Sektör etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sektör etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ekim 2020 Cuma

Doksandan Sonra

 


Doksandan Sonra Ocak 2020'de TRT Radyo 3'te yayına başladı. Önce Pazar günleri yayınlanan program, Pazar akşamlarına Bir Filmde Duydum adında başka bir program hazırlamaya başladığım için, aynı gün iki program olmaması amacıyla Cumartesi gününe kaydırıldı. Saat 12.00 haberlerinin hemen ardından radyolarda olmaya devam ediyor. Programdan örnek birkaç kesit için Doksandan Sonra Instagram hesabına göz atabilir ya da eski programları dinlemek için TRT Podcast sayfasını ziyaret edebilirsiniz.

Buradaki yazı, Bir Dünya Müzik dergisi Ağustos 2020 sayısında yayınlandı.

DOKSANDAN SONRA

Bir kural gibi söylemek doğru olmaz ama müziğin her dönemini, öne çıkan tarz ve özellikleriyle anlatmak genel olarak mümkün. Örneğin 60’larda rock’n roll coşkusunu, 70’lerde özgür ruhların ritimli seslerini, 80’lerde synthesizer ile yavaş yavaş elektronikleşmeye başlayan müziği duyduğumuzu söyleyebiliriz. 1990’lı yıllarla birlikte her şey biraz daha farklı bir yola girmeye başladı çünkü dünya kendisini hızlı bir değişimin içinde buldu. Özellikle internet kavramının hayatımıza dahil olması, daha önce hiç tahmin edilemeyen bir hızla yaşadığımız gerçek bir dönüşüme sebep oldu.

Yıllar boyunca dünyayı hep diken üzerinde tutan soğuk savaşın sona ermesi ve Yugoslavya’nın bölünmesiyle farklılaşan Avrupa coğrafyasından, iklim değişikliği ve gerginleşen dünyaya kadar olumlu-olumsuz birçok gelişme yaşanırken, teknoloji de her bir gün hayatımıza yeni ürünler eklemeye başladı. Cep telefonlarından dizüstü bilgisayarlara, giyilebilir teknolojilerden mp3 müzik çalarlara kadar tanıştığımız her cihaz sadece hayatımızı kolaylaştırmakla kalmadı, aynı zamanda yaşam tarzımızı da değiştirdi. Elbette müzik de bu değişimden nasibini aldı.

90’lı yıllarla birlikte müziğin içerik olarak da tarz olarak da önemli bir devinime girdiğini görüyoruz. Bu süreçte Take That, Spice Girls, N’Sync gibi proje grupları, müzikle beslenen önemli yardım kampanyalarını, alternatif rock müziğin yükselişini, dans ritimlerinin öne çıkışını, rap tarzının dünyaya yayılışını izledik. Bir yandan da politikacıları eleştirerek değişim başlatan şarkılar kadar, hiçbir şey anlatmamasına rağmen sadece birkaç kelime ile çok popüler olanlara da şahit olduk. Yani aslında müzik dünyasının da, 90’ların kendisi kadar kafası karışıktı. Bazen dünyadaki gelişmeler müziği etkiledi, bazen de müzik ve müzisyenler dünyanın gündemini etkilediler. İşte bu yüzden biz 1990 yılıyla başlayan sürece “Dünyanın müziği, müziğin de dünyayı değiştirdiği dönem” diyoruz ve o dönemin şarkılarını, o dönemin hikayeleriyle birlikte Doksandan Sonra’da buluşturuyoruz.

Doksandan Sonra’yı Selim Karakaya hazırlayıp sunuyor. Aslında bu durumun temelinde de mantıklı bir gerekçe var. Selim Karakaya, yayıncılık hayatına 90’larda başlamış ve o dönemin müziğine sadece dinleyerek değil, yaşayarak da şahit olmuş. ODTÜ’de mühendislik okurken öğrenci toplulukları sayesinde yeni bir oluşuma dahil olarak, yaklaşık bir yıla yayılan hazırlık çalışmalarının ardından Ocak 1995’te Radyo ODTÜ’nün kuruluş ekibinde yer almış. Benzer şekilde 1998 yılında da yine Ankara’dan ulusal yayın yapan ilk özel radyolardan biri olan Radyo Mydonose’un kuruluş ekibine dahil olmuş. Her iki radyoda da yayın ekibinden yöneticiliğe kadar hemen her görevde bulunmuş, ayrıca radyolar adına çeşitli konserler, etkinlikler, turneler organize etmiş. Yani 90’lı yılları hem mikrofonun yayın tarafında, hem de sahada deneyimlemiş ve bütün bu gelişime, değişime şahit olmuş. Bu deneyimle birlikte sadece bir anlatan olarak değil, bir yaşayan olarak da dönemin müzik hikayesini radyoya aktarıyor. Program sağlam bir araştırmayla da desteklenince ortaya hem eğlenceli, hem de arşiv niteliğinde bilgilendirici bir dönem yayını çıkıyor.

Doksandan Sonra’da her şeyden önce şarkıların hikayeleri var. Bu bazen bir şarkının yazılış şeklinin hikayesi olduğu gibi, bazen de şarkının neden yazıldığı ya da yazıldıktan sonraki etkisi olabiliyor.

Örneğin, R.E.M.’den Michael Stipe, Drive şarkısının onun için çok özel olduğunu söylediğinde, ondan duygusal hikayeler duymayı bekliyoruz. Oysa Michael, ilk defa o şarkıyla birlikte daktilodan bilgisayar klavyesine geçtiğini anlatmış. Meğer şarkıları asla el yazısıyla yazmazmış, el yazısının şeklinin şarkının duygusunu farklı hissettirdiğini düşünüyormuş.

Lenny Kravitz o meşhur Fly Away şarkısının melodisini, stüdyoya yeni getirilen amfinin sesi iyi çıkıyor mu diye denerken bulmuş.

No Doubt grubunun efsanesi Don’t Speak, aslında Gwen Stefani’nin kardeşi Eric’in yazdığı bir şarkı olarak yola çıkmış. Ancak Gwen, onu bir ayrılık şarkısına çevirmiş ve bambaşka bir havaya bürünmüş.

Tarihin en çok yeniden yorumlananlarından biri olan The Proclaimers’ın 500 Miles şarkısı, grup üyelerinden Craig Raid maça giderken kaç basamak çıkacağını düşünürken ortaya çıkmış.

Bir yandan da 90’lı yılların şarkılarının gücü ve döneme etkisi var.

Örneğin, Paul McCartney’nin birçok müzisyeni bir araya getirerek yeniden yorumladığı Come Together sayesinde dünyanın çeşitli yerlerinde açlıkla mücadele eden çocuklara dikkat çekiliyor ve yardım götürülmesi sağlanıyor.

Bir başka örnekte, birçok isim ve toplumsal lider bir araya geliyor, iklim değişikliğinin hayatImıza etkisini anlatarak Beds Are Burning şarkısını yorumluyor. Grup adına da azalan zamanı temsil etmesi için Tck Tck Tck denerek farkındalık sağlanıyor ve önemli politik adımlar atılıyor.

Soul Asylum, Runaway Train şarkısının klibinde kayıp çocukların fotoğraflarını yayınlayarak onlarcasının bulunmasını sağlıyor. Öyle ki, yeni fotoğraflarla yeni klip hazırlanmasına ihtiyaç duyuluyor ve oradan da bulunanlar oluyor.

Bütün bu özel çalışmalar, insanın aklına USA For Africa projesinden bir anekdot getiriyor. Dönemin en ünlü isimlerini bir araya getiren bu özel şarkının kayıtları için stüdyoya gelen her sanatçıyı kapıda büyük harflerle yazılmış bir uyarı karşıladığını anlatmıştı Stevie Wonder. Lütfen egonuzu dışarıda bırakın!

Müziğin aslında kişiler kadar topluma da hizmet eden bir üretim olduğunu biliyoruz. Ama onca renkliliğe ragmen, gösteri dünyasında bireysel olarak yaşamak ve tutunmak gerçekten çok zor. Yıllar boyunca üretmeye devam eden isimler kadar, tek şarkıyla silinip gidenler de var. Yani tutunanlar ve tutunamayanlar. Yani aslında hayatın ta kendisi aslında. Artık herkesin kısa şöhretlere sahip olmaya başladığı dönemde, yani 90’lar ve devamında, bize güzel müzikler dinletmiş olan her bir isme saygımızı, onların harika şarkılarına da sevgimizi göstermek için her hafta buluşuyoruz.

Doksandan Sonra, dünyanın müziği, müziğin de dünyayı değiştirdiği dönemden seslenmeye devam ediyor.

25 Haziran 2015 Perşembe

Modern Sabahlar vs. Modern Zamanlar


- Hoşçakalın...
- Hoşçakalın...
- Hoşçakalın...
...
- Günaydın...

Ve sessizlik...
Muhtemelen en fazla beş saniye sürmüştür. Dinleyen herkese çok daha uzun geldiğine eminim. Belki de birden araya girip ‘şaka la şaka’ diyeceğini bekledi birçok kişi onların. Ben demeyeceklerini biliyordum. Radyoda ‘yayın ölmesi’ diye bir tabir vardır çünkü. Bir saniye, hadi belki iki... Ama daha fazla sessiz olunamaz yayında. Dinleyici yayının gittiğini düşünür ve hemen başka bir kanala geçer. O kanaldan yeniden sana dönmesi de yaklaşık elli dakikaydı bir zamanlar araştırmalara göre. Yani yayını öldüremezsin. Hiçbir şey olmuyorsa potu açar, havadan sudan konuşmaya başlarsın ve o sırada aksaklık her ne ise onu bulup çözmeye çabalarsın ama o sessizliğe izin veremezsin.
İşte bu yüzden o sessizliğin ardından başka bir şey gelmeyeceğini biliyordum. Ege, Fahir ve Oktay her ne olursa olsun yayının ölmesine izin vermezlerdi. Verdilerse bir bildikleri var mutlaka dedim. O son ‘Günaydın’ın hep akılda kalmasını istediler belki de..

Sadece birkaç dakika önce, veda konuşmasına başlarken Fahir’in sesinin titrediğini farkettik hepimiz. Gözleri de dolmuştur ve kendini tutmuştur, ona şüphe yok. Bir hafta önce Fulya da aynı buruklukla veda etmişti. Yaptıkları son programlardaki alt metinlerden, Radyo ODTÜ’ye biraz haksızca veda etmek durumunda bırakıldıkları açıkça anlaşılıyordu. Bu kırgınlık, veda konuşmalarında her üçünün de seslerine yansımıştı. Ama ona rağmen vefayı atlamayıp ‘Modern Sabahlar’ı Modern Sabahlar yapan Radyo ODTÜ’dür’ cümlesini kurdular. Kendilerine yakışır şekilde. Ama buruk seslerle...

18 Ocak 2015 Pazar

Radyoya Bir Tost, Bir Portakal Suyu!...


