Konser etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Konser etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Bon Jovi, Elton John ve Kendini Baltalayan Organizasyon Sektörü!

Türkiye’de insanlar uzun yıllar boyunca “kasetlerini ve CD’lerini” dinlediği yıldızların konserlerini izleme hayaliyle yaşadı. Bu hayal 90’lı yıllarla birlikte gerçek olmaya, 2000’li yıllarda ise karşımıza seçenekler sunmaya başladı. Şimdilerde “bu akşam çok yorgunum, gitmeyeceğim konsere” cümlesini kuranların arkasına sığındığı çok seçenek olması ya da o ismin yeniden Türkiye’ye gelme ihtimali hepimizi balık hafızalı şımarıklar yapmış durumda, bunu inkar edemeyiz. Ancak, organizasyon firmalarının zorlu yollardan geçerek oluşturdukları bu büyük imkanı yine organizasyon firmaları altüst etmek üzereler.
Bu yazının ana fikri konser biletleri satışlarında yeni trend haline gelen fırsat siteleri kullanımı. Sadece Bon Jovi konseri izlenimlerine göz atmak isteyenler araları atlayarak doğrudan yazının sonuna gidebilirler.

Geçtiğimiz haftalarda izlediğim iki konserden bahsedeceğim.

Elton John
Tarih: 6 Temmuz 2011
Yer: Ankara Spor Salonu (Hani şu ismine bir türlü karar verilemeyen, hala birçoğumuzun Ankara Arena’dan başlayarak değişik isimlerle tarif ettiğimiz mekan…)

Biz Ankara’da yaşayanlar bundan hep şikayet ediyoruz ama büyük organizasyon firmalarının yetkili isimleri –maalesef yaşayarak ve görerek- Ankara’ya uluslararası yıldızları getirmenin zorluğunu fark etmiş durumdalar. En popüler dönemlerinde Kosheen, Rasmus, Danny Vera gibi isimlerin Ankara’da sadece onlarca (evet, onlarca) kişiye konser verdiğini bizzat gördüğümü hatırlıyorum. Bazı zorlukları sıralayabilirsiniz; memur kenti olarak akşamları dışarı çıkmama alışkanlığı, gelir ortalamasının İstanbul’a göre düşük olması, protokol davetiyelerinin salonun en çok gelir getirecek bölümlerini kaplayacak sayıya ulaşması (ve davetiye talep edenlerin gelmemesi!)…
İşte bu sebeplerden yola çıkarak, Elton John İstanbul konserine Vokaliz Organizasyon’un Ankara’yı eklemesine gerçekten şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Ankara’yı tanıyan ve organizasyon sektörüne bir parça hakim her insan gibi ben de salonu doldurmalarının ve para kazanmalarının mümkün olmayacağını hemen anladım, eminim onlar da biliyorlardı. Ama “show business” sektörü böyledir işte, içinizde hep bir “ya olursa” heyecanı yaşar. Vokaliz de muhtemelen bu yüzden bu işe girdi, bu onların yaklaşımı ve kararıdır saygı duymalıyız. Biletler beklenildiği üzere yeterince ilgi görmedi ve bunun üzerine önce devreye fırsat siteleri sokuldu, bilet fiyatlarında kayda değer bir indirim sunuldu. Ardından "konsere yoğun ilgi var" imajı pekiştirilmek için “Saha içi biletleri tükenmiştir!” taktiği denendi. Bunun mümkün olmayacağını tahmin ettiğimiz gibi, konser günü durumu net bir şekilde sahanın boşluğundan da görebildik. (Burada amaç kararsız kalanların diğer kategorilere yüklenmesinin sağlanmasıydı, olmadı.) Bu da yetmedi, son birkaç gün içinde bu defa salonun yeterince dolmama riski ortaya çıkınca çok sayıda firma ve kişiye davetiyeler gönderilmeye başlandı. Gördüklerimizin, duyduklarımızın yanında, forumlarda davetiyelerin uçuştuğunu şaşkınlıkla izledik. Peki hiç düşündünüz mü, acaba ilk günlerde biletini satın alanlar bu olayları nasıl izlediler? Ya da bir daha böyle bir konser olduğunda hemen bilet alırlar mı, yoksa son günü mü beklerler? Bunu özellikle vurguluyorum çünkü organizasyon firmaları için ön satış (erken satış) son derece önemlidir. Hem etkinliğe olan ilgiyi analiz ederler hem de gelen sanatçılara yapılacak ön ödemeler için bir kapital oluştururlar. Sadece konser esnasında ve öncesinde birçok insanın aralarında bu konuyu konuştuklarına şahit oldum. Zaten yeterince zor olan "Ankara’da büyük konser izleyebilme" ihtimalimiz artık iyice azalmış oldu.
Ankara konserleri ile ilgili önemli bir ayrıntıyı da belirtmek gerek. Ankara’da büyük konserlerin düzenlendiği Anadolu Gösteri Merkezi’nde zamanla herkesin fark ettiği bir aksaklık söz konusu. Bilet satışlarında çeşitli fiyat kategorileri sunuluyor. Ama siz en ucuz kategoriden bilet alsanız bile konserin başlamasından hemen önce önlerdeki boşluklara rahatça geçebiliyorsunuz, kimse size ne yaptığınızı sormadığı gibi biletinize de bakmıyorlar. Aynı problemin Ankara Spor Salonu’nda yaşandığını Basketbol Şampiyonası sırasında görmüştük, Elton John konserinde de aynen devam ettiğiniz tespit ettik. Bu şartlarda kimseye erken ve yüksek kategoride bilet aldırmazsınız!

Bon Jovi
Tarih: 8 Temmuz 2011
Yer: İstanbul Türk Telekom Arena

Bon Jovi, aradan geçen 18 yılın da verdiği özlemle önemli bir kitle tarafından heyecanla beklenen bir isimdi. Bu yüzden çok kişi biletler satışa çıkar çıkmaz işlemlerini tamamladı ve aylar sonra gerçekleşecek olan konseri beklemeye başladı. Diamond Ring denen en ön bölümün biletleri hemen, Saha İçi ise konsere kısa bir süre kala tükendi. Burada hakkını teslim etmekte fayda var, Elton John’daki durumun aksine konserde saha içi bölümü gerçekten doluydu. Ancak konsere kısa bir süre kala Bon Jovi de fırsat sitelerinde boy göstermeye başladı. Sahne önü biletleri %50 indirimle satışa sunuldu. Oysa sahne önünün orijinal fiyatı olan 400 TL’yi çok yüksek bulduğu için 90 TL'ye saha içi bileti alan birçok kişi, fiyat 200 TL’ye indiğinde sahne önünü tercih edebilirdi. Ancak bilet satış firmasının satın alınan biletleri değiştirmek ya da iade almak gibi bir yaklaşımı asla kabul etmediğini ve etmeyeceğini artık herkes biliyor. Aradan geçen çok kısa süre sonra satış sayfasında birtakım tanıtımlar dönmeye başladı: “...... Bankası kredi kartlarına Bon Jovi biletleri yüzde ... indirimli!” Erken bilet alanların hepsi yaşadıkları durumdan pişman oldular, beklentilerinin tadı kaçtı.

Bu iki örneği genelleyebilirsiniz, zira son zamanlarda birçok konser için fırsat sitelerinin kullanıldığını görmeye başlıyoruz. Net bir şekilde ifade ediyorum; bu durum, Türkiye’de zaten ağır aksak yürüyen organizasyon sektörünün tam anlamıyla kendi kendini baltalamasıdır. Bu fırsatlardan haberdar olmadan önce erkenden biletlerini alanlar en hafif deyimle kendilerini aptal yerine koyulmuş hissediyorlar. Ve şundan emin olun ki, bundan böyle bu iki firmanın yapacağı etkinliklerde kimse erkenden bilet almayacak ve herkes son dakikaya kadar bekleyecek. Belki de artık firmalar bazı etkinliklerde “Bu etkinlik biletleri kesinlikle fırsat sitelerine ya da kampanya indirimlerine dahil edilmeyecektir.” uyarısı eklemek zorunda kalacaklar ama ben buna da inanabileceğimiz zannetmiyorum. Zaten son zamanlarda bilet satamadıkları etkinlikleri “sanatçı rahatsızlığı sebebiyle” iptal eden firmaları da düşününce, hızlı parlayan organizasyon sektörünün hızla daralacağını öngörmek hiç de zor değil.

