Film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Temmuz 2015 Perşembe

Sezen, O Kadın, Yıllar ve Ümitler...


On yıl önce...
O küçük şehrin tek ana caddesinden ara sokaklardan birine sapıyorum.  Askerim. Haftasonu sadece birkaç saate sığan çarşı izninde önüne bir torba oyuncak koyulmuş çocuk gibiyim, ne yapacağımı bilmez halde oradan oraya koşturuyorum. Sonra kendimi bir internet kafeye atıyorum. Çok başka, çok canlı bir hayat yaşarken kendimi küçücük bir odada günlerimi geçirirken bulmuşum. Onca yıllık radyo deneyimimin karşılığı olarak geceleri kışlanın telefonlarına bakmakla görevlendirilmiş durumdayım! Şikayetçi değilim, o küçük odada tek başıma yaşıyorum geceleri, gündüzleri istirahatteyim. Son derece az insanla birebir bağlantıdayım, bir tür inziva halinde gibiyim. Ki o ortamda da az insanla iletişimde olmaktan başka bir isteğim yok. İşte bu yüzden, elime geçen ilk özgürlük fırsatında kendimi aşina olduğum o gerçek dünyayla buluşturabilecek tek bağlantıma koşuyorum. Arkadaşlarımın neler yaptığını, dünyada neler olduğunu bir çırpıda öğrenme çabasındayım.

On yıl sonra...
O küçük şehrin tek ana caddesinden ara sokaklardan birine sapıyorum. Bir şekilde yolumu bu şehre yeniden düşürebilmeyi başardım. Çok farklı hislerle, çok farklı gözlerle yürüyorum aynı sokaklarda. Sanki onca zaman içinde hiçbir şey değişmemiş gibi. Aynı caddede, aynı mağazaların arasında, aynı sokağa sapıyorum. Herşey hala hatırladığım yerlerde duruyor. Garip hissediyorum, bir bağlayıcılık yok. Yani istersem askerken bize yasak olan sokaklara girebilir, istersem akşam hava karardıktan sonra da insanlarla birlikte çay bahçelerinde zaman geçirebilirim. Evet, internet kafe de hala aynı yerinde duruyor. Önünde duraklıyor, içeriye bir göz atıp gülümsüyorum. Ardından yavaş adımlarla yürümeye devam ediyorum.

On yıl önce...
Sinemalarda Sezen’in şarkılarından yapılmış ‘O Kadın’ yeni oynadı. Şehirde uyduruk bir sinema var sadece. Orada da kimbilir ne zaman girer gösterime. Fragmanını defalarca izledim arka arkaya. Siz yokluktan deyin, ben özlemden diyeyim, delice bir istek var içimde, mutlaka geç olmadan izlemek istiyorum. Birkaç hafta önce kafenin yöneticisinden rica etmiştim ama muhtemelen o şehirde ve o grubun içinde benden başka kimse bu ruh halinde değildir, birkaç haftadır sürekli sallıyor adam. Umutsuzca giriyorum içeri, bir masa seçiyorum kendime ve küçük kapasiteli harici belleği bilgisayara takıp, kafenin filmler klasörünü açıyorum. Filmleri karıştırırken bir anda karşıma çıkıyor: ‘Sezen Aksu – O Kadın!’ Allah’ım, o kadar heyecanlandım ki! Sanki normal hayatımdan bir bölüm kaydedilmiş de, onu izleyip hatırlayacakmışım gibi tarifsiz bir mutluluk oturdu içime.

On yıl sonra...
Kafenin önünden geçiyor ve sonra her çarşı gününde kışlaya dönmeden önceki son durağıma uğruyorum. Günlerce hayaliyle tutuştuğum, lezzetine doyamadığım, bir porsiyon yedikten sonra her seferinde bir de ekmek arasında paket alarak kışlaya götürdüğüm köftecideyim. Çarşı akşamlarında geceyarısından sonra telefon trafiği rahatladığında tadını çıkarta çıkarta, yavaş yavaş, sindire sindire yediğim ve dünyanın en muhteşem lezzetlerini yaptığına inandığım köfteci. Heyecanla bir porsiyon söylüyorum. Ben ki, güzel yemek olduğunda herşeyi bir kenara bırakıp tadını çıkartan bir insanımdır, karşıma çıkan en ortalama lezzetle buluştuğumu farkediyorum. Bir önceki sabah karışık menemeni yerken de benzer şeyler hissetmiştim. Üstüste aynı duyguları yaşayınca parçalar yerine oturmaya başlıyor. Açık ve net; insan yoklukta ve yoksunlukta herşeye ve herkese layığından çok daha fazla anlam yüklüyor. Bunu hep aklımda tutmam gerek, özellikle de birilerini hakkı olandan çok yükseklere koyduğumda bunu hatırlatmalıyım kendime. (Ki, en çok yaptığım pişmanlık sonuçlu davranış biçimidir kendisi!)
Bu hayal kırıklığını pekiştirecek birkaç küçük takviyeden sonra seyahatim bitiyor ve yeniden yaşadığım şehrime, oradaki kadar olmasa da sıkıcılıkla nam salmış sokaklarıma dönüyorum. Tüm işlerimi tamamladıktan ve rutinime döndükten sonra akşam vakti televizyon kanallarını öylesine karıştırırken, herşeyiyle ucuz yaz dizilerinden birinde fonda bir şarkı çalmaya başlayıveriyor bir anda! Sezen’in ‘Biliyorsun’u duyulmaya başlıyor ekrandan. Filmin en can alıcı sahnelerinden birinde kullanılan o şarkı. Tarifsiz bir mutluluk oturdu içime!

On yıl önce...
Kafeden filmi hemen kopyalıyorum. Ufak tefek işlerimi bitirip izin süremin sonunu beklemeden erken bir saatte kendimi kışlaya atıyorum. Köfteciye uğramak, gece için paket almak aklımdan bile geçmiyor! O akşamı bir çorbayla geçiştiriyorum. Gecenin yoğun telefon trafiği bittikten ve saatler de geceyarısıyla uzun uzun vedalaştıktan bir süre sonra heyecanla bilgisayarı açıyor ve filmi izlemeye başlıyorum Öylesine mutluyum ki, her bir şarkıyı ezberleyene kadar dinliyor, her bir sahnesini aklıma kazıyıncaya kadar defalarca izliyorum...

