 2009 sayısından...)
Başkentin en yükseklerinde, yeni yeni oluşmaya başlayan o yüksek evlerden birinin modern terasında, gözlerini ışıldatan şehrin gece ışıklarını süzüyordu sessizce… Gözlerinin parlaması ıslaklığındandı aslında. Kimileri o eşsiz yeşilini ortaya çıkarırken damlaların, kimisi yanaklarına doğru ilerleyen rimel izleri bırakmıştı.

Kim bilir kaçıncı kez bozuyordu “artık ne olursa olsun ağlamayacağım” yeminini. Hatta bir defasında, Bestekar sokaktaki o neredeyse herkesin herkesi tanıdığı mekanlardan birinde, yine böyle bir gecede, ve yine yanaklarında bu tanıdık izler varken gülümsemiş, “bu makyaj bir daha böyle bozulmayacak, görürsünüz siz!” diye söylenmişti, ”hadi bakalım, oturmaya mı geldik!” diye şakımadan önce.
Nasıl olsa kimse yoktu şimdi yanında ve nasıl olsa yanaklardaki izleri de gören olmayacaktı. Hala sözünün arkasında durduğunu söyleyebilirdi herkese, yarın sabah hiç birşey olmamış gibi “günaydın güzellikler!” derken…

Geceyarısını geride bırakıp da gecenin zifiri karanlığıyla buluşmaya çok kalmamıştı. Kaç saattir böyleydi acaba? Yani, “başkentin şerefine” diye kadeh kaldırışlarının üzerinden ne kadar geçmişti ki? Peki ya, o kadehi “sen ne zaman bana güvenmeyi öğreneceksin!” diyerek yere savurmasının üzerinden? Sahi, bir kadehin kaderi nasıl da bu kadar çabuk değişebilmişti?

Aşk böyledir zaten… Her bir harekete, sıradan mimiklere anlamlar yükleyerek başlar her şey, etrafınızdaki cisimlerle konuşmaya çalışıyorsunuzdur sona gelindiğinde…

“Sana da hiç güvenilmezmiş yani” diye mırıldandı birden. Duvarın dibindeki ufalanmış cam parçalarından biri, daha iriceydi diğerlerine göre. Bir ayna gibi kendi silüeti görünüyordu yansımasından. Camın üzerinde, uzun dalgalı saçları omuzlarının üzerinden bir kenara toplanmış, yüz hatları çok hafif bir makyajla belirginleştirilmiş, üzerindeki kısa elbisesiyle hiç de otuzları karşılamak üzere gibi görünmeyen alımlı bir genç kız vardı. Alımlı, ama yüzü düşmüş, mutsuz bir genç kız…
Camdan cevap alamayacağını anlaması için çok beklemesi gerekmedi. Uzaklarda, kayarak uzaklaşan bir minik kırmızı ışığa takıldı gözleri. Bu saatte bir uçak, olsa olsa yurtdışına gidiyordu kesinlikle. Çok değil, sadece birkaç hafta önce onlar da bu saatlerde evden çıkmış, sessiz havaalanı yolundaki yıkık camilerin ayakta bırakılmış minarelerini süzerek yol almış, modern havaalanında yıllar önceki ilk seyahatlerini konuşarak kahkahalarla uçuş saatini beklemişlerdi. Öyle çiftlerdendi işte onlar, gecenin bir saatinde de gülmek için sebep bulabilirlerdi.
“Aslında bu şehir yaptı bizi böyle farkında mısın?” demişti sevgilisi o gece, “elinde hiç birşey olmadığını zannettiğin zamanlarda da eğlenmeyi bileceksin! Çünkü yok zannettiklerin, vardır aslında.” Gerçi, okuldan sonra vakit geçirmeden İstanbul’a yerleşen arkadaşları onlar kadar gece çıkmıyor, onlar kadar eğlenceye fırsat bulamıyorlardı, ama yine de idareli olmayı öğrenmişlerdi bu şehirde.

