Seyahat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Seyahat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Nisan 2019 Çarşamba

Nasıl Bu Kadar Çok Seyahat Edebiliyorsun Selim?


Şu fani ömrümde ‘Nasılsın?’ sorusundan çok bununla karşılaşmış olabilirim. Bunun bir de dile getirilemeyen, yüze söylenemeyen versiyonu var, ‘Nereden buluyor bu kadar parayı?’ diye.
Aklınıza başka bir şey gelmesin, iyi niyetle yazıyorum bunu. Ben de soruyordum çünkü bazen. Özellikle de ‘Hiç param yok, öldüm bittim.’ diye sürekli ağlayanların para harcama konusunda nasıl bu kadar sınırsız ve ölçüsüz davranabildiklerini hala bazen anlamakta zorlanıyorum. Ama zamanla gördüm ki, ‘seyahat etmek’ kavramını hayatında doğru yere ve doğru parametrelerle koyarsan, her şey mümkün.

Ben şimdi size zamanla kendim deneyimleyerek öğrendiğim ve seyahat etmeyi hayatımın merkezine yakın bir yere konumlandırmamı sağlayan bazı küçük taktikleri anlatacağım. Tabii ki bu konuda uzmanlaşmış çok değerli insanlar var, bloglarda, dergilerde, televizyonda, çeşitli internet mecralarında önemli detayları paylaşıyorlar. Yani sorunuz 'Nasıl ucuza bilet alabilirim?' ise, aslında bunun cevabı çok değişken. Onları saygıyla selamlayıp, benim için en kıymetli ayrıntıyı en başa yazarak başlamak isterim:
Seyahat etmenin sizin için ne demek olduğunu kendinize doğru tanımlayarak başlayın. Yeni yerler keşfetmek mi, yeni insanlar tanımak mı, sadece biraz uzaklaşıp kafa dinlemek ki, sosyal medyaya fotoğraf üretmek mi, yemek içmek mi? Sonrasını planlamak biraz daha kolay olacak.




Seyahat etmenin parayla, pulla, zamanla ilgisi yoktur. Yani vardır elbette ama o kadar da yoktur. Aslında merakla ve ufukla ilgisi vardır, mantıkla ilgisi vardır, akıllı olmakla ve doğru planlamayla ilgisi vardır. Fırsatları iyi takip etmekle ve niyetlenmekle ilgisi vardır. Ve en çok da seçmekle ilgisi vardır. Kimileri mala mülke yatırım yapmayı seçerken, sen kendine yatırım yapmayı seçersin. O da haklı kendince ama sen de haklısın. Sen de bazı şeylerden vazgeçiyorsun bunu yaparken, hiçbir şey oturduğun yerde altın tepside sunulmuyor. Uğraşıyorsun, emek veriyorsun, çabalıyorsun. Önce sen de hayatını kazanmaya, evini geçindirmeye çalışıyorsun. Belki biriktiriyorsun, belki eline geçeni önce bu kumbaraya atıyorsun. Belki de hayatındaki şımarıklık hakkını böyle kullanıyorsun. Ya da kimbilir, bazen de hayatından çalınan çocukluğunu, gençliğini yerine koymayı deniyorsun yavaş yavaş. Bilemezsin, bilemezler. İşte bu sebepten en çok; kimse kimseyi yargılamamalı, kimse kimseye haksızlık etmemeli. Herkes kendi yolunda, herkes kendi doğrularında başkalarına omuz atmadan, yolun keyfini çıkartarak yürümeli. #hayat #seyahat
A post shared by Selim Karakaya (@selimkarakaya) on


Daha önce Amerika seyahati ile ilgili uzun bir ayrıntılar dizisi anlatmıştım ve oradaki bilgiler çok ilgi gördü. Eğer aklınızda öyle bir seyahat varsa sizi şu sayfaya alalım.

Seyahat etmeye niyetlenildiğinde en büyük iki masraf kalemi ulaşım ve konaklama oluyor. Ben burada uçuş maliyetlerini azaltabilecek deneyimlerimi ‘doğru faydalanmak’ konseptiyle detaylandırmak istiyorum. Anlatacağım şeyler başta hepinize tanıdık gelebilir ama ben onlardan farklı ve doğru faydalanmak için ne yapabileceğinizi anlatacağım. Özellikle paragraf sonlarında önemli notlar olacak.


23 Temmuz 2014 Çarşamba

Amerika Seyahatinizi Kolaylaştıracak 12 İpucu



(Güncelleme - Ağustos 2017: Birkaç Amerika seyahatimin ardından 2014 yılında yazdığım bu yazı ve listelediğim notlar, geçen zaman içinde Google'da Amerika gezisi için blog tavsiyeleri arayanların ilk sayfada karşılarına çıkan bir popülerliğe ulaştı. Doğal olarak da yorumlarda ya da doğrudan e-postalarla çeşitli sorularla karşılaşmaya başladım. Zaman zaman bu başlığı kontrol ederek, önemini yitiren ya da eklenmesi gereken notlarla bu içeriği güncel tutmaya çalışıyorum. İlk birkaç paragraf kişisel bir giriş olduğu için dilerseniz doğrudan maddelere geçebilirsiniz. :) Umarım size de bir faydası dokunur. Sevgiler...)

Amerika’ya ilk seyahatim Radyo Mydonose’daki ilk dönemimizde bir eğitim için Boston’a gidişimizdi. O zaman elimizde bir program, havaalanında karşılamalar, her gün otelimizden alınmamız gibi belirli bir akış olduğu için her şey çok basitti. Tam 15 yıl sonra (evet, gerçekten ikinci seyahatim ilkinden tamı tamına 15 yıl sonra aynı güne rastladı!), yakın zamanda üç kez çeşitli sebeplerle Amerika seyahati gerçekleştirdim. İş için gittiğim de oldu, gezmek için gittiğim de. Yalnız da gittim, üç kişilik bir arkadaş grubumuz da vardı. Bu süreçte tahmin edebileceğiniz gibi bazen ön hazırlık yaparken, bazen de bizzat yaşarken karşılaştığım birçok konuda iyi ya da kötü tecrübeler edindim.

10 Ağustos 2010 Salı

Subjektif Çeşme Notları...


Tatil notları paylaşmak ve önerilerde bulunmak konusunda pek de iddialı olduğumu söyleyemem, zira benim tatil anlayışım çok da öyle bilindik tariflere uyanlardan değildir… En basit yerinden başlamak gerekirse, “yol tatile dahildir”cilerdenimdir ben. Yavaş yavaş giderek ve bolca mola verilerek yapılan yolculuk asla tatilden kaybedilen bir gün değildir benim için…
Çeşme’ye son gidişim, askere gitmeden çok kısa bir süre önce Radyo Mydonose adına gerçekleştirdiğimiz son partilerden biri içindi. Hemen akabinde, acemi birliğim olarak İzmir Narlıdere’nin çıkmasının hayatın boş bir anında bana oynadığı oyun olduğunu düşünüyorum. Görevli olduğum İstihkam Alayı tam olarak İzmir-Çeşme otobanının “kenarındaydı” ve biz akşamları tepedeki yemekhanemizin önünde içtima saatini beklerken otobanda Çeşme’ye doğru yol alan araçları görürdük.
Askerlik sonrası ilk defa o otobanda Çeşme’ye doğru yol alırken aklımdan bunlar geçiyordu açıkçası. Bir de The Cranberries konserinin nasıl olacağı, ki bu kendi başına bir yazı konusuydu.
Çeşme’deki birkaç gün boyunca –tamamen bana göre- ufak tefek bazı notlar aldım… “Zaten biliyordum”, “Hiç de öyle değil” ve “aaa, süpermiş”ler arasında seçim size kalmış…

Denize Kavuşturan Yollar… Çeşme’de bir tek istikamet dışında her yol denize çıkıyor! O da zaten geri dönüş yolu. Sağa sola dönmeden devam ettiğiniz her yol sizi mutlaka bir koya çıkartıyor. Bilinenlerin dışında birçok gizli saklı ve sakin koylar, plajlar var. Ve bunlar keşfetmeye değecek güzellikler…

İzmir Çeşme Otobanı… Bu kısa yolda huzur veren bir şeyler var diye düşünürdüm hep ve sonunda sebebini buldum; ulaşacağınız yer giderken Çeşme, dönerken İzmir ise o yolda nasıl mutsuz olabilirsiniz ki?!...