On yıl sonra...
Dizide o şarkıyı gördükten sonra büyük bir heyecanla arşivimi karıştırıyorum, filmi buluyorum. Hemen izlemeye başlıyorum. Belki o ilk izleyişimdeki heyecan yok ama bu defa da her bir sahnesini ezbere bilmenin keyfiyle mırıldanıyorum şarkıları. Eski bir dostla yıllar sonra yeniden buluşup aynı samimiyeti yakalamış gibiyim. Bir yandan gülümsüyor, bir yandan o ilk izleyişimden sonra geçen yıllar içinde yaşamıma dahil olmuş mutluluklarla hüzünler arasında gidip geliyorum. Karmaşık duygular içindeyim.

On yıl önce...
Filmi sonraki gecelerde de defalarca izliyorum. İzledikçe aklıma bir şeyler geliyor, sürekli yeni yazılar yazıyorum. Zaten kitabım için sağda solda darmadağın ve yarım yamalak duran yazıları biraraya getirip yayıncıma hiç beklemediği bir anda göndermem ve basılması da o sürece rastlıyor.

On yıl sonra...
Filmi izlerken içimde farklı bir kıpırtı oluşmaya başlıyor. Yan bakışlarla köşedeki küçük tahtama ilişiyor gözlerim. Bu yıl içinde mutlaka yapmayı planlandığım maddelerden oluşan bir liste var. Listede yazdığım notların ne mutlu ki şimdiden hemen hepsini hayata geçirmişim ama üzerine çizik attığım iki tanesi göz kırpıyor uzaktan. Birinde yaşadığım şehri terk etmek vardı. Nereye olduğunun hiç önemi yoktu ama bu yıl içinde buradan gitmeyi kafama koymuştum. Ta ki, bir gün küçük yeğenimin o tahtayı bulup, notlarıma ek yaptığı bölümü görünceye kadar. Önce tam bir genç kız zerafetiyle onu burada bırakıp gitmemi asla istemediğini yazıyor, sonra da kendi tarzındaki tehditlerle bitiriyordu. O yüzden o maddeyi ‘evi değiştirme’ şeklinde masumca yenilemiştim. Bir diğeri de, bu yıl içinde ikinci kitabımı çıkarmak üzerineydi. Aslında herşey yıllardır hazırdı ama içime sinmediği için, yazdıklarımın o şekilde ortaya çıkmasının bana dönüş şeklinin acı vericiliğini, kalp kırıcılığını hatırladığım için vazgeçmiş ve üzerini çizmiştim. İşin garip tarafı şu ki, ister adına Evrenin mesajı deyin ister Allah’ın gösterdiği yol, ben hayatın işaretlerine açık seçik inanan bir insanım. Ve yaşadığım bu günün de bir işaret olduğuna inanıyorum. Belki de yeniden cesaretimi topluyorum...

On yıl önce...
Bambaşka kılıfların arkasına sığınmak için çok çabalamış olsam da, aslında o süreçte o filmi o kadar çok izlerken aklımda hep onun olduğunu hatırlıyorum. Hep zor, hep imkansız kılıflı, hep normal rutinin çok dışında aşklar yaşayan, hep mücadele isteyen ilişkiler için çok çabalayan biri oluşumla yüzleşiyorum bir kez daha. İkimiz de bunun mümkün olmadığını bilirken, ikimiz de hep bir umutla peşinden sürükleniyoruz o imkansızlığın. Birbirimize cesaret verirken geride durduğumuz, istemezken yan cebimizi açtığımız bir sürece rastlıyor bu filmi defalarca izleyişim. Sahnelerden mesajlar alıyor, şarkılardan hayaller kurup paylaşıyoruz. Bir yere varmayacağını biliyorum ama yine de bir hayal olarak da olsa orada kalmasını istiyorum. Katıksız, hesapsız, gerçek bakışlarla sevilmeyi ne kadar özlediğimi farkediyor, onun onca imkansızlıkta bana aşık oluşuna hayranlıkla kaptırıyorum kendimi. Olmayacağını bilmek bir şeyi değiştirmiyor, gerçek olduğunu gördüğün anda istiyor, imkansızlık ateşlerinin üzerine basarak ayakların yanarken inatla yürümeye niyetleniyorsun. Kaç adımsa kaç adım, ne kadar mesafeyse o kadar mesafe, kaç birim yürek çarpıntısıysa o kadar kalp ağrısı.. Meydan okumaya hazırsın!

On yıl sonra...
Yaşadıklarının ardından güvenini bir parça kaybetmiş, gördüklerinin arkasından yeniden sevebilmeye inancını az biraz yitirmiş ruh halinde olduğum günler birbirinin ardından koşturup ilerlerken, onu görüyorum karşımda. Hayatımın eşsiz işleyiş şekli sayesinde yine bir imkansızlıkla buluşuyor, içimde bir sır perdesi açıyor ve üzerini örtüyorum. Dinginliğini uzaktan izliyor, coşkusunu sıradanlığıma katık yapıyorum sessizce. Sonra yaşam bir başka yol çıkartıyor, sükunetim yerini maskeli cümlelere bırakıyor. Klişelerime takla attırıyor, keskin doğrularımı yanlış bildiklerimle dipdibe buluşturuyor, kafamı karıştırıp dikkatimi dağıtarak karambolde ona doğru adımlar atıyorum. Zaman mı çok değiştirmiş beni, yoksa esasında hep böyle miydim bilmez şekilde onu çözmeye çalışıyor, bana yaklaşıp yaklaşmadığını, birlikte yürümek isteyip istemediğini, benim olmaya ve onun olmama niyetli olup olmadığını anlamaya çabalıyorum. Ezberim tersdüz, insan sarrafı yeteneğim diplerde, anlayamıyorum. Geçen zaman içinde ruh halim bir noktada tıkanmış; ilgi duyduğum, kalbimin atışlarını hızlandıran o güzelliklerin beni bir çırpıda dost kategorisine koymalarından sıkılmışım, kimi zamanlar şark kurnazlığıyla yan cepte stepne gibi bekletilmeye çalışılmaktan daralmışım. Belli edesim, konuşasım geliyor ama insanevladının değişmekbilmez takıntıları varmış, öğreniyorum. Olmuyor, olamıyor. Ve ben Sezen şarkıları fonda, onu düşünürken ondan uzaklaşıyorum. Bilmek bir şeyi değiştirmiyor belki, evet biliyorum, ama senin sana yaptığını kimse sana yapmıyor aslında! Kendime kızıp, kendime küsüp yürüyorum aksak adımlarla.

On yıl önce...
İmkansız bir aşkın peşindeyim, mucizelere hiç bu kadar inanmadığımı düşünüyorum. Ama zaman eskitiyor hepimizi ve biz bir yere varamıyoruz...

