Müzik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Müzik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Temmuz 2015 Perşembe

Sezen, O Kadın, Yıllar ve Ümitler...


On yıl önce...
O küçük şehrin tek ana caddesinden ara sokaklardan birine sapıyorum.  Askerim. Haftasonu sadece birkaç saate sığan çarşı izninde önüne bir torba oyuncak koyulmuş çocuk gibiyim, ne yapacağımı bilmez halde oradan oraya koşturuyorum. Sonra kendimi bir internet kafeye atıyorum. Çok başka, çok canlı bir hayat yaşarken kendimi küçücük bir odada günlerimi geçirirken bulmuşum. Onca yıllık radyo deneyimimin karşılığı olarak geceleri kışlanın telefonlarına bakmakla görevlendirilmiş durumdayım! Şikayetçi değilim, o küçük odada tek başıma yaşıyorum geceleri, gündüzleri istirahatteyim. Son derece az insanla birebir bağlantıdayım, bir tür inziva halinde gibiyim. Ki o ortamda da az insanla iletişimde olmaktan başka bir isteğim yok. İşte bu yüzden, elime geçen ilk özgürlük fırsatında kendimi aşina olduğum o gerçek dünyayla buluşturabilecek tek bağlantıma koşuyorum. Arkadaşlarımın neler yaptığını, dünyada neler olduğunu bir çırpıda öğrenme çabasındayım.

On yıl sonra...
O küçük şehrin tek ana caddesinden ara sokaklardan birine sapıyorum. Bir şekilde yolumu bu şehre yeniden düşürebilmeyi başardım. Çok farklı hislerle, çok farklı gözlerle yürüyorum aynı sokaklarda. Sanki onca zaman içinde hiçbir şey değişmemiş gibi. Aynı caddede, aynı mağazaların arasında, aynı sokağa sapıyorum. Herşey hala hatırladığım yerlerde duruyor. Garip hissediyorum, bir bağlayıcılık yok. Yani istersem askerken bize yasak olan sokaklara girebilir, istersem akşam hava karardıktan sonra da insanlarla birlikte çay bahçelerinde zaman geçirebilirim. Evet, internet kafe de hala aynı yerinde duruyor. Önünde duraklıyor, içeriye bir göz atıp gülümsüyorum. Ardından yavaş adımlarla yürümeye devam ediyorum.

On yıl önce...
Sinemalarda Sezen’in şarkılarından yapılmış ‘O Kadın’ yeni oynadı. Şehirde uyduruk bir sinema var sadece. Orada da kimbilir ne zaman girer gösterime. Fragmanını defalarca izledim arka arkaya. Siz yokluktan deyin, ben özlemden diyeyim, delice bir istek var içimde, mutlaka geç olmadan izlemek istiyorum. Birkaç hafta önce kafenin yöneticisinden rica etmiştim ama muhtemelen o şehirde ve o grubun içinde benden başka kimse bu ruh halinde değildir, birkaç haftadır sürekli sallıyor adam. Umutsuzca giriyorum içeri, bir masa seçiyorum kendime ve küçük kapasiteli harici belleği bilgisayara takıp, kafenin filmler klasörünü açıyorum. Filmleri karıştırırken bir anda karşıma çıkıyor: ‘Sezen Aksu – O Kadın!’ Allah’ım, o kadar heyecanlandım ki! Sanki normal hayatımdan bir bölüm kaydedilmiş de, onu izleyip hatırlayacakmışım gibi tarifsiz bir mutluluk oturdu içime.

On yıl sonra...
Kafenin önünden geçiyor ve sonra her çarşı gününde kışlaya dönmeden önceki son durağıma uğruyorum. Günlerce hayaliyle tutuştuğum, lezzetine doyamadığım, bir porsiyon yedikten sonra her seferinde bir de ekmek arasında paket alarak kışlaya götürdüğüm köftecideyim. Çarşı akşamlarında geceyarısından sonra telefon trafiği rahatladığında tadını çıkarta çıkarta, yavaş yavaş, sindire sindire yediğim ve dünyanın en muhteşem lezzetlerini yaptığına inandığım köfteci. Heyecanla bir porsiyon söylüyorum. Ben ki, güzel yemek olduğunda herşeyi bir kenara bırakıp tadını çıkartan bir insanımdır, karşıma çıkan en ortalama lezzetle buluştuğumu farkediyorum. Bir önceki sabah karışık menemeni yerken de benzer şeyler hissetmiştim. Üstüste aynı duyguları yaşayınca parçalar yerine oturmaya başlıyor. Açık ve net; insan yoklukta ve yoksunlukta herşeye ve herkese layığından çok daha fazla anlam yüklüyor. Bunu hep aklımda tutmam gerek, özellikle de birilerini hakkı olandan çok yükseklere koyduğumda bunu hatırlatmalıyım kendime. (Ki, en çok yaptığım pişmanlık sonuçlu davranış biçimidir kendisi!)
Bu hayal kırıklığını pekiştirecek birkaç küçük takviyeden sonra seyahatim bitiyor ve yeniden yaşadığım şehrime, oradaki kadar olmasa da sıkıcılıkla nam salmış sokaklarıma dönüyorum. Tüm işlerimi tamamladıktan ve rutinime döndükten sonra akşam vakti televizyon kanallarını öylesine karıştırırken, herşeyiyle ucuz yaz dizilerinden birinde fonda bir şarkı çalmaya başlayıveriyor bir anda! Sezen’in ‘Biliyorsun’u duyulmaya başlıyor ekrandan. Filmin en can alıcı sahnelerinden birinde kullanılan o şarkı. Tarifsiz bir mutluluk oturdu içime!

On yıl önce...
Kafeden filmi hemen kopyalıyorum. Ufak tefek işlerimi bitirip izin süremin sonunu beklemeden erken bir saatte kendimi kışlaya atıyorum. Köfteciye uğramak, gece için paket almak aklımdan bile geçmiyor! O akşamı bir çorbayla geçiştiriyorum. Gecenin yoğun telefon trafiği bittikten ve saatler de geceyarısıyla uzun uzun vedalaştıktan bir süre sonra heyecanla bilgisayarı açıyor ve filmi izlemeye başlıyorum Öylesine mutluyum ki, her bir şarkıyı ezberleyene kadar dinliyor, her bir sahnesini aklıma kazıyıncaya kadar defalarca izliyorum...

On yıl sonra...
Dizide o şarkıyı gördükten sonra büyük bir heyecanla arşivimi karıştırıyorum, filmi buluyorum. Hemen izlemeye başlıyorum. Belki o ilk izleyişimdeki heyecan yok ama bu defa da her bir sahnesini ezbere bilmenin keyfiyle mırıldanıyorum şarkıları. Eski bir dostla yıllar sonra yeniden buluşup aynı samimiyeti yakalamış gibiyim. Bir yandan gülümsüyor, bir yandan o ilk izleyişimden sonra geçen yıllar içinde yaşamıma dahil olmuş mutluluklarla hüzünler arasında gidip geliyorum. Karmaşık duygular içindeyim.

On yıl önce...
Filmi sonraki gecelerde de defalarca izliyorum. İzledikçe aklıma bir şeyler geliyor, sürekli yeni yazılar yazıyorum. Zaten kitabım için sağda solda darmadağın ve yarım yamalak duran yazıları biraraya getirip yayıncıma hiç beklemediği bir anda göndermem ve basılması da o sürece rastlıyor.