Bundan altı yıl öncesiydi. Askerden yeni dönmüştüm, kafalar fena halde karışıktı! Geri geldiğimde daha önceki görevime kaldığım yerden devam etmek üzere holding CEO’su ile sözleştiğimiz Radyo Mydonose’da işler pek de iyi gitmemiş, satılma dedikoduları dolaşmaya başlamıştı. Biraz sert ve acımasız olmasıyla tanınan ama birebir çalıştığımız üç yıllık süre içinde onlarca yıllık eğitimle edineceğimden çok daha fazlasını öğrenmemi sağlamış olan yöneticimle holding ofisinde buluştuk. Bana eğer istersem sözünün hala geçerli olduğunu ama aslında yine aynı holdinge bağlı olan ve o dönemde hızlı bir yapılanmaya giren MyBilet’te görev almayı düşünüp düşünmeyeceğimi sordu. Bu tür sorular esasında pek de soru cümlesi değildir, yöneticinizin size duyduğu saygının ve nezaketin bir göstergesidir. İnternet sektörü gerçekten çok ilgimi çekiyordu. Kendisine büyük memnuniyetle yapacağımı ama tek bir şartım olacağını belirterek onun şaşkın bakışları altında şunu söyledim:

“Ama lütfen benim bir radyoda düzenli program yapmama izin verin, radyoyu bırakmak istemiyorum!”

Hayatımda bazı değişim süreçleri var. Bir önemli sürecin de böyle başladığına inanıyorum. Şu anda yapmakta olduğumu işimi de o dönemde edindiğim internet sektörü bilgim kadar, yayından kopmamış olmama da borçluyum.

Bu konuşmadan, yani benim MyBilet’te çalışmaya başlamamdan birkaç ay sonra TRT’nin Ankara’da bir kent radyosu kurmayı planladığını haber aldık ve devamında hikayesini Ankara The Best dergisinin Sonbahar-Kış 2012 sayısında yayınlanan bu röportajda okuyacağınız Haftaya Paydos süreci başladı. Önce TRT’de, ardından da röportajın gerçekleştirildiği süreçte Radyo ODTÜ’de Banu Tarancı ile birlikte yıllardır süregelen ve artık kardeşlik yakınlığına dönüşen dostluğumuzu sonunda frekanslara taşıma fırsatı bulmuş olduk.

Bir süre ara verdikten sonra, 12 Ocak 2015 günü itibariyle TRT’nin yeniden hayata geçen Kent Radyo Ankara projesinde hafta içi her gün 17:00-19:00 saatleri arasında yayındayız. Bizi Ankara’da FM 105.6 frekansından ya da internet aracılığıyla dinleyebilirsiniz. Ayrıca Facebook, Instagram ve Twitter hesaplarımızda da birlikteyiz.

Biz yeniden radyoda olmayı gerçekten çok özlemişiz, sizi de bekliyoruz.

(Röportajı dergiden okumak için sayfanın en altındaki görsellerin üzerine tıklamanız yeterli.) 

10 Ekim 2014 Cuma

Sır Tutabilir Misin?


İkibinli yılların başlarındayız.
Radyo Mydonose'da yayın yapmanın dışında yeni görevlerle de ilgileniyorum. Kısıtlı bir ekipten oluşan departmanımızla iki radyonun neredeyse tüm projelerini yürütmeye çalışıyoruz. Mütevazı olmaya niyetim yok, yaptığımız işlere şimdi dönüp de baktığımda aklım almıyor gerçekten. O kadarcık ekiple böyle büyük projeleri nasıl çıkartabildiğimize hala inanamıyorum! Cevap çok açık belki de; ben çok sevdiğim bir işi yapıyordum ve çok güvenebildiğim (esasında hayalleri tam olarak bu olmasa da, en azından beni mahcup etmemek adına) işleri aksaksız yürütebilmek için fedakarca çalışan ekip arkadaşlarım vardı. Doğruya doğru, ben “show business” işinde olmaktan delice keyif alıyordum (ki hala da öyle), onlar da birlikte bir şeyler yapıyor olmamızı seviyorlardı.
Birçok organizasyonla, radyonun uzun zamandır aşağıya doğru ivmelenmiş “rating”lerini tersine çevirmeyi başarmıştık. Çok sayıda etkinlikte adımız geçiyordu. Bazılarına sponsor oluyor, bazılarını bizzat biz yapıyorduk. Gerçekleştirdiğimiz partilerde o dünyaca ünlü meşhur DJ’lerden önce/sonra biz çalardık. Gerçekten çok eğlenceliydi, her nasıl olursa olsun sahnede olmak hep çok büyülüdür. Kaldı ki, o büyüyü bireysel olarak sahne arkasında da yaşıyorduk. Bu büyük partiler sırasında dünyaca ünlü pek çok DJ’le tanışabilmiştim. Hatta  etkinliklerimiz sebebiyle Türkiye’ye sık gelmeye başlamış olan bazılarıyla “naber panpa!” kıvamına yakın samimiyetlerimiz olmuştu!


İşte o gecelerden biri.
Bodrum’un ünlü kulüplerinden birinde sahne arkasındayız. Mekan gerçekten tıklım tıklım dolu, içeride kulüp DJ’i çalıyor. Birazdan önce ben, yaklaşık bir saat sonra da o DJ sırayla sahneye çıkacağız. Nedense o gün sessiz görünüyor. Farkettiğimi söylüyor ve sebebini soruyorum. “Oğlumu özledim” diyor bir çırpıda. Nasıl yani? Ama kimse bilmiyor onun bir çocuğu olduğunu! Nasıl da büyük bir haber, Entertainment Weekly havasındayım. Evliliği bile bilinmezken, o çocuğundan bahsediyor. “Bilmiyorsun tabi, neredeyse hiç kimse bilmiyor ki..” diyor. Daha da ileri gidip, bir süre önce boşandıklarını anlatıyor. Anlatmaya devam ettikçe cümle aralarına sıkıştırdıklarından, esasında zamanla tercihlerinin farklılığını keşfettiğini, sonunda bunu da açıkça eşiyle paylaştığını ve bu sebeple ayrıldıklarını anlıyorum. Üstüste bomba haberler! Konuşma sırasında menajeri katılıyor aramıza. O anlattıkça gözleri açılıyor. Kolundan tutup fısıldayarak “Ne yapıyorsun, bunları anlatmamalısın!” dediğini duyuyorum. “Ben ona güveniyorum.” diye cevaplıyor.
Mutlu oluyorum birden, gururlanıyorum açıkçası. Bir insanın güvenini kazanmış olmak, öylesine değerli ki!

Radyo ODTÜ’nün ilk yıllarındayız.
ODTÜ Radyo Topluluğu için etkinlikler düzenliyoruz. O dönemin kendi alanlarındaki birçok önemli ismini söyleşilere davet ederek kampüsle buluşturuyoruz. Herşey harika, keyfimiz çok yerinde. O isimleri öylesine iyi ağrılıyoruz ki, daha sonraları Ankara’ya yolları düştüğünde mutlaka bizi aramaya başlıyorlar. Onlardan biri de o dönemin televizyon yıldızlarından biri. O günlerde, dizilerdeki önemli isimlerden biriyle birlikte oldukları yönünde iddialar var ama gazeteciler onları bir türlü yakalayamıyor. Malum, şimdiki gibi değil o dönemler, zaten az sayıda yıldız isim var ve her adımları büyük haber değerinde.
Bir Ankara seyahati öncesi telefon açıyor ve görüşebileceğimizi söylüyor. Biz de ekipten bir arkadaşımla havaalanına onu karşılamaya gidiyoruz. Selamlaşma faslından sonra arabaya geçiyoruz. Biraz beklememizi istiyor. Birkaç dakika sonra sebebini anlıyoruz. O da ne! Uzaktan malum dizi yıldızı görünüyor, hızla gelerek arabamıza biniyor. Selamlaşıyoruz. Hareket ediyoruz ama şaşkınız tabi. O gün ülkede kaç tane magazin gazetecisi varsa, istisnasız hepsi bu haberin hayaliyle yaşıyor. Biraz sonra gülümsemeye başlıyorlar. “Çok mu şaşırdınız?” diyor. Aynı gülümsemeyi takınarak onaylıyoruz. “O zaman sizi daha da çok şaşırtalım mı? Biz evlendik!” Refleks olarak “Yok canım!” dediğimi hatırlıyorum. Vardı, yoktu, oldu, olmadı, derken çantasından evlilik cüzdanını çıkartıp uzatıyor. Gerçekten de evlenmişler! Memleketin magazin bombası yan koltuğumda oturuyor. Yalan yok, heyecanlanıyorum. Ama öylesine rahat paylaşıyor ki bunları, bize katıksız güvendiği çok açık.
Mutlu oluyorum birden, gururlanıyorum açıkçası. Bir insanın güvenini kazanmış olmak, öylesine değerli ki!

Dizi furyasının başladığı ilk dönemlerdeyiz.
Düşünün ki Seğmen Ağa popülaritesi henüz birkaç sene önce bitmiş ülkede! Yeni tanıdığımız kadın oyunculardan biri, zamanın en popüler dizisinde başrollerden birini oynuyor. Dizinin şöhreti sayesinde popülaritesi o kadar yüksek ki, çeşitli firmalarla sponsorluk anlaşmaları yapmış durumda. Onlardan birinin düzenlediği imza günü için Ankara’ya geliyorlar. O yıllardaki menajeri arkadaşım olduğu için onlarla önceden buluşuyorum. Etkinliğe kadar geçen süre içinde sohbetimiz de ilerliyor, samimi bir arkadaş ortamı oluşuyor. İmza günü etkinliği gerçekleşiyor. Son fotoğraflar da çekildikten sonra masadan kalkmadan önce bir çırpıda masadaki tükenmez kalemlere uzanıyor, bir tomarını çantasına atıyor. Fısıldayarak “Sen de alsana!” dediğini duyuyorum. Tavır çok garip, dahası kalemler de en uyduruk markette bile bulacağınız en en ucuzundan, özel bir ürün değil yani. Sonuçta ortada çok tatsız bir durum var. Şaşkınlıktan ne yapacağımı bilemiyorum. Öyle kalakaldığımı gören arkadaşım yanıma yaklaşıp “Böyle bir huyu var, idare et.” diyor tedirginlikle. Ne büyük bir olay aslında. Acı bir gülümseme yapıştırıyorum yüzüme. İkimiz de bu konuyu bir daha hiç açmayacağımızı biliyoruz.
Mutlu oluyorum birden, gururlanıyorum açıkçası. Bir insanın güvenini kazanmış olmak, öylesine değerli ki!


Bu hikayeleri anlatmamın net bir sebebi var. Olaya ünlüler hakkında başkalarının bilmediklerini bilen insan profilinden bakmanızı istemem. Zira, sözkonusu o olduğunda, sanatçı menajerlerinin, basın danışmanlarının anlatacak ne büyük hikayeleri vardır ama bu durum, o mesleğin gereklerinden biridir, onlar zaten herşeyi bilen ama hiçbir şeyden bahsetmeyen insanlar olmak durumundadırlar. Bir zorunluluk halidir yani. Oysa, böyle bir pozisyonda değilken bazı şeyleri duymazdan, görmezden gelmek başka bir durumdur.

Sır tutabilmek dünyadaki en büyük erdemlerdendir. En dibindeki insan da olabilir, sadece birkaç dakika once tanıdığın biri de, farketmez, değeri değişmez. Bazen hissedersin çünkü; yeni tanıdığın birinin sadece bir bakışında bile ona güvenebileceğini, birkaç küçük ama önemli hikayeyi ona anlatmanın sana çok çok iyi geleceğini hissedersin. Yoktur bir mantığı ama bazı insanlarda vardır işte bu büyü. Hissedersin, güvenirsin ve paylaşırsın. İşte o yüzden, en dibindeki insan da olabilir, sadece birkaç dakika once tanıdığın biri de, farketmez, biri seninle bir sırrını paylaştıysa, o güvenin karşılığını vermen gerekir. İnsan olmak budur.
Ve esasında, bu kadar ağır bir yük olmasına rağmen, en basit insanlık sınavı budur.
Eğer sana bu değeri veren birine ihanet edersen, yaşamında yaptığın hiçbir “büyük”lük beş para etmez.