On yıl sonra...
İmkansız bir aşkın peşindeyim, mucizelere hiç bu kadar inanmadığımı düşünüyorum.
Zaman eskitecek ikimizi ve biz bir yere varamayacağız belki, çok da umrumda değil. Gözbebeklerinin tam içine bakıyorum bazen, onu ne kadar sevebileceğimi haykırıyorum bakışlarımla. Anlamıyor. Anlıyorsa da işine gelmiyor. Ya da korkuyor, bilmiyorum. Belki de beni bir kenarda istediği gibi ve istediği kadar bekletebileceğini zannedenler kervanına katılıyor, kimbilir. Yaptığını zannediyor. Olduğunu düşünüyor. Oysa ben onu da tüm diğer zan insanları gibi kendi zindanlarıma kapatıyorum. O kilitlerin anahtarlarını da eline veriyorum ama içim rahat, nasıl olsa açmaya çalışmayacak, biliyorum. Peki ya onun adına konuşarak, düşünerek, karar vererek hataların en büyüğünü bizzat kendim yapıyorsam? O da bir ihtimal tabii, zevzek ihtimallerin en popüleri. Kimin kime ne zaman ve ne şekilde kaç adım yaklaştığını ya da kaç adım kaçtığını ne zaman ve nasıl anlayabiliyoruz acaba? 

On yıl önce, on yıl sonra....
Yıllar geçerken bazı hisler hep aynı kalıyor ve bu hisleri bazen en iyi Sezen tanımlıyor:
‘O sevgiler ki yoktular, onlar ümitlerimizdi...’

Bu yazının ardından Sezen Aksu - Unut dinlemenizi öneririm.
Bir de, lafın gelişi on yıl...

19 Mayıs 2011 Perşembe

Üzümlü Kek ve İncir Reçeli


“Sen bir şey söylemeden gidersin… Öyle bir şey söylemeden gidersin ki, üstüne milyonlarca şey söylenir…”

Hep susarak giden oldum ben. Susunca suçlanmak adettendir. Hep suçlanarak giden oldum ben.
İç cümlelerim çok şey söyledi giderken, ben hep sustum cümlelerim biterken.
Birine açık olmuştum, birine dostum demiştim, birine tüm amaçlarımı yüklemiştim, birini hayatımın anlamıyla süslemiştim. Ama hepsinde de sustum giderken. Ne ağır bir yükle gittiğimi bilmedi kimse. Ne çok şey anlatmak istiyordum aslında ve ne çok yarım cümlelerle geçti hayatım. Hevesle başlanan cümlelerin, yarıda soluksuz kalmasının ne olduğunu bilir misiniz? Nefes darlığım var benim, yükseklerde daha da artıyor. Yani, ne zaman birini yükseklere koymaya niyetlensem, soluğum kesilmeye başlıyor. Uyandığımda çoktan dibe indiğimi görüyorum. Hem zaten yere indiğinde nefes almaya başlayabiliyorsun yeniden. Ne ilginç, oysa aşkı en tepeye koyup, “aşıkken nefes alır insan” diyordum eskiden. Deneyim, bildiğini zannettiğin doğruların yanlışla sevişmesini keşfetmekmiş meğer. Bildiğin ihanet yani; uğruna her şeyini verdiğin doğru, seni hep mücadele ettiğin yanlışla aldatıyor… Sonra dengeler bozuluyor, üzerine yapıştırılmış pis yaftaların koyu kahramanlarının hayatına bıraktığı izlerle sürüklenmeye başlıyorsun. Bildiğin sürüklenmek, kendi yoluna geçebilmek için herkesten fazla mücadele vermen gerekiyor. Kah çıkıyorsun, kah batıyorsun. Ama kendini bir türlü anlatamıyorsun, anlatmak istediklerini dinletemiyorsun.

Geceyarısı Öyküleri’ndeki hikayelerden birinde geçer; yanlarından gitmeyi hiç istemediğim, “çok dost” iki arkadaşım vardı. İyi olmadığım, birilerinin hayatıma çomak soktuğu günlerdi. Öylesine ketumdum ki o konuda herkese karşı, çok az şey bildikleri için benim çok şeyi abarttığımı düşünüyorlardı. Dostlukları, beni iyileştirmek için gerçeklerle yüzleştirmeleri gerektiği çerçevesinde dönerken, beni sarsmaya çalışıyorlardı belli ki. Bir akşam onlarla kahve içerken masamıza üzümlü kek geldi. Üzümlü kekle pek aram yoktu o zamanlar. Tatmaktan öteye geçmemiştim ama sevmiyordum nedense. Tabağa baktım ve “ben almayacağım, sevmiyorum üzümlü kek” dedim. Anlamadılar. Anlamadılar ve benim her şeye karşı mazeret ürettiğime inanarak onu da abarttığımı düşündüler. Tabağıma bir üzümlü kek koyuldu. Onların bir üzümlü keke yükledikleri anlamın ne kendileri farkındaydı, ne de ben. Kekin içinden üzümleri ayıklayıp yemeye çalışırken gözlerimden bir damlanın tabağa düştüğünü hatırlıyorum. Küçümseyebilir, hemen kestirmeden bana bir karakter tahlili yükleyebilirsiniz, umursamıyorum artık. Ama üzümle hüznün buluşmasındaki anlamı yakalayabilmeniz için benim yaşadıklarımı bilmeniz gerekirdi. Yaşamadınız, bilmiyorsunuz. Bu yüzden bir üzüm tanesinin insana hangi hikayeleri anlatacağını da tahmin edemiyorsunuz.

Bu yüzden sevdim ben “İncir Reçeli” filmini. İçinde hiç beklenmedik, belki de sadece kahramanlarına saklanmış ve aslında kimsenin öğrenemeyeceği bir hikaye barındırdığı için. Ya da, bir üzüm tanesinin iç dünyasını bildiğim için belki de, bir incir reçelinin anlattıklarını sizden biraz daha farklı bir gözle izledim. Hayatıma derinlemesine dalanın da, parmak ucuyla dokunanın da bir iz bırakacağını biliyordum…
Sizin göremeyeceğiniz bir iz bırakacağını,
ve hayatımın birikmiş setlerini kıracağını…

“Sana dokunmak tüm insanları affetmek gibi…”

Aslında hep susarak giden oldum ben. Susunca suçlanmak adettendir. Hep suçlanarak giden oldum ben. Hayatımın önemli bir dönemi hep birilerini affetmeye çalışmakla geçti. Şimdi "ona" dokunarak sizleri affetmeye çalışıyorum. Önyargılarınız sizin olsun, ben masumiyetimle yürüyorum.

“Asıl ucuz olan ne biliyor musun? Beş kuruş vermeden savurduğumuz yargılarımız…”



(Tırnak içi replikler İncir Reçeli filminden...)