On yıl sonra...
Filmi izlerken içimde farklı bir kıpırtı oluşmaya başlıyor. Yan bakışlarla köşedeki küçük tahtama ilişiyor gözlerim. Bu yıl içinde mutlaka yapmayı planlandığım maddelerden oluşan bir liste var. Listede yazdığım notların ne mutlu ki şimdiden hemen hepsini hayata geçirmişim ama üzerine çizik attığım iki tanesi göz kırpıyor uzaktan. Birinde yaşadığım şehri terk etmek vardı. Nereye olduğunun hiç önemi yoktu ama bu yıl içinde buradan gitmeyi kafama koymuştum. Ta ki, bir gün küçük yeğenimin o tahtayı bulup, notlarıma ek yaptığı bölümü görünceye kadar. Önce tam bir genç kız zerafetiyle onu burada bırakıp gitmemi asla istemediğini yazıyor, sonra da kendi tarzındaki tehditlerle bitiriyordu. O yüzden o maddeyi ‘evi değiştirme’ şeklinde masumca yenilemiştim. Bir diğeri de, bu yıl içinde ikinci kitabımı çıkarmak üzerineydi. Aslında herşey yıllardır hazırdı ama içime sinmediği için, yazdıklarımın o şekilde ortaya çıkmasının bana dönüş şeklinin acı vericiliğini, kalp kırıcılığını hatırladığım için vazgeçmiş ve üzerini çizmiştim. İşin garip tarafı şu ki, ister adına Evrenin mesajı deyin ister Allah’ın gösterdiği yol, ben hayatın işaretlerine açık seçik inanan bir insanım. Ve yaşadığım bu günün de bir işaret olduğuna inanıyorum. Belki de yeniden cesaretimi topluyorum...

On yıl önce...
Bambaşka kılıfların arkasına sığınmak için çok çabalamış olsam da, aslında o süreçte o filmi o kadar çok izlerken aklımda hep onun olduğunu hatırlıyorum. Hep zor, hep imkansız kılıflı, hep normal rutinin çok dışında aşklar yaşayan, hep mücadele isteyen ilişkiler için çok çabalayan biri oluşumla yüzleşiyorum bir kez daha. İkimiz de bunun mümkün olmadığını bilirken, ikimiz de hep bir umutla peşinden sürükleniyoruz o imkansızlığın. Birbirimize cesaret verirken geride durduğumuz, istemezken yan cebimizi açtığımız bir sürece rastlıyor bu filmi defalarca izleyişim. Sahnelerden mesajlar alıyor, şarkılardan hayaller kurup paylaşıyoruz. Bir yere varmayacağını biliyorum ama yine de bir hayal olarak da olsa orada kalmasını istiyorum. Katıksız, hesapsız, gerçek bakışlarla sevilmeyi ne kadar özlediğimi farkediyor, onun onca imkansızlıkta bana aşık oluşuna hayranlıkla kaptırıyorum kendimi. Olmayacağını bilmek bir şeyi değiştirmiyor, gerçek olduğunu gördüğün anda istiyor, imkansızlık ateşlerinin üzerine basarak ayakların yanarken inatla yürümeye niyetleniyorsun. Kaç adımsa kaç adım, ne kadar mesafeyse o kadar mesafe, kaç birim yürek çarpıntısıysa o kadar kalp ağrısı.. Meydan okumaya hazırsın!

On yıl sonra...
Yaşadıklarının ardından güvenini bir parça kaybetmiş, gördüklerinin arkasından yeniden sevebilmeye inancını az biraz yitirmiş ruh halinde olduğum günler birbirinin ardından koşturup ilerlerken, onu görüyorum karşımda. Hayatımın eşsiz işleyiş şekli sayesinde yine bir imkansızlıkla buluşuyor, içimde bir sır perdesi açıyor ve üzerini örtüyorum. Dinginliğini uzaktan izliyor, coşkusunu sıradanlığıma katık yapıyorum sessizce. Sonra yaşam bir başka yol çıkartıyor, sükunetim yerini maskeli cümlelere bırakıyor. Klişelerime takla attırıyor, keskin doğrularımı yanlış bildiklerimle dipdibe buluşturuyor, kafamı karıştırıp dikkatimi dağıtarak karambolde ona doğru adımlar atıyorum. Zaman mı çok değiştirmiş beni, yoksa esasında hep böyle miydim bilmez şekilde onu çözmeye çalışıyor, bana yaklaşıp yaklaşmadığını, birlikte yürümek isteyip istemediğini, benim olmaya ve onun olmama niyetli olup olmadığını anlamaya çabalıyorum. Ezberim tersdüz, insan sarrafı yeteneğim diplerde, anlayamıyorum. Geçen zaman içinde ruh halim bir noktada tıkanmış; ilgi duyduğum, kalbimin atışlarını hızlandıran o güzelliklerin beni bir çırpıda dost kategorisine koymalarından sıkılmışım, kimi zamanlar şark kurnazlığıyla yan cepte stepne gibi bekletilmeye çalışılmaktan daralmışım. Belli edesim, konuşasım geliyor ama insanevladının değişmekbilmez takıntıları varmış, öğreniyorum. Olmuyor, olamıyor. Ve ben Sezen şarkıları fonda, onu düşünürken ondan uzaklaşıyorum. Bilmek bir şeyi değiştirmiyor belki, evet biliyorum, ama senin sana yaptığını kimse sana yapmıyor aslında! Kendime kızıp, kendime küsüp yürüyorum aksak adımlarla.

On yıl önce...
İmkansız bir aşkın peşindeyim, mucizelere hiç bu kadar inanmadığımı düşünüyorum. Ama zaman eskitiyor hepimizi ve biz bir yere varamıyoruz...

On yıl sonra...
İmkansız bir aşkın peşindeyim, mucizelere hiç bu kadar inanmadığımı düşünüyorum.
Zaman eskitecek ikimizi ve biz bir yere varamayacağız belki, çok da umrumda değil. Gözbebeklerinin tam içine bakıyorum bazen, onu ne kadar sevebileceğimi haykırıyorum bakışlarımla. Anlamıyor. Anlıyorsa da işine gelmiyor. Ya da korkuyor, bilmiyorum. Belki de beni bir kenarda istediği gibi ve istediği kadar bekletebileceğini zannedenler kervanına katılıyor, kimbilir. Yaptığını zannediyor. Olduğunu düşünüyor. Oysa ben onu da tüm diğer zan insanları gibi kendi zindanlarıma kapatıyorum. O kilitlerin anahtarlarını da eline veriyorum ama içim rahat, nasıl olsa açmaya çalışmayacak, biliyorum. Peki ya onun adına konuşarak, düşünerek, karar vererek hataların en büyüğünü bizzat kendim yapıyorsam? O da bir ihtimal tabii, zevzek ihtimallerin en popüleri. Kimin kime ne zaman ve ne şekilde kaç adım yaklaştığını ya da kaç adım kaçtığını ne zaman ve nasıl anlayabiliyoruz acaba? 

On yıl önce, on yıl sonra....
Yıllar geçerken bazı hisler hep aynı kalıyor ve bu hisleri bazen en iyi Sezen tanımlıyor:
‘O sevgiler ki yoktular, onlar ümitlerimizdi...’

Bu yazının ardından Sezen Aksu - Unut dinlemenizi öneririm.
Bir de, lafın gelişi on yıl...

2 Aralık 2011 Cuma

Benim Dengemi Bozmayınız...

(Yazmaya -boyunun kısalığı uzunluğu bilinmez- bir süre ara verirken...)

“Tel cambazının tel üstünde durumunu anlatır şiirdir.” - Turgut Uyar

sizin alınız al, inandım
morunuz mor, inandım
tanrınız büyük, amenna
şiiriniz adamakıllı şiir
dumanı da caba
ama sizin adınız ne
benim dengemi bozmayınız...

bütün ağaçlarla uyuşmuşum
kalabalık ha olmuş ha olmamış
sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum
ama ağaçlar şöyleymiş
ama sokaklar böyleymiş
ama sizin adınız ne
benim dengemi bozmayınız...

aşkım da değişebilir gerçeklerim de
pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı
yan gelmişim diz boyu sulara
hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
hiçbirinizle dövüşemem
siz ne derseniz deyiniz
benim bir gizli bildiğim var

sizin alınız al, inandım
sizin morunuz mor, inandım
ben tam dünyaya göre
ben tam kendime göre
ama sizin adınız ne
benim dengemi bozmayınız...

26 Ekim 2011 Çarşamba

Sıcak Acı...

(Bu yazının Tanju Okan - Kadınım eşliğinde ya da sonrasında okunması önerilir.)
yıllar öncesiydi...

