26 Nisan 2010 Pazartesi

Lunapark

“Nerede çok fazla ışıltı, nerede göz kamaştıran parlak ışıklar varsa, orada hasıraltı edilen gizler var demektir...”

Başkentin tam da merkezi sayılabilecek yerlerden birinde, o büyük resmi binalardan birinin terasında akşam güneşi loşluğunda etrafı izlerken, çoktan geçmişte kalan bu cümle canlandı birden hafızasında... Politik görüşlerinin sertliğiyle dikkat çeken arkadaşı, bir 23 Nisan akşamında meclis binasının bahçesinde arka arkaya patlayan havai fişeklere bakarken söylemişti bunları. O yıl ilk defa gösterilere lazer oyunları da eklenmişti ve tam da o sırada bir ay-yıldız çiziliyordu meclisin duvarlarına. Herkes çığlıklar atarken onun dudak kıvırışı ve tam da bastonlu dedelerin “ben sizin yaşınızdayken” diye başlayan cümlelerinde var olan bir mimikle onları süzüşü kimilerinin gözünden kaçmamıştı. Muhtemelen bu yüzden edebi bir cümleyle ve yüksek sesle noktalamak istemişti o net tavrını: “Nerede çok fazla ışıltı, nerede göz kamaştıran parlak ışıklar varsa, orada hasıraltı edilen gizler var demektir... Bugünleri çok arayacaksınız ve sen haklıymışsın diye yanıma geldiğinizde ben de size ne kadar geç kaldığınızı anlatıyor olacağım!...”

O günlerden bugünlere nelerin değiştiğini sorgulamak gibi bir niyeti yoktu... Zaten tam da şimdi tüm bunları hatırlıyor olmasının da tek bir sebebi vardı:
Işıltılı Lunapark ve güneş gibi parlayan dönme dolap!..

Gece olup da hava tamamen karardığında bu kadar güzel görünmüyordu Lunapark ama başkentin serin akşamları ilk sinyallerini göndermeye başlarken ve şehre kelimenin tam anlamıyla gri renk çökerken, bir asi ruh gibi yüceliyordu ışıkları. Çocukluk dönemlerindeki bayramlarda en şık “bayramlık” giysiler giyilip, ilk günün sonuna doğru toplanan tüm harçlıklarla koşa koşa oraya gitmenin başka bir açıklaması olabilir miydi? Ya da tozlu albüm sayfalarında tüm ailenin mutlu olduğu birçok siyah beyaz fotoğrafın Lunaparkın hemen kıyısındaki çay bahçelerinde çekilmiş olmasının?
Gerçekten, daha mı coşkulu kutlanırdı acaba bayramlar o zamanlar? Dini bayramların aileselliği, milli bayramların ulusallığı daha mı sessiz yaşanıyordu artık acaba?

O meşhur Ankara ayazı gecelerinin başlamasının hemen öncesindeki son teras sefalarından birinde bunlar geçiyordu aklından. Işıltılı dönme dolaba artık yeni modern başka oyuncaklar da eşlik ededursun, onun gözünün dönme dolaptan başkasını seçmemesinin, sevmemesinin anlaşılabilir bir sebebi vardı aslında...

İşte tam da böyle serin bir sonbahara akşamında ve dönme dolap onlar en tepedeyken durduğunda başlamıştı herşey... Ankara insana sınırlı ama samimi başlangıçlar sunar zaten. O zamanlar daha da sınırlıydı herşey; günlerce, haftalarca hatta aylarca uzaktan izlediğin platonik aşkından bir buluşma koparır, onunla Kızılay’da buluşur, Yüksel caddesinde bir tur atar, Konur sokaktaki kitapçılara girer, bir uyduruk hamburgercide saatler geçirirdi insanlar. Etrafta öyle çok da süslü dünyalar olmazdı dikkat dağıtacak ve sen bu yüzden sadece yanındaki insanın renklerini keşfetmeye çabalardınn. Şansın yardım ederse gri başkent sokaklarına bir gün bir güneş doğar ve sen de o aydınlıktan aldığın cesaretle atardın adımını... Belki de bu yüzden başka şehirlerinkilere benzemezdi Ankara aşkları ve belki de bu yüzden daha gerçek yaşanırdı.
Ankara’da ilk aşklarıyla hayatını geçirenler oranlansa ne kadar şaşırtıcı bir sonuç çıkacağını tahmin bile edemezsiniz!
Kaçamak buluşmalardan sonra bir Lunapark eğlencesinde dönme dolap en tepeye geldiğinde sert bir darbeyle durmuştu. Belli ki süresi dolup da yerini yeni gelenlere bırakanlar vardı aşağıda. Dört kişilik yerde ikisi de yanyana oturdukları için bir dengesizlik vardı haliyle. Küçük bir sarsıntıda kız bir çığlık attı, o korkuyla elini erkeğin koluna attı, erkek diğer eliyle onun elini tuttu...
Ve zaman durdu...
Üç-beş saniyelik sessizliklerin ölçülemeyecek uzunlukta sürdüğü anlardan biriydi o. Kız erkeğe baktı, erkek kıza baktı. Aylara biriktirilen cümleler aktı gözlerinden birbirlerine ve kısık sesi duyuldu kızın:
“Ne olur beni bırakma!”