3 Mayıs 2011 Salı

Pina Bausch'un izinde...

Anlatmak istediğin çok şey vardır aslında…
Sırlar saklarsın bazen, kendine bile söylemediğin. Bazen de söylemek istersin, nasıl söyleyeceğini bilemezsin. Kah içinden gelmez, kah gücün yetmez. Sıkışıp kaldığında aradığın çıkış da, dibe vurduğunda bulduğun kurtuluş da hep sana sunulan hikayelerdedir aslında.   Anlatamadıkları yazan kitaplarla, yazamadıklarını söyleyen şarkılarla, söyleyemediklerini anlatan gösterilerle tanışırsın. Tanışır ve özdeşleşirsin. Senin hikayenin peşine düşersin başkalarının çizdiklerinde.
Hayatın dilini anlayamadığımda konuşmaya, kendi derdimi çözemediğimde yazmaya başlamıştım. Ama aklım hep sahnede kaldı. Bir yanım sahnenin arkasında kalmaktan koşulsuz memnunken, bir yanım hikayelerini sahnede anlatmanın gücünün etkisindeydi hep. Hiç ayırdetmeden, hep hayranlıkla izledim sahne performanslarını. Belki de hayatımın en önemli filmi sorulduğunda ağzımdan bir çırpıda Moulin Rouge çıkmasının, This is it, U2 3D gibi genelgeçer kitlenin pek ilgi göstermediği filmleri heyecanla ve hayranlıkla takip etmiş olmamın ardında yatan da bu sebeptir.

İşte tam da bu düşüncelerle izledim daha önce hiç tanımamış olduğum Pina Bausch’a adanan Pina 3D filmini. Modern dansa ilgi duymasam da hem insan hikayelerine olan ilgim hem de Wim Wenders’ın anlatım şekline duyduğum hayranlıktan dolayı heyecanla attım kendimi sinemaya. Ve her saniyesinden müthiş keyif aldığım bir film izledim. Az konuşan ama etrafındaki her insanın hayatında tek cümleyle her şeyi değiştiren kadının sükunete eklenmiş gücüyle tanıştım. Dans etmeyi ondan öğrenen müthiş insanların hayatı dansla anlatışlarına “bir karış mesafeden” şahit oldum. Her birinin kısacık sekanslarda kocaman öyküler anlatışını izledim hayranlıkla. Ve sahnenin gücünü hatırladım yeniden, sahnenin ve sahneyi ortaya çıkarmanın gücünü.

Pina gibi tür filmlerini önermek zordur, risklidir. Bu yüzden başına “türün meraklılarına” notunu koyu ve altı çizgili şekilde ekleyerek mutlaka görmenizi salık vereceğim. Bir otobiyografi demek doğru değil ama filmden ziyade belgesel demek daha gerçekçi olabilir.
Özellikle dansla ilgilenenler bu filmi mutlaka sinemada 3 boyutlu olarak izlemeliler.
Çünkü hayat için en doğru tanımlardan birini yapan Pina Bausch’un izinden gidiyor bu film:

Dance, dance…
Otherwise we are lost…

11 Nisan 2011 Pazartesi

Bilgi Sahibi Olmadan...

Garip bir ikilem var hayatta…
“İyi” bir şeyler yapmaya başlamanızla birlikte –muhtemelen aynı oranda- hakkınızda konuşulan anların ve konu başlıklarının da sayısı artıyor. Sadece bizim ülkemize özel olduğunu zannetmiyorum ama bizde daha yoğun ilgiyle karşılanan bir mevzu var; insanlar hakkınızda senaryolar üretmeyi seviyorlar. Ne de olsa “hiçbir başarı cezasız kalmaz” diye tanımlanan bir ülkedeyiz biz, mutlaka bu kurala uygun yaşamaya gayret ediyoruz. Tam da burada işte o sözünü ettiğim ikilemle karşı karşıya kalıyor insan. Büyük bir ihtimalle senin bulunduğun yeri ya da (aslında maddi bir mevki olmasa dahi) senin bulunduğun samimi çevreyi hazmetme olgunluğunun çok uzağındaki zavallı insanlar, senin hakkında hikayeler üretiyorlar ve bunu gerekli gereksiz çeşitli ortamlarda dile getirmeye başlıyorlar. Bunu fark ettiğin anda her ikisinden de sonuç alamayacağın seçenekler beliriyor karşında: Ya duruma müdahele etmek için sen de konuşacaksın, ki bir suç işlememişken kendini savunma durumuna düşeceksin, ya da hiç konuşmayacak ve prim vermeyeceksin, ki hikayelerin katlana katlana büyümesi ve dağılmasını üzülerek izleyeceksin.

Ben hayatım boyunca ikinci yöntemi seçtim; düsturum beni yeterince tanıyamamış insanları kaybetmenin kayda değer bir ayrıntı olmadığı idi. Evet, gerçekten işin tadı kaçıyordu; sözgelimi yaşadığım son örnekte, hayatım boyunca konuşmadığım bir insanla yaptığım -sözde- telefon görüşmeleri ayrıntılandırılıyor, yerini bile bilmediğim bir makam odasında yaptığım -sözde- konuşmalar uzun uzun paylaşılıyordu. Önce keyfim kaçtı ama sonrasında işin nereye varacağını umursamadan kendi tarafımda konuyu kapattım. Yazık ki onlar kapatmadılar.
Bu aslında başlı başına ayrı bir yazı konusu. Biraz fazla kişisel olduğu için muhtemelen hep bana saklı kalacak olan “önyargı” başlıklı ve tamamen bu “kişiselleştirmeler” üzerine yazılmış uzun bir yazım var. Konuyu buraya getirme sebebim ise aslında tam da bu noktadan sonra başlayan gariplikler üzerine. Evet, birileri kendi ezik hayal dünyasında bir hikaye uyduruyor, buna önce kendisi inanıyor ve ardından egosuyla kavga etmekten vazgeçemediği ve hep yenik düştüğü için bu hayalinin daha çok yayılmasını düşlemeye başlıyor. İlgili ilgisiz insanlar bu hikayeleri dinlemek durumunda kalıyor. Ve hiç üstüne vazife olmayanlar bunlara inanıyor, inanmakla kalmadığı gibi başkalarını da inandırma çabasına girişiyor. Yani, aslında hiçbir fikri yokken, üçüncü şahıslar seni yaftalarıyla hükümlendirmek üzerine bir misyon ediniyor. Sen zaten çabalamıyorsun ama seni gerçekten tanıyanlar tarafından uyarıldıklarında bile düzeltme gereği duymuyorlar.
Buraya kadar anlattıklarım biraz kişisel yaklaşımlardı. Zamane dünya düzeninde her şey bu temel üzerine kurulmuş gibi artık. Samimiyetten yoksun insanlar, gerçekten uzaklaştıkça güçlendiklerini düşünüyorlar. Bilgi geride kalıyor, eksik fikirlerle hüküm veriliyor.