Unutma ki, inanıldığın kadar değerlisin, ederin kadar büyüksün.

Asla ucuz olma!.

(Hikayelerin kahramanlarının isimlerini paylaşmadığım için beni anlayacağınızı umuyorum...)

13 Ağustos 2014 Çarşamba

E-Bilet Sektöründe Destek Hattı Yönetmek!


Hatırlarsınız, bir dönem “Call Center Diyalogları başlığıyla internette dolaşan ve konuyla ilgili ilgisiz herkesi yerlere yatıran eğlenceli diyaloglar vardı. Çoğunuz o diyalogların bir kısmını Len atıyonuz, yemedik hadi ama komik neyse ki!” diyerek okudunuz ama aktif olarak o sektörün içinde olan bizler okurken biraz içimiz acıyordu. İnanmakta zorlansanız da Şimdi o pencereyi çift tıklatın ve açın” denildiğinde gerçekten bilgisayar masasının yanındaki oda penceresine çift tıklayarak ardından açan insanlar vardı. Size bunu söylemek istemezdim ama hala da varlar!

Çalışma hayatım boyunca çeşitli kurumlarda FAQ-SSS metinlerini bizzat hazırladığım ve Destek Hattı operasyonlarının yönetiminde aktif olarak görev aldığım zamanlar oldu. Keza çeşitli dönemlerde konser, tiyatro, sinema ve diğer etkinliklerden, otobüs-uçak bileti satışı yapan e-ticaret sitelerine kadar benzer kurumların aynı departmanlarını yöneten arkadaşlarımla paylaştığımız anlardan da bol malzemelerimiz var.
Özellikle e-bilet sektörü ağırlıklı aşağıdaki 33 sıradışı talepten oluşan listeyi Bilkent Üniversitesi’nde bir söyleşide kısmen kullanmıştım, burada da eklemelerle üzerinden geçmiş olalım.
(Aslında ilk soruda olduğu gibi bazıları gerçekten çok merak edilen ayrıntılar. Türkiye’de e-bilet sektörü ile ilgili bir yazıyı daha sonra eklemeyi planlıyorum.)

8 Ağustos 2014 Cuma

Sosyal Medyada İleti Beğenmenin 15 Altın Kuralı(!)


Doğrudan konuya girelim. Sosyal ortamlarda bir şeyler beğenilirken (“like”lamak!) emin olun akıllardan çok fazla şey geçebiliyor. Hayatın her yanında olduğu gibi burada da hassas dengeler var. “Yok canım!” dediğinizi duydum ama duymazdan geliyorum. Biraz ironiden kimseye zarar gelmez.

Ben “sen” diye anlatıyorum ama lütfen alınganlık yapmayın, sizin değil de, karşınızdaki insanların tanımlandığını düşünün ('bizim bi arkadaş" stayla!). Emin olun bu tiplerden etrafınızda zannettiğinizden de çok var…
Öte yandan lütfen sabırlı olun; bu sefer sosyal medya karakterleri yazımdaki kadar acımasız davranmadım, sonuncu madde tam sizsiniz!

Buyrunuz...

3 Temmuz 2014 Perşembe

Sen Sosyal Medyada Hangi Karaktersin?


Devir değişti hanımlar beyler. Artık sadece sosyal hayatta bir kimliğinizin olması yetmiyor, sosyal medyada da kendinizi tanımlamalısınız. ICQ ve MSN ile başlayan sosyal medya yaşamımız arada Yonja’larla 80630’larla değişik tarzlara evrilirken, lise arkadaşlarımızı bulma heyecanına kapıldığımız Facebook’la bambaşka bir boyuta geçti. Şimdi, ortalama bir dünya vatandaşı olarak hepimizin (en az) birer Facebook ve Twitter hesaplarımız, bonus olarak Instagram, Foursquare, Google+, Pinterest ve benzerlerimiz var. Ve sosyal medya dünyasıyla birlikte hayatımıza bir de takipçi kavramı girdi malum. Dolayısıyla, daha çok takipçi çekmek için bir şeyler yapmalıyız! İşte bu yüzden hepimiz bilinçli ya da farkında olmadan sosyal medyada kimlikler oluşturmaya, hatta kullandığımız sanal ortama göre değişik karakterlere bürünmeye başladık.

14 Şubat 2014 Cuma

Adam Olmak!



Yıl 2001.

32. Avrupa Basketbol Şampiyonası Türkiye'de gerçekleştiriliyor.
Normalde güreşten ve futboldan başka bir spora ilgi göstermeyen güzel ülkemiz için bu ilginç bir fırsat. Sponsorlar da olayın içine giriyor, Türkiye Garanti’nin ‘12 Dev Adam’ şarkısıyla tanışıyor. Almışız coşkuyu, son derece iyi maçlar çıkartarak ilerliyoruz. Bir önceki şampiyon İspanya bile duramamış karşımızda.
Çeyrek finalde rakip Hırvatistan. Son çeyreğe 20 sayı farkla yenik girdiğimiz maçta müthiş bir geri dönüşle ve son saniye atışıyla maçı uzatmaya götürüyor, kazanıyoruz. Ardından yarı finalde Almanya’nın karşısındayız. Bu defa Hidayet’in son 3 saniyeye girerken attığı mucize 3’lük ve final...
Finalde Yugoslavya'ya karşı tutunamıyoruz. 78-69’luk mağlubiyetle Eurobasket 2001’de ikinci oluyoruz ama bu şampiyona adeta Türkiye’nin basketbol kaderini değiştiriyor. Oyuna ilgi artıyor, genç oyuncularımız NBA’in dikkatini çekmeye başlıyor, kulüp takımları Avrupa şampiyonalarında başarılar elde ediyor.

Biz şimdi şampiyonanın öncesine gidelim.
Belki biz henüz farkında değildik ama belli ki takım büyük işler yapacağına çoktan inanmıştı. Müthiş bir konsantrasyon vardı ve yöneticiler basketbolcuları medyadan özellikle uzak tutmaya gayret ediyorlardı. Büyük televizyon kanalları bile oyuncularla röportaj yapma şansını pek de kolay bulamıyordu. Biz de Radyo Mydonose olarak Türkiye’de yapılacak şampiyonaya dikkat çekmek için birşeyler yapma isteğindeydik ama elimiz kolumuz bağlanmış durumdaydı.
Türkiye’nin grup maçları Ankara’da yapılacaktı. Uzunca bir kamp döneminden sonra maçların başlangıcına kısa bir süre kala takım Ankara’ya gelerek bir otelde kampa girdi. Ben o dönem radyoda akşam yayınları yaptığım için günümü değerlendirmek amacıyla Sports International’da işe girmiştim ve merkez ofiste çalışıyordum. Bir gün tesiste bir hareketlenme oldu ve ofise tam da benlik bir bilgi ulaştı. Milli takım ertesi gün antrenman için Sports’a geliyordu! Bilgi dışarıyla paylaşılmayacaktı ama hazırlıklı olmak gerekiyordu.
Ne yapabileceğimizi düşünmeye başladım. O akşam radyodan kayıt cihazını aldım. Televizyonlara bile röportaj verilmezken şansımızın çok yüksek olmadığını biliyordum ancak doğru yaklaşımla bazı yapılmazların yapılabileceğini de daha önce öğrenme şansım olmuştu. Şansımı denemekle hiçbir şey kaybetmezdim.

Ertesi sabah erken bir saatte milli takım otobüsü tesise yanaştı. O gün spora gelmek için o saatleri seçenler muhtemelen hayatlarının sürprizini yaşamışlardır. Kolay değil, milli takım oyuncularıyla yanyana kondisyon çalışıyorsun! Biz, Sports’un ofis çalışanları da heyecanımızı bastırmaya çalışarak kendilerine başarılar diledik ve kenardan antrenmanlarını izlemeye başladık. Herkes oyuncuların peşindeyken ben tek bir kişiye odaklanmıştım. Sürekli telefonla birileriyle görüşmeler yapan menajer Doğan Hakyemez’in konuşmalara ara verdiğini gördüğüm anda yanına gittim. Önce kendimi ve Sports’taki görevimi tanıttım, ardından da aslında Radyo Mydonose’un yayın ekibinde olduğumu belirttim. Kimseyi rahatsız etmek ya da prensiplerini zorlamak gibi bir niyetim olmadığını ancak oyunculardan birkaçından radyoda yayınlanmak üzere kısa kayıtlar almamın mümkün olup olamayacağını sordum. O dönemler Radyo Mydonose ulusal olarak da çok güçlüydü ancak bizi herkes Ankara’da tek olarak görürdü. Önce durakladı, bir an kafasında durumu değerlendirmeye çalıştığını farkettim ve hemen araya girdim. Sadece onun izin verdiği ölçüde olacağını, tamam dediği anda da kaydı bitireceğimi net olarak belirttim. Bana doğru baktı ve benim için o anda on kaplan gücündeki cümleyi fısıldadı:

‘Mydonose’u seviyoruz biz. Antrenman bittiğinde otobüse bin, hareket edene kadar istediğin kayıtları al. Ama otobüs hareket edince ineceksin.’

(Burada bir not: Radyo Mydonose olarak TED Kolejliler takımının sponsorluğuyla basketbola destek veriyorduk ve o dönemde bu tür sponsorluklar çok fazla olmadığı için basketbol camiasının bize karşı ayrı bir sempatisi vardı.)

İtiraz mı edeceeğim! Bundan daha fazlasında gözümüz yok zaten. İhtiyacım olan sadece birkaç isimden ID almak. (Bilmeyenler için: Hani radyolarda duyduğunuz ‘Hi, this is Madonna and you are listening to Radio Mydonose’ tanıtımları vardır, işte yayın dilinde onlar ID olarak geçer.)

Sonrası hem olayın heyecanı, hem de birazdan anlatacağım (ve onca hevesin neredeyse boşa gitmek üzere olması sebebiyle) yaşanan stresin sonucunda benim için adeta kontrolüm dışında yaşanmış olaylar dizisi gibi!

Antrenman sonrası oyuncular otobüse doğru yöneliyorlar. Ben de elimde kayıt cihazıyla hemen yanlarına gidiyorum. Kapıdaki görevli doğal olarak durduruyor. Doğan Hakyemez’le gözgöze geliyoruz, bir işaretiyle izin çıkıyor. Otobüsteyim ve muhtemelen en fazla 5 dakikam var, 10 bile değildir. Özellikle dikkat çeken oyuncuları yakalamam gerek ama o sırada diğerlerini pas geçmek gibi bir ayıba da düşmemeliyim.

Oyuncular çoğunlukla otobüsün arka tarafına yığılmışlar, ortadan itibaren sırayla mikrofonu uzatmaya başlıyorum. Herkes çok canayakın, çok samimi, kimse kapris yapmıyor. Önce Harun Erdenay güzel bir konuşma yapıyor, sonra biraz bozuk (ama her maç sonrasında memleketine selam gönderirken hepimizi duygulandıran) Türkçesiyle Mirsad Türkcan ‘Ben de Mydonose’u dinliyorum.’ diyor. Kerem Tunçeri, Orhun Ene, her şey şahane.

