Spor etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Spor etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Şubat 2014 Cuma

Adam Olmak!



Yıl 2001.

32. Avrupa Basketbol Şampiyonası Türkiye'de gerçekleştiriliyor.
Normalde güreşten ve futboldan başka bir spora ilgi göstermeyen güzel ülkemiz için bu ilginç bir fırsat. Sponsorlar da olayın içine giriyor, Türkiye Garanti’nin ‘12 Dev Adam’ şarkısıyla tanışıyor. Almışız coşkuyu, son derece iyi maçlar çıkartarak ilerliyoruz. Bir önceki şampiyon İspanya bile duramamış karşımızda.
Çeyrek finalde rakip Hırvatistan. Son çeyreğe 20 sayı farkla yenik girdiğimiz maçta müthiş bir geri dönüşle ve son saniye atışıyla maçı uzatmaya götürüyor, kazanıyoruz. Ardından yarı finalde Almanya’nın karşısındayız. Bu defa Hidayet’in son 3 saniyeye girerken attığı mucize 3’lük ve final...
Finalde Yugoslavya'ya karşı tutunamıyoruz. 78-69’luk mağlubiyetle Eurobasket 2001’de ikinci oluyoruz ama bu şampiyona adeta Türkiye’nin basketbol kaderini değiştiriyor. Oyuna ilgi artıyor, genç oyuncularımız NBA’in dikkatini çekmeye başlıyor, kulüp takımları Avrupa şampiyonalarında başarılar elde ediyor.

Biz şimdi şampiyonanın öncesine gidelim.
Belki biz henüz farkında değildik ama belli ki takım büyük işler yapacağına çoktan inanmıştı. Müthiş bir konsantrasyon vardı ve yöneticiler basketbolcuları medyadan özellikle uzak tutmaya gayret ediyorlardı. Büyük televizyon kanalları bile oyuncularla röportaj yapma şansını pek de kolay bulamıyordu. Biz de Radyo Mydonose olarak Türkiye’de yapılacak şampiyonaya dikkat çekmek için birşeyler yapma isteğindeydik ama elimiz kolumuz bağlanmış durumdaydı.
Türkiye’nin grup maçları Ankara’da yapılacaktı. Uzunca bir kamp döneminden sonra maçların başlangıcına kısa bir süre kala takım Ankara’ya gelerek bir otelde kampa girdi. Ben o dönem radyoda akşam yayınları yaptığım için günümü değerlendirmek amacıyla Sports International’da işe girmiştim ve merkez ofiste çalışıyordum. Bir gün tesiste bir hareketlenme oldu ve ofise tam da benlik bir bilgi ulaştı. Milli takım ertesi gün antrenman için Sports’a geliyordu! Bilgi dışarıyla paylaşılmayacaktı ama hazırlıklı olmak gerekiyordu.
Ne yapabileceğimizi düşünmeye başladım. O akşam radyodan kayıt cihazını aldım. Televizyonlara bile röportaj verilmezken şansımızın çok yüksek olmadığını biliyordum ancak doğru yaklaşımla bazı yapılmazların yapılabileceğini de daha önce öğrenme şansım olmuştu. Şansımı denemekle hiçbir şey kaybetmezdim.

Ertesi sabah erken bir saatte milli takım otobüsü tesise yanaştı. O gün spora gelmek için o saatleri seçenler muhtemelen hayatlarının sürprizini yaşamışlardır. Kolay değil, milli takım oyuncularıyla yanyana kondisyon çalışıyorsun! Biz, Sports’un ofis çalışanları da heyecanımızı bastırmaya çalışarak kendilerine başarılar diledik ve kenardan antrenmanlarını izlemeye başladık. Herkes oyuncuların peşindeyken ben tek bir kişiye odaklanmıştım. Sürekli telefonla birileriyle görüşmeler yapan menajer Doğan Hakyemez’in konuşmalara ara verdiğini gördüğüm anda yanına gittim. Önce kendimi ve Sports’taki görevimi tanıttım, ardından da aslında Radyo Mydonose’un yayın ekibinde olduğumu belirttim. Kimseyi rahatsız etmek ya da prensiplerini zorlamak gibi bir niyetim olmadığını ancak oyunculardan birkaçından radyoda yayınlanmak üzere kısa kayıtlar almamın mümkün olup olamayacağını sordum. O dönemler Radyo Mydonose ulusal olarak da çok güçlüydü ancak bizi herkes Ankara’da tek olarak görürdü. Önce durakladı, bir an kafasında durumu değerlendirmeye çalıştığını farkettim ve hemen araya girdim. Sadece onun izin verdiği ölçüde olacağını, tamam dediği anda da kaydı bitireceğimi net olarak belirttim. Bana doğru baktı ve benim için o anda on kaplan gücündeki cümleyi fısıldadı:

‘Mydonose’u seviyoruz biz. Antrenman bittiğinde otobüse bin, hareket edene kadar istediğin kayıtları al. Ama otobüs hareket edince ineceksin.’

(Burada bir not: Radyo Mydonose olarak TED Kolejliler takımının sponsorluğuyla basketbola destek veriyorduk ve o dönemde bu tür sponsorluklar çok fazla olmadığı için basketbol camiasının bize karşı ayrı bir sempatisi vardı.)

İtiraz mı edeceeğim! Bundan daha fazlasında gözümüz yok zaten. İhtiyacım olan sadece birkaç isimden ID almak. (Bilmeyenler için: Hani radyolarda duyduğunuz ‘Hi, this is Madonna and you are listening to Radio Mydonose’ tanıtımları vardır, işte yayın dilinde onlar ID olarak geçer.)

Sonrası hem olayın heyecanı, hem de birazdan anlatacağım (ve onca hevesin neredeyse boşa gitmek üzere olması sebebiyle) yaşanan stresin sonucunda benim için adeta kontrolüm dışında yaşanmış olaylar dizisi gibi!

Antrenman sonrası oyuncular otobüse doğru yöneliyorlar. Ben de elimde kayıt cihazıyla hemen yanlarına gidiyorum. Kapıdaki görevli doğal olarak durduruyor. Doğan Hakyemez’le gözgöze geliyoruz, bir işaretiyle izin çıkıyor. Otobüsteyim ve muhtemelen en fazla 5 dakikam var, 10 bile değildir. Özellikle dikkat çeken oyuncuları yakalamam gerek ama o sırada diğerlerini pas geçmek gibi bir ayıba da düşmemeliyim.

Oyuncular çoğunlukla otobüsün arka tarafına yığılmışlar, ortadan itibaren sırayla mikrofonu uzatmaya başlıyorum. Herkes çok canayakın, çok samimi, kimse kapris yapmıyor. Önce Harun Erdenay güzel bir konuşma yapıyor, sonra biraz bozuk (ama her maç sonrasında memleketine selam gönderirken hepimizi duygulandıran) Türkçesiyle Mirsad Türkcan ‘Ben de Mydonose’u dinliyorum.’ diyor. Kerem Tunçeri, Orhun Ene, her şey şahane.

Derken sıra İbrahim Kutluay’a geliyor. O dönemde antrenmanlara bile jöleli saçlarla çıkmasıyla dikkat çeken İbrahim bir türlü konuşmuyor, oysa söyleyeceği tek şey "Merhaba ben ibrahim Kutluay, herkese sevgiler" benzeri bir basit cümle.

İbrahim inatla söylemiyor, bekletiyor, vakit geçiyor. Deli oluyorum. Bir yandan vakit kaybetmemek için onu geçmeyi düşünüyorum ama bir yandan da yayıncılık dürtüsüyle popüler bir isimden de bir şeyler duyma isteğindeyim. Ben orada oyalanırken kabusum gerçekleşiyor ve otobüs manevra yapmaya başlıyor. Gözüm arkaya takılıyor, Hüseyin Beşok, Kaya Peker ve Mehmet Okur’un hazırlanmış ve gülümser gözlerle bana bakarak sıralarını beklediklerini görüyorum. Herkes ibrahim'e dönüyor, takım arkadaşları kızmaya başlıyorlar, arada "artistliğin ne lüzumu var oğlum, söylesene işte"ler bile duyuluyor. Ne yapmam gerektiğinden emin değilim ama geriliyorum. Ve korktuğum başıma geliyor. Doğan Hakyemez otobüse biniyor, kapı kapanıyor ve tam hareket edilecekken beni görüyor. Haklı olarak kızıyor. ‘Ben otobüs hareket edene kadar demedim mi Selim!’ cümlesi bana hakedilmiş bir küfür gibi geliyor adeta. Kızgınım. Bir söz verdim ve tutmalıyım. Arkada sesini duymak istediğim isimler de var ama inmeliyim. ‘İniyorum Doğan Bey, çok teşekkürler’ diyebiliyorum sadece...