“şimdi çok sıcak olduğu için hissetmiyorsun” demişti beden eğitimi öğretmenim.
kimsenin oraya kadar atlayamayacağını düşündüğü için o son bölüme de kum ekleme gereği hissetmemişti belli ki.
oysa beni hırslandıran işte bu genel tavrıydı zaten onun. her şeye ve herkese köşeli sınırlar çizmeyi çok seven öğretmenim, bana hayallerin ve isteklerin sınırının olmayacağını, olamayacağını öğretiyordu farkında olmadan.
belki biraz ağır olmuştu bedeli ama, “sen boşuna zorlama kendini, kapasiten belli” demesinin cevabını vermiştim ona, kumsuz bölgeye atlayarak..
ve ayağımı kırarak!
aman ne cevap...

evet, ona kızmıştım aslında; ama yine o öğretiyordu bana henüz sıcakken hissedilmediğini acıların.

bir de senden öğrendim yıllar sonra...

* * *
ayrıldığında bu kadar koymamıştı galiba.

evin içinde dolaştım, durduğun yerlerde durdum, baktığın yerlerden baktım, yattığın yerleri süzdüm yan gözlerle. seni izledim bol bol sanki buradaymışsın gibi, sanki berabermişiz gibi. ne yalan söyleyeyim, özledim, evet hem de çok özledim. acımı yüceltti özlemim.

her şey çok tazeydi hala, kokun hala çok sıcaktı; fazla uzaklaşmış olamazdın, olmamalıydın. ya da etimden bir parça çekiyordun tırnaklarınla giderken, ben de geliyordum mecburen seninle. tanıdığım, bildiğim, öğrendiğim her şeyi bırakıp geride, sürükleniyordum seninle gittiğin yere; sadece yalnızlığım elimde, bir de acılarla beslenmeyi öğrettiğim yarım adam, derin izler tenimde.

kaçmak istedim senden, kalmak istedim senin olmadığın yerde; çok şey değil, sadece yaşamak için, sadece nefes almak için. ama olmadı; ne kaçabildim senden, ne kalabildim sensiz.

emin değildim aslında ama herşey bıraktığın yerdeydi galiba hala;

son bozukluklarımızı toparlayarak aldığımız terliklerin kapının yanında, en özel günümüz için beklettiğimiz fotoğrafsız çerçeveler başucumda, babandan gizlice kaçırdığın pijamalar yastığımın kenarında, yakmaya bir türlü kıyamadığımız kokulu mumlar camın hemen köşesinde, bilmem kaç kez ayıla bayıla izlediğimiz filmin afişi duvarın bize bakan çıplak yüzünde,
ve kendisini çırılçıplak, yapayalnız hisseden ben hayat çizgisinin tam ortasındaki kesik noktada, yani tam da bıraktığın yerde... o kesikten düşmek üzereyim aslında.
tam da oradaki boşlukta mı bıraktın beni, yoksa beni bıraktığın her yer zaten o boşluk mu olacaktı acaba?
her neyse, boşver...

söylesene, daha ne kadar tutabilirim herşeyi tam da bıraktığın yerde?
ama artık bir yerlerden başlamam gerek.
aslına bakarsan, sen olmadan kendince varolmaya çalışacak ilk adım beni nereye götürecek, götürebilecek bilmiyorum. giderken beni de götürdün ne de olsa. "giden yarım"ın ardından su dökerken gözlerimle adet yerini bulsun diye, "kalan yarım"ı da ben uğurlamalıyım aslında hiç gitmemesi gereken yerlere...

peki, o şarkıdan başlasam mesela, tam da bıraktığın yerden “kadınım” desem tüm gücümle. bağırsam avazım çıktığı kadar; ama bir sen duysan bir de ben sadece. tam da buradan başlasam anlatmaya.
başlasam, ve bitsem; ben bitince sen artık tamamen gitsen…
evet, artık gitsen.

* * *
yıllar öncesiydi...
“şimdi çok sıcak olduğu için hissetmiyorsun” demişti beden eğitimi öğretmenim.
evet, ona kızmıştım aslında; ama yine o öğretmişti bana henüz sıcakken hissedilmediğini acıların.

bir de senden öğrendim yıllar sonra...

(Geceyarısı Öyküleri'nden...)

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Bon Jovi, Elton John ve Kendini Baltalayan Organizasyon Sektörü!

Türkiye’de insanlar uzun yıllar boyunca “kasetlerini ve CD’lerini” dinlediği yıldızların konserlerini izleme hayaliyle yaşadı. Bu hayal 90’lı yıllarla birlikte gerçek olmaya, 2000’li yıllarda ise karşımıza seçenekler sunmaya başladı. Şimdilerde “bu akşam çok yorgunum, gitmeyeceğim konsere” cümlesini kuranların arkasına sığındığı çok seçenek olması ya da o ismin yeniden Türkiye’ye gelme ihtimali hepimizi balık hafızalı şımarıklar yapmış durumda, bunu inkar edemeyiz. Ancak, organizasyon firmalarının zorlu yollardan geçerek oluşturdukları bu büyük imkanı yine organizasyon firmaları altüst etmek üzereler.
Bu yazının ana fikri konser biletleri satışlarında yeni trend haline gelen fırsat siteleri kullanımı. Sadece Bon Jovi konseri izlenimlerine göz atmak isteyenler araları atlayarak doğrudan yazının sonuna gidebilirler.

Geçtiğimiz haftalarda izlediğim iki konserden bahsedeceğim.

Elton John
Tarih: 6 Temmuz 2011
Yer: Ankara Spor Salonu (Hani şu ismine bir türlü karar verilemeyen, hala birçoğumuzun Ankara Arena’dan başlayarak değişik isimlerle tarif ettiğimiz mekan…)

Biz Ankara’da yaşayanlar bundan hep şikayet ediyoruz ama büyük organizasyon firmalarının yetkili isimleri –maalesef yaşayarak ve görerek- Ankara’ya uluslararası yıldızları getirmenin zorluğunu fark etmiş durumdalar. En popüler dönemlerinde Kosheen, Rasmus, Danny Vera gibi isimlerin Ankara’da sadece onlarca (evet, onlarca) kişiye konser verdiğini bizzat gördüğümü hatırlıyorum. Bazı zorlukları sıralayabilirsiniz; memur kenti olarak akşamları dışarı çıkmama alışkanlığı, gelir ortalamasının İstanbul’a göre düşük olması, protokol davetiyelerinin salonun en çok gelir getirecek bölümlerini kaplayacak sayıya ulaşması (ve davetiye talep edenlerin gelmemesi!)…
İşte bu sebeplerden yola çıkarak, Elton John İstanbul konserine Vokaliz Organizasyon’un Ankara’yı eklemesine gerçekten şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Ankara’yı tanıyan ve organizasyon sektörüne bir parça hakim her insan gibi ben de salonu doldurmalarının ve para kazanmalarının mümkün olmayacağını hemen anladım, eminim onlar da biliyorlardı. Ama “show business” sektörü böyledir işte, içinizde hep bir “ya olursa” heyecanı yaşar. Vokaliz de muhtemelen bu yüzden bu işe girdi, bu onların yaklaşımı ve kararıdır saygı duymalıyız. Biletler beklenildiği üzere yeterince ilgi görmedi ve bunun üzerine önce devreye fırsat siteleri sokuldu, bilet fiyatlarında kayda değer bir indirim sunuldu. Ardından "konsere yoğun ilgi var" imajı pekiştirilmek için “Saha içi biletleri tükenmiştir!” taktiği denendi. Bunun mümkün olmayacağını tahmin ettiğimiz gibi, konser günü durumu net bir şekilde sahanın boşluğundan da görebildik. (Burada amaç kararsız kalanların diğer kategorilere yüklenmesinin sağlanmasıydı, olmadı.) Bu da yetmedi, son birkaç gün içinde bu defa salonun yeterince dolmama riski ortaya çıkınca çok sayıda firma ve kişiye davetiyeler gönderilmeye başlandı. Gördüklerimizin, duyduklarımızın yanında, forumlarda davetiyelerin uçuştuğunu şaşkınlıkla izledik. Peki hiç düşündünüz mü, acaba ilk günlerde biletini satın alanlar bu olayları nasıl izlediler? Ya da bir daha böyle bir konser olduğunda hemen bilet alırlar mı, yoksa son günü mü beklerler? Bunu özellikle vurguluyorum çünkü organizasyon firmaları için ön satış (erken satış) son derece önemlidir. Hem etkinliğe olan ilgiyi analiz ederler hem de gelen sanatçılara yapılacak ön ödemeler için bir kapital oluştururlar. Sadece konser esnasında ve öncesinde birçok insanın aralarında bu konuyu konuştuklarına şahit oldum. Zaten yeterince zor olan "Ankara’da büyük konser izleyebilme" ihtimalimiz artık iyice azalmış oldu.
Ankara konserleri ile ilgili önemli bir ayrıntıyı da belirtmek gerek. Ankara’da büyük konserlerin düzenlendiği Anadolu Gösteri Merkezi’nde zamanla herkesin fark ettiği bir aksaklık söz konusu. Bilet satışlarında çeşitli fiyat kategorileri sunuluyor. Ama siz en ucuz kategoriden bilet alsanız bile konserin başlamasından hemen önce önlerdeki boşluklara rahatça geçebiliyorsunuz, kimse size ne yaptığınızı sormadığı gibi biletinize de bakmıyorlar. Aynı problemin Ankara Spor Salonu’nda yaşandığını Basketbol Şampiyonası sırasında görmüştük, Elton John konserinde de aynen devam ettiğiniz tespit ettik. Bu şartlarda kimseye erken ve yüksek kategoride bilet aldırmazsınız!