Tüm bu bilgilerin yanında Bon Jovi konserinden bazı notlar da iletelim:



Son yıllarda Türkiye’ye gelen isimler değerlendirildiğinde (ve kendi deneyimlerimi de ekleyerek) ahkam kesecek kadar konser izlediğimi söyleyebilirim. Bon Jovi, hayatım boyunca izlediğim en iyi konserlerden biri oldu, en akılda kalıcı sahne performanslarından birini izledik.

Jon Bon Jovi zaten muhteşem bir performans sergiledi, Richie Sambora muhteşem bir geri dönüş yaptı ama bence gizli kahraman Tico Torres idi. "Davul çalmak var, davul çalmak var!" diyerek konuyu kapatıyorum.

Enteresan insanlarız vesselam! Aylar önceden konsere bilet alıyorsun, haftalarca üzerinde konuşuluyor fakat sen konserin nerede olduğuna bakmıyorsun… Ya da alışkanlıklarına körü körüne bağlısın… Azımsanmayacak sayıda izleyicinin o gece önce Kuruçeşme Arena’ya gittiğini ve kapıdan döndüğünü, bu sebeple konserin başlangıcında görülen yer yer boşlukların ancak yarım saat sonra tamamen dolabildiğini biliyor muydunuz?

Malum, artık bu tür büyük konserlerde bizim gibi tüm dünyada özel bölümler oluşturuluyor ve aslında konserin en önemli gelir kaynağı olarak o bölümler kullanılıyor. U2 konserindeki Red Zone’un muadili Bon Jovi’deki Diamond Ring idi. Ama onun hemen devamındaki “Sahne Önü” bölümü gerçekten Türk filmi tadındaydı. Konseri izlemek için değil, “parasıyla değil mi kardeşim, bak en öndeyim” zihniyetiyle orada bulunan, sırtını sahneye dönüp sürekli fotoğraf çektiren, iki şarkıda bir dışarı çıkıp üç şarkı sonra gelen ve konser bitmeden önce çıkan insan grubunu anlamak istemiyorum… Eminim aralarında hayatında ilk defa Bon Jovi dinleyenler de vardı, keşke olmasalardı, o coşkuya çomak sokmasalardı…

Diamond Ring demişken, bence konserin en trajikomik yanını Ekşi Sözlük’te "herkimse" nick’li kullanıcı şöyle anlattı: “bon jovi'nin diamond ring'i, diamond ring'teki seyircilere g.tünü dönerek söylediği konser.”J

Jon’un forma giymesi her yerde rastlanan bir durum değil. Formayı Diamond Ring bölümünden biri sahneye attı, Jon da üzerine giydi ve bazı şarkıları o formayla söyledi. İki şeyi ayırmak gerek; bu sayfada da gördüğünüz videoda Jon konserin ikinci şarkısı “You Give Love a Bad Name”de bir ara Richie’ye dönerek “Abi adamlara baksana ya, nasıl da söylüyor! Yok böyle bir şey be, vay anasını!” minvalinde ve şaşkın bakışlarla bir şeyler söylüyor. Biz de zannediyoruz ki, Jon İstanbul seyircisine inanamadı, öylesine etkilendi ki hayatında ilk defa böyle bir seyirciyle karşılaşmış gibi davranıyor! Ama öyle değil işte, o tepki ve mimikler tam anlamıyla şovun bir parçası, aynı tepkiyi aynı şarkının aynı yerinde dünyanın değişik yerlerinde de görme ihtimaliniz var. Ama forma olayı İstanbul’a özel, evet bizim de bir ayrıcalığımız oldu!:)

Konserden sonra çok konuşulan bir atkı mevzuu var. O Galatasaray atkısı da aynen forma gibi Diamond Ring bölümündeki birinden geldi. Jon da jest yaparak onu açtı. Dünyanın her yerinde konser verilen stadyumun ev sahibi takımının taraftarları bunu yapar, sahnedeki şarkıcı da o atkıyı açar ya da gösterir, mevzu kapanır. Yuhalanmanın çok abartı olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki, Jon da tepkiyi görünce yasadışı bir slogana ev sahipliği yapmış gibi tedirgin oldu. Sahneye hızla koşarak gelen ve kulağına durumu fısıldayan sahne görevlisi onu kurtaran isimdi.

Türk Telekom Arena gerçekten muhteşem bir stad olmuş, insan gerçekten etkileniyor. Akustikten ve sesin anlaşılmadığından şikayet eden çok yorum okudum ama açıkçası (belki de bulunduğumuz yerden dolayı) bizim öyle bir rahatsızlığımız olmadı. Saha içinde yiyecek içecek alabilecek doğru düzgün bir alan olmaması, insanlara gizli gizli alkolsüz bira satılmaya çalışılması gibi aksaklıklar vardı maalesef. Sonrasında içki satılamamasının da Türk Telekom Arena için –henüz- içki ruhsatı alınmamış olmasıyla ilgili olduğunu öğrendik.

Eleştirilen konulardan biri de konser sonrasındaki ulaşım sorunuydu. Evet, metro önündeki yığılmayı biz de gördük ve içinde kaldık ama dürüst olmak gerekirse yaklaşık 50.000 kişinin metroya aynı anda hücum etmesine rağmen sistemin iyi çalıştığını düşünüyorum. Zorlanmadan metroya ulaştık ve hızlıca yola çıkabildik. Metro girişindeki turnikeler de yine eleştirilerden en çok nasiplenen ayrıntılar ama o kadar kişiyi aynı anda metronun içine sokup gelen trenlerin dibine tıkıştırmak mı, dışarıdan yavaş bir trafik sağlayarak içeride düzenli bir akış oluşturmak mı derseniz ben de her mantıklı insanın cevabını vereceğim; turnikeler kesinlikle gerekli! Eleştireceğim şu olabilir; mütemadiyen şişmanlıyoruz, neden o turnikeler o kadar küçük? Ben hala metrodaki o küçük (yaş olarak) kızın turnikelerden nasıl geçtiğini anlamaya çalışıyorum.

Keşke insanların “geç kalırsak çıkamayız, hemen kaçalım” diye düşünmedikleri ve kapıya doğru bir güruh halinde erkenden hareketlenerek konserin en güzel yanını berbat etmedikleri bir dünyada yaşasak!

Ve son bir kulis notu; Bon Jovi elemanları konserden ve ilgiden çok memnun kaldıklarını kendi aralarında da konuştular. Onların yorumlarına göre de bir sonraki konseri bu kadar beklemeyeceğimizden emin olabilirsiniz. Orada değildim ama var bir bildiğim. Nokta!

Kişisel son not: In these arms’ı söylemiş olmaları benim için tepe noktasıdır. Merak edenler için konserin setlist’i de aşağıdaki gibidir:

raise your hands
you give love a bad name
born to be my baby
we weren't born to follow
lost highway
it's my life
blaze of glory
in these arms
we got it goin' on
captain crash & the beauty queen from mars
bad medicine (pretty woman)
bed of roses
diamond ring
i'll be there for you
who says you can't go home
i'll sleep when i'm dead
someday i'll be saturday night
have a nice day
keep the faith

when we were beautiful
wanted dead or alive
blood on blood
livin' on a prayer

always

27 Mayıs 2011 Cuma

Bir Roxette Gecesi

 Şimdi biraz uzaklaşmış gibi görünsem de hayatının önemli bir dönemini müziğe adamış insanlardan biriyim ben. Hala içimde barınmaya devam eden bu şımarık çocuğun etkisiyle, İstanbul’da yaşamayan biri için kayda değer bir “konser izleme” geçmişim olduğunu düşünüyorum artık. Bizzat organizasyonunda bulunduklarımı da eklersek arsızca ahkam kesebileceğime karar verdim birden. Evet, aniden oldu. Muhtemelen bunda şarkılarını dinlerken ve yayında çalarken hayalini kurmaktan bile ötede durduğumuz Roxette elemanlarına “ellerimi uzatsam dokunabileceğim kadar yakın” olmanın şaşkınlığıyla yazmak istedim. Bu defa The Cranberries gibi bir “konser özelinde genel” değil, notlardan oluşan bir Roxette değerlendirmesi olsun.

