15 Eylül 2010 Çarşamba

Hayat Ne Tuhaf Aslında, Vapurlar Filan...

Bugün Hrant Dink'in doğum günü... Güzel ülkemde istemdışı kutlanamayan milyonlarca doğum gününden biri daha...
Hrant Dink'in doğrusu yanlışı, karşı taraftakilerin eğrisi doğrusu -bir fotoğraf sözkonusu olduğunda- benim umrumda değil. Beni ilgilendiren, ertesi gün tüm gazetelerde babasının bu fotoğrafını görmek zorunda kalan (belki de kocaman olmuş, ya da aslında o gün büyümüş) bir kız çocuğu. Bir de insanın hayata dair tüm umutlarını yerle bir etme potansiyeliyle yanıbaşımızdan bize sürtünerek geçen insanlar...
Geceyarısı Öyküleri'nden Hrant Dink özelinde, hepimize hitaben...

hayat ne tuhaf, vapurlar filan...

aslında o vapurlarda geçen hayatlar ne tuhaf, hani hiçbirinin hikayesi bir başkasına benzemeyen...
sadece yaşayabilmek için köleler gibi çalışma zorunda kalıyor insan,
sonrasında, çalışıp kazandıkların, kaybettiğin özgürlüğünü satın almaya yetmiyor...
yıllarca dirsek çürütüyor, emek veriyor insan,
ama ne öğrendiklerinle hayata atılabiliyor, ne de kendine bir yer edinebiliyorsun; asıl hayata atıldıktan sonra başlıyorsun öğrenmeye, onca yıl boşa geçmiş oluyor, geri dönülemiyor...

çocukluğundan bu yana herşeyini ama herşeyini biriyle paylaşıyor insan,
sonra öyle değişiyor ki o "herşey", geçmişine, geçmişinize şaşkınlıkla bakarken lanetler yağdırıyorsun kendine, hala ona bir zarar gelmesin derdindesin tüm şaşkınlığına rağmen...

aşık oluyor birdenbire insan, hayatın anlamı değişiyor, herşey "o" oluyor, sen kayboluyorsun hayattan bir süreliğine,
sonra biri bir çimdik atıyor, herşey tarihe kayıyor, bir bakıyorsun yalnızlık her zamanki baş köşede olanca hüznüyle seni bekliyor...

sadece aklından geçenleri söylüyor insan, söylerken de kimseye saygısızlık etmemek için özene bezene seçiyor kelimeleri,
sonra işyerinin önünde kafana sıkılan üç kurşunla öldürülüyorsun,
ve ölen hareketsiz yerde kalırken, öldüren elini kolunu sallayarak yoluna devam ediyor...
üzerine kocaman bir kağıt parçası kapatıyorlar, kağıdın kenarından akan kanların kırmızısı meraklı insan kalabalığının cep telefonu fotoğraflarına bir renk oluyor, sen altı yırtık ayakkabınla hiç kımıldamadan poz vererek tarihe geçiyorsun...

her sabah, geceden biriktirdiği bir umutla çıkıyor insan sokağa,
şansın varsa öğlene kadar ulaşabiliyorsun, öyle ya da böyle zaten kafana vura vura elinden alıyorlar tüm umudunu, tüm inancını, tüm beklentilerini...

ve sen bir sahil kaldırımında boynun bükük yürürken, bir park taburesinde tek başına otururken, gazetede çığlıklarla babasına ağlayan bir genç kızın fotoğrafı, tam karşında sarmaş dolaş yürüyen bir aşık çift,
isyan etmek istiyorsun oturduğun yerden cüce boyunla posunla, sıska, çelimsiz bedeninle, kısık, duyulmayan sesinle,
olmuyor;

hayat ne tuhaf aslında, vapurlar filan...

Geceyarısı Öyküleri ile ilgili beni en çok üzen konu bu yazı ile ilgilidir. Kitapta yer alan yazının üzerindeki "Hrant Dink'e..." notunun atlanması ve benim bunu kitap yayınlanmadan önce fark edememiş olmam... Böylelikle bu eksiği de telafi etmiş olduğumu umuyorum.

0 comments:

Yorum Gönder