İşte tam da o anda arkadan Mehmet Okur'un sesi duyuluyor. "Kızma kızma, onun bir suçu yok..." Yaşadığım hayal kırıklığını farketmiş olmalı, düzeltmek için bir şeyler yapmak istediği belli. Uzanarak mikrofonu alıyor, "Merhaba, ben Mehmet Okur" diye başlayarak söylenmesi istenen herşeyi sıralıyor ve samimi gözlerle gülümseyerek "başka bir şey lazım mı" diye soruyor.  Onun cümlesi biterken ibrahim dışındaki tüm takım oyuncularının ‘Radyo Mydonose, Radyo Mydonose!’ diye jingle’ımızın tonlamasıyla bağırdıklarını duyuyorum. Tezahüratlarla ve eğlenen isimlerle birlikte şahane bir kayıt çıkıyor ortaya!

Bu kayıtla hazırlanan spot, şampiyona boyunca defalarca yayına giriyor. Hatta şampiyonluk maçı kaybedildikten sonra bile... Gururla!

Yıllar hızla ilerliyor. O zamanlar sıradan bir "Türk Milli Takımı oyuncusu" olan Mehmet Okur bir dünya yıldızı oluyor, NBA’de tarih yazan Türklerin arasına giriyor ve inanılmaz paralar kazanıyor. Ve birileri, O başarılar kazandıkça içinden hep "helal olsun, hep kazansın, daha da çok kazansın" cümlelerini geçiriyor.

Şu anda da takip edenler bilir, Mehmet Okur’un adamlığı sadece böyle hikayelerle , sportif başarılarıyla kalmadı. Doğruları korkmadan söylemekten, yanlışa cesurca yanlış demeye, adam olmak başka bir şey.

İyi ki vardın, iyi ki varsın Mehmet Okur!


Fotoğraf www.ntvmsnbc.com arşivinden.

(Önemli Not: Bu bir İbrahim Kutluay değil, bir Mehmet Okur yazısıdır. Yani mesele İbrahim'i kötülemek değil, Mehmet'i anlatmak. Ben İbrahim'i hayatımda sadece bu sahnede gördüm ve oradaki tavırlarına göre yorum yaptım. Eğer yanıldıysam, maksadımı aştıysam ve haksızlık ettiysem lütfen yorumunuzu ekleyin. Yayınlamaktan memnuniyet duyacağım.)


12 Temmuz 2010 Pazartesi

Casillas'ın Öpücüğü!

“Beni destekleyen herkese çok teşekkür ediyorum…. Aileme, kardeşime…”
2010 Dünya Futbol Şampiyonası sonrasında kupayı kazanan İspanya’nın kaptanı Iker Casillas’ın canlı yayında söylediği cümleler bunlar.