Rüzgar Türbinleri… Türkiye’de son yıllarda keşfedilen ve aslında ülke ekonomisi açısından son derece önem arzeden rüzgar türbinleri Çeşme’de her geçen gün sayıları artarak selamlıyor ziyaretçileri. İtiraf edeyim, bu türbinlerde beni rahatsız eden bir şey var, bir gün harekete geçip dünyayı ele geçireceklerini düşünüyorum, canlı gibiler!... Kaldığım otelde (Çeşme Altınyunus Otel) Türkiye’nin ilk özel rüzgar türbiniyle tanışmış olduğumu da belirtmem gerek.

Seaside Beach Club… Daha önce birkaç organizasyon için ziyaret ettiğimiz mekan bu defa The Cranberries konserine ev sahipliği yapıyordu ve ben yine müthiş bir keyifle attım kendimi oraya. Herşeyden önce, Seaside'a yol almak çok keyifli, her yer bitiyor ve karşınıza Seaside çıkıyor gibi bir durum var. Olur da yolunuz Çeşme’ye düşerse mutlaka bir gününüzü oraya ayırın, erken gidin, tadını çıkarın… (Bir not ekleyelim; konser gecesi her gelenden anlamsız bir park ücreti alarak araçları henüz greyderle kazılmakta ve düzeltilmekte olan bir alana yönlendirmeleri son derece rahatsız ediciydi. Zaten ben ve benim gibi birçok kişi araçlarımızı ne olduğu belli olmayan bir araziye bırakmak istemediğimiz için geri dönerek yol kenarını park yeri olarak kullandık. Peki, öte yandan, acaba o arazi kime ait ve orası “düzlenirken” biçilen çalı, çırpı, ağaç, kuş, böcek için birilerine açıklama yapılmış mıdır?...)

Zeytinyağı Mucizesi… Ege zeytin ve zeytinyağı için sürprizlerle dolu bir bölge zaten. Ama yine de her defasında insanı heyecanlandıran lezzetlerle buluşuluyor. Bildiğiniz en sıradan cacık üzerinde gezdirilen iki damlacık Çeşme zeytinyağı bile karşınıza bambaşka bir lezzet çıkartıyor. Ege’ye gidip de evinize bir şişe zeytinyağı almadan dönerseniz büyük hata yaparsınız! (Ama, yol üzerinde satılan zeytinler ve zeytinyağları için aynı şeyleri söyleyebilmem sözkonusu değil. Daha önce denenmiş ve yanılınmıştır!...)

Sakız… Özellikle Alaçatı’da "sakızlı her şey" var. O ne demek diyenlere açıklayalım, sakızlı un kurabiyesinden sakızlı çilek reçeline kadar içinde sakız olan birçok ürün var. En azından tattıklarımın şahane olduğunu söyleyebilirim. Gemici’den aldığım damla sakızlı çilek reçeli evimin en nadide köşesinde (ki mutfak oluyor) sırasını bekliyor.

Yusuf Usta Ev Yemekleri… Çeşme artık birbirinden önemli mekanlara ev sahipliği yapıyor. Bu mekanları başta magazin programları olmak üzere medyada yoğun bir şekilde duyuyorsunuz zaten. Ama ben size bir mucizeyi tarif etmek üzereyim; Alaçatı’ya döndüğünüz anda merkeze girmeden hemen sağda “salaş” diye tanımlanabilecek bir “lokanta” Yusuf Usta’nın Yeri. Akşam saatleri tıklım tıklım olması zaten yeterli bir gösterge, ben yine de müthiş lezzetteki yemeklerini tatmanız gerektiğini belirteyim. Hayatında son birkaç yıldır patlıcan tutkusu ve egemenliği yerleşmiş olan ben, bir patlıcan yemeğinin nasıl o kadar “yağsız” ve lezzetli olabileceğini orada gördüm. Üstelik –özellikle de Alaçatı’nın yeni standartları düşünüldüğünde- son derece hesaplı fiyatlarla karşılaşıyorsunuz. Bir de, bence çok daha önemli olan bir ayrıntıyı belirtmem gerek: Bir mekanda masaya adisyon açma gereği duyulmuyorsa ve hesap istediğinizde garsonlar son derece hesapsız, kitapsız, samimi gözlerle  “abi, ne var sizin?” diye soruyorlarsa, orası güzel insanların yeridir, koşulsuz severim…

Kumrucu Şevki… Kim ne derse desin Çeşme deyince akla gelen ilk yemek kumrudur. Benim için  Mavi Köşe “Kömürde Karışık Sandviç” ile İzmir’deki daimi uğrak yerlerimden biridir. Çeşme’de ise karışık kumru yemeden dönülmez, dönülmemelidir. Çeşme’nin her noktasında karşınıza çıkan Kumrucu Şevki’lerin hepsinde aynı lezzeti ve aynı servisi bulabilirsiniz. (Buraya bir ekleme yapalım: Ben, kendi denediklerim ve deneyenlerden duyduklarım doğrultusunda bu yorumu yapmıştım. Ancak sözgelimi, Çeşme Marina'ya açılan şubede yaşananları anlatan bir yorum var Ekşi Sözlük'te ve olayın ekibin ve yöneticinin beceriksizliği yüzünden ne kadar can sıkıcı boyutlara geldiği anlatılıyor. Bu durumda bildiğiniz şubelerini kullanmanızı önermem gerekiyor.) Ben dönüş günümde Alaçatı girişindekinde bu eşsiz manzarayla karşı karşıya kaldım. Bunca turşudan ve sıcak havadan sonra dönüş yolumda bir damacana kadar su tüketmiş olmamın tutkuma bir parçacık bile zarar vermediğini belirtmeliyim!

Ve, Alaçatı… Enteresan bir durum oluşmaya başlamış Alaçatı’nın Arnavut kaldırımlı dar sokaklarının akşamlarında; İstanbul’daki büyük markaların minik şubelerinde yemeklerini yiyen “high society” insanlar ve sokaklarda biraz da ünlüleri yakalamak umuduyla onları dikizleyerek yürüyen “sıradan” insanlar. Tatil beldelerindeki bu tür sokaklar bana hep sevimli gelmiştir, bu yüzden çok da eleştirecek değilim ama benim asıl Alaçatı’m onun dışındaki sokaklar oldu. Sörf konusunda küçücük bir ilgim bile –en azından şimdilik- sözkonusu değil ama rüzgarıyla, caddeleriyle, ara sokaklarıyla ve en çok da minik sokak cafeleri ve taş evleriyle Alaçatı uzun zamandır beni ilk defa “acaba” noktasına getiren yer oldu. Askerden önceki gelişlerimde de çok sevmiştim ama bir kez daha anladım ki erkek milleti bütün tutkularını askerlik sonrasına bırakıyormuş ve daha somut, daha ciddi cümleler hep sonrasına kalıyormuş! Bodrum’u bilemem ama Alaçatı’ya gerçekten yerleşilir…

Tatil notları konusunda pek de iddialı olduğumu söyleyemem demiştim ama hayatı bir ucundan yakalamayı iyi bilirim! Yolunuz kısa bir tatil için Çeşme’ye düşecekse bu notlar aklınızda bulunsun…

(İlk ve son fotoğraf, yazılarını ve fotoğraflarını hayranlıkla izlediğim şahane arkadaşım Dilara'nın Alaçatı & Mavi Kapı yazısından... Diğer fotoğraflar tarafımca IPhone 3GS ile tamamen amatörce ve durumu belgelemek için çekilmişlerdir, beklentileri ona göre ayarlayın lütfen!...)

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Bir Konserin Öncesinden Gelenler, Ardından Kalanlar...

(Bu okuyacağınız objektif bir konser yazısı değil, bir şarkının son derece bireysel tarihçesidir.)

1994 yılında, henüz radyo yayıncılığına başlayacağıma dair bir somut ibarenin olmadığı günlerde, okulda derslerin erken bitebildiği nadir günlerde kendimi eve atabilirsem, radyoda Emre Kuytu’yu yakalamaya gayret ederdim… Emre, bir iki defa “The Cranberries” adında bir gruptan bahsetmiş ve “Linger” isimli şarkısını çalmıştı. Linger, The Cranberries’in 1993 yılında piyasaya çıkardığı ilk albümünde yer alan ve onları yavaş yavaş dünyaya tanıtan şarkılarıydı. Bu şarkıyı ilk dinlediğim günlerde zar zor para biriktirerek aldığım o zamanların unutulmaz Now serisinin 27. albümü, “Now, That’s What I Call Music 27”, sonrasında albümlerini edinerek keyifle dinlediğim birçok isimle ilk kez buluşmamı sağlamıştır. O albümde arka arkaya iki şarkıyı defalarca dinlemiş olmamın bana yeni yollar açtığını çok net hatırlıyorum; “Richard Marx – Now and Forever” şarkılara hikayeler yazmamı, “The Cranberries – Linger” da ODTÜ’deki müzik topluluklarına (ve devamında o ekibin ortaya çıkardığı ODTÜ Radyo Topluluğu projesine) biraz daha ilgi göstermemi sağlamıştı. Bu iki şarkının ve dolayısıyla Now 27 albümünün hayatımda önemli bir yer edindiğini düşünmüşümdür hep.