Derken sıra İbrahim Kutluay’a geliyor. O dönemde antrenmanlara bile jöleli saçlarla çıkmasıyla dikkat çeken İbrahim bir türlü konuşmuyor, oysa söyleyeceği tek şey "Merhaba ben ibrahim Kutluay, herkese sevgiler" benzeri bir basit cümle.

İbrahim inatla söylemiyor, bekletiyor, vakit geçiyor. Deli oluyorum. Bir yandan vakit kaybetmemek için onu geçmeyi düşünüyorum ama bir yandan da yayıncılık dürtüsüyle popüler bir isimden de bir şeyler duyma isteğindeyim. Ben orada oyalanırken kabusum gerçekleşiyor ve otobüs manevra yapmaya başlıyor. Gözüm arkaya takılıyor, Hüseyin Beşok, Kaya Peker ve Mehmet Okur’un hazırlanmış ve gülümser gözlerle bana bakarak sıralarını beklediklerini görüyorum. Herkes ibrahim'e dönüyor, takım arkadaşları kızmaya başlıyorlar, arada "artistliğin ne lüzumu var oğlum, söylesene işte"ler bile duyuluyor. Ne yapmam gerektiğinden emin değilim ama geriliyorum. Ve korktuğum başıma geliyor. Doğan Hakyemez otobüse biniyor, kapı kapanıyor ve tam hareket edilecekken beni görüyor. Haklı olarak kızıyor. ‘Ben otobüs hareket edene kadar demedim mi Selim!’ cümlesi bana hakedilmiş bir küfür gibi geliyor adeta. Kızgınım. Bir söz verdim ve tutmalıyım. Arkada sesini duymak istediğim isimler de var ama inmeliyim. ‘İniyorum Doğan Bey, çok teşekkürler’ diyebiliyorum sadece...

İşte tam da o anda arkadan Mehmet Okur'un sesi duyuluyor. "Kızma kızma, onun bir suçu yok..." Yaşadığım hayal kırıklığını farketmiş olmalı, düzeltmek için bir şeyler yapmak istediği belli. Uzanarak mikrofonu alıyor, "Merhaba, ben Mehmet Okur" diye başlayarak söylenmesi istenen herşeyi sıralıyor ve samimi gözlerle gülümseyerek "başka bir şey lazım mı" diye soruyor.  Onun cümlesi biterken ibrahim dışındaki tüm takım oyuncularının ‘Radyo Mydonose, Radyo Mydonose!’ diye jingle’ımızın tonlamasıyla bağırdıklarını duyuyorum. Tezahüratlarla ve eğlenen isimlerle birlikte şahane bir kayıt çıkıyor ortaya!

Bu kayıtla hazırlanan spot, şampiyona boyunca defalarca yayına giriyor. Hatta şampiyonluk maçı kaybedildikten sonra bile... Gururla!

Yıllar hızla ilerliyor. O zamanlar sıradan bir "Türk Milli Takımı oyuncusu" olan Mehmet Okur bir dünya yıldızı oluyor, NBA’de tarih yazan Türklerin arasına giriyor ve inanılmaz paralar kazanıyor. Ve birileri, O başarılar kazandıkça içinden hep "helal olsun, hep kazansın, daha da çok kazansın" cümlelerini geçiriyor.

Şu anda da takip edenler bilir, Mehmet Okur’un adamlığı sadece böyle hikayelerle , sportif başarılarıyla kalmadı. Doğruları korkmadan söylemekten, yanlışa cesurca yanlış demeye, adam olmak başka bir şey.

İyi ki vardın, iyi ki varsın Mehmet Okur!


Fotoğraf www.ntvmsnbc.com arşivinden.

(Önemli Not: Bu bir İbrahim Kutluay değil, bir Mehmet Okur yazısıdır. Yani mesele İbrahim'i kötülemek değil, Mehmet'i anlatmak. Ben İbrahim'i hayatımda sadece bu sahnede gördüm ve oradaki tavırlarına göre yorum yaptım. Eğer yanıldıysam, maksadımı aştıysam ve haksızlık ettiysem lütfen yorumunuzu ekleyin. Yayınlamaktan memnuniyet duyacağım.)


7 Şubat 2014 Cuma

Freelance Çalışmak (Serbest Zamanlı?)


Çalışma arsızı insanlardan biriyim. Hayatımın neredeyse her döneminde hep en az iki farklı işte çalıştım. Bazen biraz daha para kazanmaya ihtiyacım vardı, bazen sevdiğim ekstra işlere zaman ayırma isteğimdi sebep. Elbette bu beraberinde hep yorucu bir tempo getirdi ama beynimin aynı anda farklı mecralarda farklı işlerle meşgul olmasının hep bana katkı sağladığına inandım.

Zaman ilerledikçe kafamda bazı şeyler değişmeye başladı. Buna isterseniz yılların yorgunluğu deyin, isterseniz bireysel isteklerin sıkıştırmaya başlaması, 2012 yılıyla birlikte freelance çalışma düşüncesi aklımda iyice şekillendi. Yıllar içinde biriktirdiğim deneyimi artık daha verimli kullanma isteği, daha çok gezmek ve daha çok yazmak gibi kendimle ilgili hep sonraya ertelediğim planlarımı gerçekleştirme hayalleri arasında dolaşırken şartlar kıvama geldi ve işimden ayrıldım. 4 ay kadar yatma ve gezme sürecinden sonra (ki bence bu gerekli bir rehabilitasyon sürecidir!) bazı arkadaşlarımın da katkılarıyla freelance dünyaya adım attım.

Şu anda hayatımı bu şekilde devam ettiriyorum. Yurtdışı firmalarıyla çalışıyorum ve sabit olmayan mesai saatlerim var. Ve bu şekilde çalışarak yaklaşık bir yılı tamamlamaya doğru yol alırken, freelance çalışmanın artıları ve eksileri konusunda oldukça fazla fikrim oluştu.

Açık konuşalım, herkesin hayalinde bir dönem bu şekilde bir çalışma hayatı isteği yer alıyor. Oh ne rahat değil mi, hayat da bana güzel! Hayallerini yıkmak istemem ama pek de öyle değil dostum!!
Dikkatini yeterince çekebildiysem durumu açıklayayım. Evet, aldığım karardan son derece memnunum ve beni heyecanlandıracak çok ekstrem bir iş olmazsa ya da hayat beni birden sınamaya karar vermezse, artık yaşamımın hiçbir döneminde ‘mesaili bir işte’ çalışmak niyetinde değilim. Ama işin içine girdiğinizde boşa geçen yıllara sitem ettiğiniz kadar, aslında hiç de dışarıdan öyle görünmeyen zorluklarla da karşılaşıyorsunuz. Bu yüzden sözkonusu hayalleri kurarken paketi daha doğru kavrayabilmeniz için iyi/kötü bunları sıralamakta fayda gördüm. (Gözümden kaçanlar varsa yorum bölümüne ekleyerek tablonun daha da netleşmesine katkıda bulunabilirsiniz.)

Velhasıl-ı kelam, freelance çalışmaya başladığınızda bakın neler olur:

•      Başta ailen ve yakınların olmak üzere herkes aslında hiç iş yapmadığını düşünür, akşama kadar laylaylom gezip tozup yatıyorsundur. Dolayısıyla her türlü getir-götür, al-getir işlerde akla sen gelirsin. Her arandığında telefona çıkmak, her istendiğinde gelmek zorundasındır. ‘Ama işim var’ senin için geçerli bir cevap değildir. İşin olduğuna ikna olsalar bile (ki aslında olmazlar, tonlamalarda hep ‘hadi öyle olsun bakalım’ tadı vardır), işi tam da o zaman yapmak gibi bir zorunluluğun yoktur, sonra yaparsın. Niye gelemeyesin ki, çok saçma!

•      Bunun bir değişik şekli de arkadaş buluşmaları için geçerlidir. İnsanları gerçekten işin olduğuna inandırmakta zorlanırsın. Yemekler, buluşmalar, görüşmeler kafadan senin uygun olduğun prensibiyle planlanır. Hayır diyebilmek için onları ikna etmek zorundasındır. ‘İşteyim, çalışıyorum’ kalıbının yerine aynı güç ve kabul görücülükte bir kalıp bulmakta çok zorlanacaksın.

•      Telefonla ilişkin başka bir boyuta geçer. Bir işyerinde çalışırken toplantıların ya da yoğunluğundan dolayı telefonlara cevap veremeyebilirsin ve saatler sonra geri döndüğünde hep bir anlayışlılık vardır. Şu anda da çalışıyorsun ve bazı saatler işe konstantre olmak için telefonu sessize alacaksın. Ama daha sonra geri dönüş yaptığında ‘evdesin, neden açmıyorsun ki’ tonlamalarına maruz kalacaksın. Küsen arkadaşların olacak. Başta üzülürsün ama daha sonra bunun sana da bir haksızlık olduğunu anlarsın, o kadar umursamamayı öğrenirsin.

•      Yaptığın danışmanlıkta, çalıştığın işte çok önemli bir pozisyonun olsa bile insanları aslında öyle bir konumun olduğuna inandıramazsın. Sanki sokağın başındaki markette paketçi olarak işe başlamışsın muamelesi yapılır. (Google da dahil olmak üzere bir yılda 50 milyon dolar civarı yatırım almış firmanın ülke temsilcisi olursun mesela, yine kesmez! Her yerde ve herkeste bitmek bilmeyen bir memuriyet coşkusu.) İşi bilenler farkındayken, yeni tanıştığın kimi insanlara toplumun alışık olmadığı bu işi anlatmakta zorlanırsın, bazen ortalama çalışanlar kadar bile saygı görmezsin. Buna alış.

•      Şehrin 'free wifi' mekanlarını hız/yoğunluk performansına kadar öğrenirsin. Eve alternatif aradığın anlarda kah bir Starbucks, kah bir Nero ofisin olur. Nerede bağlantı kuvvetli, nerede sıkıntılar var, hangi mekanda (veya hangi şubede) bilgisayarıyla çok zaman geçirenlere of-puf yapılıyor, hangisinde saygı gösteriliyor ayırd etmeye başlarsın. Misal, Starbucks’ta sık sık kesintiler yaşanır, Kafes Fırın candır!

•      Sürekli evde tek başına olmak ruh sağlığını bozacağından, değişik ve yeni mekanlarda senin gibi insanlarla karşılaşmaya başlarsın. Bazı mekanlarda küçük çaplı bir freelance grubu komünü oluşur ve seni tam olarak anlayabilecek yeni insanlarla tanışırsın. Bu yeni tanışıklıkların iyi dostluklar (ve bazen güzel ilişkiler) yanında sana yeni iş fırsatları oluşturmaya başlamasını keyifle izlersin.

•      Sabit ve SGK'lı bir işin olmadığı için hastane, vize, kredi gibi bazı basit işler senin için kabusa dönüşür. Vize almak eziyettir, hesabına her ay bilmemnekadar dolar para giriyor olsa bile banka kredi vermeye yanaşmaz. Ya da sözgelimi, zamanında ‘asgari ücret, yemek, yol, SGK’ esprilerine konu olan SGK’nın esasında hastalık hali için ne kadar değerli bir ayrıntı olduğunu anlarsın.