Roxette, 25 Mayıs 2011 Maçka Küçükçiftlik Park

  •         En başta şunu söylemem gerek: Birçok konserde girişte yaşanan izdihama, aksaklık, problemlere Unilife etkinliklerinde rastlanmıyor. Çünkü her konserde Biletix görevlileri dışında Unilife’tan en az 2-3 üst düzey yetkili ismi bizzat kapıda girişlerle ilgilenirken görüyorum. Bu da problem yaşanmamasını, olası aksaklıkların da hemen çözümlenmesini sağlıyor. Bu konuda ekibe gönülden tebrikler! (Unilife ile ilgili geniş bir yazı başka bir başlık konusu.)
  •        Konserle ilgili ilk izlenimim; Marie muhtemelen hala hastalığının etkisinde. Belki de doktorlarından net bir “asla ama asla kendini yormayacaksın!” almış olabilir. Zira, bazı anlarda kendini tam kaptıracakken yeniden kontrol etmeye çabaladığını ve birden sakinleştiğini izledik. Per ise aksine oldukça tempoluydu ve geceden keyif aldıkları belliydi.
  •          Grup elemanları genel anlamda bu turneden çok keyif alıyorlar, bu her hallerinden belli. Bana tek ilginç gelen, müsamere çocuğu heyecanıyla sürekli bir yerlere zıplayan vokalist idi. Ama o “şımarık” görüntüsünün ardında çok iyi bir ses olduğunu “back vokal” yaptığı özellikle bazı şarkılarda çok net anlayabildik. (Grubun diğer elemanlarının isimlerini hatırlayamadığımı itiraf etmeliyim.)
  •          Ekşi Sözlük’teki deckard isimli yazarın deyimiyle “ilhan irem kılıklı gitarist” gecenin yıldızıydı. Arada “yakalarsam muck muck” bile çaldı, o derece! Enerjisi ve yeteneği gerçekten izlemeye değerdi.
  •          Per, grup üyelerini tanıtırken “basçı”ya gelince, muzip bir ifadeyle onun hepsinden farklı olarak günü alışverişle geçirdiğini söyledi. Aldığı cevap ise tam İstanbul’u anlatıyordu: “Alışveriş yapamadım ki! Bütün vaktim takside geçti, trafikle uğraştık durduk.”
  •          Üzülerek anladım ki Maçka Küçükçiftlik Park konser için çok da uygun bir mekan değil. Daha önce çeşitli mecralarda rastladığım yorumların doğru olduğunu anladım: eğim var her şeyden önce, gerçekten bir süre sonra boynunuz ağrımaya başlıyor.  Ama gerçekten çok görkemli bir sahne kurulduğunu söylemeden geçmeyelim.
  •          Artık bunları aştığımızı biliyorum ama ben hala bu tür konserlerde bir yandan da “acaba bizi nasıl bulacaklar” gözüyle bakıyorum. Per’in bir ara klasik “eğleniyor musunuz?” sorusunun ardından gerçek bir gülümsemeyle “evet, buradan da öyle görünüyor” demesi ilginçti. Özellikle It must have been love, Fading like a flower, Things will never be the same, Joyride gibi şarkılarda seyircinin katılımı gerçekten çok görkemliydi.
  •          Bir de Aydilge’ye değinmek gerek. Ben Aydilge’yi ilk defa “ikimizin de sahnede olduğu” bir organizasyonda tanımış ve ardından onu takip etmeye başlamıştım. Aydilge sahneye gerçekten çok yakışıyor ve sürekli mesafe katettiği açıkça görülebiliyor. Şarkılarını kesinlikle eleştirmeyeceğim ama açıkçası İngilizce şarkı söylemek ona daha çok yakışıyor. Yapıyorsa bilmiyorum, ama bence sık sık cover konseptli konserler de düzenlemeli.
  •          Konserlerde Diamond Ring, Red Zone gibi sahne önünde sınırlı kapasiteli özel alanlar ayrılmasını anlayabiliyorum. Ancak bu tür konserlerde “locavari” yerleri kabullenmekte zorlandığımı itiraf etmeliyim. Evet, kimi insanların kalabalıktan soyut kalma kaygısının haklı gerekçelerini anlayabilirim ama sırf bunun için kenarda bir platformdan elinde içkiyle konser izlemeyi garip buluyorum. Gelmeli, kalabalığa karışmalı ve gerçekten orada olmanın keyfini çıkarmalısınız.
  •          Konserden önce bir arkadaşım İstanbul üzerine şöyle bir mesaj göndermişti: “Artık İstanbul’da çok fazla kalabalık ve fazla kabalık var.” Söylediğinin doğruluğunu bazı eklemelerle test ettim. Sadece İstanbul’da değil, Türkiye genelinde sonradan çok para kazanmaya başlayan, bunu değişik etkinliklere en yüksek fiyat grubundan bilet alıp katılarak kanıtlayan bir grup var. Konserde bir çiftin herkesi iterek en öne doğru (kelimenin tam anlamıyla) “bodoslama” gelişini hepimiz şaşkınlıkla izledik. Daha ilginç olan, “ne var ki” şeklinde herkesi tehditkar bakışlarla süzmesiydi. Hiçbir şey olmamış gibi konseri izlemeye devam ettiler demek isterdim ama onu da yapmadılar. Sürekli olarak birilerini, itip kendilerine yer açarak fotoğraf çekmekle meşgul oldular. Bunu bu kadar uzun anlatmamın sebebi artık bu örneklerden çok konserde bolca görmemiz. Her şeye rağmen sabırlı olmak durumundasınız çünkü medeni bir tartışma yaşayamayacağınız bir insanla kuracağınız diyalogda her durumda kaybeden siz olursunuz…
  •          Bir klasik; konserde sürekli çekim yapanlar… Düzeltyelim; “cep telefonlarına ne olduğu anlaşılamayacak kadar kötü bir görüntü kalitesiyle (ve bir daha hiç izlemeyecekleri) görüntüleri kaydetmek için uğraşmaktan konseri izlemeye vakit bulamayanlar”! Birkaç fotoğraf çekmeyi, sizin için çok özel olan bir şarkıyı kaydetmeyi anlarım ama her şeyi çekmek, çekerken kendisi başta olmak üzere herkesin konser zevkinin tadını kaçırmak… Siz o sırada makinenin düşük çözünürlüğüyle meşgulken, orada tarihi bir an kayboluyor farkında mısınız?
  •          Ve, gelemeyen ya da yeniden hatırlamak isteyenler için işte bu konserin setlist’i: (Setlist, Ekşi Sözlük yazarı albatros'tan alındı.)

dressed for success
sleeping in my car
the big love
wish i could fly
only when i dream
she's got nothing on (but the radio)
perfect day
things will never be the same
it must have been love
opportunity nox
7twenty7
fading like a flower (every time you leave)
silver blue
how do you do!
dangerous
joyride

encore1:
watercolours in the rain
spending my time
the look

encore2:
listen to your heart
church of your heart

Ve son not; bazı isimler, bazı şarkılar asla eskimiyor. Bu farkındalıkla bizi yıllar sonra hala aynı heyecanla peşlerine takıp sürüklemeye devam ediyorlar:
“Come on join the joyride!...”



(Fotoğraflar Unilife'tan. Joyride video 2009 yılından.)

20 Eylül 2010 Pazartesi

Show Business!...

Bu görüntüleri izler, "kadın güzel söylemiş, insanlar da ne güzel eşlik etmişler." der, devam edebilirsiniz...
Ya da, başka bir gözle bakmayı becerir, Lara Fabian'ın bakışlarındaki hikayeleri okursunuz. Şarkıcıların, bestecilerin, tiyatrocuların, sinemacıların, yazarların, organizatörlerin, televizyoncuların, radyocuların ve "show business" sektöründeki insanların neden onca mücadeleye rağmen işlerinden vazgeçemediklerini, neden hayat yollarında karşılarına çıkan o "bol kazançlı" fırsatları hiç düşünmeden ellerinin tersiyle ittiklerini anlarsınız... Evet, gerçekten bakmak isterseniz görebilir, görürseniz onları tanırsınız...

4 Mart 2010 Perşembe

En "Bedük" Bedük ve Büyük Eğlenmek!

Bu yazıya başlamadan önce başlığı analiz etmemiz gerek:
Başlıkta kullanılan “bedük”lerden biri sıfat, biri özel isimdir. İsim olan, bildiğimiz Serhat Bedük. Sıfat olan ise yerine koyulacak ve dolduracak başka bir sıfat bulunamadığı için oraya yazıldı. Enerjik ama sakin, mütevazı ama kendini beğenmiş, büyük bir yıldız ama muhabbet bir arkadaş... Bu zıtlıkları birarada bulundurmak –özellikle de böyle şişkin egolar gerektiren bir iş için- çok da kolay değil. O yüzden onu “en bedük Bedük” diye tanımlamak gerekti.
“Büyük eğlenmek” kavramı onunla girdi hayatımıza. Önceleri çok anlam veremeyenler, onu sahnede sadece birkaç dakika izlediklerinde eğlenmenin de büyüğü ve küçüğü olduğunu bir anda öğreniveriyorlar.