Ben, The Cranberries’in şahane isimli albümü “Everybody else is doing it, so why can’t we” ile böyle tanışırken, grubun beyni Dolores O’riordan da yeni bir şarkıyı tamamlamak ve yeni albümle birlikte piyasaya sürmek üzereydi. 1993 Mart’ında The Cranberries İngiltere turnesindeyken Warrington’da IRA’nın bir bombalı eylemi gerçekleşmiş, 3 yaşındaki Johnathan Ball olay yerinde, 12 yaşındaki Tim Parry de olaydan 5 gün sonra hastanede hayatını kaybetmişti. Dolores, çok etkilendiği bu olaydan yola çıkarak yazdığı Zombie’yi 1994 tarihli No Need to Argue albümüne koymak üzere son düzeltmeleri yapıyordu. Tüm şarkılar tamamlandıktan sonra piyasaya çıkan albüm, Avrupa’da beklenen ilgiyi fazlasıyla görmüş, başta Zombie olmak üzere birçok şarkı listelerin üst sıralarında kendine yer bulmuştu.

Hikayenin buradan sonrasını paralel götürelim. ODTÜ Radyo Topluluğu Nisan 1994’te kuruldu ve Mayıs ayında kalabalık bir grup yıl sonuna kadar sürecek olan çalışmalara başladı. Her biri müziğin içinden gelen yönetim kurulunun teknik hazırlıklarının yanında o dönemler “Radyonun Delisi” ile Ankara’da bir efsane haline gelen Aykut Oğut bu ekibe destekleyici dersler vermeye başladı. Ekip yıl sonuna kadar hem “doğal seleksiyon” hem de çeşitli elemelere maruz kalarak iyice azalacak, Radyo ODTÜ Ocak 1995 sonunda ilk şarkılarını çalmaya başlayacaktı.

Özellikle kampüste ve mezunlar arasında büyük bir heyecanla karşılanan radyo, müzik tarzı olarak AC formatını benimsedi. Böylelikle ODTÜ’de hep varolan rock ruhundan uzaklaşılmayacak ama sert şarkılar çalınarak kitlenin kısıtlanmasının da önüne geçilmiş olacaktı. Bu ince çizgi bazen yönetimin ciddi tartışmalar yaşamasına sebep oluyordu. Bazı şarkıların çalınıp çalınmaması konusu gerçekten karar verilmesi en zor ayrımlardan biri olarak gündemi meşgul ediyordu.

Bu tartışmalar devam ededursun, 1995 MTV Müzik Ödülleri töreninde en iyi şarkı ödülünü Zombie ile The Cranberries kazandı. Ve o an itibariyle Türkiye’de de bu şarkı gerçek anlamda patladı. Her istek hattında karşımızda en az birkaç tane Zombie görüyorduk ancak yönetim, bu şarkının bizim rotasyonumuz için sert olduğu kararını verdiğinden dolayı çalamıyorduk. İşin ilginç tarafı, yayından çıkan herkesin walkman’inde Zombie dinlenmesiydi! Bu dönemde yayıncılar ve dinleyiciler yönetime Zombie isteklerini açıkça defalarca belirttiler ancak en hit döneminde Zombie uzunca bir süre Radyo ODTÜ yayınında çalınamadı.

Radyo ODTÜ yepyeni bir ekol olarak hızla yükselirken, biz de kendi adımıza yeniliklerle tanışmaya başladık. Yayında az çok tecrübe kazandıktan sonra sıra insanların önünde çalmaya gelmişti. ODTÜ’de o zamanlar efsane haline gelmiş parti olan Mimarlık Balosunda Oğuz Kaplangı’nın yüzlerce kişinin önünde “hadi, bu şarkıyı sen geç” dediği anın benim için ne kadar önemli bir dönüm noktası olacağını o zamanlar fark edememiştim. Devamında önce küçük partilerde kısa bölümler ve ardından da Radyo ODTÜ adına büyük partilerde çalmaya başladım. Aslında yavaş yavaş dans müziği çalınan çeşitli partilere de gidiyorduk ama ODTÜ’de o dönem çoğunlukla rock partileri gerçekleşir, insanlar rock’n roll dinlemek isterlerdi.
Bu dönemde  Zombie’nin başına gelenlerin bir benzeri Zombie’ye göre yayın için çok daha zor bir şarkı olan Spaceman’in de kaderi oldu. Babylon Zoo’nun bu şarkısı, Levis reklamında kullanıldığı için Türkiye’de de çok popüler oldu ancak o da yayında çalınamadı. Biz şarkının ne kadar güçlü olduğunu ancak gittiğimiz partilerdeki tepkileri görünce anlıyorduk.

Bu süreç keyifle devam ederken, İnşaat Mühendisliği bölümünden birkaç öğrenci beni -ilginçtir, çok az vakit geçirdiğim- bölümümde buldular. Geleneksel “Rock Ball” partisinde benim çalmamı istiyorlardı ve afişlerde adımı kullanacaklardı. Sahtekarlık yapacak değilim, gerçekten çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. Radyo zaten her geçen gün daha da popülerleşiyordu, yayıncıların hepsi kampüste az çok tanınmaya başlamışlardı ama adının yazılı olacağı bir afişin günlerce ODTÜ’nün her yerinde asılacak olması başka bir heyecandı benim için. Galiba sonunda oluyordu, istediğim yol karşımda görünmeye başlamıştı…

Ama bir sorun ortaya çıktı! Benim üç-beş tane CD ve Now 27 toplama albümünden başka kullanabileceğim arşivim yoktu. Biz partilere radyo adına gittiğimiz için Radyo ODTÜ’nin eşsiz arşivini kullanırdık. Konuyu hemen yönetime ilettim, ortaya Rektörlük’ün de onayıyla çok pratik ve akıllıca bir karar çıktı: Artık DJ’ler kendi isimleriyle partilerde çalabileceklerdi. Ancak tüm görsellerde radyonun adının da kullanılması şart koşulacaktı. Öte yandan, radyo kendi arşivini de kullanıma sunacaktı ama DJ organizasyondan alacağı ücretin yarısını hem isim hakkı hem de arşiv kullanımı karşılığı radyoya verecekti. Aslında, aradan biraz vakit geçip de topluluk yönetimine girdiğim zaman, bunun yoğun çalışan DJ’lere radyodan olmasa da radyo dolayısıyla para kazanma yolunu açması sebebiyle herkesi büyük bir sıkıntıdan kurtaran yasal bir çözüm olduğunu ve mutlu ettiğini anlayacaktım.
13 Nisan 1996 günü tüm hazırlıklar yapıldı ve parti başladı. Adı üstünde, 60lara ithaf edilmiş partide önce o dönemlerin klasiklerinden çaldım bolca. Zaten eğlenmeye hazır gelen kitle -tekrarı yapılmamış, yapılamamış- dönem müzikleriyle iyice kendinden geçmişti. Ardından güncel hit müzikler çalmaya başladım. Sıra Spaceman’e geldiğinde kitledeki hareketlenme gözle görünmeyecek gibi değildi. Bir yandan miksere konsantre olup diğer yandan gözucuyla masaların üstünden zıplayan, alkolün etkisiyle birbirini iteleyen öğrencileri takip ediyordum. Tam o noktada zamanı geldiğini düşünerek Zombie’yi girdim. Zombie’nin ilk davul bölümü başladığı anda aşağı kattan sesler gelmeye başladı. Aşağıyı göremiyordum ama üst katta da insanların bira bardaklarını havaya savurmaları, çığlıklar atmaları durumun iyice koptuğunu açıkça gösteriyordu. Zombie’nin yarısı geçmişken bodyguard’lar ve bir jandarma görevlisinin yanıma yaklaştığını gördüm. O gürültüde kulağıma yanaşarak “Hocam, biraz yavaş çalar mısınız? Milleti kontrol edemiyoruz!” dediklerinde gülümsemeye başlamıştım! Sonradan öğrendiğime göre Zombie başladığında öğrenciler çığlıklar atarak şarkıyı söylemenin yanında camlara ve kapılara çarpmaya (aslında tabir “girmeye” olacak) başlamışlar. Daha ilginç olan da kırılan camlardan dışarı düşenlerin (giriş kat) hiçbir şey olmamış gibi içeri gelip kaldıkları yerden devam etmeleriydi…

Partinin o şekilde daha fazla devam edebilmesi mümkün değildi elbette. Tempoyu yavaşlattık ve birkaç parça sonra partiyi bitirdik. Benim için her şeyden önce özellikle Zombie’nin gücünü keşfetmemi sağlayan o parti bir anlamda da yolumu açan bir gece oldu. “Rock Ball’da bir DJ çalmış, …” diye başlayan cümleler sayesinde o yıl sağlam bir gelir elde ettiğimi kolay kolay unutamam!