Biz sadece 1 ay öncesine gidelim. Bir önceki Avrupa Kupası’nın galibi İspanya, Dünya Şampiyonasının da en güçlü zirve adaylarından biri. Ancak şampiyona onlar için hiç de iyi başlamıyor ve İspanya ilk maçta İsviçre’ye 1-0 mağlup oluyor.
Gazeteciler kurban ararken aradıklarının da ötesinde magazinsel bir malzemeyle karşılaşıyorlar. Casillas’ın sevgilisi (ve aynı zamanda büyük maçlardan sonra yaptığı saha röportajlarıyla tanınan televizyon muhabiri) Sara Carbonero, maç boyunca saha kenarında durarak kalecinin dikkatini dağıttığı iddiasıyla suçlanıyor. Ancak ne Casillas, ne de Carbonero bu iddialara cevap vermiyorlar.
Öte yandan karşılaşmalar devam ettikçe İspanya da (çoğu sadece tek farklı olsa da) galibiyetlerle şampiyonluğa doğru yol almaya devam ediyor. Final günü geliyor, oldukça zorlu bir karşılaşmada maçın kaderini değiştirecek önemli kurtarışlara imza atan Casillas’ın da önemli katkılarıyla İspanya Hollanda’yı uzatmalarda Iniesta’nın attığı golle 1-0 mağlup ediyor ve tarihinde ilk defa dünya şampiyonu oluyor.
Maç bitiminde tarih yazan futbolcuların hepsi çok duygusal!... Kameranın gösterdiği her yerde coşku ve gözyaşları var. Bu duygu yoğunluğunda kupa töreni tamamlanıyor ve İspanya tarihi kupayı teslim alıyor.

Törenin sonrasında sahnede Carbonero var. Kaybedilen ilk maçtan sonra Casillas’a oldukça sert bir tonlamayla “Ne oldu da kaybettiniz, neyi yanlış yaptınız?” diye soran Carbonero’nun karşısında yine sevgilisi var. İkisinin de heyecanı gözlerinde okunuyor. Klasik sorular soruluyor, klasik cevaplar veriliyor. Derken konu başarının ardındaki destekçilere teşekkür etmeye geliyor. Casillas aklındakileri sıralamaya başlıyor.
“Beni destekleyen herkese çok teşekkür ediyorum. Aileme, kardeşime…”
Burada bir anda duraklıyor, mimikleri şaşkın, elini kolunu nereye koyacağını, nereye bakacağını bilemez halde! Belli ki aklından geçen bir şeyler var ama o bilindik mantık/duygu kavgası işte. O anda karar veriyor ve cümlesini tamamlayarak Carbonero’ya yöneliyor;
“…. kardeşime ve sana…”



Bilmemkaç milyar insanın ekranda canlı yayını izlediği o an Casillas'ın hiç kimse umurunda değil, karşısında sadece sevgilisi var. Sevgilisine duyduğu aşk ve belki da daha ötesi kaybettikleri ilk maçtan sonra yapılan onca eleştiriye karşı onu koruma isteği.
Aynı Casillas, tekrar edelim, son Avrupa ve Dünya Şampiyonlarını kazanan takımın kaptanı, yani futbolun şu anda dünya üzerindeki en “güçlü” ismi, maç bittiğinde kalenin önünde diz çökmüş ağlıyordu. Yani o anda bütün dünyanın onu izlediğini, o anda verdiği görüntülerin hayatı boyunca hep karşısına çıkacağını hesap etmiyordu, sadece duyguları ona ne söylüyorsa onu yapıyordu.

Ve, duygularına esir olmak, onu güçsüz bir adam yapmıyordu!

20 Haziran 2009 Cumartesi

Tarih Yazmak


İlgili aramalar:  galatasaray -  arena

Bir önceki yazımda Galatasaraylılığımın şeklini ve sınırını açıkça belirtmiştim. (Bir çocuk 5-6 yaşında Galasaraylı olmaya karar verdiyse ve 13 yaşına kadar şampiyonluk görmemesine rağmen takımından vazgeçmediyse ne yaptığını biliyor demektir). O yüzden bu videoyu bir fanatik taraftar olarak değil, son derece başarılı bir PR çalışması ürünü ve önemli bir belge olarak buraya eklemek istedim.

(Hagi'nin golünde kale arkasında sevinen top toplayıcı çocuğu tanıdınız mı?)