Bon Jovi
Tarih: 8 Temmuz 2011
Yer: İstanbul Türk Telekom Arena

Bon Jovi, aradan geçen 18 yılın da verdiği özlemle önemli bir kitle tarafından heyecanla beklenen bir isimdi. Bu yüzden çok kişi biletler satışa çıkar çıkmaz işlemlerini tamamladı ve aylar sonra gerçekleşecek olan konseri beklemeye başladı. Diamond Ring denen en ön bölümün biletleri hemen, Saha İçi ise konsere kısa bir süre kala tükendi. Burada hakkını teslim etmekte fayda var, Elton John’daki durumun aksine konserde saha içi bölümü gerçekten doluydu. Ancak konsere kısa bir süre kala Bon Jovi de fırsat sitelerinde boy göstermeye başladı. Sahne önü biletleri %50 indirimle satışa sunuldu. Oysa sahne önünün orijinal fiyatı olan 400 TL’yi çok yüksek bulduğu için 90 TL'ye saha içi bileti alan birçok kişi, fiyat 200 TL’ye indiğinde sahne önünü tercih edebilirdi. Ancak bilet satış firmasının satın alınan biletleri değiştirmek ya da iade almak gibi bir yaklaşımı asla kabul etmediğini ve etmeyeceğini artık herkes biliyor. Aradan geçen çok kısa süre sonra satış sayfasında birtakım tanıtımlar dönmeye başladı: “...... Bankası kredi kartlarına Bon Jovi biletleri yüzde ... indirimli!” Erken bilet alanların hepsi yaşadıkları durumdan pişman oldular, beklentilerinin tadı kaçtı.

Bu iki örneği genelleyebilirsiniz, zira son zamanlarda birçok konser için fırsat sitelerinin kullanıldığını görmeye başlıyoruz. Net bir şekilde ifade ediyorum; bu durum, Türkiye’de zaten ağır aksak yürüyen organizasyon sektörünün tam anlamıyla kendi kendini baltalamasıdır. Bu fırsatlardan haberdar olmadan önce erkenden biletlerini alanlar en hafif deyimle kendilerini aptal yerine koyulmuş hissediyorlar. Ve şundan emin olun ki, bundan böyle bu iki firmanın yapacağı etkinliklerde kimse erkenden bilet almayacak ve herkes son dakikaya kadar bekleyecek. Belki de artık firmalar bazı etkinliklerde “Bu etkinlik biletleri kesinlikle fırsat sitelerine ya da kampanya indirimlerine dahil edilmeyecektir.” uyarısı eklemek zorunda kalacaklar ama ben buna da inanabileceğimiz zannetmiyorum. Zaten son zamanlarda bilet satamadıkları etkinlikleri “sanatçı rahatsızlığı sebebiyle” iptal eden firmaları da düşününce, hızlı parlayan organizasyon sektörünün hızla daralacağını öngörmek hiç de zor değil.

Tüm bu bilgilerin yanında Bon Jovi konserinden bazı notlar da iletelim:



Son yıllarda Türkiye’ye gelen isimler değerlendirildiğinde (ve kendi deneyimlerimi de ekleyerek) ahkam kesecek kadar konser izlediğimi söyleyebilirim. Bon Jovi, hayatım boyunca izlediğim en iyi konserlerden biri oldu, en akılda kalıcı sahne performanslarından birini izledik.

Jon Bon Jovi zaten muhteşem bir performans sergiledi, Richie Sambora muhteşem bir geri dönüş yaptı ama bence gizli kahraman Tico Torres idi. "Davul çalmak var, davul çalmak var!" diyerek konuyu kapatıyorum.

Enteresan insanlarız vesselam! Aylar önceden konsere bilet alıyorsun, haftalarca üzerinde konuşuluyor fakat sen konserin nerede olduğuna bakmıyorsun… Ya da alışkanlıklarına körü körüne bağlısın… Azımsanmayacak sayıda izleyicinin o gece önce Kuruçeşme Arena’ya gittiğini ve kapıdan döndüğünü, bu sebeple konserin başlangıcında görülen yer yer boşlukların ancak yarım saat sonra tamamen dolabildiğini biliyor muydunuz?

Malum, artık bu tür büyük konserlerde bizim gibi tüm dünyada özel bölümler oluşturuluyor ve aslında konserin en önemli gelir kaynağı olarak o bölümler kullanılıyor. U2 konserindeki Red Zone’un muadili Bon Jovi’deki Diamond Ring idi. Ama onun hemen devamındaki “Sahne Önü” bölümü gerçekten Türk filmi tadındaydı. Konseri izlemek için değil, “parasıyla değil mi kardeşim, bak en öndeyim” zihniyetiyle orada bulunan, sırtını sahneye dönüp sürekli fotoğraf çektiren, iki şarkıda bir dışarı çıkıp üç şarkı sonra gelen ve konser bitmeden önce çıkan insan grubunu anlamak istemiyorum… Eminim aralarında hayatında ilk defa Bon Jovi dinleyenler de vardı, keşke olmasalardı, o coşkuya çomak sokmasalardı…

Diamond Ring demişken, bence konserin en trajikomik yanını Ekşi Sözlük’te "herkimse" nick’li kullanıcı şöyle anlattı: “bon jovi'nin diamond ring'i, diamond ring'teki seyircilere g.tünü dönerek söylediği konser.”J

Jon’un forma giymesi her yerde rastlanan bir durum değil. Formayı Diamond Ring bölümünden biri sahneye attı, Jon da üzerine giydi ve bazı şarkıları o formayla söyledi. İki şeyi ayırmak gerek; bu sayfada da gördüğünüz videoda Jon konserin ikinci şarkısı “You Give Love a Bad Name”de bir ara Richie’ye dönerek “Abi adamlara baksana ya, nasıl da söylüyor! Yok böyle bir şey be, vay anasını!” minvalinde ve şaşkın bakışlarla bir şeyler söylüyor. Biz de zannediyoruz ki, Jon İstanbul seyircisine inanamadı, öylesine etkilendi ki hayatında ilk defa böyle bir seyirciyle karşılaşmış gibi davranıyor! Ama öyle değil işte, o tepki ve mimikler tam anlamıyla şovun bir parçası, aynı tepkiyi aynı şarkının aynı yerinde dünyanın değişik yerlerinde de görme ihtimaliniz var. Ama forma olayı İstanbul’a özel, evet bizim de bir ayrıcalığımız oldu!:)

Konserden sonra çok konuşulan bir atkı mevzuu var. O Galatasaray atkısı da aynen forma gibi Diamond Ring bölümündeki birinden geldi. Jon da jest yaparak onu açtı. Dünyanın her yerinde konser verilen stadyumun ev sahibi takımının taraftarları bunu yapar, sahnedeki şarkıcı da o atkıyı açar ya da gösterir, mevzu kapanır. Yuhalanmanın çok abartı olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki, Jon da tepkiyi görünce yasadışı bir slogana ev sahipliği yapmış gibi tedirgin oldu. Sahneye hızla koşarak gelen ve kulağına durumu fısıldayan sahne görevlisi onu kurtaran isimdi.