Bedük önceleri uzaktan şarkılarını keyifle dinlediğimiz bir isimdi. Sonrasında Haftaya Paydos’ta onu konuk ettiğimiz gün tam bir muhabbet adamı olduğunu ama bununla beraber ne yaptığının da tam anlamıyla farkında olduğunu anladık. Yayında tüm samimiyetiyle sorularımızı cevaplayan arkadaş Bedük, sözkonusu işi olduğunda tüm ciddiyetiyle yaptığı işin ayrıntılarından bahsediyordu. (Tabi burada ciddiyet kelimesinin anlamını zorlamamak gerek, işini yaparken keyif aldığını farketmek hiç de zor değil.)
Artık eskimiş bir kelime ama yeri geldi kullanalım, Bedük gerçekten çok “Avrupai” iş yapıyor. Müzikleri gerçekten muhteşem. Vokaller son derece melodik. Şarkılar insanı peşine takıyor. Son albüm Go’da Bedük kendi şarkılarının yanında Franz Ferdinand hiti “This Fire”a da yer vermiş. Onun da söylediği gibi bu artık kelimenin tam anlamıyla bir Bedük şarkısı olmuş. (Şarkının içinde “son, ki, üç, dört” diye Türkçe bir geçiş olması da ince bir espri aslında.) Konserlerin en çok konuşulan şarkılarından birini albümde görmek güzel. Yenilerinin de yolda olduğunu hatırlatalım. (Daha fazla bilgi için Haftaya Paydos sitesini ziyaret ederek program kayıtlarını dinleyebilirsiniz.)
Bedük sahnesine ayrı bir paragraf:
Öncelikle en merak edilen konu; hayır Bedük sahnede playback yapmıyor! Sadece altyapılar bilgisayardan geliyor ama onun dışındaki tüm enstrümanlar canlı çalınıyor. Eğer playback hissi veriliyorsa, bunu grubun çok iyi çaldığına bağlamanız gerek. Sahnede çok rahat ve çok enerjikler. Ve itiraf edeyim, bu Cumartesi 312 Arena sahnesinde Bedük’ü izlerken sadece şu geçiyordu aklımdan: Son zamanlarda hiçbir konserde bu kadar çok insanın bir bütün olarak bu kadar eğlendiğini, bu kadar dans ettiğini görmedim ben. Bir de sahneye, sahne arkasında görüntülere ve hatta şarkıya göre ortalığa saçılan konfetilere kadar sağlam bir ekip işi var. Bedük’ü sahnede izlememek büyük eksiklik!

Son söz, bu ülkede bir dans müziği kitlesi şekilleniyor yeniden ve bu insanlar Bedük’ün çevresinde an be an kalabalıklaşıyor... Kayıtsız kalmayın.

(Tayfun Ergin imzalı fotoğraf İstanbul Refresh, Bedük Go albüm tanıtım konserinden.)

20 Nisan 2009 Pazartesi

U2 3D

Hiç bir zaman hiçbir isim ya da gruba "fanatiklik" derecesinde hayranlık beslemedim. Ancak iki grubun hayatımda önemli bir yeri var; Dire Straits ve U2!
Dire Straits'ten "Private Investigations" ne zaman bir yerde karşıma çıksa herşeyi bir kenara bırakırım. "On every street" ya da "You and Your Friend"in içindeki soloların kıymetini bile biriyle karşılaştığımda sarılasım gelir. (tamam, biraz abarttım kabul.)
Ya da, U2'nun "Rattle and Hum" albümü özgürlüğe kaçış albümü gibidir benim için, hayatımın değişim dönemine fon olmuş, hepsini ezberlediğim şarkılarla bana "yol arkadaşlığı" yapmış bir albümdür. O yüzden benim için herkes gelir geçer (hayatımda satın aldığım ilk kasetin sahibi, Chris de Burgh bile!), ama U2 hep baki kalır...

İşte o U2'yu birkaç yıl gecikmeli de olsa, canlı (gibi) izleme fırsatı yakaladık U23D sayesinde. Onları Türkiye'de canlı görme şansımız yakın zamanda görünmüyor. Örneğin bu yaz turnedeler, Bulgaristan'a kadar geliyorlar. Ama bırakın teklifleri reddetmeyi, dinlemiyorlar, görüşmüyorlar bile. İşte bu yüzden çok önmeliydi benim için U23D. Çok iyi şeyler bekledim, beklediğimden de fazlasını buldum.
Evet, o kadar yakın ve 3 boyutlu görünce, aşağıdaki fotoğraftaki garip hallerinde olduğu gibi onların da normal insanlar gibi olduğunu farkediyorsunuz gerçekten. Belki ifade ederken garip geliyor ama Bono'nun pantalonundaki kırışıklar, The Edge'in bizim sosyete pazarlarında satılan türden eşofmanı, Larry Mullen'ın her an uzatıp alacakmışsınız gibi yakın duran ve parlayan bagetleri, Adam Clayton'ın uzanıp dokunabileceğiniz kadar yakında duran parmakları, ya da önünüzde sevgilisinin omzuna çıkan genç kızın buruşuk tişörtü... (Sahne biraz uzayınca elinizle dokunup, azcık kayar mısınız demeye niyetleniyorsunuz, o kadar gerçek.)
Ama tüm bu anlattıklarımın ötesinde, muhteşem bir ses kalitesi ve konserde olsanız tadını bu kadar çıkaramayacağınız görsel bir şölen... Pride başladığında gerçekten kalbiniz duracak gibi oluyor, Sunday Bloody Sunday'de çığlık atmaya niyetleniyorsunuz. With or without you'yu Bono sanki o akşam eve misafir olmuş size mırıldanıyor, One söylenirken The Edge'den gitarı alıp iki tıngırdatacak gibi oluyorsunuz...
Çok geç geldi, ve çok çabuk bitti... İkinci, üçüncü defa izlemeye niyetlenirken bittiğini duymak hayal kırıklığıydı, ama kaderde hiç görememek de vardı, o yüzden ziyadesiyle mutluyum efendim. Dünya gözüyle Bono'nun kemerinin tokasını gördüm, elimi uzatsam dokunacaktım, daha ne olsun!
Şimdi sırada turnenin bir ayağını izleme planları var. Tabi askerden henüz gelen, işe henüz başlayan biri dünyanın sıradanlaşmış kurallarından ne kadar kaçabilir, ne kadar kaytarabilirse...

1 Ekim 2007 Pazartesi

Senfonik Şebnem

Ben bu kadını seviyorum... Ben bu kadının yaptığı işleri seviyorum... Ama bu ikisinden daha önemli olan şu ki; ben bu kadının işini yapma tarzını seviyorum...

İlk albümü çıktığında bir arkadaşım öylesine çok seviyordu ki onu, sürekli kulağında walkman kulaklığı onun şarkılarını dinleyerek dolaşırdı.. Ben de onun yanında dinleye dinleye meraklanıp almıştım albümü. Herkesin bildiği "Bu aşk fazla sana", "Vazgeçtim dünyadan" ve "Fırtına" gibilerinin yanında, "Deli Kızım Uyan" ve "Yağmurlar"a takılmıştık biz.

Sonrasında devamı geldi.. Şebnem iyi şarkılar, başarılı albümler ve iyi bir pazarlama stratejisinin yanında, bir rock yıldızının nasıl yaşaması gerektiğini çok iyi özümseyerek kendini medyadan uzak tuttu. Belki de bu yüzden onun daha sağlam bir hayran kitlesi oluştu, ve belki de bu yüzden insanlar onu daha yakından tanıyabilmek, dudaklarından dökülecek üçbeş özel cümleyi duyabilmek için konserlerine akın ettiler... Ve tabi ki diğerlerinden çok farklı ve başarılı çizgideki konser performansları için...