İkisi de yabancısıydı aslında başkentin… Okullarının en başarılı öğrencileri olarak ODTÜ’yü kazanmış, endişeli bir bekleyişin ardından Ankara’ya gelmiş, okulun tanıtım turunda Eymir’de karşılaşmışlardı ilk kez…
O anda ilginç bir ayrıntıyı fark etti. Ayrı bölümlerdelerdi, ve o ayrı gruplar tesadüfen aynı otobüsle götürülmüştü Eymir’e. Yan gruptaki bermudalı, karışık saçlı, sakal olamamış tüylerle dolu yanaklı toy delikanlının sürekli ona baktığını fark etmiş, önceleri görmezden gelmeye çalışmış, ama sonunda dayanamayıp “Ne var, ne bakıyorsun öyle ters ters!” diye kızmıştı. Birbirleriyle ilk karşılaştıkları anda kurulan o ilk cümlenin, bu geceki son cümle olduğunu anladığında ürperdi. Duvarlar üzerine geliyor gibiydi, daha fazla duramayacaktı orada. Dışarı çıktı, arabasını çalıştırdı ve fazla hız yapmadan ilerlemeye başladı.

Adı büyükşehir olsa da, aslında hiç de adı gibi olmadığını, aslında küçücük bir şehir olduğunu düşündü Ankara’nın… Her sokakta tanıdık izler vardı. Işıkları görünen Kocatepe’nin hemen altındaki sinemaya gitmek için buluşmuşlardı ilk defa, güzel sanat filmlerini bir tek Kızılırmak Sineması oynatırdı o zamanlar çünkü.
Atakule bütün ihtişamıyla şehri süzüyordu uzaktan. Bir gün Atakule’nin meşhur kumpircilerinden paket yaptırmış, görevliye çaktırmadan asansörle kuleye çıkarmış, şehri tepeden izleyerek manzara eşliğinde yemeklerini yemişlerdi. Döner restorana verecek paraları olmasa kaç yazardı ki!
Anıtkabir’in ışıklarının hala sönmemiş, sönememiş, söndürülememiş olması içini ısıttı bir an. Bir 10 Kasım’da, inatla sınav yapmaya kalkışan hocaya karşı nasıl da tüm sınıfı kışkırtmışlardı. Onların bölümde olmayan sevgilisi herkese birer bayrak getirmiş, Anıtkabir’e gitmeye ikna etmişti hepsini. Üzerlerinde kırmızı tişörtleri, ellerinde bayraklarıyla aslanlı yolda çekilmiş fotoğrafları salonun hemen girişinde, en çok görünen yerde asılıydı.
Şu “A” otelle ne dalga geçmişlerdi başlarda, acaba harfler devam edecek miydi? Sonra bir gün çalıştıkları ofiste kullanılacak saksıların sadece orada olduğunu ve orada görmeleri gerektiğini öğrenince utana sıkıla içeri girmiş, kendilerini gülmemek için tutmaya çabalayarak, zor bela dışarı atmışlardı. Başka bir şehir bu kadar anı saklayabilir miydi acaba? Bu şehrin her köşesinden tarihe not düşülmüş fotoğrafları vardı, ve fotoğraflarla kayıtlara geçilen anıları. Sakarya caddesindeki çiçekçiler, Karanfildeki bankta oturan metalden yapılma ayakkabıcı, ODTÜ’nün girişindeki amblem, Ulus’taki Atatürk heykeli (atın bütün ayaklarının yerde olduğunu kanıtlayacak açıdan çekilmiş şekilde!), Karum’un kenarındaki merdivenler, trafiğe kapalı olduğu zamanlarda Tunalı Hilmi caddesinin tam ortasında bağdaş kurmuş okul arkadaşları, Kızılay’ın merkezinde metro inşaatı sırasında getirilmiş vagon cafeler, Ahlatlıbel’de tam da oturma bölümünün sonundaki büyük kayalar, ve Eymir…