Türk Telekom Arena gerçekten muhteşem bir stad olmuş, insan gerçekten etkileniyor. Akustikten ve sesin anlaşılmadığından şikayet eden çok yorum okudum ama açıkçası (belki de bulunduğumuz yerden dolayı) bizim öyle bir rahatsızlığımız olmadı. Saha içinde yiyecek içecek alabilecek doğru düzgün bir alan olmaması, insanlara gizli gizli alkolsüz bira satılmaya çalışılması gibi aksaklıklar vardı maalesef. Sonrasında içki satılamamasının da Türk Telekom Arena için –henüz- içki ruhsatı alınmamış olmasıyla ilgili olduğunu öğrendik.

Eleştirilen konulardan biri de konser sonrasındaki ulaşım sorunuydu. Evet, metro önündeki yığılmayı biz de gördük ve içinde kaldık ama dürüst olmak gerekirse yaklaşık 50.000 kişinin metroya aynı anda hücum etmesine rağmen sistemin iyi çalıştığını düşünüyorum. Zorlanmadan metroya ulaştık ve hızlıca yola çıkabildik. Metro girişindeki turnikeler de yine eleştirilerden en çok nasiplenen ayrıntılar ama o kadar kişiyi aynı anda metronun içine sokup gelen trenlerin dibine tıkıştırmak mı, dışarıdan yavaş bir trafik sağlayarak içeride düzenli bir akış oluşturmak mı derseniz ben de her mantıklı insanın cevabını vereceğim; turnikeler kesinlikle gerekli! Eleştireceğim şu olabilir; mütemadiyen şişmanlıyoruz, neden o turnikeler o kadar küçük? Ben hala metrodaki o küçük (yaş olarak) kızın turnikelerden nasıl geçtiğini anlamaya çalışıyorum.

Keşke insanların “geç kalırsak çıkamayız, hemen kaçalım” diye düşünmedikleri ve kapıya doğru bir güruh halinde erkenden hareketlenerek konserin en güzel yanını berbat etmedikleri bir dünyada yaşasak!

Ve son bir kulis notu; Bon Jovi elemanları konserden ve ilgiden çok memnun kaldıklarını kendi aralarında da konuştular. Onların yorumlarına göre de bir sonraki konseri bu kadar beklemeyeceğimizden emin olabilirsiniz. Orada değildim ama var bir bildiğim. Nokta!

Kişisel son not: In these arms’ı söylemiş olmaları benim için tepe noktasıdır. Merak edenler için konserin setlist’i de aşağıdaki gibidir:

raise your hands
you give love a bad name
born to be my baby
we weren't born to follow
lost highway
it's my life
blaze of glory
in these arms
we got it goin' on
captain crash & the beauty queen from mars
bad medicine (pretty woman)
bed of roses
diamond ring
i'll be there for you
who says you can't go home
i'll sleep when i'm dead
someday i'll be saturday night
have a nice day
keep the faith

when we were beautiful
wanted dead or alive
blood on blood
livin' on a prayer

always

27 Mayıs 2011 Cuma

Bir Roxette Gecesi

 Şimdi biraz uzaklaşmış gibi görünsem de hayatının önemli bir dönemini müziğe adamış insanlardan biriyim ben. Hala içimde barınmaya devam eden bu şımarık çocuğun etkisiyle, İstanbul’da yaşamayan biri için kayda değer bir “konser izleme” geçmişim olduğunu düşünüyorum artık. Bizzat organizasyonunda bulunduklarımı da eklersek arsızca ahkam kesebileceğime karar verdim birden. Evet, aniden oldu. Muhtemelen bunda şarkılarını dinlerken ve yayında çalarken hayalini kurmaktan bile ötede durduğumuz Roxette elemanlarına “ellerimi uzatsam dokunabileceğim kadar yakın” olmanın şaşkınlığıyla yazmak istedim. Bu defa The Cranberries gibi bir “konser özelinde genel” değil, notlardan oluşan bir Roxette değerlendirmesi olsun.

Roxette, 25 Mayıs 2011 Maçka Küçükçiftlik Park

  •         En başta şunu söylemem gerek: Birçok konserde girişte yaşanan izdihama, aksaklık, problemlere Unilife etkinliklerinde rastlanmıyor. Çünkü her konserde Biletix görevlileri dışında Unilife’tan en az 2-3 üst düzey yetkili ismi bizzat kapıda girişlerle ilgilenirken görüyorum. Bu da problem yaşanmamasını, olası aksaklıkların da hemen çözümlenmesini sağlıyor. Bu konuda ekibe gönülden tebrikler! (Unilife ile ilgili geniş bir yazı başka bir başlık konusu.)
  •        Konserle ilgili ilk izlenimim; Marie muhtemelen hala hastalığının etkisinde. Belki de doktorlarından net bir “asla ama asla kendini yormayacaksın!” almış olabilir. Zira, bazı anlarda kendini tam kaptıracakken yeniden kontrol etmeye çabaladığını ve birden sakinleştiğini izledik. Per ise aksine oldukça tempoluydu ve geceden keyif aldıkları belliydi.
  •          Grup elemanları genel anlamda bu turneden çok keyif alıyorlar, bu her hallerinden belli. Bana tek ilginç gelen, müsamere çocuğu heyecanıyla sürekli bir yerlere zıplayan vokalist idi. Ama o “şımarık” görüntüsünün ardında çok iyi bir ses olduğunu “back vokal” yaptığı özellikle bazı şarkılarda çok net anlayabildik. (Grubun diğer elemanlarının isimlerini hatırlayamadığımı itiraf etmeliyim.)
  •          Ekşi Sözlük’teki deckard isimli yazarın deyimiyle “ilhan irem kılıklı gitarist” gecenin yıldızıydı. Arada “yakalarsam muck muck” bile çaldı, o derece! Enerjisi ve yeteneği gerçekten izlemeye değerdi.
  •          Per, grup üyelerini tanıtırken “basçı”ya gelince, muzip bir ifadeyle onun hepsinden farklı olarak günü alışverişle geçirdiğini söyledi. Aldığı cevap ise tam İstanbul’u anlatıyordu: “Alışveriş yapamadım ki! Bütün vaktim takside geçti, trafikle uğraştık durduk.”
  •          Üzülerek anladım ki Maçka Küçükçiftlik Park konser için çok da uygun bir mekan değil. Daha önce çeşitli mecralarda rastladığım yorumların doğru olduğunu anladım: eğim var her şeyden önce, gerçekten bir süre sonra boynunuz ağrımaya başlıyor.  Ama gerçekten çok görkemli bir sahne kurulduğunu söylemeden geçmeyelim.
  •          Artık bunları aştığımızı biliyorum ama ben hala bu tür konserlerde bir yandan da “acaba bizi nasıl bulacaklar” gözüyle bakıyorum. Per’in bir ara klasik “eğleniyor musunuz?” sorusunun ardından gerçek bir gülümsemeyle “evet, buradan da öyle görünüyor” demesi ilginçti. Özellikle It must have been love, Fading like a flower, Things will never be the same, Joyride gibi şarkılarda seyircinin katılımı gerçekten çok görkemliydi.
  •          Bir de Aydilge’ye değinmek gerek. Ben Aydilge’yi ilk defa “ikimizin de sahnede olduğu” bir organizasyonda tanımış ve ardından onu takip etmeye başlamıştım. Aydilge sahneye gerçekten çok yakışıyor ve sürekli mesafe katettiği açıkça görülebiliyor. Şarkılarını kesinlikle eleştirmeyeceğim ama açıkçası İngilizce şarkı söylemek ona daha çok yakışıyor. Yapıyorsa bilmiyorum, ama bence sık sık cover konseptli konserler de düzenlemeli.
  •          Konserlerde Diamond Ring, Red Zone gibi sahne önünde sınırlı kapasiteli özel alanlar ayrılmasını anlayabiliyorum. Ancak bu tür konserlerde “locavari” yerleri kabullenmekte zorlandığımı itiraf etmeliyim. Evet, kimi insanların kalabalıktan soyut kalma kaygısının haklı gerekçelerini anlayabilirim ama sırf bunun için kenarda bir platformdan elinde içkiyle konser izlemeyi garip buluyorum. Gelmeli, kalabalığa karışmalı ve gerçekten orada olmanın keyfini çıkarmalısınız.
  •          Konserden önce bir arkadaşım İstanbul üzerine şöyle bir mesaj göndermişti: “Artık İstanbul’da çok fazla kalabalık ve fazla kabalık var.” Söylediğinin doğruluğunu bazı eklemelerle test ettim. Sadece İstanbul’da değil, Türkiye genelinde sonradan çok para kazanmaya başlayan, bunu değişik etkinliklere en yüksek fiyat grubundan bilet alıp katılarak kanıtlayan bir grup var. Konserde bir çiftin herkesi iterek en öne doğru (kelimenin tam anlamıyla) “bodoslama” gelişini hepimiz şaşkınlıkla izledik. Daha ilginç olan, “ne var ki” şeklinde herkesi tehditkar bakışlarla süzmesiydi. Hiçbir şey olmamış gibi konseri izlemeye devam ettiler demek isterdim ama onu da yapmadılar. Sürekli olarak birilerini, itip kendilerine yer açarak fotoğraf çekmekle meşgul oldular. Bunu bu kadar uzun anlatmamın sebebi artık bu örneklerden çok konserde bolca görmemiz. Her şeye rağmen sabırlı olmak durumundasınız çünkü medeni bir tartışma yaşayamayacağınız bir insanla kuracağınız diyalogda her durumda kaybeden siz olursunuz…
  •          Bir klasik; konserde sürekli çekim yapanlar… Düzeltyelim; “cep telefonlarına ne olduğu anlaşılamayacak kadar kötü bir görüntü kalitesiyle (ve bir daha hiç izlemeyecekleri) görüntüleri kaydetmek için uğraşmaktan konseri izlemeye vakit bulamayanlar”! Birkaç fotoğraf çekmeyi, sizin için çok özel olan bir şarkıyı kaydetmeyi anlarım ama her şeyi çekmek, çekerken kendisi başta olmak üzere herkesin konser zevkinin tadını kaçırmak… Siz o sırada makinenin düşük çözünürlüğüyle meşgulken, orada tarihi bir an kayboluyor farkında mısınız?
  •          Ve, gelemeyen ya da yeniden hatırlamak isteyenler için işte bu konserin setlist’i: (Setlist, Ekşi Sözlük yazarı albatros'tan alındı.)