Geçmişi fazla uzatmamalı; Şebnem, 10 Mart 2007'de Bostancı gösteri Merkezi'nde "İstanbul Symphonic Project"le birlikte verdiği eşsiz konserin CD'sini ve DVD'sini piyasaya çıkardı. Bu tür konerlerden bazılarının organizasyonunda bulunmuş biri olarak ön hazırlık döneminin ne kadar ciddi ve zorlu geçtiğini, dolayısıyla tüm ekibin işi ne kadar ciddiye alması gerektiğini çekinmeden söyleyebilirim. Şenem'in bu işi ne kadar ciddiye aldığını görmeniz için de onun menajeriyle tanışmanız fazlasıyla yetecektir... Yapılacak olanın sadece bir konser vermek değil, bunun yanında o performansı kaydetmek, bir albüm ve DVD olarak ortaya çıkarmak... Belki de Türkiye'de bu tür işlerin başarıyla yapılmasına pek alışık olmadığımız için bu çalışmayı ayrı bir yere koymak istiyorum ve bence hem DVD albüm, hem de bu CD kendisine Türkiye müzik tarihinde çok özel bir yer edinecek... Şarkıların seçiminden, kayıt kalitesine, seyircinin katılımından Şebnem'in heyecanına kadar dört dörtlük bir performans ve o peformansın sunumu var bu albümde...

Şebnem Ferah NTV'de "24 Saat" programında Banu Güven'in konuğu olmuş ve bu projeyi anlatmıştı:







(Konsere ait alttaki fotoğraf Şebnem Ferah Fan Sitesi seboist.com'dan alıntı.)


Öte yandan benim gibi "Bugün" ve "Sigara" tutkunlarını da fazlasıyla memnun edecek yorumlar gerçekten çok etkileyici... Bir de özellikle "Babam, Oğlum";

"sevgilim ve dostum
babam, oğlum
arkadaşım, aşkım
her şeyimdin sen

çok zaman geçti gitti ikimizden
özür dilerim seni üzdüysem
sadece dinle hiçbir şey düşünmeden
şimdi bunlar geldi içimden

bu akşam seni çok özledim
bütün şarabı tek başıma içtim
kırgınlığım bile geçti kalmadı
şimdi bunlar geldi içimden..."

12 Eylül 2007 Çarşamba

Madonna Drowned World Tour 2001

Konserlerindeki performansıyla bilinen Madonna, 1993 yılındaki "The Girlie Show"dan sonra uzun bir süre turneye çıkmaz... Herkes yeni bir "girlie show" beklerken, o 2001 yılında "Drowned World Tour"u sahneye koyar.
Madonna'dan zaten iyi bir performans bekleniyordur, ama o en yüksek beklentilerin bile üzerine çıkmasıyla, ve daha da önemlisi "sıradışı"lıkta sınır tanımamasıyla bilnen bir isimdir. Amerika ve Avrupa'daki yüzbinlerce kişi "sold-out" konserlerde tarihe geçecek sahneleri izlerler..

11 Eylül günü Los Angeles'ta gerçekleşecek olan konser İkiz Kulelere yapılan saldırılar sebebiyle ertelenir, ancak o tarihe kadar yaklaşık 3 ay boyunca (üstelik bebeği yeni doğmuş olmasına rağmen) konserler aralıksız devam eder.

Konserde neredeyse her şarkı için özel olarak hazırlanmış koreografiler vardır ama asıl olarak 4 bölüm göze çarpar... Madonna sahneye bir punk yıldızı gibi çıkar ve yeni albümünden şarkılar söyler önce, ardından Frozen'ın olağanüstü görselliğiyle birlikte bir geyşa ruhu görülür... Son albümün eğlenceli şarkılarında kasaba kızı olan Madonna, kısa bir İspanyol arasından sonra Holiday ve Music'le görkemli bir kapanış yapar...
Aslında anafikir, Madonna'nın her türdeki dans, şarkı söyleme ve show yeteneğinin sahneye koyulmasıdır...

Bu konserin DVD'si Türkiye'de de satışta ve konunun ilgililerinin mutlaka arşivinde bulunması gerekiyor... Yapılacak olan ise şudur; zaman zaman arşivdeki DVD alınır, izlenir, Madonna'ya ve onun sahnedeki gücüne bir kez daha hayran kalınır... Ama özellikle bir şarkının (aşağıda göreceğiniz) bu konserdeki yorumu mutlaka arka arkaya birkaç defayı hakedecektir... Ardından da o meşhur söze "evet" denir:

"There is no business like show business!..."

10 Eylül 2007 Pazartesi

Beytepe Açıkhava Tiyatrosu ve Levent Yüksel

Amaç önemli, Türkiye Meme Vakfı'na yardım amacıyla yapılan bir konser... İsmi konsepte çok uygun, "Kadın Şarkıları"yla Levent Yüksel... Mekan yeni ve dikkat çekici, Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampüsü Açıkhava Tiyatrosu... Organizasyon başarılı, Gazosmanpaşa Rotary Kulübü genç ve istekli bir ekiple düzenliyor...
9 Eylül Pazar gecesinin başlıklarla hikayesi böyle..
Önce mekan...
Hacettepe Üniversitesi gerçekten Ankara için muhteşem bir yenilik yapmış. 7500 kişi kapasiteli Açıkhava Tiyatrosu başkentin önemli bir eksiğini giderecek ve (eğer birçok üniversitenin yaptığı gibi mekanı önemli organizasyonlara verirken akılalmaz taleplerde bulunmazlarsa) Ankara izleyicisi tam bir "festival alanı"nda keyifli etkinliklere katılabilecekler... Birkaç eksiklik var tabi; şehirden uzaklığı, tamamı mermerden yapılmış alanın oturma gruplarının ihmal edilmiş olması (belki pratik olması planlanmış ama sözgelimi tahta oturma grupları düzenlenebilirmiş... gerçi bu haliyle de 1 YTL'den dışarıda yüzüne bakılmayan oturma zamazingoları satmak akıllıca bir ticari adım ama...), ve giriş kapılarının sistemli çalışamaması göze çarpanlardı... Ama, eğer iyi kullanılırsa, şu anda büyük konserler için Ankara'nın en doğru adresi olarak görünüyor...

Levent Yüksel...
Onun işine hakimiyetine ve saygısına hiçkimsenin yorum yapabileceğini zannetmiyorum. "İnsanlık" tarafı ise "iyi çocuk" olmanın ötesinde, bilenler biliyor... bu konsere hiç para almadan çıktı örneğin. Sahnede şarkıları kimi zaman albümlerden bile daha iyi söylediği de bir gerçek, ama sanki üzerine yapışmış o "efendi çocuk" etiketi onu sahnede biraz küçültüyor, profesyonelce yaptığı "bennn" numaraları biraz eğreti duruyor gibi... (Maalesef bu dünyada "iyi" olmanın bedeli her yerde "kötü" olmaktan çok daha ağır...)

Güzel bir akşamda Levent Yüksel şarkıları -beklediğim gibi- bana biraz ağır geldi ve sadece yarım saat izledim, ama şundan eminim ki böyle gecelerin tadı tamamen yanında kim olduğuna göre değişiyor:)

Bir de kafama takılan son bir not;
insanlar ne zamandan bu yana kafalarına ışıklı boynuzlar takma konusunda bu kadar meraklı olmaya başladılar, ya da masumca sormak gerekirse, bu iş ne zaman bu kadar moda oldu???

7 Eylül 2007 Cuma

David Vendetta

Unidos Para La Musica, Love To Love You Baby, Break 4 Love...
Bu şarkılardan herhangi biri tanıdık geldiyse ve sizin için de birşeyler ifade ediyorsa anlatacak çok şeyim yok... Ama tanımayanlar için biraz iddialı bir yorum yapalım, 2007 yılının müzik adına en büyük yıldızlarından biri o kesinlikle. Aslında çok iddialı şarkılar, listlerde haftalarca kalmış parçalar yaptığı için değil, aksine 70lerden 80lerden aklımızda kalan ritmleri 2000lerin anlamsız müziğiyle çok güzel kaynaştırdığı, "insanın kafasını patlatmayan remixler" yapabildiği için...

Hit dans müziği çalan herhangi bir radyoyu birkaç saat dinlerseniz kesinlikle onun şarkılarından birini duyacak, müzik kanallarını birkaç saat izlerseniz onun kliplerinden birini izleyeceksiniz zaten. Ben bilindik şarkılarının dışına çıkıp -henüz "official" klibi yayınlanmamış olsa da- amatör bir "Bleeding Heart" videosu ekliyorum buraya. David Vendetta'ya vokalde muhteşem buğulu sesiyle Rachael Starr eşlik ediyor, ve -tamamen kişisel yorumumdur- parça aslında 4. dakikadan itibaren gerçek havasını bulmaya başlıyor... (Bu yaz İstanbul'a ve birkaç sahil beldesine konuk olan David Vendetta'nın Mart 2008'de İstanbul'da olacağını da meraklıları için not düşelim bu arada...)