Aradan geçen yıllar bende de, tanıdığım, bildiğim insanlarda da Zombie’nin gücünü hiç kaybettirmedi. Her duyduğunuzda işinizi gücünüzü bırakıp bir anlık es vermenizi sağlayan şarkılardandır Zombie... Elbette The Cranberries benim için Zombie’den ibaret değil. Free to Decide, Ridiculous Thoughts, Salvation, I Can’t Be With You, Linger, Animal Instinct, Promises, Just My Imagination, Ode To My Family ama en çok ve en çok da When You're Gone hayat arşivimde kendilerine çok sağlam yerler edinmiş şarkılardır. Bu yüzden, The Cranberries konsere gelecekse mutlaka gidilmeli, mümkün olan en yakın mesafeden şarkılar dinlenmeli, grup elemanlarının mimikleri izlenmelidir.

Biraz bu isteğim, biraz da üç-beş günlük tatil kaçamağı özlemi beni geçtiğimiz hafta Çeşme yoluna düşürdü. The Cranberries, İstanbul’un hemen ardından 23 Temmuz 2010 Cuma gecesi Çeşme Seaside’da bir konser verecekti. Seaside’a daha önce Radyo Mydonose’un bir promosyon dağıtım kampanyası dahilinde görüşmek için gitmiş ve ortamdan çok etkilenmiştim. Bu yüzden, Unilife’ın konser için çok doğru bir seçim yaptığını düşünüyorum. Yolculuk ve Çeşme notları ayrı bir yazı konusu... Konserle ilgili teknik ayrıntılardan bahsetmem çok da mümkün değil, zira sahnenin hemen dibinde duruyorsanız ses kalitesini ya da seyircilerin şarkılara nasıl eşlik ettiğini anlayabilme şansınız yok. Dahası, bir süre sonra duymamaya başlıyorsunuz, geçici duyma kaybınız da tam bir gün boyunca sürüyor. Ama grubun işini ne kadar iyi yaptığını da uzak mesafeden bu kadar net anlayamayabilirsiniz. Dolores’in hala bitmeyen enerjiyle sahnenin her yerini dolaşması ve durmaksızın dans etmesinin yanında, vokallerin adeta CD’den dinlenir gibi kusursuz kullanıldığına şahit oluyorsunuz. Bir ayrıntının altını çizmekte fayda var; hani “kendileri de çok eğleniyorlar ve bu enerji izleyicilere de geçiyor” şeklinde tanımlanan gruplar vardır ya, The Cranberries öyle değil. Onlar sahnede o kadar da eğlenmiyorlar ama eğleniyor görünmenin ve enerjik olmanın izleyicileri nasıl coşturacağını çok iyi biliyorlar ve bunu çok iyi yapıyorlar.

Dolores’in konserin başında konseri denize girerek izleyenleri gülümseyerek grup elemanlarına göstermeye çalışması, ilk şarkının hemen ardından ertesi gün çocuklarını Disneyland’a götüreceği için çok heyecanlı olduğunu söylemesi, Çeşme’yi çok çok sevdiğini ve mutlaka tatil için de gelmek istediğini belirtmesi, seyircilerin açtığı pankartları görmesi ve yorumlaması, şarkı aralarında “thank you”dan öteye de gidip bir şeyler anlatması, seyirciyle konuşması konserden aklımda kalan küçük ayrıntılar… Bir de VIP alanına konser başladıktan sonra gelen bazı VIP çocukların etraftaki kimseyi dikkate almaksızın şımarıkça “eğlenmeleri”, sahnenin en önündeyken “parasıyla değil mi kardeşim” modunda demir parmaklıklara çıkarak, sırtlarını sahneye dönerek ve insanların görüş açısını tamamen kapatarak fotoğraflar çektirmeleri… Ne çok para kazanan insanlara ne de şımarık insanlara asla bir sözüm olmaz, herkes kendi hayatını yaşar ama bu iki özellik bir araya gelince gerçekten ortaya rahatsız edici bir tablo çıkıyor…

Ve bir not, malum konser boyunca sürekli cep telefonlarına görüntüler kaydediliyor ve fotoğraflar çekiliyor. Bazı ortamlarda söylendiği gibi bunun yerine konserin tadını çıkartmak gerekebilir belki de… Gelin görün ki, insanlar o anı ölümsüzleştirmek istiyorlar, bu kadar basit. Bunun da gereksiz yere eleştirildiğini düşünüyorum.

Her insanın hayatında önemli dönüm noktaları vardır, her insanın size sıradan görünen bazı anlara kaldırabileceğinden fazla anlam yüklemek için haklı gerekçeleri olabilir. Bilenler çok sever; Turgut Uyar’ın bir şiirini Sezen Aksu seslendirirken şöyle söyler;
“hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
hiçbirinizle dövüşemem
benim bir gizli bildiğim var…”

The Cranberries’i, hem de öyle bir ortamda ve Dolores’in mimiklerini görebilecek kadar yakından izlemek, benim için burada anlattıklarım kadar “gizli bildiklerim” doğrultusunda hayatımın en heyecan verici anlarından biriydi. Gerçekleşti, mutluyum…

Bazen, şarkıların basit sözlerine onu kamburlaştıracak kadar fazla anlamlar yükleriz ne de olsa:
“and in the day, everything's complex
there's nothing simple, when i'm not around you…”

9 Temmuz 2010 Cuma

Bir Koli Olmak İstemek!


Bu gördüğünüz, İngiltereden sipariş verdiğim bir kolinin DHL web sitesinden an be an izlediğim kıskandırıcı yolculuğunun dökümü...

Sonuç 1: Yurtdışı siparişlerinde DHL biraz yavaş çalışıyor ancak online takip sistemi bunu gözardı etmenizi sağlıyor ve daha önemlisi kargonuz sorunsuz bir şekilde elinize ulaşıyor.
Sonuç 2: Yorucu bir dönem geçirdiyseniz ve iç sesiniz "tatil tatil!" diye çığlıklar atıyorsa böyle bir sipariş vermeyin, verirseniz de her gün siteye girip durumunu kontrol etmeyin; fazlasıyla sinir bozucu olabiliyor.

Esas Sonuç: Raki şişesinde balık olamıyorsan, kargo kolisinde paket olmak varmış aslında...

7 Haziran 2010 Pazartesi

Bir Londra Yolculuğunun Ardından...