•      Kiminle iş yaptığın önemlidir. Dahası, mesela Amerika’nın hangi eyaletinden/şehrinden  bir firmaya danışmanlık yaptığın bile önemlidir. Eğer merkez New York’taysa, bir nebze dengeli çalışma saatleri uydurabilirsin ama benim gibi San Francisco merkezli bir firmanın danışmanıysan, dengen biraz bozulabilir. Orada sabah saat 9 olup da mesai başladığında bizde akşam 7 oluyor, bilmem anlatabildim mi...

•      Sosyal hayatında bazı sekmeler olabilir. Akşam için sinema planı yapacakken karşına çıkacak bir ‘deadline’li iş ile eve dönmek durumunda kalabilirsin. Buna alışacaksın, nankörlük etmeyeceksin, onlar çalışırken de sen özgür takılıyorsun ne de olsa!

•      Sosyal ortamlarda telefona (başkalarından farklı bir sebeple de olsa) çok sık bakmak durumunda kalırsın. Gecenin saat 2’sinde rakının üçüncü kadehinde fasılın müzeyyenindeyken, telefondan gelen bir sesle masaya dönüp, gelen postayı değerlendirip, resmi bir dille sana zaman kazandıracak makul bir cevap yazmak durumunda kalabilirsin. Sonra da sabaha yapacak iş çıkmış olmasının farkındalığıyla hız kesersin. Artık coşkuyla oynayan dostlarını masadan sakince alkışlayan efendi adamsın, yavaş gel.

•      Eposta jargonun, yazışma dilin değişir. Özellikle Amerika merkezli bir firmayla çalışıyorsan cümle sonlarında ünlemler kullanır, en küçük tespitleri bile ‘Wow, you are great!’ şeklinde abartırken bulursun kendini. Normalde birkaç dakikada şipşak yaptığın ve aslında çok sıradan olan işlerin abartılı coşkularla karşılanmasına bir süre sonra sen de alışırsın, kendine güvenin artar.  Avrupa neyse ki daha makul, daha bize benzer...

•      Değerini farkedersin. Önceden belirlenen saatlerin dışında çalışmanı asla istemezler, çalışırsan da hakkını son kuruşuna kadar öderler. Yaptığın tüm ekstralar değerlidir, sözgelimi gazeteden işle ilgili bir makale okuduğunda da onu çalışma süresi olarak kaydetmeni isteyecek ve ödemesini yapacaklardır.

•      Her şeyi karşılıklı güven üzerine kurarlar. Sen o hafta kaç saat çalıştığını söylüyorsan, doğru odur. Çok suistimal hissedilmediği sürece sorgulamazlar. Ancak aynı dürüstlüğü ve disiplini senden de beklerler. İki günde bitebilecek bir projeye beş gün dediğinde seni sorgulamazlar ama beşinci günün sonunda o proje bitmiş olacaktır. Planlara uyulması konusunda son derece titizdirler.

•      Skype hayatında önemli bir yer edinir. Plaza dilindeki ‘Toplantı var’ın freelance hayattaki karşılığı ‘Bu akşam Skype’ım var’ olur. Tabi doğal olarak hangi açıdan iyi göründüğünden, sesinin hangi mesafeden iyi çıktığına, hatta evin hangi noktasında arka fonun havalı olduğuna kadar birçok şeyi tespit etme şansın olur. Görüşme yaptığın kişiye göre değişik arka fonlar oluşturursun.

•      Herkes ‘sen’dir, istisnai bir durum olmadıkça kimse Mr-Mrs olmaz. CEO ‘Hi John’, VP ‘Summer, how are you’ normalliğindedir.

•      Hayatında da daha disiplinli bir insan olmaya başlarsın. İlk zamanlarda ‘nasıl olsa akşam yaparım’ ya da ‘sabaha bakarım’ türü yaklaşımların işe yaramadığını ve seni zorladığını farketmenle birlikte daha planlı bir hayat zorunluluğun başlar. Sabah 8’de yürüyüşe çıkıp, 10’da masaya oturmak, 13’te yemek arası vermek gibi bazı kurallar tanımlarsın. Ama her zaman öyle sıkıcı görünmez bu durum, mesela ofise geçmek senin için yatak odasından pijamanla salona seyahat anlamındadır bazen. Dağınık saçla, kirli sakalla, çorba lekeli tişörtle iş yapmak şahanedir. Yorulunca ara verip yatağa dönmek de! Ya da araya bir film sıkıştırmak da...

•      Öte yandan, sosyal iş iletişimiyle ilgili özlemini duyduğun şeyler de olacaktır. İş yeri arkadaşlarıyla sabah sohbeti, öğlen yemek programı gibi basit şeylerin aslında değerli ayrıntılar olduğunu farkedersin. İbrahimoviç’in akşam attığı manyak golü abartarak konuşmanın tadı şirket kapısı önünde sigara molasındayken keyiflidir, dışarıda kahve içerken aynı tadı vermez. Ya da işe yeni başlayan güzel kızın sevgilisi var mı acaba gibi sorunsalları özlediğin iddiaları doğru olabilir.

(Edit: Ayhan Şahin bir ayrıntıyı hatırlattı ve haklı. Ben yurtdışı firmalarıyla çalışıyorum. Türkiye'de yaptıklarım genelde bir mekanda çalmak gibi işlerdi ve o tür işlerde de ödemeler sahneye çıkmadan önce yapılırdı. Bizim ülkemizde çoğunlukla "dışarıya para zamanında ödenemez, ödenmemelidir" geleneği var gibi adeta. Türk firmalarına freelance hizmet veren çalışanların ödemelerini almak için çoğunlukla uğraş vermek durumunda kaldıklarını da eklemeliyim.)

Hepsini toparlamak gerekirse, freelance çalışmak zorlukları olmakla birlikte insanın hayatına ‘yakın gelecek hedefi’ olarak koymasını sağlayacak kadar şahanedir. Çalışma hayatınız devam ederken ‘ben bunu bu kadar ayrıntılı yapıyorum ama kimse umursamıyor ki’ ya da ‘aslında bence şöyle olmalı ama bu kadarı da yeter, boşver ne uğraşacağım’ düşüncelerini kafanızdan atın. Benim çalışma hayatım boyunca tüm çalışma arkadaşlarımdan farklı olarak metin içerikleri, yazım hataları, genel görünüm gibi konulara hep daha fazla ilgim vardı. Bir duyurumuzdaki bir tek harf hatasını bile hızlı bir bakışta görebilmem, başkalarınca ‘gereksiz bir ayrıntıcılık’ olarak değerlendirilirdi çoğunlukla ve onların düzeltilmesi hep ‘daha öncelikli’ işlerin ardında kalırdı. Ama şu anda yaptığım işlerin bir kısmı da esas olarak bu temeller üzerinde yürüyor. Ya da mesela bu özelliklerimle edindiğim Proofreading ve QC adında iki önemli işin (bizde pek esamesi okunmasa da) dünya üzerinde her geçen gün önem kazanıyor olması, önceki emeklerimin boşa gitmemesini sağlamış oldu. Dahası, neredeyse üç senedir her yerde anlatmaya çalıştığım gibi ‘Content/İçerik’ hızla elektronik dünyanın en değerli iş kolu haline geliyor. İlgilenmenizi öneriyorum. Özgürlüğünüzü koruyarak çalışabileceğiniz dünyanın temelinde bu kavramların çok önemli bir yeri var. Ve bu döneme geçiş yaptığınızda iş biraz da hani şu bilindik hikayelerdeki '10 dakika artı 20 yıl' durumuyla değerlendiriliyor. Yani deneyim önemli.

Ve en önemlisi, hayatınızda ne yapmak istediğiniz kadar, nerede ve/veya hangi şartlarda olmayı istemediğinizi de gerçekten bilmenizde fayda var. Kendinize yeterince yatırım yaptığınızı düşünüyorsanız cesur olun ve harekete geçin. Üşenmeyin, araştırın. Bilmediğiniz dünyalarda tam da sizlik fırsatlar dolaşıyor olabilir. Aramadan, denemeden bilemezsiniz.

Hadi şimdi bir çay koyun. Çay önemli. Kahve de olur.