Askerden döndükten sonra MyBilet’e yeni başladığım günlerdi. Henüz sadece birkaç ay olduğu için kurum içi görevlerime yoğunlaşmadan önce markamızın dışarıda nasıl algılandığını, nasıl konumlandığımızı izlemeye ve çözmeye çalışıyordum. İşte tam da o tarihlerde akılalmaz bir yazıyla karşılaştım.
16 Mayıs 2009’da Cengiz Semercioğlu Hürriyet gazetesindeki köşesinde Biletix’e yönelik (kendisinin de dahil olduğu) yoğun tepkilerle ilgili bir yazı kaleme aldı. Semercioğlu, Biletix’in rakipsiz olduğundan dolayı herhangi bir iyileştirmeye gerek duymadığı tezini savunurken şöyle bir cümle kullanıyordu:
“Telsim zamanında Mybilet vardı, kapandı.”
Oysa, yazının yazıldığı tarih itibariyle MyBilet, online bilet sektöründe toplamda en fazla bilet satışını gerçekleştiren firma olarak dikkat çekiyordu. (Bu yazının kaleme alındığı Nisan 2011 tarihinde de MyBilet bu özelliğini koruyor.) Toplam bilet satışında Biletix’in önünde olan bir firmanın Semercioğlu’na göre kapanmış olması enteresandı. Daha ilginç olan ise herhangi bir arama motoruna sadece “mybilet” yazılsa bile doğru bilgiye hemen ulaşılabileceğiydi ama bu basit işlem yapılmamıştı. Öte yandan, yazıda ifade edilen “Telsim” bağlantısı hiçbir zaman gerçekleşmiş değildi, muhtemelen Semercioğlu’nun zihni ona Telsim zamanındaki alt markalar “MyCep” ve benzerlerini hatırlatıyor, MyCep’in artık varolmaması “MyBilet”i de yokolmak zorunda bırakıyordu.
Çeşitli kanallar aracılığıyla kendisine bilgi verildi ama düzeltmeye gerek duyulmadı.

3 Nisan 2011 Pazar günü Star TV’de yayınlanan “Behzat Ç” isimli dizide Radyo ODTÜ Modern Sabahlar ekibinden Fahir Öğünç de rol aldığı ve çekimlerin büyük bir bölümü Radyo ODTÜ stüdyolarında gerçekleştirildiği için, bir anda radyo piyasası yoğun şekilde diziyi konuşmaya başladı. Diziyi Ankara IF Performance Hall’de buluşarak Modern Sabahlar ekibiyle birlikte izleyen kalabalık bir grup bile oluştu. Hal böyle olunca, Türkiye’nin radyo piyasasında çok konuşulan isimleri de konuya bir şekilde dahil olma gereği hissettiler. Bunlardan biri de Zeki Kayahan Coşkun’du. Dizinin bir bölümünde, zanlı telefonla canlı yayına bağlanıyor, stüdyodaki herkes o bağlantıyı stüdyo monitörlerinden (stüdyo içindeki hoparlörler) bizzat dinleyebiliyorlardı. Normal şartlarda, monitörler miksere bağlıdır ve mikrofon potu açıldığı anda monitörler doğrudan kapanır çünkü mikrofon açıkken monitörler de açık kalırsa feedback (radyo yayınlarında sesin sürekli transfer olması ile oluşan yüksek, rahatsız edici, çığlığa benzeyen sinyal) oluşacaktır. Coşkun, bu sahnede stüdyoda konuşuluyor olmasına rağmen monitörden ses gelmesini eleştirdi ve Twitter’da (tam olarak kendi yazısıyla) şu ifadeyi kullandı:
“Radyoda, teknik olarak Behzat Che'nin kulaklik takmadan telefondakini duymasi imkansiz...”
Oysa, mikserin doğrudan monitörü kesmesi her stüdyoda varolan bir uygulama değildir. Kaldı ki, kimi stüdyolarda yayında konuk olduğu zamanlarda kulaklık kullanılmak istenmemesi ihtimali için bulundurulan ve miksere bağlı olmayan ikinci bir monitör vardır.
Bu bilgi kendisine iletildi ama düzeltmeye gerek duymadı.

Son örnek için tek bir isim vermek haksızlık olabilir ama sadece film endüstrisindeki “marketing” durumuna modern yaklaşımlarıyla dikkat çeken BKM Film, Pana Film ve az sayıda filmin yapımcılarını anlatacaklarımın dışında tutarak bir genelleme yapabilirim. Dünya film endüstrisini yöneten Hollywood ve Avrupa’nın önde gelen dağıtımcıları, pazarlamanın ve potansiyel izleyicileri filmle ilgili ilk temas kurdukları mecrada satışa yönlendirmenin önemini son derece iyi bilirler. Bu yüzden filmlerin web sayfaları özenle hazırlanır ve ülke genelinde internetten bilet satış operasyonu yapan kaç ayrı firma olursa olsun, hepsine logolarıyla, isimleriyle ve linkleriyle birlikte yer verilir. Çünkü önemli yapımcılar bilirler ki, aslolan izleyicinin en kısa yoldan filme gitmeye yönlendirilmesidir, satışın nasıl ve hangi kanalla yapıldığı değil.
Aslında çalıştığım firmanın kurumsal kimliğine yatırım yapmanın ötesinde, bir sinemasever olarak bu tür uygulamaların Türkiye’de de ciddiye alınmasının önemli olduğunu düşünüyorum. “Sene olmuş 2011” iken hala filmlerine bir web sayfası yapmayanlar bir yana, filmleriyle ilgili kendilerine iletilen internet satış linkini kullanmak konusunda artniyet sınırını aşmış yapımcılarla karşılaşıyoruz. Neredeyse gösterime girecek olan tüm Türk filmlerinin yetkililerine ulaşmaya ve kendilerini bu konuyla ilgili bilgilendirmeye çalışıyorum. Şaşırmayacağınız tepki; çoğu cevap bile vermiyor. Şaşırma ihtimaliniz olan tepki; olaya sadece “sizin daha çok para kazanabilmek için onları kandırmaya çalıştığınız” gözüyle bakıyorlar. Şaşıracağınız tepki; aylarca uğraşarak ortaya bir ürün çıkartıyorlar ama sektördeki genel gelişimin en çok da yine onlara kazandıracağının farkında değiller.
Oysa doğru bir afiş, doğru bir web sitesi, doğru bir pazarlama modelinin neredeyse filmin senaryosu ve ekibi kadar önemli olduğunu nedense algılayamıyorlar. Öte yandan, filmin PR’ının bir Twitter hesabı açıp, arama özelliğini kullanarak filmle ilgili “işe gelen” yorumları bulup “ReTweet etmekten” ibaret olduğunu düşünen zihniyetten çok şey beklenemeyeceği de yadsınamaz bir gerçek aslında.
Birçok yapımcıya bu konu önemle anlatılmaya çalışıldı ama pozitif bir yapılandırma sağlanamadı.