Ne çok aşkın başlangıcına tanıklık etmiştir aslında Eymir... Şehir hayatının o kadar dışında, ama yaşam coşkusunun bu kadar içinde, büyülü bir tapınak. İlk karşılaşma, ilk elele tutuşma, ilk öpücük, ortak hayata dair ilk planlar, bir kadının gözlerine anne, bir adamın gözlerine baba olmasını ister gibi ilk bakışlar…
Aracını neden Eymir’e yönlendirdiğini anlamak hiç de zor değildi yani. Yine usta bir manevrayla kapıdaki görevliye selam gönderip hızlıca devam etti yoluna. Geç saatte geldiklerinde böyle yaparlardı hep. Anlaşılan artık tanınıyorlardı, peşlerine takılan olmadığına göre. Bir iki park alanını geçtikten sonra yol ikiye ayrıldı, sağdan biraz daha yukarıya çıkıp da tam tepeye yakın bir noktaya geldiğinde arabasını soldaki boşluğa çekecek, biraz müziğin sesini açarak eşsiz göl manzarasını izleyecekti. Hava böyle açık olduğu zamanlarda ayın yansıması gölde kendini gösterir, özellikle loş bir ışık verilmiş gibi olağanüstü bir görsel şölen haline gelirdi Eymir’i oradan izlemek. Öylesine sahiplenmişlerdi ki o kuytu köşeyi, başkalarının da oraya gelmeye başladığını görünce bozulmuşlardı fena halde. Şimdi kimse olmamalıydı, bu akşam yaşadıklarından sonra sadece biraz yalnızlık ve huzur istiyordu. Biraz da anıları katsa yalnızlığına ne olurdu ki sanki? Hem bilinçaltı ona bir oyun oynayıp da onu sevgilisiyle en mutlu olduğu yere getiriyorsa kime neydi ki!

Kıvrılan Eymir yolu tepeye yaklaştığında orada bir araba silüeti gördü. Canı sıkıldı, ama dönme şansı yoktu artık. Yaklaştıkça arabanın yanında ayakta duran biri ortaya çıkmaya başladı… Ve, yaklaştıkça, onu oraya neyin sürüklediğini anladığını fark etti.
Hayat ne kadar ilginç sürprizleri sahneliyor aslında, kendinizi bir anda o çok dalga geçip, çok güldüğünüz Türk filmlerindeki sahnenin içinde buluveriyorsunuz!
Yan yana geldiklerinde ikisi de aynı anda aynı cümleye başlamaya yeltendiler, oysa kimsenin kimseden özür dilemesi gerekmiyordu. Konuşmaya vakit yoktu, bir an durakladılar, ve sımsıkı sarıldılar, yıllar önce burada ilk defa sarıldıkları gibi…

“Bu şehri seviyorum ben yahu” dedi adam, “kendini atıyorsun dışarı, şehrin yolları bir dostun kolları oluveriyor, seni kucaklayıp tam da olman gereken yere bırakıveriyor…”
Kim bilir kuruluşundan bu yana kaçıncı aşk acısına arabuluculuk yapıyordu Eymir, sanki üzerine vazifeymiş gibi!

* * *

Başkentin en yükseklerinde yeni yeni oluşmaya başlayan o yüksek evlerden birinin modern terasında, gözlerini ışıldatan şehrin gece ışıklarını süzüyor genç kadın sessizce. Yanında, hayat onları nereye savurursa savursun hep en yakınında olmaya söz verdiği hayat arkadaşı var... Tam da bugün kaçıncı yıldönümü Eymir’de ilk karşılaştıkları ve kızın “Ne var, ne bakıyorsun öyle ters ters!” diye çocuğu tersleyişinin bilinmez, ama ikisi de farkındalar hayatlarının en büyük güzelliğini bu gri şehre borçlu olduklarının.