21 Ocak 2014 Salı

Birinin Hayatına Dokunmak


Önceki yılın sonlarına doğru yoğun günlerimizden birinde, Bilkent Üniversitesi’nden bir grup öğrenciden eposta aldım. Bilgisayar Mühendisliği son sınıfta bir ders alıyorlardı ve yapacakları projenin gerçekten inovatif olup olmadığını belirleyerek projenin gerçekleşme sürecinde ‘Innovation Expert’ olarak onlara destek olacak, ardından da dönem sonunda puanlayacak bir sektör çalışanı arıyorlardı. Konu müzik, radyo, etkinlik ve bilet başlıklarını barındırdığı için sonuç bana ulaşmıştı. Projeleri gerçekten de oldukça yaratıcı özellikler barındırıyordu ve ben de büyük keyifle ekibin içine dahil oldum. Geçtiğimiz yıl proje tamamlandı, ekip oldukça da iyi bir notla süreci bitirerek ve projeleriyle de özel ödüllerden birini kazanarak mezun oldu.
Bu yıl başka bir gruba danışmanlık yapıyorum. Geçtiğimiz günlerde bu şahane genç arkadaşlarımla yaptığımız bir kısa toplantıdan sonra yanımdaki arkadaşım ‘bu işten kazancımın ne olduğunu’ sordu. O tonlamadaki sorunun cevabı ‘yok’tu ama aslında doğru tonlandığında ‘çok’ olabilirdi. Bu tür durumlarda nasıl davranılması gerektiğini uzun yıllar önce hayatıma dokunan biri sayesinde çok net öğrenmiştim çünkü.
Şimdi biraz tarih yolculuğu yapacağız. Benim hayatımı değiştiren, yolumu bulmama sebep olan yer olduğu için, Radyo ODTÜ süreciyle ilgili anıları tarihe kaydetmekten gerçekten büyük memnuniyet duyduğumu bu sayfaların takipçileri bilirler. Sözkonusu radyo olunca bir tek şarkı için bile uzun hikayeler anlatabilirim.
Ekim 1996.
ODTÜ’de bir grup genç radyoyu kuralı yaklaşık 2 yıl olmuş. Ben de kuruluş ekibinde (kurucu ekip demiyorum, dikkat!) yer alan isimlerden biriyim. O yılın başlarından itibaren radyonun kurulmasına önayak olan, ancak sonrasında pasif kalan topluluğun tekrar canlandırılması planlanmış ve ODTÜ Radyo Topluluğu yeni bir Yönetim Kurulu seçimiyle birlikte tekrar çalışmalar yapmaya başlamış. İşte ben de o ikinci dönemde topluluk başkanlığını yapıyorum. Radyo Topluluğunun kapalı oylamayla seçilmiş ilk başkanıyım. Cevaplar sandıkta verilmiş yani(!), içimde bir coşku! Heyecanlıyım çünkü hayalini kurduğum işlerle uğraşma şansını yakalamışım. Şanslıyım, çünkü birkaç yıl önce oturduğum sıralarda benimle aynı heyecanı paylaşan tutkulu insanlara ‘Uygulamalı Radyo Yayıncılığı’ dersleri veriyorum ve o isimlerden en az birkaçını oradan alarak yayına çekmeyi planlıyoruz, yani sorumluluk büyük.
Özel radyoların yeniden hayata geçtiği döneme rastladığı için zaten derslere oldukça yoğun bir katılım var, hafta sonları olmasına rağmen yaklaşık 300 civarı öğrenci düzenli olarak takip ediyor. Ama bizim aklımızda başka şeyler var. Hem topluluğun kampüste daha da çok tanınmasını istiyoruz, hem de yayına çıkamayacak olan ama başka yetenekleri olduğunu açıkça görebildiğimiz arkadaşlarımızı topluluğun farklı alanlarına yönlendirmek gibi bir hayalimiz var. Kimsenin o derslere ayırdığı uzun haftaları boşa geçmiş saymasını istemiyoruz.
ODTÜ’de çok söyleşi yapılıyor ama yayıncılıktaki büyük isimlere yanaşan kimse olmamış o güne kadar. Biz de topluluğumuzun adına yakışacak şekilde yola çıkarak medyada o anda en büyük yıldız kimse, ilk olarak onu getirmeye niyetleniyoruz. İsme karar vermek (abartmıyorum, gerçekten) sadece 10 saniye sürüyor, zira Okan Bayülgen’in Televizyon Çocuğu ile zirvede tek başına durduğu ve gerçekten Türkiye’nin şov dünyasını tek başına çevirdiği bir dönemdeyiz. İsim konusunda hemfikiriz ama daha önce hiç böyle bir deneyimi olmayan ekibimizin bu işi yapabileceğine (bizim dışımızda) kimse ihtimal vermiyor. (Şimdi bunları anlatırken dudak kıvıranlar olacak elbette ama o dönemde yıldız isimlere ulaşmak ve ikna etmek emin olun gerçekten çok çok zordu.) Benimle birlikte toplam 7 kişiden oluşan yönetim kurulumuzda görev bölümü yapıyoruz ve çalışmalar başlıyor.
Birkaç günlük denemeden sonra Okan Bayülgen’e ulaşıyoruz. (Bundan sonra kendisi bu yazıda Okan olarak anılacaktır!) Ekranda çizdiği ‘aksi’ karakterin ‘aksi’ne, son derece dikkatle dinliyor bizi. Neden onu istediğimizi ve onu nasıl ağırlayacağımızı lafı hiç dolandırmadan açıkça anlatıyoruz. O ana kadar henüz hiç bu şekilde büyük organizasyonlu bir üniversite söyleşisine katılmamış olan Okan, ODTÜ adının farklı olduğunu ve elinden geleni yapacağını açıkça belirtiyor. Aslında ikna oluyor gibi ama muhtemelen (ve haklı olarak) bu işi elimize yüzümüze bulaştırmadan yapacağımızdan emin olma isteği var. Bir telefon konuşması için daha sözleşiyoruz.
Bu ilk konuşmadan sonra telefonla aramda oluşan kardeşlik, samimiyet ve coşkuyu içime atıp heyecanımı belli etmemeye çalışarak durumu arkadaşlarla paylaşıyorum ve her ihtimale karşı hazırlıkları başlatıyoruz. Mekan rezervasyonu, Kültür İşleri onayı, afişler, etkinlik günü görev bölümü, getirilecek koltuk, sahneye koyulacak çiçek, masanın üzerine koyulacak bir bardak suyun susayanlardan korunması,  asılacak afiş, çalınacak müzik… İyi ama en önemli ayrıntıyı atladık: Bizim sponsora ihtiyacımız var! Uçak bileti, abiden ayarlanacak arabanın benzin masrafı ve söyleşi sonrasında yemek. O aralar çeşitli etkinliklerinde DJ’lik yaptığımız için bağlantılarımızın iyi olduğu Saklıkent geliyor aklımıza. Durumu anlatıyoruz, aslında pek de ikna olmasalar da önceki işlerimizin hatrına sponsor olmaya karar veriyorlar. Tabi biz çok dürüstüz, hesap yapmışız ve tam tamına masraflar kadar sponsorluk ücreti talep ediyoruz. Fazlasını istersek olurmuş, hatta aslında daha fazlasını istemeliymişiz, o zamanlar pek farkında değiliz. Anlaşıyoruz, paramız cepte, sıcak bir güvene sahibiz artık!
Şimdi kafamız daha rahatladığı ve parçalar yerine oturmaya başladığı için Okan’ı daha huzurla arayabileceğiz. İkinci telefon görüşmesini yapmadan önce telefonla uzun  süre başbaşa kalarak cesaretimi topluyorum. Çekinerek numarayı çeviriyorum, karşı tarafa kendimi tanıtıyorum. Hiç bekletmeden Okan’a iletiyorlar telefonu, belli ki önceden bilgi verilmiş. Okan’ın konuya ilgi duyduğunu farketmek titrek heyecanımı biraz dengeliyor. Yanımda Yönetim Kurulu’ndan arkadaşlarım var, biraz da onlara hava olsun diye daha bir güvenli konuşmaya başlıyorum. Onlar gözleri tedirginlikle bana bakıp durum hakkında bir ipucu yakalamaya çalışırlarken, ben sanki bir önceki akşam da Okan’ı arayıp ‘eve ekmek lazım mıydı abi?’ demiş havasındayım. Olanca sıcak bir ses tonuyla Okan’ın ‘tamamdır, geliyorum.’ dediğini duyuyorum. Hızla ayrıntıları konuşuyoruz ve planları tamamlıyoruz.
Ardından bizim için geçmek bilmeyen günler!... Word üzerinde fontlarla oynayarak hazırladığım sanat eseri(!) duyurular ODTÜ’nün her yerine asılıyor, iki giriş kapısı için dev bez afişler hazırlanıyor, Okan’ın sevdiği ev yemekleri öğrenilip o zamanlar pek bilinmeyen Mantar’la konuşuluyor ve siparişler verilip kimsenin haberi olmaması konusunda özel rica iletiliyor, pek kolay bulunamayan içtiği sigara markası öğrenilip bir şekilde ediniliyor, uçak biletleri alınıyor ve kargolanıyor. Her şey hazır. Öylesine abartmışız ki, ODTÜ’de o hafta herkes bu söyleşiyi konuşuyor. Olsun, amacımız da bu değil miydi zaten…
Sonunda beklenen gün geliyor. O zamanki YK’da başkan yardımcısı olan Bora’yla havaalanına gidip beklemeye başlıyoruz. Tahmin edebileceğiniz gibi, uçağın varış değil kalkış saatinden bile önce oradayız! Riske girme lüksümüz yok. Bu arada da sürekli ekiple haberleşiyoruz. Mimarlık Amfisi şimdiden tıklım tıklım! İnsanlar kapılara yığılmış, hiç rastlamadığımız bir kalabalık Okan’ı bekliyor. Biz de tabi..
Derken, telefonum çalıyor. Karşıda Okan. Kafamda kaynar sular ve deli sorular. Allah’ım, şu anda onun uçağa biniyor olması gerekmiyor muydu? Gayet tedirgin bir sesle ‘Çocuklar çok özür dilerim, uyuyakalmışım.’ diyor. O uyuyakalmışım dediği anda ben uyanıyorum. Eee, gelmeyecek mi yani? Bunu söyleyenler de çok olmuştu. ‘Siz nasıl becereceksiniz bu işi’ ile başlayıp, ‘gelmez o adam, ukalanın teki zaten. Kandırır sizi, yarı yolda kalır rezil olursunuz!’ şeklinde devam eden kabus yorumlar kafamda dönüyor. Neyse ki sadece kısa bir süre. ‘Ben şimdi yoldayım, hemen bir sonraki uçakla geleceğim’ diyor Okan. Oh, çok şükür krizi atlattık. Atlattık mı acaba? Daha sonraki bazı organizasyonlarımızda kimi ‘yıldız’ların tamamen keyfi sebeplerle geç kalıp ‘bana iki saat sonraki uçağa hemen bilet ayarlayın lütfen’ cümlelerini duyacağımızdan haberdar değiliz henüz ama ortada yeni bir bilet alma durumu olduğu açık. Öğrenci adamlarız zaten, hayatımızda havaalanını ilk defa Okan’ı karşılayacağımız için görüyoruz. Uçak bileti fiyatları o zamanlar pek de ‘uçmayan kalmasın’ tadında değil, hayallerimizden büyük korkularımız var! Sponsorluk desen zaten tam tamına hesaplanmış. Bora’yla birbirimize bakıyoruz, o anda yapacak bir şey yok. Elimizde akşamki yemek için ayrılmış bir miktar para var, ceplerimizde üç beş bir şeyler. Bir şekilde halletmek zorundayız. En olmadı, rezilliği göze alıp Rektör Yardımcısı ve radyomuzun danışmanı olan şahane insan Mehmet (Çalışkan) hocamızı arayacağız. ‘Tamam Okan Bey,’ diyorum küçülen sesimle, ‘biz şimdi hemen sonraki uçağa biletinizi ayarlıyoruz.’ Onca gündür ilk defa sert bir tonlama çınlıyor telefonda ‘Olur mu yahu! Bu tamamen benim hatam, ben aldım bile bileti. Sadece durumu bilin ve idare edin, paniklemeyin diye haber vermek için aradım.’ Olurdu, olmazdı, gak, guk, derken Okan aynı şeyi tekrarlıyor ve bizi de daha fazla ısrarcı durumda bırakmamak için telefonu kapatıyor. (Evet, suratıma. Ama ‘bak kapatıyorum’ diyerek, onu belirtmeliyim! Sebepsiz bir cesaret gelmiş, inatla ısrar ediyordum çünkü.) İçimde başlayan ve hayata geçmeyen krizin hızla çözülmüş olmasının verdiği rahatlık. Hayat da ne güzel aslında bea!
Gerçekten de bir sonraki uçakla geliyor. Kapıda Okan’ı karşılayan havalı insanlarız, herkesin gözü onda, o bize yaklaşıyor. Seremonilere vakit yok, ‘hadi hemen gidelim’ diyor ve yola çıkıyoruz. Hayatımda ikinci defa trafikte araba kullanıyorum ve arabada Okan var, tam bir şuursuzluk hali!
Sağ salim kampüse ulaşıyoruz. O zamanlar hiçbir izleyicisinden özür dilememesiyle eleştirilen Okan, Mimarlık Amfisi’ne alkışlarla girdiğinde ilk iş olarak samimi bir özürle konuşmasına başlıyor. Durumu biraz daha sıcaklaştırmak için sandalyeyi iterek sahnenin kenarına yere oturuyor. Mimarlık Amfisi’nin kenarları da ayakta duran öğrencilerle dolu olduğu için içeri giremeyen ama kapı önünde onun sesini duymaya çalışan gruba sesleniyor, onları da sahneye çıkartıp yanına oturtuyor. Ben sahne arkasından insanların gözlerine bakmaya çalışıyorum. Bilmemkaç yüz çift mutlu göz, çok şükür! Oldu galiba. Tüm Yönetim Kurulu ekibi oradayız ve mutluyuz.
Okan şovun gerektirdiği kadar ukalalık yapıyor, samimi sorulara derin bir tevazuyla cevap veriyor. Onu görmenin heyecanıyla bayılanlar, hiç yer kalmamasına rağmen içeri girmek için camları kıranlar, aralıksız üç saate yakın süren bir söyleşi ve ayakta dakikalarca alkışlanan Okan Bayülgen’le, o dönemki efsane Kültür İşleri Müdürü Tüzün (Denli) Hanımın deyimiyle ‘ODTÜ’de o ana kadar yapılmış en görkemli topluluk söyleşisi’ tamamlanıyor.
Biz o akşam Okan’ı tam da istediği gibi sakince yemek yiyebileceği ve gizlice kimseye ‘Okan Bayülgen burada abi, hemen gelin!’ denmeyen mekana götürüyoruz, en sevdiği yemekler servis ediliyor, ardından da sigarasını çıkartıyoruz. Hoşuna gidiyor, nereden öğrendiğimizi soruyor, haber kaynağımızı deşifre edemeyeceğimizi söylediğimizde gülümsüyor. Projelerimizi anlatıyor, onun önerilerini dinliyoruz. Ve ardından onu uçağına uğurlayıp, yorgun ama gururlu savaşçılar olarak evimizin yolunu tutuyoruz. Ne gündü ama!
(Bu arada Mantar’da sonradan çok iyi dostlar olduğumuz Umut, bize yemekte özel indirim yapıyor. Geriye kalan ufacık sponsorluk paramız tek başına bir işe yaramayacağı için marketten malzeme alarak anneme bir tepsi baklava yaptırıyorum! Bütün radyo ekibi başarı baklavası yiyoruz… Yaşasın Anadolu’nun bağrından kopan kutlama hikayeleri!)
Aradan sadece birkaç gün geçmişken telefonum çalıyor. Telefonda Okan! ODTÜ Radyo Topluluğu ve Radyo ODTÜ olarak bizi Televizyon Çocuğu’na davet ediyor. Yani Okan faaliyetlerimizi anlatmak için bize fırsat veriyor, ne büyük heyecan! İzleyici değil, bizzat tek konuk olarak katıldığımız programda son derece iyi ağırlanıyoruz. (Hatta program kapanışında Okan'la birlikte tüm ekip ve seyirciler ekrana popomuzu gösterip YÖK'e selam göndererek tarihe geçiyoruz!)
O program başlı başına ayrı bir yazı konusu ama o koltukta oturmak ve koca bir program boyunca ekip arkadaşlarımızla birlikte Topluluk Başkanı sıfatıyla ve Okan’nın bolca iltifatlarıyla ODTÜ’yü dönemin en popüler televizyon şovunda temsil etmek, bireysel gurur sayfalarım arasında en üst sıralarda yer alır. Keza, dönüşte o dönemki rektörümüz Süha Sevük yanına çağırarak özellikle teşekkür ediyor. Ona da hikayenin nasıl o noktaya ulaştığını anlatıyorum, ilgiyle dinliyor. Herkes durumdan çok memnun.
O söyleşi hem bizim, hem Radyo ODTÜ’nün, hem de Okan Bayülgen’in hayatlarımızda önemli dönüm noktaları arasında yer alır. Çünkü, daha sonra bazı platformlarda belirttiği gibi, Okan Bayülgen’in üniversite öğrencilerine duyduğu inanç ve güven esas olarak o söyleşi sonrasında şekillenmiştir. Keza üniversite gençliğinin de ona..
Bu hikayenin kaleme alınma sebebi ve başlangıçtaki paragrafla ilgisine gelelim şimdi.
Bu süreç benim hayatımın değişimindeki en önemli yapı taşlarından biridir. Bana kendime güvenmeyi öğretmiş, akıllı davranınca ve iyi çalışınca her zorluğun aşılabileceğini, başkalarınca imkansız olarak ifade edilen şeylerin de aslında gerçekleştirilebileceğini göstermiştir. Sonraki yıllarda bir çok organizasyonda ve radyo kuruluşunda aktif görevler alabilmemin altında hep burada edindiğim inanç ve güven yatar. Bunu hiç aklımdan çıkartmadığım için de benzer durumlarda bir taleple karşılaştığımda hiçbir karşılık beklemeden gönüllü olarak işin içinde yer alır, tüm enerjimle katkı sağlamaya çalışırım. Bilkent Üniversitesi öğrencilerine yaptığım danışmanlığın altında da aslında en çok bu sebep yatıyor.
Bu yazıyı buraya kadar sabırla okuyanların arasında "Eee?"ler  oluşmuş olabileceğini biliyorum. Beni tanıyanlardan "Selim amma da abarttın, ne egoymuş!" diyenler de olacak, ya da hiç tanımamış, dinlememiş, okumamış olanlardan "abi sen kimsin ya, adını bile duymadık, bu neyin havası?" diye şaşıranlar da. Durun, aklınızdaki cümleyi ben kurayım: Kendimi Okan Bayülgen'le yanyana koymuyorum elbette, henüz bunamadım şükür ki.
Ancak anlatmaya çalıştığım şey oldukça net; hayatını bulma, yolunu çizme aşamasındayken birilerinin sana rehber olması, kapı açması, cesaret vermesi bir insanın yaşamına yapılacak en büyüleyici dokunuş. Bunun için meşhur bir insan olmanız gerekmiyor. Ya da devletin yüksek sandalyelerinden birine sahip olmanız şart değil. Bunlar elbette yolunuzu kolaylaştırır ama esas mesele başka. Tarzınızı doğru belirlediğiniz sürece her zaman sizi dinleyecek ve rol modeli alacak birileri oluyor, bundan şüpheniz olmasın. Çok paranız olmasından asla bahsetmeyeceğim, ya da plazalardaki büyük şirketlerin yönetiminde olmanız gerekmez. Ama bilin ki, varolan konumunuzla da rehber olabileceğiniz birileri bir yerde sizi bekliyor. Bunun için biraz çaba göstermekle bir şey kaybetmezsiniz.
Sevgi kelebeği değilim. Hadi bunu biraz daha net anlatmak için şöyle bir karşılaştırma (ya da yanyana koyma) yapayım. O dönemlerde Türkiye’nin tek televizyon ‘star’ı olan Okan Bayülgen’in "çok acaip işler yapıyorsunuz hem de öğrenciyken, sizi programa alacağım ve herkesin tanımasını istiyorum" demesiyle, o zaman öğrenci olan ve sadece bir grupta müzik yapan Oğuz'un (Kaplangı) "bu adam iyi radyocu olacak, eleyemezsiniz" diyerek radyo yönetimine çıkışması benim kişisel tarihimde aynı önem derecesinde yer etmiş anlardır. Bir tanesi her sözü kayıtsızca dinlenen, bir diğeri sadece bir öğrenci olan iki ayrı kişinin de birilerinin hayatında olağanüstü etkiler bırakabileceğini, bazılarının gizlenmiş hayallerinin gerçekleşmesine aynı oranda yol açabileceğini bilmelisiniz.
Hangisi olursanız olun, hareket edin. İşe yarıyor. Burada yapılmışı var.
İlk fotoğraf Okan Bayülgen'in İzmir Yaşar Üniversitesi söyleşisinden, bizimizmir.net adresinden alıntı. İkinci fotoğraf da yazıda bahsi geçen ODTÜ söyleşisinin bitimindeki teşekkür faslında Bora ve ben. Evet, maalesef sırtı dönük MonaLisa saçlı adam benim. O dönem saç uzatmayanların ODTÜ'de okuyamayacağı şeklinde rivayetler vardı, inanasım varmış!