20 Temmuz 2007 Cuma

With Or Without You

Çocukluktan gençliğe geçiş dönemini, ya da moda deyimle "ilkgençlik yılları"nı arsız bir U2 bağımlısı olarak geçirenlerdenim... O yüzden onların konser kayıtlarını izlemek hala benzersiz bir keyiftir benim için... (Ve, eğer birgün birileri onları Türkiye'de konser vermeye ikna etmiş olacaksa, emin olun ki o ekipte ben de olacağım!!!)

Aşağıda ekşisözlük'ten alınma bir u2 yazısı, devamında da "U2-Elevation" turnesinin "Live in Boston" adıyla DVD'si de yayınlanan kayıtlarından yazıda anlatılan hikayesi var...

Ben her izlediğimde, hala aynı heyecanı duyuyorsam, aynı heyecanı paylaşan birileri vardır sanırım;
öyleyse sizi aşağıya alalım:

yıllar geçiyor, herşey eskiyor ama u2 hep aynı tazelikte kalıyor...
2001’in 6 haziran’ı...
boston, massachusetts...
u2, elevation turnesi...
turnenin çok özel bir anlamı var aslında... daha önceki iki turne ağırlıklı olarak sahne şovlarına yönelik görsel performanslardan oluştuğu için , grup üyeleri ve organizatörler u2’yu yeniden hayranlarıyla –bono’nun deyimiyle yaşam kaynaklarıyla- buluşturmak, ve aslında bir anlamda u2’nun (sadece) müzik kalitesini öne çıkarmak istiyorlar... görsel performansların değil, bono’nun, the edge’in, adam clayton’ın, larry mullen’ın enerjilerinin şovu olacak yani bu...
gerçekten de konser u2’nun sıkı müzikleriyle süsleniyor... elektronik değil, gerçek gitar sesleri çoşturuyor boston kalabalığını; herkes memnun halinden yani, fazlasıyla...
tam bitti derken konser, protest bir bis sürpriziyle karşılaşıyor izleyiciler; bullet the blue sky’la sinirler geriliyor, ortalık kızışıyor, tempo artıyor... sert bir finalle parça bitiyor... sessizlik... karanlık...
ve the edge’in gitarından duyulan bilindik tınılar; with or without you’nun ilk notaları... az önceki çığlıklardan eser yok bilmemkaçbin kişilik salonda, herkes suspus, çünkü hepsi gayet iyi biliyorlar ki bu bir keşif parçasıdır...aradaki bir tek nefes, bir tek kelime, bastan gelecek bir tek nota, eklenecek bir tek davul darbesi yepyeni şeyler anlatmaya başlayabilir bu şarkıda...
bono seyircilerin yanına kadar geliyor, mırıldanmaya başlıyor;
“see the stone set in your eyes,
see the thorn twist in your side,
i'll wait for you...”
gözleri en önde ağlayarak onu izleyen hayranlarında; kimbilir kaç saat önce geldiler orada, en önde olabilmek için... bono elini uzatıyor, genç kızın elini tutuyor... bu bile yeterliyken aslında genç kızın yaşam öyküsünü değiştirmeye, kendine doğru çekiyor bono onu... bodyguard kızı kucaklıyor ve sahneye çıkartıyor... bono sırtüstü uzanıyor sahneye, genç kızı yanına yatırıyor... kızın gözleri sırılsıklam, pırıl pırıl... şarkı devam ediyor;
“through the storm we reach the shore,
you give it all but i want more,
and i'm waiting for you”
bono dirseğinin üzerinde doğrularak kıza bakıyor; sanki onbinlerce kişinin önünde sahnede değiller de, evlerinin oturma odasında müzik dinliyorlar gibi... kız o kadar heyecanlı, o kadar mutlu ki, farkında bile değil olanların... bono hafifçe gülümsüyor, kollarıyla göğsüne çekiyor kızı... kızın heyecandan nefes alışının ne kadar da hızlandığı ancak o zaman anlaşılıyor zaten... şarkı devam ediyor:
“and you give yourself away
and you give yourself away
and you give
and you give
and you give yourself away”
salondaki dev ekranlarda önce bono’nun yıllardan yorgun düşmüş yüz hatları, sonra da genç kızın pürüzsüz, taptaze cildi görünüyor... bono kıza yaklaşıyor, dudaklarına küçücük bir öpücük konduruyor... kimbilir, belki dokunmuyor bile, ama bu bile o ana kadar sessizce şarkıya eşlik etmekle yetinen onbinlerce kişinin birden salonu çığlıklara boğmasına yetiyor... çünkü bütün kadınlar bono’ya bir kez daha aşık oluyor, çünkü bütün erkeklerin kıskançlığı ikiye katlanıyor...
sahnedeki genç kız dayanamayıp artık gözlerini kaparken tir tir titreyerek, bono onun elini alıyor, kendine çekiyor, bir öpücükle ödüllendirerek ellerini, onu tekrar bodyguarda teslim ediyor...
salondaki herkes bu sahneye kendi anısını yüklüyor, müzik tarihine yeni bir sayfa ekleniyor...
çığlıklar yıkarken salonu,
şarkı devam ediyor;
“with or without you
with or without you
i can't live
with or without you”

aslında zaten bono bu yüzden bono oluyor, u2 bu yüzden yıllar geçmesine rağmen hep u2 olarak kalıyor...
bize de başladığımız cümleye dönmek düşüyor;
yıllar geçiyor, herşey eskiyor ama u2 hep aynı tazelikte kalıyor...

(hoba, 30.12.2004 23:27 ~ 23:29)

7 Şubat 2007 Çarşamba

Aydilge

EMI Music'ten sürekli bültenler gelir adresime... Önceleri oradan aşinalık oluşmuştu onun adına... Daha sonra basın sponsorluğunu yaptığımız AnkiRockFest'in katılımcılarından biri olarak görmüştüm... Ama hiç dinlememiş, aslında dinlemeye de gerek duymamıştım nedense...

Derken İstanbul'daki Gepgenç Festival'in sponsoru olduk. Bilgi Üniversitesi tarafından organize edilen festivalle yaptığımız anlaşma gereği kapanış partisinde DJ'lik yapmam gerekiyordu. 10 Aralık Pazar günü partide çalmak için Studio Live'a ulaştığımda benim dışımdaki program konusunda inanın hiçbir fikrim yoktu, tüm akışı unutmuştum.

İşte Aydilge'yi ilk defa orada dinledim. Önceleri sahnedeki kıpır kıpır genç kız ilgimi çekti (hayır, tahmin ettiğiniz gibi değil, gerçekten çok pozitifti sahnede...), ardından da şarkıları... İlk defa dinlediğim şarkılarını çok beğendim, ve Ankara'ya döner dönmez yaptığım ilk şey albümü telefonuma yükleyerek dinlemeye başlamak oldu...

Belki sözler herkesi tatmin etmeyebilir, belki besteler kimilerine zayıf gelebilir, ve birçok yerde söylendiği gibi belki Aydilge'nin sesi sizi rahatsız bile edebilir, ama canlı performansını gördükten sonra inanılmaz bir keyifle dinlemeye başlıyorsunuz "Küçük Şarkılar Evreni"ni...

(Meraklısına bir not; Aydilge Sarp'ın daha önce yayınlanmış "Bulimia Sokağı" ve "Altın Aşk Vuruşu" adında iki kitabı var...)

30 Ocak 2007 Salı

Smokie

Uzunca bir zamandır yazamadım, böyle giderse bir o kadar daha yazamam sanırım... Bu yüzden hazır bir ara yakalamışken, yazabildiğim kadar anlatayım neler olmuş dedim. hemen düşününce aklıma gelen birkaç ayrıntıyı anlatmak niyetindeyim, tabi aklıma geldikçe, ve yazabildiğimce...

Neler yaptım bunca zaman; evet hayatım İstanbul Ankara arasında mekik dokuyarak geçti, araya bir de Antalya ekleyebiliriz... Radyonun işlerinin yoğunluğunu da eklediğimiz zaman nefes almadan geçmiş bir "yılın son iki ayı"ndan bahsedebilirim... Ayrıca bu süreç sonunda Istanbul'a yerleşme sebeplerimin ben istemesem de hızla arttığını, çok yakında bunu ciddi ciddi düşünmeye başlayacağımı da eklemeliyim...:)

Nereden başlamalı acaba...