“Başkentin şerefine” diye kaldırdıkları kadehlerinin camına Ankara’nın yalnız gölgeleri yansıyor. Bir yanda Atakule, bir diğer tarafta Anıtkabir göz kırpıyor… Birazdan Ankara’nın tüm güzelliklerini, her sokağına işlenmiş anılarını unutacak, sonradan pişman olacakları bir tartışmanın içine girecekler. Ama bu şehirde bütün yollar yine onlara çıkacak, çünkü Ankara tüm misafirlerine yaptığını onlara da yapacak, yaşamdaki öncelikli değerlerini fark edebilmeleri için bir şans sunacak, hata yapan gururunu bir kenara bırakacak, hesap tutmaya gerek duymadan geri adım atacak…

Evet, belki söyledikleri gibi, bu şehrin merkezindeki yaşam öykülerin rengi kolay kolay grinin ötesine geçemeyecek, ama denizsiz Ankara’nın Eymir’i varoldukça, okyanuslara sığmayacak hikayeler onun patika yollarında renk bulmaya devam edecek.

(Eymir fotoğrafı: Aykut Erda)

22 Eylül 2009 Salı

Bayram Sabahları...

Kimine yaşamın en önemli günleri, kimine sadece kısa bir tatilken,
birçoğumuza iki nesil ortasında, arada derede kalmaktır, bazen de aidiyet yoksunluğudur aslında bayramlar ve özellikle de bayram sabahları…
Çocukluk masumiyetiyle sabah ne giyeceğine akşamdan karar vermek, sabah erkenden kalkıp duş almak, traş olmak,
ama baba sabah namazına camiye giderken kaytarmaktır...

Ramazan sonrası ilk kahvaltıya heyecanla oturmak, koca bir ay boyunca her gece senden önce uyanıp senden sonra uyuyan annene çay koymak,
ama sevgilinin mesajıyla kahvaltı masasında onu yalnız bırakıp konuşmak için kuytu odaya kaçmaktır...

Bayram gelenekleriyle abinin elini öpüp, şaka olsun diye ondan beş lira harçlık almak,
ama yeğenine cebindeki son yirmi lirayı verirken, arkadaşlarla buluştuğunda cebindeki "abi beş lirasıyla" rezil olmadan ne içebileceğini hesap etmektir...

Yıllar boyunca koca sülalenin gururla senden mühendislik, doktorluk, öğretmenlik beklemesinin karşılığını veremediğin halde hep "iyi evlat" olarak sunulmaktan keyif almak, bayram ziyaretlerinin gözbebeği olmak,
ama onların hiç kabullenemeyeceği, anlayamayacağı bir işte hasbelkader iyi yerlere geldiğini anlatamayacağın için erkenden evden kaçmaya çalışmaktır...

Ev baklavasıyla, yaprak sarmasıyla, dişlerine yapışıp bir türlü çıkmayan bayram şekerleriyle dünyada aslında güzel ve masum şeylerin de hala varolabildiğini hatırlamak,
ama o masumiyet üzerine yapıştığı için saçma salak dünyada ne kadar çok ezildiğini, kimse için kötülük düşünmemenin sana nasıl da ağır bedellerle geri döndüğünü farketmektir...

Birbiriyle uyumsuz, yamalı ama tertemiz bayramlık kıyafetleriyle akraba, eş dost ziyaretine giden "sözde varoş"u imrenerek izlemek, çocukluğuna geri dönmek istemek, herşeyi en baştan yaşamaya yeltenmek, bayram harçlığıyla lunaparka gitmek, sinemada ne zamandır beklenen filmi izlemek, hesapsız arkadaşlarla bir kola eşliğinde bilmemkaç saat kafede oturmak, bayram gününe mahsus "akşam ezanından sonra da dışarıda kalabilme" lüksünü sömürmek, eve döndüğünde amcanın dizlerine oturup gözlükleriyle oynamak, akraba ziyaretinden dönerken dolmuşun arka koltuğunda babanın kucağında uyuyakalmaktır...

Ve hafızan sana tüm bu eski ama eskimemesi gereken ayrıntıları hatırlatırken, cep telefonun hiç susmazken, ardarda aynı cümlelerle mesafeli, birbirinin aynı, soğuk bayram kutlama mesajları gelirken, gerçekten samimi bir "nice bayramlara" özlemine hasret olduğunu fark etmektir artık bayram sabahları…

Nice bayramlara…