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Bon Jovi, Elton John ve Kendini Baltalayan Organizasyon Sektörü!

Türkiye’de insanlar uzun yıllar boyunca “kasetlerini ve CD’lerini” dinlediği yıldızların konserlerini izleme hayaliyle yaşadı. Bu hayal 90’lı yıllarla birlikte gerçek olmaya, 2000’li yıllarda ise karşımıza seçenekler sunmaya başladı. Şimdilerde “bu akşam çok yorgunum, gitmeyeceğim konsere” cümlesini kuranların arkasına sığındığı çok seçenek olması ya da o ismin yeniden Türkiye’ye gelme ihtimali hepimizi balık hafızalı şımarıklar yapmış durumda, bunu inkar edemeyiz. Ancak, organizasyon firmalarının zorlu yollardan geçerek oluşturdukları bu büyük imkanı yine organizasyon firmaları altüst etmek üzereler.
Bu yazının ana fikri konser biletleri satışlarında yeni trend haline gelen fırsat siteleri kullanımı. Sadece Bon Jovi konseri izlenimlerine göz atmak isteyenler araları atlayarak doğrudan yazının sonuna gidebilirler.

Geçtiğimiz haftalarda izlediğim iki konserden bahsedeceğim.

Elton John
Tarih: 6 Temmuz 2011
Yer: Ankara Spor Salonu (Hani şu ismine bir türlü karar verilemeyen, hala birçoğumuzun Ankara Arena’dan başlayarak değişik isimlerle tarif ettiğimiz mekan…)

Biz Ankara’da yaşayanlar bundan hep şikayet ediyoruz ama büyük organizasyon firmalarının yetkili isimleri –maalesef yaşayarak ve görerek- Ankara’ya uluslararası yıldızları getirmenin zorluğunu fark etmiş durumdalar. En popüler dönemlerinde Kosheen, Rasmus, Danny Vera gibi isimlerin Ankara’da sadece onlarca (evet, onlarca) kişiye konser verdiğini bizzat gördüğümü hatırlıyorum. Bazı zorlukları sıralayabilirsiniz; memur kenti olarak akşamları dışarı çıkmama alışkanlığı, gelir ortalamasının İstanbul’a göre düşük olması, protokol davetiyelerinin salonun en çok gelir getirecek bölümlerini kaplayacak sayıya ulaşması (ve davetiye talep edenlerin gelmemesi!)…
İşte bu sebeplerden yola çıkarak, Elton John İstanbul konserine Vokaliz Organizasyon’un Ankara’yı eklemesine gerçekten şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Ankara’yı tanıyan ve organizasyon sektörüne bir parça hakim her insan gibi ben de salonu doldurmalarının ve para kazanmalarının mümkün olmayacağını hemen anladım, eminim onlar da biliyorlardı. Ama “show business” sektörü böyledir işte, içinizde hep bir “ya olursa” heyecanı yaşar. Vokaliz de muhtemelen bu yüzden bu işe girdi, bu onların yaklaşımı ve kararıdır saygı duymalıyız. Biletler beklenildiği üzere yeterince ilgi görmedi ve bunun üzerine önce devreye fırsat siteleri sokuldu, bilet fiyatlarında kayda değer bir indirim sunuldu. Ardından "konsere yoğun ilgi var" imajı pekiştirilmek için “Saha içi biletleri tükenmiştir!” taktiği denendi. Bunun mümkün olmayacağını tahmin ettiğimiz gibi, konser günü durumu net bir şekilde sahanın boşluğundan da görebildik. (Burada amaç kararsız kalanların diğer kategorilere yüklenmesinin sağlanmasıydı, olmadı.) Bu da yetmedi, son birkaç gün içinde bu defa salonun yeterince dolmama riski ortaya çıkınca çok sayıda firma ve kişiye davetiyeler gönderilmeye başlandı. Gördüklerimizin, duyduklarımızın yanında, forumlarda davetiyelerin uçuştuğunu şaşkınlıkla izledik. Peki hiç düşündünüz mü, acaba ilk günlerde biletini satın alanlar bu olayları nasıl izlediler? Ya da bir daha böyle bir konser olduğunda hemen bilet alırlar mı, yoksa son günü mü beklerler? Bunu özellikle vurguluyorum çünkü organizasyon firmaları için ön satış (erken satış) son derece önemlidir. Hem etkinliğe olan ilgiyi analiz ederler hem de gelen sanatçılara yapılacak ön ödemeler için bir kapital oluştururlar. Sadece konser esnasında ve öncesinde birçok insanın aralarında bu konuyu konuştuklarına şahit oldum. Zaten yeterince zor olan "Ankara’da büyük konser izleyebilme" ihtimalimiz artık iyice azalmış oldu.
Ankara konserleri ile ilgili önemli bir ayrıntıyı da belirtmek gerek. Ankara’da büyük konserlerin düzenlendiği Anadolu Gösteri Merkezi’nde zamanla herkesin fark ettiği bir aksaklık söz konusu. Bilet satışlarında çeşitli fiyat kategorileri sunuluyor. Ama siz en ucuz kategoriden bilet alsanız bile konserin başlamasından hemen önce önlerdeki boşluklara rahatça geçebiliyorsunuz, kimse size ne yaptığınızı sormadığı gibi biletinize de bakmıyorlar. Aynı problemin Ankara Spor Salonu’nda yaşandığını Basketbol Şampiyonası sırasında görmüştük, Elton John konserinde de aynen devam ettiğiniz tespit ettik. Bu şartlarda kimseye erken ve yüksek kategoride bilet aldırmazsınız!

