17 Ağustos depreminin birkaç gün sonrasıydı. Radyoda hızlı ve
kapsamlı bir kampanya gerçekleştirmiş, vakit kaybetmeksizin toplanan yardımları
götürmüştük.
Bir halı sahanın içine serilmiş battaniyelerden birinin üzerine
kıvrılmış teyzenin yanına gittim, 'Teyzecim, biraz malzeme getirdik, size
dağıtacaklar. Onun dışında bir ihtiyacın var mı?' diye sordum. Önce biraz süzdü
beni, sonra son derece düzgün bir konuşmayla 'Nereden geldin sen' diye sordu.
'Ankara' dedim. 'Taa Ankara'dan mı?' diye yineledi sorusunu şaşkınlıkla. 'Evet'
dedim onun şaşkınlığını ben de takınarak.
Biraz durakladıktan sonra tedirgin bir tonlamayla mırıldandı:
'Kimin vardı burada, kimini kaybettin?...'
O kalabalık halı sahaya kıvrılmış herkesin bir kaybı vardı artık,
utandım biraz ve onunkinden de düşük bir sesle 'Kimse' diyebildim ancak.
Birden doğruldu ve yineledi sorusunu: 'Kimseni kaybetmedin mi,
akraban filan yok mu burada?'
'Yok teyzecim' dedim.
Kendimi yabancı hissetmiştim. Biz yardım malzemelerini indirirken,
anlaşılmaz bir heyecanla bültene koyacağı fotoğrafı çekmeye çalışan
"yetkili"ye duyduğum sebepsiz öfkeyi şimdi o teyzede bana karşı
göreceğimden korkmuştum.
Bir anlık sessizlik oldu, hani şu birkaç saniyeyi geçmeyen ama
saatler gibi gelen türden bir sessizlik, 45 saniyenin içindekilerin her biri
gibi yani... Ayağa kalktı zorlanarak, bana doğru yaklaştı, gözleri dolu dolu ve
sesi titreyerek bir çırpıda söyleyiverdi aklındakileri:
'Demek bizim için geldiniz... Allah razı olsun yavrum, başka
hiçbirşey istemez!...'
Ve sessizlik... Sonsuz sessizlik... Enkaz altında kalmış bir
insanın çaresizliği gibi, sadece gözyaşlarının düşerken çıkardığı minik damla seslerinin
duyulabildiği kocaman sessizlik...
O sözler benim hiç aklımdan çıkmıyor ve beynimdeki yankısının asla
bitmemesi için dualar ediyorum,
o teyzenin sesini hala duyabilen var mı acaba?
(17 Ağustos depreminin simgesi haline gelen üstteki fotoğraf Abdurrahman Antakyalı imzalı...)
0 comments:
Yorum Gönder