Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Eylül 2007 Cuma

The Fountainhead, Ayn Rand

"Tutunamayanlar'ı Bitiremeyenler" diye bir başlık vardı Ekşi Sözlük'te... İçeriğine, neden bahsettiğine bakmadan başlığı sevmiştim, çünkü ben de o grubun içindeydim. Ne kadar zamandır kitaplığımın tam ortasında beni beklemekte olan iki çok kalın kitap vardı, Tutunamayanlar ve Hayatın Kaynağı. Benim gibi günde en fazla 30-40 sayfa okuyabilenler yavaş tempolular için riskli bir iş ne de olsa uzun kitapları okumaya girişmek.

Ağustos sonunda tatil sırasında aldım elime "Hayatın Kaynağı"nı... Film, müzik, kitap gibi konularda kendim görmeden eleştirilere bakmamaya gayret ederim. Closer beni en çok etkileyen filmlerden biridir sözgelimi, ama sokakta çevireceğiniz filmi izlemiş 10 kişiden 8'i hayatının en sıkıcı filmlerinden biri olacağını söyleyecektir.

İtiraf etmek gerekirse yine de bir şekilde etkisinde kaldım Plato Film Yayıncılığın. Sinan Çetin bu kitaptan çok etkilendiğini ve o yüzden Türkçe'ye kazandırmak istediğini söylüyordu. Hatta "solcular sıkıcı kitaplar basıyor, kitap nasıl yayınlanırmış göstereyim" dediği bile rivayet ediliyordu... Ayn Rand kitapları da onun bu düşüncesiyle çıkardığı ilk ürünler olmuştu.

Aslında Ayn Rand'ın 1940-50'li yıllarda yazdığı kitaplarla objektivizmin öncüsü olduğu düşünülünce, yani kapitalizmin en büyük savunucularından biri olduğu gözönüne alındığında garipsenecek bir tutum değil Sinan Çetin'inki... (bunu eleştirmek ya da iğnelemek için söylemiyorum!) Muhtemelen bu yüzden beklediğim kadar vurucu bir kitap olmadı. Ama hakkını yememem de gerekiyor; neredeyse 900 sayfalık kitap sıkılmadan okunuyor. Aralardaki felsefik yaklaşımlar insanın kendisine de üç beş soru sormasını sağlıyor. "Ben" kimliğinin asla ihmal edilmemesi gerekliliğini hatırlatıyor... Ama bence bunların ötesinde kitabın anlattığı en önemli şey, iş dünyasında 1930'lı yıllarda yaşanan kumpanyaların günümüzden hiç farklı olmadığı gerçeğiyle yüzleştiriyor insanı... Yani bazı şeylerin değişmesini beklemektense, onlarla mücadele etmeyi öğretmeli insan kendine, bunun başka yolu yok...
Vaktiniz ve sabrınız 900 sayfaya hazırsa, okuyun...

6 Eylül 2007 Perşembe

Çuval

Michael Todd İngiliz bir pantomim sanatçısıdır... Sokak gösterileriyle hayatını devam ettirirken Irak'lı kadına aşık olur. Bir bebekleri olduğunu öğrendiğinde sevgilisi çoktan Irak'a gitmiştir ve ondan haber alınamamaktadır, çünkü Amerika o sırada "Irak'a özgürlük getirmekle" meşguldür ve Irak'ta o günlerde "herkesin başına herşey gelebilmektedir"...
Michael Todd kızını bulmak ve aynı zamanda Irak'lı çocuklara oyuncaklar dağıtmak için Irak'a gitmeye karar verir. Olaylar öyle bir hal alır ki, Todd kendini Süleymaniye'de baskınla "başına çuval geçirilip tutuklanan" Türk askerlerinin lideri olarak bulur(!) ve o ekiple birlikte apar topar götürülür...