En tarihi olanı anlatayım; Antalya'daki muhteşem Smokie konserini...

Antalya'da daha önceki seyahatler sırasında BeachPark yakınlarında dikkatimi çeken bir mekandı Jolly Joker Pub. Smokie vesilesiyle mekanı görmüş oldum. Ankara'daki Newcastle'lar havasında bir pub, ama gerçekten çok başarılı. Eski Ankara'lı Hakan işletiyor mekanı ve çok ciddi bir yatırımla dikkat çekici bir hale geliş mekan... (ben her zamanki gibi iş peşinde koşturduğum için mekanın içinin fotoğraflarını çekmek aklıma gelmedi, dışarıdan bol Mydonose balonlu fotoğraflarla idare edeceksiniz.)

Konsere gelince... Aslında takipçiler bilir, grupta gitarist dışında hiçkimse orjinal Smokie elemanı değil, ama vokalden enstrümanlara kadar herşey dört dörtlük. I'll meet you at midnight, Livin' next door to Alice, Oh Carol ve daha birçok Smokie şarkısı, muhteşem bir sahne performansı ve muhteşem bir kitle...

Geriye kalan iki şey var aklımda; Antalya'da mutlaka daha fazla organizasyon gerçekleştirmek, ve yaz mevsimi dışında da zaman zaman Antalya'ya gitmek... (hatta mümkünse bir kış tatili için Antalya'ya yol almak, The Marmara'da huzurlu bir kaçamak yapmak...)

İstanbul seyahatlerinden akılda kalanlardan birkaç not; Hisar'daki Cafe Nar'dan bahsetmeliyim, ama orayı fotoğraflarıyla ve daha ayrıntılı anlatmayı planlıyorum... Ankara kökenli bir ailenin işlettiği cafe gerçekten harika... Hem çalışanların ilgisi, hem de yemekleriz lezzeti karşı konulmaz güzellikte... Ama bunların yanında bizim anılarımızda yer edinen, burnumun dibinde Bergüzar Korel kahvaltı yaparken işletmecilerin "aaa, bakın burada ünlü bir konuğumuz var, Mydonose'dan Selim burada" demesiydi... Ne kadar güldük eğlendik siz tahmin edin:) Yolunuz düşerse mutlaka orada bir Pazar kahvaltısı tavsiye ediyorum, fotoğraflar ve ayrıntı ilk Istanbul seyahatimin ardından gelecek...


Yılın sonuna doğru bir kez daha Anadolu Üniversitesi'ne davet edildik. Yonca, Kemal ve ben oldukça kalabalık bir söyleşide gençlerin sorularını cevapladık (bu "gençlerin" tabirini de biryerde kullanmış oldum ya, sırtım yere gelmez benim artık!!!). Oldukça iyi ağırlandığımız ve çok misafirperver bir ekiple karşılaştığımız bu ziyareti akşam saatlerindeki unutulmaz çiğ börek ziyafetiyle tamamlamış olduk. Bu vesileyle Özlem Hanım'a ve tüm Radyo A ekibine de teşekkürlerimizi iletmek isterim...

Yılbaşı gecesi yine çalışıyordum... Ankara Hilton'daki Doritos New Year Party'de hem sponsor olduğumuz için, hem de DJ'lik yapacağım için sürekli koştururken görüldüm:) Bir de üstüne kullanılan ekipmandaki ufak aksaklık ve biraz kayan program akışı sonrasında saat 12'de kendimi elimde mikrofon, sahnede herkese geri sayım yaptırırken buldum... Sözde sahneye çıkmaktan, ön planda olmaktan hoşlanmayan adamım, buyrun buradan alın bakalım:) Yine de keyifli bir parti olduğunu söyleyebilirim. Bir de gece saat 5'e doğru eve dönerken kendimi koruyabilseydim, yılın ilk 3 gününü yataklarda sürünerek geçirmeyecektim:)


Bir de teknolojik not; telefon merakım yakınımdakiler tarafından bilinir. Aslında Sony Ericsson W800i aldığımda benim için nokta koyulmuştu, ama telefonumun çalınması, ardından aldığımın çabucak bozulması derken Nokia'ya dönmüştüm... Ama itiraf ediyorum, N72'yi aldığım an itibariyle yeniden Sony'nin Walkman telefonlarına dönme hayali kurdum ve gözüme kestirdiğim W850i'nin çıkışını beklemeye başladım. Sanırım Türkiye'de bu telefonu alan ilk kişilerden biriyim, o derece emindim tam istediğim gibi bir telefon olduğundan... Şu anda Sony Ericsson W850i kullanıyorum ve son derece memnunum. Elbette herkesin istekleri başkadır, ama bu aralar kararsız kalanlara mutlaka bu telefonu incelemelerini öneririm...

Gündüzlerim bu aralar radyo yoğunluğundan dolayı pek nefes almadan geçiyor... Akşamları arada derede kaçamak yapabilirsem bir yemek, kahve zamanı ayırıyorum kendime... Hoş, Selen ve Zeynep tarafından hayatımda hiçbirkadın tarafından reddedilmediğim kadar çok reddedildiğimi de eklemeliyim bu noktada ama:)) (anladınız siz, hep mi işi olur insanın yahu!!!) Bazı akşamları kendime saklıyorum (Moulin Rouge ve City of Angels izlenerek, hafif çakırkeyif bir akşam, yanında da başka kimsnein anlayamayacağı bir boyutta senin için önemli biriyle geçirilirse keyfin yerinde olmaz mı...) (evet, biraz gizem yaptım eğlence olsun diye...)



aslında anlatacağım şu; eve gittiğim zamanlarda hayatım tamamen şu yandaki ufaklıkla geçiyor bu aralar, ve dünyanın en güzel şeyinin ne olduğunu hatırlıyorum yeniden... (bu benim yeğenlerimden küçük olanı, Elif...) ha, tabi bir de zamane dünyasında bir kız çocuğu büyütmenin ne zor olduğunu...
Şimdlik bu kadar, aslında çok şey var anlatacak, aklıma geldikçe sıralarım...
Tüm ziyaretçilere bir kez daha merhaba demiş olayım bu arada...

29 Ekim 2006 Pazar

The Selector Launch Party "Kamera Arkası"


Uzunca bir süredir hazırlıklarını yaptığımız The Selector projesi sonunda 16 Ekim günü hayata geçti...

The Selector, İngiltere'de British Council için hazırlanan bir "İngiliz müziği" programı... Program ve ilk gece için düzenlediğimiz The Selector Launch Party" ile ilgili ayrıntılar zaten Radyo Mydonose ve British Council sayfalarında anlatılıyor. Ben her zaman olduğu gibi bilgiler için ilgilileri oraya yönlendirerek bir parça kamera arkasından bahsetme niyetindeyim...

Yaklaşık 6 hafta hiçkimseyle görüşmediğim kadar görüştüğüm ve kimseyle konuşmadığım kadar konuştuğum Bahar'la bu projenin Proje Koordinatörleri olarak işe başladık... Önce ilgililer ve yetkililerin katıldıkları toplantılar, ardından programın yayın ayrıntılarının belirlenmesi, ve son olarak ilk gece için Newcastle Gate 66 Club'da düzenlediğimiz kokteyl/parti...

Gate 66 aslında oldukça küçük sayılabilecek, fakat müzik ve ışık sistemleri açısından oldukça iyi bir mekan. Bizim de o gece için hazırladığımız görseller ve lazer gösterileri biraraya gelince mekan tam anlamıyla "The Selector" formatına uygun bir hale geldi.

Dürüst olmak gerekirse, benim daha önce radyomuz adına organizasyonunu üstlendiğim konser ve partilere göre farklı bir geceydi; ama katılanların memnun kalması ve amacına hizmet etmiş olması yeterli görünüyor... Zaten gazetelerde ya da dergilerde de ilgili haberlere rastlamış olabilirsiniz... (Öte yandan Selen'in anlattığı gibi geceyi ilginç noktalara getirmiş olan arkadaşlara da selamlarımızı göndermemiz gerek!!!)

Bu arada; programı Andrea Oliver sunuyor. Aşağıda gördüğünüz de, dünya tatlısı Andrea'nın gazetecilere karşı koyamayacakları pozlar verdiği anlardan biri:)


Her Pazartesi saat 22:00'de Radyo Mydonose'da yayınlanan programa katılanlar IPod Shuffle kazanma şansı yakalıyorlar, aklınızda bulunsun...