Bu örneklerin tümünde en can alıcı nokta şu; bizim ülkemizde kimse eleştirilmek istemiyor ama kimse bilmediklerini öğrenmeye de yanaşmıyor. Genelde bir eksikleriyle yüzleştiklerinde ya konuyu görmezden geliyor ya da karşı tarafı çirkin bir tartışmaya çekerek konuyu kapatmaya çalışıyorlar. Oysa, “bilmiyorum” demenin “öğrenmeye hazırım” ile eşdeğer bir erdem olduğunu, dahası profesyonel dünyada hataların yinelenmemesi için algıların her tepkiye tamamen açık olması zorunluluğunu göz ardı ediyorlar. Belki de onlara onların kaygısıyla cevap vermek, egolarına onların diliyle dokunmak gerekiyor:

Bilginiz yokken fikir üretmeye çalıştığınızda ve önyargılı davrandığınızda gerçekten hiç şık olmuyorsunuz!...

18 Ocak 2011 Salı

Aşk Tesadüfleri Sever


Hissedersin bazen…
Mantıklı bir sebep aramazsın, aklından geçenleri dayayacak duvarlara bakınmazsın, gerekçelerin peşine takılmazsın.
Sadece hissedersin bazen…
Tesadüfen karşına çıkan bir ayrıntının peşine takılman gerektiğini hissedersin.
Birine tutulmak gibidir hayatın pek çok anı aslında. Birini uzaktan görürsün; bırak huyunu, suyunu, tavrını, edasını, hayallerini, umutlarını, doğrularını, yanlışlarını, daha nasıl yürüdüğünü, adımlarını nasıl attığını bile bilmezken tutulursun ona. Kimileri “kafanda kurduğun bir sevgili kalıbına oturtmaya çalışıyorsun” der ama sen sadece hayallerini diri tutabilecek biri olmasını umarsın, öyle akıl ötesi hayaller kurmazsın. Ama hissedersin işte; sebepsiz yere güzel bir şeyler olacağını hisseder, hayatının bir dönemine o hissin peşinde yürüyerek bir anlam eklersin.
Müzikallerle pek de ilgili olmamama rağmen Moulin Rouge fragmanını izlemiştim sinemada ve içime yayılan heyecanla orada farklı bir şeyler bulacağımı hissetmiştim. Gösterime girdiği ilk gün, sadece filmin dünyasına girmek, başka şeylerle ilgilenmek zorunda kalmamak için tek başıma, sinemanın en iyi koltuklarından birinde çok önceden satın alınmış biletimle hayranlıkla o filmi izlediğimi hatırlıyorum. Sonrasında defalarca izlediğim, evimin duvarlarında varolan tek çerçevenin sahibidir Moulin Rouge.
“Kimilerinin dudak kıvırdığı filmlere tutulmakta üstüme yoktur” demiştim bir yerde “O Kadın” için. Aynı şekilde, acımasızca eleştirilen “Issız Adam”, belki de pazarlama eksikliğine kurban giden olağanüstü “Başka Dilde Aşk” benim için hep böyle filmlerdir. Gerçekten niyeti olmayanların fark edemedikleri başka güzel hikayelerinin de olduğunu ve daha önemlisi hikayelerini bizzat kalbinin içine kadar gelip, dokunarak anlatıp, görevleri tamamlanınca sessizce çekildiklerini düşünüyorum o filmlerin her birinin. Ve hepsinin de bir kısa film gibi etkileyici fragmanlarıyla bu yola ilk adımlarını attıklarını hatırlıyorum. Tam da bu sebeplerle ve tam da aklımda kalanlarla “Aşk Tesadüfleri Sever”i müthiş bir heyecanla bekliyorum. Biraz Ankara’lı olmak, biraz aşk ve hüzün yazmayı sevmek, biraz da hayatına hikayesi uzun dipnotlar düşmekten, en çok da yönetmeninden kadrosuna beni hiç hayal kırıklığına uğratmamış isimleri bir arada görmekten olsa gerek, çok iyi bir film geldiğini hissediyorum.
Öyle işte, hissedersin bazen…
Mantıklı bir sebep aramazsın, aklından geçenleri dayayacak duvarlara bakınmazsın, gerekçelerin peşine takılmazsın.
Sadece hissedersin bazen…
Tesadüfen karşına çıkan bir ayrıntının peşine takılman gerektiğini hissedersin.
O tesadüf bir aşkı anlatıyorsa, tutkusunu da öfkesini de harmanlıyorsa, daha görmeden tam puan verir, göreceklerinin aklındakileri değiştirmeyeceğini bilirsin.
“Aşk Tesadüfleri Sever” 4 Şubat’ta gösterimde.
Fragmanı izleyin, hissettiklerinizin peşine takılın ve bekleyin…


Bazen ilk görüşte bilirsin, o insan kaderindir,
bazen bir ömür ararsın, bulunmaz.

24 Ağustos 2010 Salı

Never Love A Wild Thing!

(Bu yazı, filmi izlememiş olanlar için spoiler içerebilir.)



Truman Capote romanından Blake Edwards yönetmenliğinde sinemaya uyarlanan 1961 tarihli efsane Breakfast at Tiffany's filminde çılgınlıklarıyla dikkat çeken bir kadının yaşamından bölümler anlatılır. Önceki yaşamından kaçarak hayatındaki herşeyi tamamen değiştirmiş olan Holly Golightly, onu hala çok seven ve onu hala "Lula Mae" zanneden eski eşiyle son bir kez buluşur. Eski eş, Doc, onu eve getirmek için gelmiştir. Buna inanmasını sağlayan Holly, otobüs hareket etmek üzereyken (o günlerde hayatındaki tek gerçeklik olan Paul Varjak'tan izin isteyerek) Doc'a onunla gelmeyeceğini söyler...