Hikayelerde başlangıçların uzun uzun anlatılıp da bitişlerin birkaç satırla geçiştirilmesinin çok mantıklı gerekçeleri vardır, burun kıvırmayın lütfen! Yazan, kahramana yaşatmak zorunda kaldığı hüzünleri çabuk geçmek ister. Okurken en çok onun canı yanacaktır çünkü...
Bir de, hayat başlatırken gösterdiği hüneri devam ettirirken göstermiyor maalesef.
Yaşam yolu öyle ya da böyle Lunapark kahramanlarını bambaşka yollara sürükledi geçen yıllarda. Hüzünlere yeni yaralar eklendi, mutluluklar bitmeyen umutlarla beslendi. Eskiyen zaman biriken yaralarıyla onları yeniden buluşturdu bir sonbahar akşamında.
Şehirler kadar hayatlar da değişiyor zamanla. Artık ilişkiler eskiden olduğu gibi özenli yaşanmıyor, Kızılay’da buluşulup saatlerce sokaklarda yürünemiyor, kitapçılarda vakit geçirilemiyor. Başkentin sessiz sokakları da çoktan yerini görkemli, ışıltılı dünyalara bırakmış durumda. Eskileri yaşayanlara bu şatafat yorucu gelse de onlar da hayata ucundan tutunmaya çabalıyorlar. Loş sokaklara yazılan anıları tazelemek mümkün olamıyor ama aslında herkes biraz da yıllarını çocukluğunun peşinden koşarak geçiriyor. Belki de bu yüzden kendileri bile farkında olmadan artık her geçen gün daha da yoğunlaşan trafikte zar zor ilerleyerek kendilerini başkentin eski merkezine, Gençlik Parkına yönlendiriyorlar. Erkek kocaman girişe uzaktan bakarken gözleri ışıklarla yapılmış Atatürk silüetini arıyor. Gülümsüyor, belki de arkadaşı haklıydı, o günleri nasıl da özlüyor şimdi...

Birbirlerine o kadar yakın ama birbirlerine bu kadar yabancı bir çift onlar artık. Yıllar önce burada birbirlerine verdikleri sözleri ikisi de çiğneyeli ne kadar uzun zaman olmuş. Hava yavaş yavaş kararmaya başlıyor ve onlar uzaktaki dönme dolaba bakıyorlar. İkisinin de yüzlerine mahçup bir gülümseme oturmuş. Erkek gişeye doğru uzanıyor “İki kişi lütfen.” Ne kadar yabancı aslında “kişi”. Oysa onlar hep “bir” olmak istemişlerdi, hayat nasıl da bambaşka yerlere savurdu ikisini bir çırpıda. Şimdi “iki kişi”ler, iki yabancı kişi sanki. Kız hala eskisi gibi, hala korkularını kendine saklıyor. Adımını dönme dolaba atarken ellerinin titrediğini görüyor erkek, gülümsüyor ama belli etmiyor. Dönme dolap yavaşça ilerliyor, duruyor, yeni yolcular alıyor, kısa bir mesafe daha dönüyor, yeni yolcular, biraz daha, yeni yolcular, biraz daha, yeni yolcular, biraz daha derken en tepeye geliyorlar. Başkente karanlık çökmek üzere. Ne kadar da benziyorlar aslında bu şehre; kendi sakin dünyaları içinde ne büyük kavgaları var onların da... O kavgalarını başkalarına anlatmaya hiç niyetleri yok, anlatsalar da kimsenin onları anlayamayacağını biliyorlar.
Son yolcular için dönme dolap bir kısa tur daha dönüyor ve tam da durduğu anda sallanmaya başlıyorlar. Kız korkuyla elini erkeğin koluna atıyor, birbirlerine bakıyorlar ve zaman duruyor... Bir anlık sessizlik ve gözgöze geliyorlar. Bu defa kız yılların yükünü almış ama bambaşka anlam yüklenmiş bir cümle mırıldanıyor:
“Bu defa sana gitme demeyeceğim...”

Kimseye kal demeyen bir şehrin şahitliğinde gözgöze geliyorlar.
Hem zaten, “Kal!” demeyenlere de bir çırpıda elveda diyebiliyor muyuz ki? Bu şehirde yaşıyor olmamızın başka bir açıklaması olabilir mi sözgelimi?

Dönme dolap tam tepede durmuşken, karşıdan ışıkları henüz yanmaya başlayan bir başka silüet görünüyor. Bir şehri güzel yapanın, vazgeçilmez yapanın ışıltılar değil, yaşanmışlıklar olduğunu söylüyor adam Anıtkabir’e doğru bakarken. Bizim gibi yani diye mırıldanıyor kadın... O anda büyüdüklerini anlıyorlar.
Ve anlıyorlar ki, bazı şeyler birbirine gerçekten çok yakışıyor aslında; korku cesarete, hayaller gerçeklere, hayal kırıklığı ümitlere,
ve Ankara tertemiz, yıpranmamış, yaralanmamış, unutulmayacak aşklara...


(Ankara The Best İlkbahar-Yaz 2010 sayısından...)

0 comments:

Yorum Gönder