6 Ekim 2006 Cuma

Bodrum Bodrum

Hayatım boyunca hiçbir yaz bu kadar çok yer dolaşıp, bu kadar tatile hasret kalmamıştım!... Gitmediğim yer kalmadı, ama yorgunluktan ölmek üzereyim; sadece birkaç günlüğüne kaçmak için fırsat kolluyorum, olmuyor, olamıyor...
Geride kalan haftasonu Bodrum'daydım... Birçok zaman olduğu gibi Gökmen, ben ve yol arkadaşımız Transporter, Cuma'dan yola çıktık. Tarihe geçecek heyecenalı bir yolculuktu... Denizli civarlarında Bodrum'a yönelmek üzereyken İzmir'deki yoğun yağmur haberi, vericilerin bulunduğu Teleferik'e yıldırım düşmesi, yayının durması, bizim bir anda güzergah değiştirmemiz, vs... Uzun zamandır ilk defa bir organizasyona koşturmadan, rahatça gidebileceğimizi hesaplarken, hatta iftarı nerede yapsak ki fantezileri kurarken ancak sabaha karşı saat 4'te Bodrum'a inebilmemiz...

Bodrum'da Marina Yacht Club'da Famous Cup'ın sponsoruyduk, yani neredeyse 2 tam gün boyunca Marina ve civarında yaşadık:) Marina'nın muhteşem yemeklerini sadece izlemekle yetinmek üzücüydü tabi (Ramazan ve oruç münasebetiyle), ama Nazlı'dan sözler aldığımıza göre bunun devamı gelecek:)

Hazır yeri gelmişken, ve hazır bu kadar ünlüyü birarada bulmuşken, birer küçük cümleyle magazin dünyasından son haberleri verelim:
Aysun Kayacı zannedildiğinden kısa boylu, ve hatta göbeği bile var!!! Ama sahneye çıktığı anda ya da poz verirken gerçekten devleşiyor, bravo!.. Ebru Güzel hayatım boyunca gördüğüm en rahatsız edici "celebrity"lerden biri... Sertab Erener ufacık tefecik, ama -daha önce de aynı şeyleri düşünüyordum- son derece pozitif ve sıcakkanlı, Demir Demirkan'a saygı duyduk, o kadar genç kız hayranı olması boşuna değil... Fatih Ürek aynen Fatih Ürek(!), Levent Yüksel tamamen kendi halinde bir adam (Levent ve Demir'in yanyana geldikleri ve gazetelere yansıyan buluşmalarında arka tarafta beni de görebilirsiniz:) ), Berna Laçin -benim için- tam hayal kırıklığı, neredeyse benim kadar kilolu!!!... Ve merakla beklenen isim; Ozan Orhon gerçekten abartmış, bu kadar zayıflamak iyi değil... Dahası da var, ama bu kadarı şimdilik yetsin...

Bir de, Ali Poyrazoğlu'nun muhteşem bir seminer/gösterisi var iş hayatı, ekip ruhu ve liderlik üzerine... İnsan neredeyse tüm hayatını bir kez daha gözden geçirme gereği duyuyor ve adeta arınıyor, temizleniyor... Bir şekilde karşınıza çıkarsa, sakın kayıtsız kalmayın Ali Poyrazoğlu'nun bu "etkinliği"ne...

Son olarak Alisa ve Arsevi'ye de buradan selam göndermeden olmaz; onlar oradaki işlerimiz kolaylaştırmak için ellerinden geleni yaptılar, hatta Arsevi 2 yerine 1.5 elle çalışmasına rağmen gayet iyiydi:)

Onları biraz yorduğumuz için sonlara doğru biraz dağılmış gibiydiler, ama en mutlu oldukları anı kayıtlara düşmekte fayda var... Bir ara ikisini kelimenin tam anlamıyla "hopbidi hopbidi" bana doğru gelirlerken gördüm... "Hayırdır?..." diye sorduğumda aldığım cevap yeterliydi:
- Selim Beeey, çok mutluyuzz... Aysun Kayacı'yı yakından gördük, hem kısa boylu, hem de göbeği vaaar!!!

27 Haziran 2006 Salı

"We don't need no thought control"

Belki öyle kimileri gibi çok da tutkun olduğum bir grup değildi; ama sonuçta Pink Floyd Pink Floyd'dur, ve Roger Waters da kimseyle karşılaştırılamayacak, aynı kefeye koyulamayacak bir isimdir...
İstanbul seyahatinin zamanlaması tesadüfen Roger Waters konseriyle buluşturdu beni; hemen Selma'yla bağlantıya geçildi, yoğunluk ve trafikten dolayı "Wish You Were Here"ın da içinde olduğu ilk 45 dakika kaçırılsa da konsere yetişildi...


Kuruçeşme Arena'da muhteşem bir sahne, inanılmaz bir kalabalık, birçok ünlü isim, birçok tanıdık sima, arkadaşlar, ve "Another Brick in the Wall"!...

Tekrarı olur mu; sanmıyorum... Tarihe tanıklık etmek güzeldi... Güzel bir anı oldu...
Gece yorgun argın İstanbul'daki aileme, Şekerlere doğru yol aldım... İstanbul onlarsız bu kadar güzel olmazdı muhtemelen... Londra'da Gap'te komik bir şekilde başlayan arkadaşlığın bu boyutlara geleceğini bilebilir miydik acaba?
Evet, bilirdik:)

16 Mayıs 2006 Salı

Tom Novy!

Gerçekten hayatım boyunca tanıdığım en ilginç insanlardan birisi olarak yerini alacak hafızamda... Daha önce Africanism, Benassi, Rachael Starr, Global Deejays organizasyonlarında dünyaca ünlü DJ'lerle tanıştım (aman da ne kadar havalıyım!!!), ama hiçbiri Tom kadar eğlenceli değildi.
Aslında o Avrupa'da gerçekten çok çok iyi tanınan ve ciddi bir hayran kitlesi bulunan bir DJ/Prodüktör. Türkiye onu yeni yeni tanıyor. Yaptığımız partilerde yaklaşık 2500-3000 kişi onu yakından tanıdı ve sahnede -özellikle de gece ilerledikçe- nasıl bir DJ performansı sergilediğini gördü.

Tom Novy DJ performansının yanında sahnedeki pozitif enerjisiyle de çok ilgi çekiyordu... Dürüst olmak gerekirse, ben parça çalarken sahneden atlayıp seyircilerin yanına gelen, fotoğraflar çeken, sohbet eden ve tekrar sahneye dönen bir DJ daha önce görmemiştim...:) Gerçekten öyle, abartmıyorum!!!
Tabi akıllarda kalan bir önemli ayrıntı da(!), Tom'un kebap ve rakıya gösterdiği yoğun ilgi oldu... Sanırım bunda Ankara'daki yemekte onu tanıştırdığımız Hacı Arif Bey'in meşhur karışık kebapları kadar, üzerinde adı yazılı olan pidenin de etkisi vardı!!!:))

8 Mayıs 2006 Pazartesi

Tom Novy Partileri

Aslına bakarsanız ben öyle çok da dans müziği tutkunu biri değilimdir, ama iş gereği bi şekilde içine dalmak zorunda kalabiliyor insan...
Son 6 ay içinde radyo için organize ettiğimiz 4. büyük parti organizasyonu bu, ve yarın akşamdan sonra benim yine bir süre hayattan kopmama sebep olacak maraton başlıyor...
Daha önceki partiler gerçekten çok başarılı geçmişti, bunun da öyle olacağını bekliyoruz... Tabi, organizasyon bir radyo istasyonu partisi olunca, amaç sadece belirli bir rakamı yakalayacak kadar bilet satmaktan çıkıyor, iş olabildiğince çok tanıtım yapmaya geliyor...
Galiba bu konuda üzerimize düşeni yapabildik.
Tom Novy ilk defa Türkiye'de olacak... Aslında gerçekten türünde çok çok başarılı, ama Türkiye'de o kadar da tanınmıyor maalesef...
Hepsinin ötesinde, gerçekten yoğunötesi bir organizasyon daha yarın gece itibariyle beni bekliyor... Organizasyon ayrıntıları Radyo Mydonose sayfasında, ben de bi kaçamak vakit bulabilirsem burada "sahne arkası"ndan bahsederim...