Doc : I love you Lula Mae.
Holly : I know you do, and that's just the trouble. It's the mistake you always made, Doc, trying to love a wild thing. You were always lugging home wild things. Once it was a hawk with a broken wing... and another time it was a full-grown wildcat with a broken leg. Remember?
Doc : Lula Mae there's something...
Holly : You mustn't give your heart to a wild thing. Never love a wild thing... you can't give your heart to a wild thing: the more you do, the stronger they get. Until they're strong enough to run into the woods. Or fly into a tree. Then a taller tree. Then the sky. That's how you'll end up... If you let yourself love a wild thing. You'll end up looking at the sky.

(Asla vahşi bir şeyi sevme... Kalbini vahşi bir şeye veremezsin: ne kadar verirsen, onları o kadar güçlendirirsin. Ta ki ormana kaçacak kadar güçlü oluncaya kadar. Ya da bir ağaca uçacak kadar. Sonra daha büyük bir ağaca. Sonra gökyüzüne. Sonunda olacağı budur...
Eğer kendine vahşi bir şeyi sevme iznini verirsen, sonunda kendini sonsuz gökyüzüne bakarken bulursun...)

(Videoda kullanılan şarkı: Sia - Breath Me)

8 Ağustos 2010 Pazar

"Ev", "Evimiz" Olduğunda...

Günün ilk saatleri… Pek alışık değilim aslında bu saatte eve gelmeye, belki de bu yüzden zorlandım kapıyı açarken. Öğle güneşinin aydınlığı nasıl da canlandırıyormuş evi meğer, hiç fark etmemiştim şimdiye kadar!
Yine amma dağıtmışsın her yeri. Bir kere de ben sana kızmadan toplasan şaşırırım zaten… Söylüyorum hep, doğanızda var sizin, erkek milleti kadın olmadan yaşayamaz. Hayır canım, aşktan meşkten bahsetmiyorum, fiziksel olarak hayatınızı devam ettirebilme yetiniz yok sizin! Yine mi kızacaksın bana, aklından bile geçirme. Kaç gün oldu ki ben buraya gelmeyeli, sanki aylar geçmiş gibi darmadağın her yer. Ne yaptığını bi bilsem…
İşte başlıyoruz… Banyoda plaj havlusu kullanmak ancak senden çıkar zaten. Neymiş efendim, hayatının en güzel tatilinde benim sana aldığım havluymuş o, kıymetini kimse bilemezmiş. İyi de o zaman aynı tatilde aldığım terlikler neden balkonda kuşlara ev sahipliği yapıyor? Dengesizsin sen kabul et, neye ne kadar değer vermen gerektiğini bir türlü ayarlayamıyorsun! Sahi, benim havlum neredeydi acaba? Diş fırçamı da çok aramam umarım…
Mutfak yine altüst! Hiç anlamıyorum, boşuna mı aldık biz bulaşık makinesini? Hatırlıyor musun, ne kadar sıkışık bir dönemimizdi o ve dünyanın en saçma pazarlığını yapmıştın satıcıyla: “Abi gerçekten çok ihtiyacım var, yoksa sevgilimi kaybetme tehlikesiyle yüzyüzeyim! Bak her şeyi bu güzel kadın için istiyorum, ne olur biraz daha indirim yap bize…” Adam kahkahalar atıp “kerata ne çok seviyorsun yahu” demiş ve kabul etmişti. Ne diyordum, yapacağın tek şey yemeğin bitince bulaşıkları makineye atmak. Ben olmasam onu bile beceremiyorsun, üşengeçlikten de öte seninki. Hem ayrıca şu kenarda duran saklama kaplarını anneme götürmem gerek. Hadi itiraf et, onun yemeklerine karşı koyamıyorsun! O kocaman saklama kaplarını burada kullanalım diye almadık herhalde! Dur, onları alayım da eve götüreyim…
Bu filmler niye yerlere dağılmış yine? Gören de her gün kaç tane film izleyen entelektüel bir adamsın zannedecek. Tamam, itiraf edeyim bak, kucağına yatarak film izlemenin keyfini hiçbirşeye değişmem ben ama be adam, ne olur azcık derli toplu olsan? Bak, sırf kolaylık olsun diye dvd kutusu yaptırdık sana, niye kullanmıyorsun onu? Herneyse, dur bakalım, şunlar benim sevdiklerim, şunlar senin aldıklarındı galiba…
Yatak odasına doğru yöneliyorum ama korkudan adımlarım geri geri gidiyor desem yeridir. Bakalım ne bekliyor beni orada, kötü sürprizler yoktur umarım. Nedense hafif bir tedirginlik var üzerimde ama mutlaka oraya da uğramam gerek. Eminim orada da her şey birbirine girmiştir. Düzenli bir evde kadınla erkeğin eşyaları karışık durmaz, öğretemedim sana… Al işte, dolabın soluna senin eşyalar, diğer taraf ve çekmecelerde de benimkiler olması gerekiyor ama nerede? İtiraz etme yine, burası aslında senin evin olabilir, ben daha sonra gelip yerleşmiş olabilirim ama artık “bizim” denmeye başlanan her evde kadının dolap hakkı daha fazladır, bunu kabullenmen gerektiğini söylemiştim sana. Ama tam da tahmin ettiğim gibi işte, ne işi var gömleklerinin benim tişörtlerimin üzerinde? Bak bir de utanmadan köşeye tıkıştırmışsın benimkileri, çok ayıp ama! Hem üstünü örtüyle kapatınca görünmez olmuyor onlar efendim, kandıramazsın beni. Bunları da toparlamam gerekecek anlaşılan. Annem makineye atıp sonra da bir güzel ütülerse hiç problem kalmaz…
Ne çok seviyoruz aslında saçma sapan sebeplerden kavga etmeyi seninle… Al işte, ben üç beş gün ortalıkta olmayınca koridorun havası değişmiş! Neymiş efendim, orada film afişleri olmalıymış. Film afişini televizyon odasına koyarsın, koridorda pop bir şeyler olması gerek diyorum hep! Hemen kaldırmışsın benimkileri. Kesinlikle açıklarsın yine bana, hayatını değiştiren filmin afişi eve girince göz önünde olmalıymış! Tamam kabul, bu defa ısrar edecek değilim. Bari şu kendi posterlerimi de çantaya doldurayım. Annemlerin evinde asacak bir yer bulurum nasıl olsa. Ya da öylece depoya kaldırırım, belki de bir arkadaşıma veririm. Değerini bilecek biri olması gerek ama! Biz kaç ara sokak dolaştık o posterleri bulabilmek için zamanında hatırlıyor musun? Güzeldi ama o günler sen de biliyorsun, yine yaşar mıyız acaba o tutkuyu? Yok canım, zaten diyorlar ya hani ömrü şu kadar bu kadar diye, belki de haklılar, şekli şemali değişiyordur o tutkunun sonrasında…
Senin gibi bir adamla nasıl baş edeceğimi bilmiyorum! Aslında hiç bilemedim ki zaten. Bu kadar inatçı olman şart mı? Yani sözgelimi sadece şu evin içinde birkaç değişiklik yapmamı bu kadar büyütmen mi gerekiyor her seferinde? Kaç yıldır birlikteyiz, izin ver de bu kadar hakkım olsun. Gerçi şimdi başka bir gözle bakınca, bazı konularda da haklı olabilirsin gibi görünmeye başladı birden. Acaba gerçekten çiçekleri balkon kapısının yanına mı alsam? Hem güneş görürler, hem de kapıyı araladığımızda nefes alırlar…