dressed for success
sleeping in my car
the big love
wish i could fly
only when i dream
she's got nothing on (but the radio)
perfect day
things will never be the same
it must have been love
opportunity nox
7twenty7
fading like a flower (every time you leave)
silver blue
how do you do!
dangerous
joyride

encore1:
watercolours in the rain
spending my time
the look

encore2:
listen to your heart
church of your heart

Ve son not; bazı isimler, bazı şarkılar asla eskimiyor. Bu farkındalıkla bizi yıllar sonra hala aynı heyecanla peşlerine takıp sürüklemeye devam ediyorlar:
“Come on join the joyride!...”



(Fotoğraflar Unilife'tan. Joyride video 2009 yılından.)

19 Mayıs 2011 Perşembe

Üzümlü Kek ve İncir Reçeli


“Sen bir şey söylemeden gidersin… Öyle bir şey söylemeden gidersin ki, üstüne milyonlarca şey söylenir…”

Hep susarak giden oldum ben. Susunca suçlanmak adettendir. Hep suçlanarak giden oldum ben.
İç cümlelerim çok şey söyledi giderken, ben hep sustum cümlelerim biterken.
Birine açık olmuştum, birine dostum demiştim, birine tüm amaçlarımı yüklemiştim, birini hayatımın anlamıyla süslemiştim. Ama hepsinde de sustum giderken. Ne ağır bir yükle gittiğimi bilmedi kimse. Ne çok şey anlatmak istiyordum aslında ve ne çok yarım cümlelerle geçti hayatım. Hevesle başlanan cümlelerin, yarıda soluksuz kalmasının ne olduğunu bilir misiniz? Nefes darlığım var benim, yükseklerde daha da artıyor. Yani, ne zaman birini yükseklere koymaya niyetlensem, soluğum kesilmeye başlıyor. Uyandığımda çoktan dibe indiğimi görüyorum. Hem zaten yere indiğinde nefes almaya başlayabiliyorsun yeniden. Ne ilginç, oysa aşkı en tepeye koyup, “aşıkken nefes alır insan” diyordum eskiden. Deneyim, bildiğini zannettiğin doğruların yanlışla sevişmesini keşfetmekmiş meğer. Bildiğin ihanet yani; uğruna her şeyini verdiğin doğru, seni hep mücadele ettiğin yanlışla aldatıyor… Sonra dengeler bozuluyor, üzerine yapıştırılmış pis yaftaların koyu kahramanlarının hayatına bıraktığı izlerle sürüklenmeye başlıyorsun. Bildiğin sürüklenmek, kendi yoluna geçebilmek için herkesten fazla mücadele vermen gerekiyor. Kah çıkıyorsun, kah batıyorsun. Ama kendini bir türlü anlatamıyorsun, anlatmak istediklerini dinletemiyorsun.

Geceyarısı Öyküleri’ndeki hikayelerden birinde geçer; yanlarından gitmeyi hiç istemediğim, “çok dost” iki arkadaşım vardı. İyi olmadığım, birilerinin hayatıma çomak soktuğu günlerdi. Öylesine ketumdum ki o konuda herkese karşı, çok az şey bildikleri için benim çok şeyi abarttığımı düşünüyorlardı. Dostlukları, beni iyileştirmek için gerçeklerle yüzleştirmeleri gerektiği çerçevesinde dönerken, beni sarsmaya çalışıyorlardı belli ki. Bir akşam onlarla kahve içerken masamıza üzümlü kek geldi. Üzümlü kekle pek aram yoktu o zamanlar. Tatmaktan öteye geçmemiştim ama sevmiyordum nedense. Tabağa baktım ve “ben almayacağım, sevmiyorum üzümlü kek” dedim. Anlamadılar. Anlamadılar ve benim her şeye karşı mazeret ürettiğime inanarak onu da abarttığımı düşündüler. Tabağıma bir üzümlü kek koyuldu. Onların bir üzümlü keke yükledikleri anlamın ne kendileri farkındaydı, ne de ben. Kekin içinden üzümleri ayıklayıp yemeye çalışırken gözlerimden bir damlanın tabağa düştüğünü hatırlıyorum. Küçümseyebilir, hemen kestirmeden bana bir karakter tahlili yükleyebilirsiniz, umursamıyorum artık. Ama üzümle hüznün buluşmasındaki anlamı yakalayabilmeniz için benim yaşadıklarımı bilmeniz gerekirdi. Yaşamadınız, bilmiyorsunuz. Bu yüzden bir üzüm tanesinin insana hangi hikayeleri anlatacağını da tahmin edemiyorsunuz.