"Çuval" Michael Todd'un hikayesini anlattığı, aslında travmaların etkisinden kurtulup da yapabildiği kadar anlattığı bir kitap... Amerikan düşmanlığını körüklediğini düşünenler var, ama aslında savaşın acımasız ve mantıksız yanını öne çıkarıyor... Bir çocuk yaştaki asker tarafından sokak arasında masumca yürürken kafanıza bir çuval geçirilerek tutuklanabilir, günlerce savaş esiri olarak tutulabilir, oradan oraya bir suçlu gibi sürüklenebilir, akılalmaz aşağılamalara maruz kalabilir ve -kelimenin tam anlamıyla- hasbel kader kurtulabilirsiniz... Ama en kötüsü, tüm bu olanları olduğu gibi kabul etmek ve sesinizi çıkarmadan hayatınıza kaldığı yerden devam etmek zorundasınız... Karşınızdaki "rakip" çok güçlü çünkü, adaleti sizin sandığınızdan daha farklı yürüyor; sözgelimi sizin kazancınız size yaşama hakkı lütfedilmesi olabilir, bunu anlamalısınız...

Michael Todd hala hakkını savunmaya ve insanlara yaşadıklarını duyurmaya çalışıyor, ama bundan bir adım ileriye gitmesinin mümkün olmadığının aslında o da farkında... Bu kitap da bir anlamda onun ve Türk askerlerinin savaşın anlamsızlığı karşısında çaresiz kalışını "içeriden" anlatıyor...

"Sevdim ve öneriyorum" kelimesi çok yerinde değil, ama çok şey düşündüm bu kitabı okurken... İlgilenmek ya da "hımm" deyip devam etmek size kalmış...

3 Nisan 2007 Salı

How To Be Good

Aslında hayatım sektörel dergileri en ince ayrıntısına kadar okumakla geçiyor bu aralar, bu yüzden kitap okumak kavramı günde 5-10 sayfadan öteye geçemiyor benim için...

Ama Nick Hornby kitapları bir şekilde yakalamış durumda beni... Anlatım dili eğlenceli, ayrıntıları yakalama becerisi dört dörtlük, okuması da çok akıcı...

Kitabın adı "How to be good". Hayatınızda herşey aynı standartta giderken, birden bir şekilde dünya üzerinde varolan adalatsizliği farketseniz ne yapardınız? Hayatınızı değiştirir, sahip olduğunuz herşeyi başkalarıyla paylaşmaya mı başlardınız? Ya biri bir şekilde hayatınıza giriyor ve sizi bu yönde ikna etmeye çalışıyor, hatta bunu adım adım başarıyorsa?

Ya da, asıl can alıcı soru; siz hayatınıza devam ederken hayat arkadaşınızda bu değişimleri görmeye başlarsanız?

Kitap şu cümlelerle başlıyor:
"I am in a car park in Leeds when I tell my husband I don't want to be married to him any more. David isn't even in the car park with me."

27 Mart 2007 Salı

Mutluluk

Son zamanlarda karşılaştığım en iyi film...


Eğlenmeyeceksiniz, gördüklerinizden hoşlanmayacaksınız belki, ama kesinlikle çok etkileneceksiniz...

Roman zaten çok güçlüydü, filmde herşey yerli yerine oturmuş, ama özellikle oyuncular muhteşem... Özgü Namal'a (genel olarak itici bulsam da) "Organize İşler"de şapka çıkartmıştım, bu filmde adeta oyunculuk dersi veriyor... Murat Han ve Talat Bulut ekibi tamamlıyor, kurgu, görüntü yönetmenliği, hikayenin anlatım dili eksiksiz...
Mutlaka izleyin...
Ve, bu filmi kesinlikle sinemada seyredin; hem doğru düzgün işler yapmaya çalışanlara destek olun, hem muhteşem sahnelerin görsel keyfini yaşayın, hem de bu filmi sinemada o atmosferde, o sessizlikte izleyin...

"ben hiç günah işlemedim..."