Bon Jovi
Tarih: 8 Temmuz 2011
Yer: İstanbul Türk Telekom Arena

Bon Jovi, aradan geçen 18 yılın da verdiği özlemle önemli bir kitle tarafından heyecanla beklenen bir isimdi. Bu yüzden çok kişi biletler satışa çıkar çıkmaz işlemlerini tamamladı ve aylar sonra gerçekleşecek olan konseri beklemeye başladı. Diamond Ring denen en ön bölümün biletleri hemen, Saha İçi ise konsere kısa bir süre kala tükendi. Burada hakkını teslim etmekte fayda var, Elton John’daki durumun aksine konserde saha içi bölümü gerçekten doluydu. Ancak konsere kısa bir süre kala Bon Jovi de fırsat sitelerinde boy göstermeye başladı. Sahne önü biletleri %50 indirimle satışa sunuldu. Oysa sahne önünün orijinal fiyatı olan 400 TL’yi çok yüksek bulduğu için 90 TL'ye saha içi bileti alan birçok kişi, fiyat 200 TL’ye indiğinde sahne önünü tercih edebilirdi. Ancak bilet satış firmasının satın alınan biletleri değiştirmek ya da iade almak gibi bir yaklaşımı asla kabul etmediğini ve etmeyeceğini artık herkes biliyor. Aradan geçen çok kısa süre sonra satış sayfasında birtakım tanıtımlar dönmeye başladı: “...... Bankası kredi kartlarına Bon Jovi biletleri yüzde ... indirimli!” Erken bilet alanların hepsi yaşadıkları durumdan pişman oldular, beklentilerinin tadı kaçtı.

Bu iki örneği genelleyebilirsiniz, zira son zamanlarda birçok konser için fırsat sitelerinin kullanıldığını görmeye başlıyoruz. Net bir şekilde ifade ediyorum; bu durum, Türkiye’de zaten ağır aksak yürüyen organizasyon sektörünün tam anlamıyla kendi kendini baltalamasıdır. Bu fırsatlardan haberdar olmadan önce erkenden biletlerini alanlar en hafif deyimle kendilerini aptal yerine koyulmuş hissediyorlar. Ve şundan emin olun ki, bundan böyle bu iki firmanın yapacağı etkinliklerde kimse erkenden bilet almayacak ve herkes son dakikaya kadar bekleyecek. Belki de artık firmalar bazı etkinliklerde “Bu etkinlik biletleri kesinlikle fırsat sitelerine ya da kampanya indirimlerine dahil edilmeyecektir.” uyarısı eklemek zorunda kalacaklar ama ben buna da inanabileceğimiz zannetmiyorum. Zaten son zamanlarda bilet satamadıkları etkinlikleri “sanatçı rahatsızlığı sebebiyle” iptal eden firmaları da düşününce, hızlı parlayan organizasyon sektörünün hızla daralacağını öngörmek hiç de zor değil.

Tüm bu bilgilerin yanında Bon Jovi konserinden bazı notlar da iletelim:



Son yıllarda Türkiye’ye gelen isimler değerlendirildiğinde (ve kendi deneyimlerimi de ekleyerek) ahkam kesecek kadar konser izlediğimi söyleyebilirim. Bon Jovi, hayatım boyunca izlediğim en iyi konserlerden biri oldu, en akılda kalıcı sahne performanslarından birini izledik.

Jon Bon Jovi zaten muhteşem bir performans sergiledi, Richie Sambora muhteşem bir geri dönüş yaptı ama bence gizli kahraman Tico Torres idi. "Davul çalmak var, davul çalmak var!" diyerek konuyu kapatıyorum.

Enteresan insanlarız vesselam! Aylar önceden konsere bilet alıyorsun, haftalarca üzerinde konuşuluyor fakat sen konserin nerede olduğuna bakmıyorsun… Ya da alışkanlıklarına körü körüne bağlısın… Azımsanmayacak sayıda izleyicinin o gece önce Kuruçeşme Arena’ya gittiğini ve kapıdan döndüğünü, bu sebeple konserin başlangıcında görülen yer yer boşlukların ancak yarım saat sonra tamamen dolabildiğini biliyor muydunuz?

Malum, artık bu tür büyük konserlerde bizim gibi tüm dünyada özel bölümler oluşturuluyor ve aslında konserin en önemli gelir kaynağı olarak o bölümler kullanılıyor. U2 konserindeki Red Zone’un muadili Bon Jovi’deki Diamond Ring idi. Ama onun hemen devamındaki “Sahne Önü” bölümü gerçekten Türk filmi tadındaydı. Konseri izlemek için değil, “parasıyla değil mi kardeşim, bak en öndeyim” zihniyetiyle orada bulunan, sırtını sahneye dönüp sürekli fotoğraf çektiren, iki şarkıda bir dışarı çıkıp üç şarkı sonra gelen ve konser bitmeden önce çıkan insan grubunu anlamak istemiyorum… Eminim aralarında hayatında ilk defa Bon Jovi dinleyenler de vardı, keşke olmasalardı, o coşkuya çomak sokmasalardı…

Diamond Ring demişken, bence konserin en trajikomik yanını Ekşi Sözlük’te "herkimse" nick’li kullanıcı şöyle anlattı: “bon jovi'nin diamond ring'i, diamond ring'teki seyircilere g.tünü dönerek söylediği konser.”J

Jon’un forma giymesi her yerde rastlanan bir durum değil. Formayı Diamond Ring bölümünden biri sahneye attı, Jon da üzerine giydi ve bazı şarkıları o formayla söyledi. İki şeyi ayırmak gerek; bu sayfada da gördüğünüz videoda Jon konserin ikinci şarkısı “You Give Love a Bad Name”de bir ara Richie’ye dönerek “Abi adamlara baksana ya, nasıl da söylüyor! Yok böyle bir şey be, vay anasını!” minvalinde ve şaşkın bakışlarla bir şeyler söylüyor. Biz de zannediyoruz ki, Jon İstanbul seyircisine inanamadı, öylesine etkilendi ki hayatında ilk defa böyle bir seyirciyle karşılaşmış gibi davranıyor! Ama öyle değil işte, o tepki ve mimikler tam anlamıyla şovun bir parçası, aynı tepkiyi aynı şarkının aynı yerinde dünyanın değişik yerlerinde de görme ihtimaliniz var. Ama forma olayı İstanbul’a özel, evet bizim de bir ayrıcalığımız oldu!:)

Konserden sonra çok konuşulan bir atkı mevzuu var. O Galatasaray atkısı da aynen forma gibi Diamond Ring bölümündeki birinden geldi. Jon da jest yaparak onu açtı. Dünyanın her yerinde konser verilen stadyumun ev sahibi takımının taraftarları bunu yapar, sahnedeki şarkıcı da o atkıyı açar ya da gösterir, mevzu kapanır. Yuhalanmanın çok abartı olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki, Jon da tepkiyi görünce yasadışı bir slogana ev sahipliği yapmış gibi tedirgin oldu. Sahneye hızla koşarak gelen ve kulağına durumu fısıldayan sahne görevlisi onu kurtaran isimdi.

Türk Telekom Arena gerçekten muhteşem bir stad olmuş, insan gerçekten etkileniyor. Akustikten ve sesin anlaşılmadığından şikayet eden çok yorum okudum ama açıkçası (belki de bulunduğumuz yerden dolayı) bizim öyle bir rahatsızlığımız olmadı. Saha içinde yiyecek içecek alabilecek doğru düzgün bir alan olmaması, insanlara gizli gizli alkolsüz bira satılmaya çalışılması gibi aksaklıklar vardı maalesef. Sonrasında içki satılamamasının da Türk Telekom Arena için –henüz- içki ruhsatı alınmamış olmasıyla ilgili olduğunu öğrendik.

Eleştirilen konulardan biri de konser sonrasındaki ulaşım sorunuydu. Evet, metro önündeki yığılmayı biz de gördük ve içinde kaldık ama dürüst olmak gerekirse yaklaşık 50.000 kişinin metroya aynı anda hücum etmesine rağmen sistemin iyi çalıştığını düşünüyorum. Zorlanmadan metroya ulaştık ve hızlıca yola çıkabildik. Metro girişindeki turnikeler de yine eleştirilerden en çok nasiplenen ayrıntılar ama o kadar kişiyi aynı anda metronun içine sokup gelen trenlerin dibine tıkıştırmak mı, dışarıdan yavaş bir trafik sağlayarak içeride düzenli bir akış oluşturmak mı derseniz ben de her mantıklı insanın cevabını vereceğim; turnikeler kesinlikle gerekli! Eleştireceğim şu olabilir; mütemadiyen şişmanlıyoruz, neden o turnikeler o kadar küçük? Ben hala metrodaki o küçük (yaş olarak) kızın turnikelerden nasıl geçtiğini anlamaya çalışıyorum.

Keşke insanların “geç kalırsak çıkamayız, hemen kaçalım” diye düşünmedikleri ve kapıya doğru bir güruh halinde erkenden hareketlenerek konserin en güzel yanını berbat etmedikleri bir dünyada yaşasak!

Ve son bir kulis notu; Bon Jovi elemanları konserden ve ilgiden çok memnun kaldıklarını kendi aralarında da konuştular. Onların yorumlarına göre de bir sonraki konseri bu kadar beklemeyeceğimizden emin olabilirsiniz. Orada değildim ama var bir bildiğim. Nokta!

Kişisel son not: In these arms’ı söylemiş olmaları benim için tepe noktasıdır. Merak edenler için konserin setlist’i de aşağıdaki gibidir:

raise your hands
you give love a bad name
born to be my baby
we weren't born to follow
lost highway
it's my life
blaze of glory
in these arms
we got it goin' on
captain crash & the beauty queen from mars
bad medicine (pretty woman)
bed of roses
diamond ring
i'll be there for you
who says you can't go home
i'll sleep when i'm dead
someday i'll be saturday night
have a nice day
keep the faith

when we were beautiful
wanted dead or alive
blood on blood
livin' on a prayer

always