Bu yüzden sevdim ben “İncir Reçeli” filmini. İçinde hiç beklenmedik, belki de sadece kahramanlarına saklanmış ve aslında kimsenin öğrenemeyeceği bir hikaye barındırdığı için. Ya da, bir üzüm tanesinin iç dünyasını bildiğim için belki de, bir incir reçelinin anlattıklarını sizden biraz daha farklı bir gözle izledim. Hayatıma derinlemesine dalanın da, parmak ucuyla dokunanın da bir iz bırakacağını biliyordum…
Sizin göremeyeceğiniz bir iz bırakacağını,
ve hayatımın birikmiş setlerini kıracağını…

“Sana dokunmak tüm insanları affetmek gibi…”

Aslında hep susarak giden oldum ben. Susunca suçlanmak adettendir. Hep suçlanarak giden oldum ben. Hayatımın önemli bir dönemi hep birilerini affetmeye çalışmakla geçti. Şimdi "ona" dokunarak sizleri affetmeye çalışıyorum. Önyargılarınız sizin olsun, ben masumiyetimle yürüyorum.

“Asıl ucuz olan ne biliyor musun? Beş kuruş vermeden savurduğumuz yargılarımız…”



(Tırnak içi replikler İncir Reçeli filminden...)

3 Mayıs 2011 Salı

Pina Bausch'un izinde...

Anlatmak istediğin çok şey vardır aslında…
Sırlar saklarsın bazen, kendine bile söylemediğin. Bazen de söylemek istersin, nasıl söyleyeceğini bilemezsin. Kah içinden gelmez, kah gücün yetmez. Sıkışıp kaldığında aradığın çıkış da, dibe vurduğunda bulduğun kurtuluş da hep sana sunulan hikayelerdedir aslında.   Anlatamadıkları yazan kitaplarla, yazamadıklarını söyleyen şarkılarla, söyleyemediklerini anlatan gösterilerle tanışırsın. Tanışır ve özdeşleşirsin. Senin hikayenin peşine düşersin başkalarının çizdiklerinde.
Hayatın dilini anlayamadığımda konuşmaya, kendi derdimi çözemediğimde yazmaya başlamıştım. Ama aklım hep sahnede kaldı. Bir yanım sahnenin arkasında kalmaktan koşulsuz memnunken, bir yanım hikayelerini sahnede anlatmanın gücünün etkisindeydi hep. Hiç ayırdetmeden, hep hayranlıkla izledim sahne performanslarını. Belki de hayatımın en önemli filmi sorulduğunda ağzımdan bir çırpıda Moulin Rouge çıkmasının, This is it, U2 3D gibi genelgeçer kitlenin pek ilgi göstermediği filmleri heyecanla ve hayranlıkla takip etmiş olmamın ardında yatan da bu sebeptir.

İşte tam da bu düşüncelerle izledim daha önce hiç tanımamış olduğum Pina Bausch’a adanan Pina 3D filmini. Modern dansa ilgi duymasam da hem insan hikayelerine olan ilgim hem de Wim Wenders’ın anlatım şekline duyduğum hayranlıktan dolayı heyecanla attım kendimi sinemaya. Ve her saniyesinden müthiş keyif aldığım bir film izledim. Az konuşan ama etrafındaki her insanın hayatında tek cümleyle her şeyi değiştiren kadının sükunete eklenmiş gücüyle tanıştım. Dans etmeyi ondan öğrenen müthiş insanların hayatı dansla anlatışlarına “bir karış mesafeden” şahit oldum. Her birinin kısacık sekanslarda kocaman öyküler anlatışını izledim hayranlıkla. Ve sahnenin gücünü hatırladım yeniden, sahnenin ve sahneyi ortaya çıkarmanın gücünü.

Pina gibi tür filmlerini önermek zordur, risklidir. Bu yüzden başına “türün meraklılarına” notunu koyu ve altı çizgili şekilde ekleyerek mutlaka görmenizi salık vereceğim. Bir otobiyografi demek doğru değil ama filmden ziyade belgesel demek daha gerçekçi olabilir.
Özellikle dansla ilgilenenler bu filmi mutlaka sinemada 3 boyutlu olarak izlemeliler.
Çünkü hayat için en doğru tanımlardan birini yapan Pina Bausch’un izinden gidiyor bu film:

Dance, dance…
Otherwise we are lost…

30 Aralık 2010 Perşembe

Ete Kurttekin ve "Temiz" Rock!


Seksenlerin çocuklarındanım ben. O dönemin çocuklarının çok ortak noktası vardır, anıları çok  yerde kesişir. Çünkü o dönem hayatınıza dahil edebileceğiniz "heyecan"lar kısıtlıdır. Müzik gibi... Çoğunluk aynı şarkıları dinlemiştir, çünkü çoğunlukla aynı şarkılar sunulmuştur. Alternatifler hem şu anda olduğu kadar çoğalamamış, çoğalsa da bulmak şimdiki kadar kolay olamamıştır.
Seksenlerin ikinci, doksanların ilk yarısı, özellikle Ankara gençliği için çok ortak müzik zevki barındırıyor. Dorian Gray'dan A Bar'a geçiş, Grafitti, Manhattan, belki biraz farklı olsa da Roadhouse, Nickys her akşam birbirini tanıyan, bilen aynı çevredeki insanların biraraya geldiği mekanlardı bir dönem. Ve o mekanlardan Türkiye'nin "iyi" müziğini yöneten, yönlendiren isimler çıktı piyasaya. Hala da, özellikle sözkonusu rock olduğunda en kayda değer isimler Ankara'dan çıkıyor, gurur verici bir ayrıntı.
O dönemde herkesin tanıdığı bazı isimler vardı ve Ete de onlardan biriydi. Herşeyden önce farklı ismiyle aklınızda kalırdı, sahnede izlediğinizde de unutmazdınız zaten. Harika bas çalan, sahneye çok yakışan bir isimdi Ete.
İşte o Ete, Ete Kurttekin "çok beklenmiş, biz beklerken iyice demlenmiş" albümü Suyun Üstüne'yi sonunda piyasaya çıkardı. Bir aksilik olmazsa 2011 başı itibariyle albümü müzikmarketlerde görmeye başlayacaksınız. Şanslı azınlığın arasındayım. Ete'yi, Banu'yla hazırladığımız programımız Haftaya Paydos'a konuk ettiğimiz 26 Kasım tarihli programımıza gelirken bize albümün bir kopyasını getirmişti. Ve ben geride kalan yaklaşık bir aylık süre içinde neredeyse sürekli onun albümünü dinledim. Garip gelecektir muhtemelen ama benim iyi albüm kriterim şu olmaya başladı: Akşam evime girerken arabadaki CD'yi evde de dinleme isteğiyle yanıma alıyorsam o albüme yıldızlı puanlar veriyorum! Ete'nin albümü tam olarak öyle. En başta, albüm o kadar uzun zamanda son halini bulmuş ki, tüm şarkılara dinledikçe daha çok ısınıyorsunuz. Ve tam da bu sebeple bana başlıktaki tanımı hissettiriyor: Temiz rock var bu albümde. Yani net, anlaşılır, yormayan ama aynı zamanda basit olmaktan uzak. Hani üzerinde çok ayrıntılı çalışıldığı için iyi bir ses sistemiyle dinlendiğinde kendini daha iyi belli eden şarkılar vardır ya (yüksek sesten bahsetmiyorum), Suyun Üstüne tam da böyle şarkılardan oluşan bir albüm.
Benim favorim Senden Uzak, özellikle de şarkının ikinci yarısı itibariyle. Peter Pan, Sorunum Var en çok tekrar ettiklerim. Ve elbette ilk klip şarkısı İçtim.
Onu eskiden bu yana tanıyanlar, başka birinin bas çaldığı, Ete'nin şarkı söylediği sahneleri garipseyecekler ama çabuk alışacaklar. Ve bu albümün keyfini çıkartacaklar.
Ete Kurttekin'i tam olarak nereden çıkardığını hatırlamaya çalışan "yeni nesil"e Av Mevsimi filmindeki "Benden Adam Olmaz"ı hatırlatıyor ve bu albümü mutlaka edinmenizi öneriyorum. O, bu ilgiyi fazlasıyla hak ediyor...

(Ete Kurttekin'i konuk ettiğimiz programın da bulunduğu Haftaya Paydos kayıtları için Mixcloud sayfamızı ziyaret edbeilirsiniz.)