Fanatik ve Taraftar

tarih: 4 kasım 1992
yer: ali sami yen stadyumu
sebep: galatasaray-eintracht frankfurt karşılaşması

iki kardeş, ikisi de üniversite öğrencisi, ikisi de iyi birer galatasaray taraftarı (ama kör fanatik değil!)
o dönemler avrupa başarıları henüz hayalden bile uzak, dolayısıyla bir alman takımını eleme şansı yakalamış olmak, insanın hayatında bir defa görebileceği bir sahne.
(diye düşünülüyor yani o zamanlar...)
harçlıklar son damlaya kadar biriktiriliyor, okullar bir şekilde asılıyor, trene biniliyor ve soğuk trende ankara-istanbul yolculuğu yapılarak, ardından da hiç vakit harcanmayarak stadyuma gidiliyor.
mahşer günü gibi, inanılmaz bir kalabalık.
maçın başlamasına saatler var, ama biletler bitmiş, bilet alanlar bile içeri girmekte zorlanıyorlar. ama günlerdir kurulmuş bir hayal var, görevliler "bilet kalmadı" diye bağıradursun, inatla sıra yapıyor insanlar gişelerin önünde.
derken bir karaborsacı dolaşmaya başlıyor ortalıkta.
abi kardeş son paralarını çıkartıyorlar, ama iki bilet için yeterli değil para. tüm cepler itinayla kontrol ediliyor, yemek parası da dahil ediliyor, ama hala eksik var...
oflayıp puflayıp ağlamaklı gözlerle boşluğa bakarken iki kardeş, sıranın hemen arkasından bir adam cüzdanını çıkarıyor. cüzdanında görünen son para bilet için gerekli farkı tamamlayacak, ama başka parası yok adamın. kardeşler itiraz ediyorlar, adamın son parasını alamayacaklarını söylüyorlar inatla, ama adam ısrar ediyor.
"ben izmit'ten geldim, siz ta ankara'dan gelmişsiniz bu maça, benim dönüş tren biletim var hem, yemek de yemeyiveririz, noolacak ki" diyor.
gönülsüz, ama çaresiz alınıyor para, ve hasbelkader içeriye girebilen son kişiler oluyor o üç kişi.

saatler geçmek bilmiyor, güneş altında karınlar acıkıyor, bünye su istiyor.
bir süre sonra yukarıdan bir ses duyuluyor "ankaralı, izmitli!... alın şunları kardeşler, afiyet olsun..."
elden ele sandviçler ve içecekler geliyor, yani herkes herşeyin farkında.
yani aslında futbol bahane, insanlık heryerde...

maç başlıyor, henüz 5. dakika. uğur tütüneker gol atıyor, yanda rastgele birilerine sarılıyor kardeşler, tesadüf ya, izmitliyi buluyorlar yine...
gülümsüyorlar...
"kardeş," diyor izmitli mutlulukla,
"ben fenerliyim aslında biliyor musun... ama milli davadır bu, cimbom kazansın biz de seviniriz. hem hikaye bunlar yahu, insanlık öldü mü.."

yıllar geçiyor, insanlar galatasaray fenerbahçe diye salyalar akıtarak birbirlerini bıçaklıyorlar... az önceki hikayenin kahramanı olan sizin gözünüzde sağlam bir galatasaraylı, ama herşeyin öncesinde doğru düzgün bir adam olarak (olmaya çalışarak) yıllar öncesinin izmitli adamı canlanıyor;

"insanlık öldü mü?..."

16 Mayıs 2006 Salı

Şampiyon


"Sarıyla
Kırmızıyla,
Alnımızın
Akıyla"

Ben bu sloganı çok sevdim...

Hani, maksat birilerine laf atmak değil, ama "alın teriyle, emekle kazanmak" diye bir kavramın bu kadar yakıştığı az yer vardır... Bu sene gerçekten emek, çaba ve inanç kazandı.

Fanatik olmadım hiçbir zaman, ama iyi bir Galatasaraylıyımdır. Maç günü organizasyonlardan dolayı İstanbul'daydım ve Bağdat caddesindeydim bir ara. Bilenler bilir, Kadıköy ve Bağdat Caddesi Fenerbahçe'nin kalesidir. O gün inanılmaz bir eminlik ve coşku vardı oradaki Fenerbahçe taraftarlarında, ama futbol böyle işte, herşey beklenenden farklı olabiliyor, ve aslında futbol bu yüzden güzel zaten...
İstanbul-Ankara yolunda şampiyonluk maçı dinlemek ilginçti tabi:)
Bir de 16 dakikalık uzatma süresi!...