Hani hayatının önemli bir dönemini yurtdışı seyahatlerinde ve yoğun iş görüşmelerinde geçiren takım elbiseli işadamları vardır ya (hiç özenmedim) ya da çeşitli tanıtım organizasyonları sebebiyle yeni bir şeyler keşfetmek için kısa ama sık seyahatlere çıkan basın insanları vardır ya (bunlara özendim işte);
hiçbir zaman hayatında sürekli yurtdışı yolculukları bulunan biri olmadım… Hayatımdaki ilk Türkiye ötesi yolculuğum Amerika’ya olduğu için o heyecanım biraz törpülenmişti sanırım. Sonrasında hep yaşamak istediğim şehirle, Londra’yla tanıştım. Bundan 10 yıl öncesindeki birkaç günlük bir basın gezisinden ibaret olan Londra yolculuğum benim için çok karamsar bir dönemde adeta piyangodan çıkmış ve yeniden uyanarak hem kendime güvenimi, hem de hayattan keyif alan yanımı tazelememi sağlamıştı. Onlar hiç farkında olmasalar da, sadece “normal” davranarak ve beni sadece “olduğum gibi” görerek kendime gelmemi sağlayan Pınar ve Selma ile tanışmamız da o seyahat sayesinde olmuştu (ki hep söylerim, her ikisi de bu ülkenin en şahane insanlarındandır benim için!... Bir şekilde hayatımda olmaları büyük şans.)
Aradan geçen uzun zaman sonrasında Londra’ya önce Şubat ardından da Mayıs ayında iki yolculuğum oldu. (Vizeye o kadar para verdik, hakkını verelim bari durumu!) İlkinde abi-kardeş ikilisinden sonradan arkadaş çıkamayacağını uygulamalı olarak test ettik, ikincisi ise ilkinde yapılamayanlar için oradaki şahane arkadaşım Özge ile bir telafi niteliğindeydi. Şansınız varsa Londra’yı onun gibi biriyle gezer, “Eyes Wide Shut” havasındaki son derece VIP etkinliklere katılır, şehrin göbeğinde kimsenin bilmediği mahsenvari pub’larda şarap yudumlarsınız.
Hayatımdaki hiçbir seyahatim “turist” formatında olmadığı ve hatta en favori eylemim “bilmediğin caddelerde sokaklarda saatlerce yürüyerek ortalığı kendince keşfetmek” olduğu için Londra’da 3 gün boyunca güneşin hiç kaybolmamasının bana sunulmuş bir şans olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden burada Thames nehri kenarında yürümekten, Tate Modern’i ziyarete, Kensington Park’ta piknikten, Hyde Park’ta uzun yürüyüşe anlatacağım şeyler kimseye cazip gelmeyecektir. Ya da Londra hala Avrupa’nın en pahalı şehirlerindenken bana 10 yıl öncekinden çok daha ucuz gelmesinin sebebinin Türkiye’de hayatın ne kadar pahalılaştığını göstermesi çok da orijinal bir tespit olmayabilir. Ya da her köşebaşında bir Türk görmek ve oraya yerleşmiş Türkler çaktırmadan yola devam etmeye çalışırken turistik amaçla gelenlerin nedense birbirleriyle bağıra çağıra konuşuyor olması da tahmin edilemeyecek bir durum değildir. Ya da HMV’de geçirilen 1 saatin London Eye için sırada beklemekten daha değerli olduğunu burada kimseye anlatamayabilirim. Genelde bilindik tatillerden farklı formatlara büründüğüm için bu tür tavsiyelerde pek de iyi olduğumu düşünmüyorum zaten.
Ama tüm bunların ötesinde, bundan 10 yıl önce beni silkeleyip kendime getiren bir şehirde tek başıma yürüdüğüm anlarda bir tek şeyi çok iyi anladım; arada bir uyanmak ve kendi değerinizi fark edebilmek için somut ikazlara ihtiyacınız varsa (ki emin olun herkesin var) ve bunun ne olduğunu bilmiyorsanız kendiniz yaratın. Hayatınızdaki en cesur adımlarınızı atacağınızda o günü arka fonda sevdiğiniz bir cafe ile bir fotoğraf karesiyle belgeleyin, ya da bir şarkıyla o güne eşlik edin, ya da üzerinizde hep sevdiğiniz bir tişört olsun, ya da bir arkadaşınızdan gelen cesaretlendirici mesajı bir kağıda yazıp buzdolabınıza asın,
ya da bir arkadaşınızsa sizi o noktaya –çaktırmadan- iten, onunla hep bağlantıda kalın, ya da bir şehirse size o cesareti veren, bazen onu ziyaret edin. Ve aslında hayatın her aşamasında o kadar da fazla hesap kitap yapmayın; “oraya” gitmek istiyorsanız hemen bileti alın ve gidin, o paraya değecek inanın… o elbise sizi gerçekten çok mutlu edecekse saatlerce düşünmeyin, sadece bir kez bile giyseniz değecek inanın… konserde o şarkıya bağıra çağıra eşlik etmek geliyorsa içinizde, insanların ne diyeceğini düşünmeyin, utanmanız gerekmeyecek inanın… o yemeği ne zamandır yemek istiyorsanız, biraz fazla kalori almak telafisi imkansız değil inanın…
Ve aklınızdan geçenleri kağıda dökmek, hafızanızdakileri kayıtlara düşmek istiyorsanız, okuyanların ne düşüneceğini o kadar da sorgulamayın, sizin geri dönüp baktığınızda neler hatırlayacağınız çok çok daha önemli inanın. İnsanların aklından geçenleri düşündüğümüz kadar kendi iç sesimizi dinlemeyi de öğrendikçe gerçek anlamda yol alabileceğiz…
Ve yürümeyi hakediyoruz, inanın...

11 Temmuz 2009 Cumartesi

United Breaks Guitars!

Son zamanlarda gördüğüm en eğleneceli "tepki", hem de tam anlamıyla "based on a true story"!
Önce Radikal gazetesindeki haber metni:

MONTREAL - Kanadalı müzisyen, gitarını kırdığını iddia ettiği Amerikan havayolu şirketinden hıncını, YouTube’da büyük ses getiren eleştirel şarkısıyla aldı. Dave Carroll adlı müzisyen, klipte United Airlines şirketinin bagaj görevlilerinin geçen sene Chicago Havalimanı’nda 3 bin 500 dolarlık özel gitarına zarar verdiğini alaycı bir dille anlatıyor.
“Grubumuz uçağın kuyruk kısmında oturuyordu. Bizim müzisyen olduğumuzu bilmeyen bir kadının ‘Aaa, gitarları fırlatıyorlar!’ dediğini duyduk. Pencereden bakınca olanları gördük” diyen Carroll, zararının tazmin edilebilmesi için şirketin peşinde dokuz ay koştuğunu fakat bir sonuç alamadığını anlatıyor.
“Ben de ‘United Gitarları Kırıyor’ adını verdiğim şarkıyı yazdım” diyen Carroll’ın siteye koyduğu şarkı, dört günde yarım milyondan fazla kişi tarafından tıklanarak olay yarattı. Televizyonlardan gelen söyleşi taleplerinin ardı arkasının kesilmediğini söyleyen Carroll, internetteki başarısı karşısında kendisini iki kez arayan havayolu şirketiyle konuşmaya ‘fırsat bulamadığını’ söylüyor!

Siz kırdınız, siz düzeltmelisiniz
Bundan mesulsünüz, kabul edin
Başka bir şirketle uçmalıydım
Ya da arabayla gitmeliydim
Çünkü United gitarları kırıyor.

Ve işte o video:


(Youtube izleyemeyenler buraya tıklayarak videoyu Dailymotion'dan izleyebilirler.)

20 Haziran 2009 Cumartesi

Fanatik ve Taraftar

tarih: 4 kasım 1992
yer: ali sami yen stadyumu
sebep: galatasaray-eintracht frankfurt karşılaşması

iki kardeş, ikisi de üniversite öğrencisi, ikisi de iyi birer galatasaray taraftarı (ama kör fanatik değil!)
o dönemler avrupa başarıları henüz hayalden bile uzak, dolayısıyla bir alman takımını eleme şansı yakalamış olmak, insanın hayatında bir defa görebileceği bir sahne.
(diye düşünülüyor yani o zamanlar...)
harçlıklar son damlaya kadar biriktiriliyor, okullar bir şekilde asılıyor, trene biniliyor ve soğuk trende ankara-istanbul yolculuğu yapılarak, ardından da hiç vakit harcanmayarak stadyuma gidiliyor.
mahşer günü gibi, inanılmaz bir kalabalık.
maçın başlamasına saatler var, ama biletler bitmiş, bilet alanlar bile içeri girmekte zorlanıyorlar. ama günlerdir kurulmuş bir hayal var, görevliler "bilet kalmadı" diye bağıradursun, inatla sıra yapıyor insanlar gişelerin önünde.
derken bir karaborsacı dolaşmaya başlıyor ortalıkta.
abi kardeş son paralarını çıkartıyorlar, ama iki bilet için yeterli değil para. tüm cepler itinayla kontrol ediliyor, yemek parası da dahil ediliyor, ama hala eksik var...
oflayıp puflayıp ağlamaklı gözlerle boşluğa bakarken iki kardeş, sıranın hemen arkasından bir adam cüzdanını çıkarıyor. cüzdanında görünen son para bilet için gerekli farkı tamamlayacak, ama başka parası yok adamın. kardeşler itiraz ediyorlar, adamın son parasını alamayacaklarını söylüyorlar inatla, ama adam ısrar ediyor.
"ben izmit'ten geldim, siz ta ankara'dan gelmişsiniz bu maça, benim dönüş tren biletim var hem, yemek de yemeyiveririz, noolacak ki" diyor.
gönülsüz, ama çaresiz alınıyor para, ve hasbelkader içeriye girebilen son kişiler oluyor o üç kişi.

saatler geçmek bilmiyor, güneş altında karınlar acıkıyor, bünye su istiyor.
bir süre sonra yukarıdan bir ses duyuluyor "ankaralı, izmitli!... alın şunları kardeşler, afiyet olsun..."
elden ele sandviçler ve içecekler geliyor, yani herkes herşeyin farkında.
yani aslında futbol bahane, insanlık heryerde...

maç başlıyor, henüz 5. dakika. uğur tütüneker gol atıyor, yanda rastgele birilerine sarılıyor kardeşler, tesadüf ya, izmitliyi buluyorlar yine...
gülümsüyorlar...
"kardeş," diyor izmitli mutlulukla,
"ben fenerliyim aslında biliyor musun... ama milli davadır bu, cimbom kazansın biz de seviniriz. hem hikaye bunlar yahu, insanlık öldü mü.."

yıllar geçiyor, insanlar galatasaray fenerbahçe diye salyalar akıtarak birbirlerini bıçaklıyorlar... az önceki hikayenin kahramanı olan sizin gözünüzde sağlam bir galatasaraylı, ama herşeyin öncesinde doğru düzgün bir adam olarak (olmaya çalışarak) yıllar öncesinin izmitli adamı canlanıyor;

"insanlık öldü mü?..."