19 Eylül 2010 Pazar

Gidiş...


Bir şarkı yayılıyor odaya müzik çalardan…

Böyle şarkılar radyoda pek çalmaz zaten, dolayısıyla çok iyi biliyorum ne zaman duyacağımı. Yani hesapsızca birden vurma şansı yok insanı; bile bile vuruluyorsun, sen ayarlıyorsun her şeyi ne de olsa!

Neden hep geçmişten hesap sorar ki insan?
Geleceğin bedelini ödetmek gerek aslında birilerine, bilmiyorsun aslında ama bana yaptıkların benim geleceğimi bitirdi, umutlarımı yerle bir etti.
Senden kalanlara anlam yüklemeye çalışmakla geçiyor hala hayatım.
Aynaya bakıyorum uzun uzun, yüzümdeki çizgilerin aslında senden kalma öyküler olduğunu fark ediyorum hep.
Sensizlik soluk alıyor hala, bitmiyor, geride kalmıyor bir türlü
ve özlemim sonsuz…

O meşhur kalabalık ege kasabasının kuytu bir koyunda iskelenin ucundayım…
Yunan adaları göz kırpıyor karşıdan, gecenin kör bir saati anlayacağın. Birazdan minderlere kurulup açık havada film izleyecek insanlar; hayallerin sınırı yok tabi kolunda sevdiğin olduğunda. Nefes almak bile olanca anlamını yükleniyor hal öyleyken. Bir güvenişin, “en güvenişin” keyfine tanık oluyorsun işte, hayatın anlamı… Daha ne olsun ki!
Kalabalığın içindeki yalnız oluyorum, hani şu kendilerine dokunulacağını anladığı anda çil yavrusu gibi dağılanlardan bir kalabalık ve hani şu herkesin “yok canım, sen mi!” dedikleri türden, genel geçer tariflere oturmayan bir yalnızlık. Yani ne anlatabilirsin kendini, ne de duyurabilirsin sesini.
Sen bulamazken nerede koptuğunu her şeyin, kime anlatabilesin ki…

Sahi, o noktaya nasıl geldiğimizi hiç hatırlamıyorum…
Söylesene, biz ne zaman kavga etmeye başladık ki, ilk fiskeyi kim kime vurdu, yani ilk kimin o taşınamaz ağırlıktaki lafıyla öğrendik bazen acımasız söz öbeklerinin okkalı fiskelerden daha çok acıttığını? Hesap tuttuk mu ardından, bir sen bir ben diye mi sıralandı telafisiz hakaretler, hiç mi dengeyi bozmaya çalışmadık, durmadık mı birimiz? O kadar bağırınca ne kadar çirkinleştiğimizi niye söylemedik, onca emeği nasıl da harcadık bedavadan, hafızamız mı durdu yoksa?
Yani söylesene küçük, hiç mi hatırlamadık okul bahçesinde sırtüstü güneşi izlerken parmaklarımızın birbirine dokunduğu o ilk anı ve ne çabuk unuttuk ilk öpücük için kaç takla attığımızı, “istemem yan cebime koy”larımızı?
Ne kadar da unutkan olmuşuz yahu, aferin bize!

Bir aferin de arkana hiç bakmadan gidişine…

Şarkının olmayan sözleri doluyor odama, buram buram ayrılık ve hüzün kokuyor, “she left home” diye susuyor hüzün sesli kadın.
Ben seni özlemeye dayanamıyorum.

Sabah olsun artık…


(Geceyarısı Öyküleri, Müziğin Peşinde bölümünden, Jane Birkin - She Left Home eşliğinde...)




24 Ağustos 2010 Salı

Never Love A Wild Thing!

(Bu yazı, filmi izlememiş olanlar için spoiler içerebilir.)



Truman Capote romanından Blake Edwards yönetmenliğinde sinemaya uyarlanan 1961 tarihli efsane Breakfast at Tiffany's filminde çılgınlıklarıyla dikkat çeken bir kadının yaşamından bölümler anlatılır. Önceki yaşamından kaçarak hayatındaki herşeyi tamamen değiştirmiş olan Holly Golightly, onu hala çok seven ve onu hala "Lula Mae" zanneden eski eşiyle son bir kez buluşur. Eski eş, Doc, onu eve getirmek için gelmiştir. Buna inanmasını sağlayan Holly, otobüs hareket etmek üzereyken (o günlerde hayatındaki tek gerçeklik olan Paul Varjak'tan izin isteyerek) Doc'a onunla gelmeyeceğini söyler...


Doc : I love you Lula Mae.
Holly : I know you do, and that's just the trouble. It's the mistake you always made, Doc, trying to love a wild thing. You were always lugging home wild things. Once it was a hawk with a broken wing... and another time it was a full-grown wildcat with a broken leg. Remember?
Doc : Lula Mae there's something...
Holly : You mustn't give your heart to a wild thing. Never love a wild thing... you can't give your heart to a wild thing: the more you do, the stronger they get. Until they're strong enough to run into the woods. Or fly into a tree. Then a taller tree. Then the sky. That's how you'll end up... If you let yourself love a wild thing. You'll end up looking at the sky.

(Asla vahşi bir şeyi sevme... Kalbini vahşi bir şeye veremezsin: ne kadar verirsen, onları o kadar güçlendirirsin. Ta ki ormana kaçacak kadar güçlü oluncaya kadar. Ya da bir ağaca uçacak kadar. Sonra daha büyük bir ağaca. Sonra gökyüzüne. Sonunda olacağı budur...
Eğer kendine vahşi bir şeyi sevme iznini verirsen, sonunda kendini sonsuz gökyüzüne bakarken bulursun...)

(Videoda kullanılan şarkı: Sia - Breath Me)

12 Ağustos 2010 Perşembe

Love is Blindness...

Dünya çapında tanınan bir rock yıldızı olmanın sorumluluğu ve ağırlığı altında,
dünyanın en çok tanınan gruplarından birinin -o grubun elemanlarının deyimiyle- beyni olmanın sorumluluğunda olan The Edge, deliler gibi aşık olduğu eşinden ayrılmak zorunda kalır. Arkadaşlarına her fırsatta onu hala sevdiğini söyleyen the edge için bu ayrılık ve dünyada her şeyden çok değer verdiği çocuklarından uzaklaşmak, kabullenilmesi çok zor bir travmayı da beraberinde getirir.
Bu süreçte U2, Achtung Baby albümü kayıtları için stüdyodadır. Albümdeki sert şarkılarda fazlasıyla göze çarpan "The Edge öfkesi", bu albümle birlikte tarihe geçen Who's gonna ride your wild horses, One, So cruel gibi şarkılarda başka bir boyuta taşınmaktadır.
Ancak, Bono'nun anlattığına göre The Edge içinde yaşadığı hüznü en çok bu şarkıda, Love is Blindness'de dışa vurur.
Stüdyoda bir türlü içlerine sinmeyen onlarca provanın ardından, The Edge'in elinde gitarıyla hiç ses çıkarmadan kenarda beklediğini görürler ve herhangi bir komut verilmeden kayıt başlar.
The Edge, kafasını bile kaldırmadan şarkıya eşlik eder. Sonra beklenen bölüm gelir, müzik tarihinin en can yakıcı sololarından biri dökülmeye başlar gitarından; en can yakıcıdır çünkü arkadaşları, The Edge'i gitarını ilk defa bu kadar hırsla ve bu kadar öfkeyle çalarken görmektedirler.
Kayıt biter, kimse tek kelime etmez, sanki o sahne hiç yaşanmamış gibi sessizce diğer şarkıya geçerler.

Achtung baby albümünde yer alan Love is Blindness işte hiç dokunulmamış olan bu kayıttır ve -dikkatle dinlenildiğinde farkedilen- şarkının sonuna doğru gitar tellerinden gelen "çıtırtı"lar bu sebeple temizlenmemiş, olduğu gibi albüme koyulmuştur.

Hayal kırıklığının sese dönüşerek tarihe geçişidir çünkü Love is Blindness...



Youtube izleyemeyenler için Dailymotion linki burada.