7 Şubat 2007 Çarşamba

Aydilge

EMI Music'ten sürekli bültenler gelir adresime... Önceleri oradan aşinalık oluşmuştu onun adına... Daha sonra basın sponsorluğunu yaptığımız AnkiRockFest'in katılımcılarından biri olarak görmüştüm... Ama hiç dinlememiş, aslında dinlemeye de gerek duymamıştım nedense...

Derken İstanbul'daki Gepgenç Festival'in sponsoru olduk. Bilgi Üniversitesi tarafından organize edilen festivalle yaptığımız anlaşma gereği kapanış partisinde DJ'lik yapmam gerekiyordu. 10 Aralık Pazar günü partide çalmak için Studio Live'a ulaştığımda benim dışımdaki program konusunda inanın hiçbir fikrim yoktu, tüm akışı unutmuştum.

İşte Aydilge'yi ilk defa orada dinledim. Önceleri sahnedeki kıpır kıpır genç kız ilgimi çekti (hayır, tahmin ettiğiniz gibi değil, gerçekten çok pozitifti sahnede...), ardından da şarkıları... İlk defa dinlediğim şarkılarını çok beğendim, ve Ankara'ya döner dönmez yaptığım ilk şey albümü telefonuma yükleyerek dinlemeye başlamak oldu...

Belki sözler herkesi tatmin etmeyebilir, belki besteler kimilerine zayıf gelebilir, ve birçok yerde söylendiği gibi belki Aydilge'nin sesi sizi rahatsız bile edebilir, ama canlı performansını gördükten sonra inanılmaz bir keyifle dinlemeye başlıyorsunuz "Küçük Şarkılar Evreni"ni...

(Meraklısına bir not; Aydilge Sarp'ın daha önce yayınlanmış "Bulimia Sokağı" ve "Altın Aşk Vuruşu" adında iki kitabı var...)

18 Eylül 2006 Pazartesi

Bono

Kitap okumaya ve film izlemeye -garip saatlerde de olsa- az biraz vakit ayırabiliyorum bu aralar; tanıyanlar benim için bunun ne büyük keyif olduğunu bilirler...
Yıldönümü itibariyle birtakım 11 Eylül filmleri (Loose Change'i kesinlikle izlemelisiniz, her ne kadar sonradan filmdeki birçok tez çürütülmüş olsa da...), ve Unfaithful, Sin City, Taking Lives, 21 Grams gibi daha önce sinemada izlediğim filmleri hatırlamak, bilmemkaçıncı defa Eternal Sunshine of the Spotless Mind'ı görmek güzeldi... Ama asıl bomba, sonunda izleyebildiğim Requiem For A Dream oldu... Çok uç, çok zor, çok bunalım ama çok çok etkileyici altmetinler barındıran bu filmle ilgili sanırım ayrıntılı birşeyler yazmam gerek... yakında:)
Aslında ben size bir kitaptan bahsetmek niyetindeyim... Herşeyin öncesinde belirtmeliyim ki; bu bir "tür" kitabı... Yani U2 müziği sevmiyorsanız, Bono'nun hayata bakışı ilginizi çekmiyorsa hiç bulaşmayın, sıkılırsınız... Ama benim gibi U2 dinleyerek büyüdüyseniz, bu röportaj kitabı çok ilginizi çekecek.

Bono'nun Odasında'yı Bono'nun kelimeleriyle dinleyelim: "Kendince bir şeyler karalayan, puro tüttüren, şarap içen, İncil okuyan biri… Bir müzik grubunun üyesiyim ben. Göremediği şeylerin resmini yapmaya bayılan… gösterişçinin tekiyim. Bir koca, bir babayım; yoksulların, bazen de zenginlerin dostuyum. Bir eylemci, gezerek fikirler satan bir satıcıyım. Bir satranç oyuncusu, dünyanın en gürültülü folk grubunda yarı zamanlı rock yıldızı, bir opera şarkıcısıyım. Nasıl ama?..."

Bono'nun Odası 373 sayfa, Merkez Kitaplar'dan tüm kitabevlerinde... Ne de olsa bir "tür" kitabı, biraz bekleyin, mutlaka ucuzlayacaktır fiyatı...