5 Eylül 2007 Çarşamba

Cafe Nar

İstanbul'da sahil yolu üzerinden Arnavutköy'ü geçerek Rumeli Hisarına geldiğinizde yanyana dizili kafeler boy göstermeye başlar. Kiminin adı bilindik, karizması çok, kiminin kalabalığı fazla, huzuru eksiktir... En meşhurlarından birisi olan Sade Cafe'yi geçer geçmez diğerlerinden daha küçük ama sıcacık havasıyla sizi karşılayan "Cafe Nar"ı görürsünüz...
Ortam ev havası gibi, yemekler leziz, ilgi-alaka olağanüstü... Ankara kökenli bir aile işletiyor Cafe Nar'ı. Ama kelimenin tam anlamıyla "işletiyorlar", yemekleri hazırlamaktan servisi yapmaya kadar aile fertlerinin birebir katkısı var... Ailenin küçük kızı sipariş alırken, anneyi servis yaparken görebiliyorsunuz... Ya da soğuk bir kış gününde sesinizin kısık olduğu (ve Ankara'lı olduğunuz!) ortaya çıkınca size tarçınlı, elmalı, ballı o muhteşem içeceği siz sormadan getirip önünüze koyuyorlar...

İstanbullular belki çoktan alıştıkları için farkına varmıyorlar, ama tüm bunlar eşliğinde boğazı izlemenin tadı da dünyada başka hiçbir şeye değişilmiyor... Sonrasında her İstanbul seyahatinize bir "Cafe Nar" ve peynirli menemen eklemek vazgeçilmeziniz oluyor...

Yazı uzun, anafikir tek cümle: Gidin:)

8 Nisan 2007 Pazar

Kaputaş

Yaz yaklaşıyor, hesaplar yapılmaya başlandı... Benden -bilmeyenelre- bir öneri;
Hayatımda gördüğüm en güzel manzaraya sahip bir otelde kalmıştım iki yaz sezonu boyunca Kalkan'da... Ve bir de dünya çapında tanınan meşhur Kaputaj Plajı yer etmişti anılarımda...
O yazlardan birinin dönüşünde Kaputaj Plajı'nın öyküsü hakkında kısa bir yazı yazmam istenmişti uzun zaman önce; ben de o yazıyı buraya eklemek istedim...

Yaz yaklaşıyor, buyrun efendim:)


O yoldan geçmiş olanlar bilirler; Kaş’la Kalkan arasındaki bol virajlı, ama muhteşem manzaralı yolda Kaputaş adında bir yer vardır... Kaputaş, dünyanın en güzel plajlarından birisi olarak tanınır. Onlarca dik basamaktan sıkılmadan ve pes etmeden inilmesini sağlayan, denizin olağanüstü güzelliğidir... Sahil biraz küçük, yol biraz yorucudur belki, ama karşılaşabileceğiniz en dalgalı, fakat en temiz deniz vardır orada; ve belki de bu yüzden birçok insan oraya uğramadan bitmiş saymaz tatilini...

Oysa çok azının bildiği bir başka yaşam vardır Kaputaş’da aynı zamanda...

1963 yılında Kaputaş’ın yapımı sırasında hayatını kaybeden 4 kişinin adı küçük bir metal levhadan izler denizi... Onlarcasını, binlercesini keyiflendiren, mutlu eden Kaputaş, kaç kişiye hüzün getirmiştir oysa daha öncesinde, kimse farkına varmaz...

Başka bir yerden bakmak gerekir aslında Kaputaş'ın hüzünlü öyküsüne; aynı dünyayı paylaşıyoruz yaşamak için, ama aynı dünya bambaşka hayatlar sunuyor hepimize, biraz da bizim seçimlerimizle...

En doğrusu, bazen bir nefes arası alıp da tepeden bakmak gerekir hayata... Ne çok yanlış yapıyoruz, ve aslında dahası ne de çok tekrarlıyoruz başkalarının defalarca yaptığı yanlışları...

İşin doğrusu, arada bir küçük izinler almak gerek yaşamdan...

Ne demiştik;
yaz yaklaşıyor, farkında mısınız:)

30 Ocak 2007 Salı

Smokie

Uzunca bir zamandır yazamadım, böyle giderse bir o kadar daha yazamam sanırım... Bu yüzden hazır bir ara yakalamışken, yazabildiğim kadar anlatayım neler olmuş dedim. hemen düşününce aklıma gelen birkaç ayrıntıyı anlatmak niyetindeyim, tabi aklıma geldikçe, ve yazabildiğimce...

Neler yaptım bunca zaman; evet hayatım İstanbul Ankara arasında mekik dokuyarak geçti, araya bir de Antalya ekleyebiliriz... Radyonun işlerinin yoğunluğunu da eklediğimiz zaman nefes almadan geçmiş bir "yılın son iki ayı"ndan bahsedebilirim... Ayrıca bu süreç sonunda Istanbul'a yerleşme sebeplerimin ben istemesem de hızla arttığını, çok yakında bunu ciddi ciddi düşünmeye başlayacağımı da eklemeliyim...:)

Nereden başlamalı acaba...

En tarihi olanı anlatayım; Antalya'daki muhteşem Smokie konserini...

Antalya'da daha önceki seyahatler sırasında BeachPark yakınlarında dikkatimi çeken bir mekandı Jolly Joker Pub. Smokie vesilesiyle mekanı görmüş oldum. Ankara'daki Newcastle'lar havasında bir pub, ama gerçekten çok başarılı. Eski Ankara'lı Hakan işletiyor mekanı ve çok ciddi bir yatırımla dikkat çekici bir hale geliş mekan... (ben her zamanki gibi iş peşinde koşturduğum için mekanın içinin fotoğraflarını çekmek aklıma gelmedi, dışarıdan bol Mydonose balonlu fotoğraflarla idare edeceksiniz.)

Konsere gelince... Aslında takipçiler bilir, grupta gitarist dışında hiçkimse orjinal Smokie elemanı değil, ama vokalden enstrümanlara kadar herşey dört dörtlük. I'll meet you at midnight, Livin' next door to Alice, Oh Carol ve daha birçok Smokie şarkısı, muhteşem bir sahne performansı ve muhteşem bir kitle...

Geriye kalan iki şey var aklımda; Antalya'da mutlaka daha fazla organizasyon gerçekleştirmek, ve yaz mevsimi dışında da zaman zaman Antalya'ya gitmek... (hatta mümkünse bir kış tatili için Antalya'ya yol almak, The Marmara'da huzurlu bir kaçamak yapmak...)

İstanbul seyahatlerinden akılda kalanlardan birkaç not; Hisar'daki Cafe Nar'dan bahsetmeliyim, ama orayı fotoğraflarıyla ve daha ayrıntılı anlatmayı planlıyorum... Ankara kökenli bir ailenin işlettiği cafe gerçekten harika... Hem çalışanların ilgisi, hem de yemekleriz lezzeti karşı konulmaz güzellikte... Ama bunların yanında bizim anılarımızda yer edinen, burnumun dibinde Bergüzar Korel kahvaltı yaparken işletmecilerin "aaa, bakın burada ünlü bir konuğumuz var, Mydonose'dan Selim burada" demesiydi... Ne kadar güldük eğlendik siz tahmin edin:) Yolunuz düşerse mutlaka orada bir Pazar kahvaltısı tavsiye ediyorum, fotoğraflar ve ayrıntı ilk Istanbul seyahatimin ardından gelecek...


Yılın sonuna doğru bir kez daha Anadolu Üniversitesi'ne davet edildik. Yonca, Kemal ve ben oldukça kalabalık bir söyleşide gençlerin sorularını cevapladık (bu "gençlerin" tabirini de biryerde kullanmış oldum ya, sırtım yere gelmez benim artık!!!). Oldukça iyi ağırlandığımız ve çok misafirperver bir ekiple karşılaştığımız bu ziyareti akşam saatlerindeki unutulmaz çiğ börek ziyafetiyle tamamlamış olduk. Bu vesileyle Özlem Hanım'a ve tüm Radyo A ekibine de teşekkürlerimizi iletmek isterim...

Yılbaşı gecesi yine çalışıyordum... Ankara Hilton'daki Doritos New Year Party'de hem sponsor olduğumuz için, hem de DJ'lik yapacağım için sürekli koştururken görüldüm:) Bir de üstüne kullanılan ekipmandaki ufak aksaklık ve biraz kayan program akışı sonrasında saat 12'de kendimi elimde mikrofon, sahnede herkese geri sayım yaptırırken buldum... Sözde sahneye çıkmaktan, ön planda olmaktan hoşlanmayan adamım, buyrun buradan alın bakalım:) Yine de keyifli bir parti olduğunu söyleyebilirim. Bir de gece saat 5'e doğru eve dönerken kendimi koruyabilseydim, yılın ilk 3 gününü yataklarda sürünerek geçirmeyecektim:)


Bir de teknolojik not; telefon merakım yakınımdakiler tarafından bilinir. Aslında Sony Ericsson W800i aldığımda benim için nokta koyulmuştu, ama telefonumun çalınması, ardından aldığımın çabucak bozulması derken Nokia'ya dönmüştüm... Ama itiraf ediyorum, N72'yi aldığım an itibariyle yeniden Sony'nin Walkman telefonlarına dönme hayali kurdum ve gözüme kestirdiğim W850i'nin çıkışını beklemeye başladım. Sanırım Türkiye'de bu telefonu alan ilk kişilerden biriyim, o derece emindim tam istediğim gibi bir telefon olduğundan... Şu anda Sony Ericsson W850i kullanıyorum ve son derece memnunum. Elbette herkesin istekleri başkadır, ama bu aralar kararsız kalanlara mutlaka bu telefonu incelemelerini öneririm...

Gündüzlerim bu aralar radyo yoğunluğundan dolayı pek nefes almadan geçiyor... Akşamları arada derede kaçamak yapabilirsem bir yemek, kahve zamanı ayırıyorum kendime... Hoş, Selen ve Zeynep tarafından hayatımda hiçbirkadın tarafından reddedilmediğim kadar çok reddedildiğimi de eklemeliyim bu noktada ama:)) (anladınız siz, hep mi işi olur insanın yahu!!!) Bazı akşamları kendime saklıyorum (Moulin Rouge ve City of Angels izlenerek, hafif çakırkeyif bir akşam, yanında da başka kimsnein anlayamayacağı bir boyutta senin için önemli biriyle geçirilirse keyfin yerinde olmaz mı...) (evet, biraz gizem yaptım eğlence olsun diye...)



aslında anlatacağım şu; eve gittiğim zamanlarda hayatım tamamen şu yandaki ufaklıkla geçiyor bu aralar, ve dünyanın en güzel şeyinin ne olduğunu hatırlıyorum yeniden... (bu benim yeğenlerimden küçük olanı, Elif...) ha, tabi bir de zamane dünyasında bir kız çocuğu büyütmenin ne zor olduğunu...
Şimdlik bu kadar, aslında çok şey var anlatacak, aklıma geldikçe sıralarım...
Tüm ziyaretçilere bir kez daha merhaba demiş olayım bu arada...

6 Ekim 2006 Cuma

Bodrum Bodrum

Hayatım boyunca hiçbir yaz bu kadar çok yer dolaşıp, bu kadar tatile hasret kalmamıştım!... Gitmediğim yer kalmadı, ama yorgunluktan ölmek üzereyim; sadece birkaç günlüğüne kaçmak için fırsat kolluyorum, olmuyor, olamıyor...
Geride kalan haftasonu Bodrum'daydım... Birçok zaman olduğu gibi Gökmen, ben ve yol arkadaşımız Transporter, Cuma'dan yola çıktık. Tarihe geçecek heyecenalı bir yolculuktu... Denizli civarlarında Bodrum'a yönelmek üzereyken İzmir'deki yoğun yağmur haberi, vericilerin bulunduğu Teleferik'e yıldırım düşmesi, yayının durması, bizim bir anda güzergah değiştirmemiz, vs... Uzun zamandır ilk defa bir organizasyona koşturmadan, rahatça gidebileceğimizi hesaplarken, hatta iftarı nerede yapsak ki fantezileri kurarken ancak sabaha karşı saat 4'te Bodrum'a inebilmemiz...

Bodrum'da Marina Yacht Club'da Famous Cup'ın sponsoruyduk, yani neredeyse 2 tam gün boyunca Marina ve civarında yaşadık:) Marina'nın muhteşem yemeklerini sadece izlemekle yetinmek üzücüydü tabi (Ramazan ve oruç münasebetiyle), ama Nazlı'dan sözler aldığımıza göre bunun devamı gelecek:)

Hazır yeri gelmişken, ve hazır bu kadar ünlüyü birarada bulmuşken, birer küçük cümleyle magazin dünyasından son haberleri verelim:
Aysun Kayacı zannedildiğinden kısa boylu, ve hatta göbeği bile var!!! Ama sahneye çıktığı anda ya da poz verirken gerçekten devleşiyor, bravo!.. Ebru Güzel hayatım boyunca gördüğüm en rahatsız edici "celebrity"lerden biri... Sertab Erener ufacık tefecik, ama -daha önce de aynı şeyleri düşünüyordum- son derece pozitif ve sıcakkanlı, Demir Demirkan'a saygı duyduk, o kadar genç kız hayranı olması boşuna değil... Fatih Ürek aynen Fatih Ürek(!), Levent Yüksel tamamen kendi halinde bir adam (Levent ve Demir'in yanyana geldikleri ve gazetelere yansıyan buluşmalarında arka tarafta beni de görebilirsiniz:) ), Berna Laçin -benim için- tam hayal kırıklığı, neredeyse benim kadar kilolu!!!... Ve merakla beklenen isim; Ozan Orhon gerçekten abartmış, bu kadar zayıflamak iyi değil... Dahası da var, ama bu kadarı şimdilik yetsin...

Bir de, Ali Poyrazoğlu'nun muhteşem bir seminer/gösterisi var iş hayatı, ekip ruhu ve liderlik üzerine... İnsan neredeyse tüm hayatını bir kez daha gözden geçirme gereği duyuyor ve adeta arınıyor, temizleniyor... Bir şekilde karşınıza çıkarsa, sakın kayıtsız kalmayın Ali Poyrazoğlu'nun bu "etkinliği"ne...

Son olarak Alisa ve Arsevi'ye de buradan selam göndermeden olmaz; onlar oradaki işlerimiz kolaylaştırmak için ellerinden geleni yaptılar, hatta Arsevi 2 yerine 1.5 elle çalışmasına rağmen gayet iyiydi:)

Onları biraz yorduğumuz için sonlara doğru biraz dağılmış gibiydiler, ama en mutlu oldukları anı kayıtlara düşmekte fayda var... Bir ara ikisini kelimenin tam anlamıyla "hopbidi hopbidi" bana doğru gelirlerken gördüm... "Hayırdır?..." diye sorduğumda aldığım cevap yeterliydi:
- Selim Beeey, çok mutluyuzz... Aysun Kayacı'yı yakından gördük, hem kısa boylu, hem de göbeği vaaar!!!

28 Ağustos 2006 Pazartesi

The Marmara Antalya

Antalya şehir merkezinden Lara'ya doğru yol almaya başlıyorsunuz... Dedeman üstgeçidinden biraz sonra sağdaki (ana caddeye paralel) caddeye giriyor ve ilerliyorsunuz.

Biraz ileride dışarıdan bakıldığında hapishane gibi görünen, üzerinde isim ya da tabela bulunmayan kocaman bir binaya yöneliyorsunuz... Kapıdan girdiğinizde çok sıcak renklerle ama son derece sade düzenlenmiş bir lobi var; öyle ki resepsiyonun karşısındaki asansörlerin yanında sadece bir tek sandalye duruyor bekleme bölümü olarak.

Son derece zarif resepsiyonistler tarafından işleminiz yapılıyor ve kapı kartınızı alıyorsunuz.. Sözgelimi 1704 numara sizin, yani 17. kattasınız... Kata girdiğinizde önce koridorun temizliği ve sadeliği, hemen ardından da oda numara levhalarının sıcaklığı gözünüze çarpıyor.

Kapıyı açtığınızda önce tavandaki beton dikkatinizi çekiyor, evet, burası bir konsept otel; The Marmara Antalya sadelik konseptiyle hazırlanmış bir otel... Çok fazla takılmıyorsunuz beton tavana, zira odanın içindeki her bir ayrıntı özenle seçilmiş; yataklar çok rahat, kanepe sıcacık rengi ve kumaşıyla göze çarpıyor, banyo inanılmaz çekiciliğiyle sizi bekliyor...

Ama en önemlisi tam karşıda... Pencereye yöneliyorsunuz, ve işte muhteşem The Marmara Antalya manzarası!...

Saatlerce orada kalıp manzarayı izlemek mümkün, kelimeler anlatmaya yetmiyor...

Bir hızlı duş, işleri organize ediş ve biraz dinlenmeden sonra akşam yemeği için restorana doğru yolculuk...

Yemekleri geçelim, restoran inanılmaz güzellikte ve ayrıntılar muhteşem...
Her bir kolon bir konsepte ayrılmış; bir kolon teknolojiyi temsil ediyor, etrafında bilgisayarlar dizili...
Bir kolonda kocaman merdivenle dileyen herkesin üstlere çıkabileceği kütüphane, birinde (yalan dolan değil, gerçekten) salıncak, birinde mumlar, ve birinde (işte benim en çok ilgimi çeken) otelin konuklarının kendi çapında yazdıkları yazılar...
Yerli yabancı birçok kişi izler bırakmış bu duvarda... İş toplantısına gelenler firma logosunu koymuşlar, yabancı bir turist grubu isimlerini sıralamış, (olmazsa olmaz) GS, FB kapışması birkaç satırla aradan çıkarılmış, bir delikanlı, bir genç kıza evlilik teklif etmiş, bir bebeğin ilk otel tecrübesi kayıtlara geçmiş...

Bir gece organizasyondan dönüş, saat sabaha karşı 4'te açlığımızı bastırmaya çalışırken güvenlik görevlileri duvarın temiz bölümünü devreye sokup bir kalem veriyorlar...Nne de olsa iş icabı buralardayız, efendi olmak gerek; önce radyomuz adına iki satır karalıyorum, sonra masumane bir cümleyle kendi adımı da kayıtlara geçiyorum...


Öncülük etmiş oluyoruz, ertesi gün herkesin oraya yeni yazılar eklediğini takip ediyoruz...

Sonrasında tertemiz havuz keyfi... Doğru düzgün, medeniyet bilen insanlarla aynı yerde havuza girmenin tadı gerçekten başka...

Dünyanın ilk ve tek 360 derece dönen otelinin karşısında güneşleniyor, otelin altındaki cafede bir soda içiyoruz; sodanın ilk yudumuya son yudumu arasındaki manzara değişimini izlemek gerçekten ilginç oluyor; bir de Sibel Can'ın otelin restoranına geçerken gerçekten televizyonda göründüğü kadar kilolu olduğunu görmek (hani televizyon bilmemkaç kilo şişman gösteriyordu??)

İşin özeti şudur ki; otelde kalmaktan nedense oldum olası keyif almayan biriyim... Gelin görün ki yoğunluktan dolayı bu yıl belki de 30'dan fazla değişik otelde kaldım... Bundan yıllar önce Boston'da The Marriott oteller hakkındaki fikrimi biraz değiştirir gibi olmuştu, bir de The Marmara Antalya!... Size ısrarlı tavsiyem şudur; eşinize ya da sevgilinize bir sürpriz yapın, çok değil sadece bir haftasonu onu The Marmara Antalya'ya götürün... Otelden çıkmanıza gerek yok, 2 gününüzü orada keyifle geçirin... Hayatınız boyunca unutamayacaksınız...


Belki biraz abartmış olabilirim, ancak sadeliğin bu kadar güzel kullanılabilmesini gerçekten hayranlıkla izledim, ve orada kaldığım sürede (işlerden vakit bulabildikçe, ve öğleden sonra denizin dalgalanmasını gözardı ederek) gerçekten çok keyif aldım...
İyi ki var The Marmara Antalya!...

1 Ağustos 2006 Salı

Yol Şarkıları

Uzun yolda araba kullanmak en keyif aldığım "kaçış"lardan biridir...
Kolay kolay sıkıldığım görülmemiştir, hiç durmadan kilometrelerce yol gidebilirim, yeter ki müzik olsun...

Şu yanda görmekte olduğunuz kader arkadaşıyla 20 günde 4000 km'den fazla yol yaptık... Her ne kadar iş gereği tamamen yabancı müzikle haşır neşir olsam da, evet, itiraf ediyorum, ben araba kullanırken arsız bir Türkçe müzik dinleyicisiyimdir... Bu yolculuk boyunca iş gereği şehir merkezlerinde elbette Radyo Mydonose dinliyordum aralıksız, ancak şehirlerarası bitmez tükenmez yollarda telefonumdaki MP3lerin arasından iki albüm bana çok sıkı arkadaşlık etti...

Öncelikle bir itiraf, benim bu iki isimle de yıldızım bir türlü barışamadı şu ana kadar (sonra neler olacak bilemem), televizyonda gördüğümde hemen zap yapıyorum, fotoğraflarını görünce sayfa değiştiriyorum... Ancak her ikisinin de son albümleri yaz yolları için tek kelimeyle harika!...

Pamela'nın yeni albümü Cehennet'in en önemli özelliği minimum enstrüman kullanılmış olması; genelde enstrüman yerine Pamela'nın sesinin değişik tonlarını üstüste kullanmışlar. Öyle ki bazı şarkılarda Pamela'nın 6-7 değişik sesi aynı anda duyuluyor. (hayır efendim, onu ayırdetme potansiyelim yok, kendisi söyledi!...)
Albümün çıkış şarkısı "Artık birşey yapmak lazım"ı herkes biliyor, benim tavsiyem "Seviyorum Sensiz Ankara'da" şarkısı; ama ama ama, "Gerçek Hayat" diye bir şarkı var ki; çok geç keşfedilecek, ama kimilerini fena bağlayacak, benden söylemesi...

Diğer bir albüm "Tek Taşımı Kendim Aldım". Bence bu ülke sınırlarında iticilikte son noktadır Nil, ama bu konuyu geçelim şimdilik. İşten az buçuk anlayan biri olarak şunu söyleyebilirim, besteler ve düzenlemeler teknik olarak çok başarılı, şarkı sözleri (anlamlarından bahsetmiyorum, kelimelerin seçilmesi ve kullanılmasını kastediyorum) son derece başarılı seçilerek biraraya getirilmiş, ve vokal kesinlikle daha da gelişmiş durumda... İlk şarkı Pırlanta'yı atlayalım, Kamikaze, Peri, Bu Mudur öne çıkıyor; benden gelen öneriler ise "Siz" ve "Parçalı Bulutlu"... Bu albüm gerçekten tam bir "güneye yolculuk albümü"...

Bir de son olarak;
beni tanıyanları biraz şaşırtacak, biliyorum, ama dürüst olmakta fayda var... Bunlara ek olarak bir şarkı daha var; o da Gülben'in "Yalnızlık" şarkısı...
Durumu şöyle anlatayım;

Bu fotoğraf Çeşme'den İzmir'e geçiş anı; yol zaten çok keyifli, otoban bu noktada kıvırılıyor olduğu için tam karşıda deniz, manzara harika, güneş tam tepede, pırıl pırıl ve fonda bu şarkı...
Bu durumda sizce de şarkıya takılmak için yeterli sebep yok mu?...

"yalnızlık alır götürür, vay beni, yazık bana,
eller böyledir hep ayırır, karışıp sevdalara..."

11 Mayıs 2006 Perşembe

İzmir, Hayat Değiştirten Şehir

İzmir'e çocukluğumda gidişimden bu yana hep aklım orada kalmıştır. Ve her gittiğimde de yine aynı şeyleri düşünürüm. Ne İstanbul karmaşası, ne Ankara bozkırı, tam bir denge vardır İzmir'de. Bu son seyahatte -her ne kadar bu defa kelimenin tam anlamıyla nefes alamadan koşturmuş olsak da- yine İzmir'e tutuldum kaldım...
Bu fotoğraf Radyo Mydonose vericisinin bulunduğu "Teleferik" adıyla bilinen yerden çekildi...



Bu şehir, insana "topla pılını pırtını, bırak herşeyi, gel burada sıfırdan yepyeni bir hayat kuralım" dedirtme gücüne sahip bir şehir... Karşınızdakinin ne söyleyeceğini düşünme gereği hissetmiyorsunuz dahası:)

Ama bir küçük not; son seyahatlerimin tamamına yakını organizasyonlar sebebiyle olduğu için gece geç saatlerde İzmir sokaklarında vakit geçirmek durumunda kaldım. İzmir, gece hayatının karmaşıklığı ve tehlikeleri konusunda İstanbul'u en yakından takip etmeye başlayan il olmuş gibi görünüyor, böyle devam etmemesini dilemekten başka birşey gelmez elden...
Malum, hayatım bir süre sonra bir şekilde orada devam edecek gibi görünüyor...