Bir saniye,
Ne saçmalıyorum ben?
Silkinip kendime gelmem gerek… Ne yaptığımın farkına varmalıyım! Her şeyimi aldım mı acaba? Bu eve bir daha gelemeyeceğim gerçeğiyle yüzleşmeye hiç hazır değilim belli ki… Yani bu şimdi benim bu evi son görüşüm mü? Bu kadarcık zamana mı sığdı senin evindeki eşyalarımı toplamam? Hani o eşyaları tek tek alırken bile ne kadar çok zaman ayırmış, ne anılarla toplamıştık her birini. Yazarken bu kadar zor olan her şeyi silmek bir tek tuşa dokunmaya mı bakıyormuş gerçekten, kaybetmek bu kadar basit miymiş yani? Peki ya unutmak?... Unutmak da bu kadarcık mı sürecek acaba? Yani, ben senin evindeki tüm izlerimi toparlarken, hafızanı da temize mi çekiyorum farkında olmadan? Bu mu acaba istediğim? Unutman yetecek mi bana, yoksa her mutluluğunun yanıbaşında bir sızı olmak mı aslında tek istediğim? Peki, insanın gücü kendini kandırmaya yeter mi söylesene... Beni unutmaman için minik detaylar mı bırakmaya çalışıyorum acaba kuytu köşelerde? Çekmecelerdeki tatil fotoğraflarını hatırlamama rağmen almamış olmamın başka bir açıklaması olabilir mi?

Bir kitap var masanın üzerinde… Okumam için almıştın bana, hiç bakmamıştım. Onu almam gerekiyor mu acaba? Ayırt edemiyorum şimdi, o kitap sana mı ait, bana mı mesela? Aslında unut bunları, sen hiç bana ait oldun mu, peki ya ben sana?
O kitapla neden bu kadar uzun bir sessizlikle bakıştığımızı bir tek sana anlatabilirdim, artık sen de yoksun. Yani, aslında artık sen bende yoksun, dünyada varolman beni iyileştirmeyecek ki…
Kitabı bıraktım masanın üzerinde, kapıyı hafifçe çektim ve çıkıyorum…
Dürüst olmam gerek, bana aylar önce aldığın bu kitabın kapağını ilk defa kapıdan son kez çıkmadan önce açtım… Sayfaları çevirirken yazdığın notu buldum. “Bak nasıl saçma bir benzetme yapıcam şimdi sana” demişsin, “saman kağıdı ya sayfaları bu kitabın, saman alevini tek damla gözyaşı söndürsün… Bu kitap evimizde kaldıkça alevimiz kocaman olsun, gözyaşımız uzak kalsın, ateşimiz hep yansın…”

Nerede kalmıştım, evet, kitabı masada bıraktım ama bir daha dönmemek üzere çıktım o kapıdan…
Saman kağıdı sayfalarda gözyaşı damlalarının kocaman olduğunu biliyor muydun? Önce minik bir nokta gibi görünüyor damladığında, sonra yavaş yavaş yayılmaya başlıyor ve sen hiç durmayacak, dünyayı ele geçirecek zannediyorsun.
Durmadan büyüyen o tek damla gözyaşımı da koydum eşyalarımın yanına, bedenimi ve benliğimi sensizliğin yokluğuna bıraktım, gidiyorum…
Hoşçakal…
(Başka Dilde Aşk filminin final sahnesinden yola çıkarak, Mert Fırat’ın filmdeki olağanüstü oyunculuğuna saygıyla…)

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Moulin Rouge!

Radyo Mydonose'un ilk yıllarında Irmak bir müzikal programı hazırlardı. Onun programı hazırlarken yaşadığı heyecanı gördükçe ben de ondan -çaktırmadan- birşeyler öğrenmeye çalışırdım. O dönem (biraz da Türkiye'nin müzikaller konusundaki malum eksikliğinden dolayı) hayallerimin bir köşesinde eksilip kaybolan bu heves, 2000li yılların başında bir haftasonu gecesi geceyarısı seansında sadece birkaç kişiyle izleme şansını bulduğum Moulin Rouge ile bambaşka bir boyuta taşınmıştı. O zamanki Tepe Cinemaxx'te görüntü ve ses sistemiyle benim için hala en keyifli sinema olma özelliğini koruyan meşhur Salon 1'deki favori F sıramızda izlediğim film hayatıma öylesine girmişti ki, filmin DVD'sini piyasaya ilk çıktığı gün satın aldığımı çok net hatırlıyorum.
Biraz yakın zamanda sinemada izlediğim Nine'ın etkisi, biraz da yeni bir evin verdiği heyecanla kendime planladığım bir Moulin Rouge akşamı, elimi attığım DVD kutusunun boş olduğunu farketmemle birlikte noktalandı.
Bundan sonraki süreci sıralamak çok zor değil ama biraz sıkıntılı; D&R'a gidilir, Moulin Rouge'un sadece tek DVD'lik versiyonu olduğu öğrenilince başka mağazalara uğranır (sinema konusunda arsız bir "kamera arkası" ve "special features" tutkunu olmam başlı başına ayrı bir yazı konusu), hiçbiryerde 2 DVD'lik özel versiyon bulunamaz, internet siteleri araştırılmaya başlanır, sonuca varılamaz, başta Sendit olmak üzere mantıklı yurtdışı seçeneklerine bakılır, her yerde "not available now" ibarelerine üzülerek bakılır ve sonunda Amazon'da aranan DVD bulunur. Kargo ücreti diğerlerine göre biraz daha fazla olsa da toplama bakıldığında Türkiye'de (satışta olduğu zamanlarda) varolan benzerlerinden daha ucuza geldiği gerçeğiyle yüzleşilir (neden Türkiye'de korsan var diyenlere selam olsun!), sipariş verilir ve sadece birkaç gün içinde sorunsuz bir şekilde Moulin Rouge'a kavuşulur.
Herkesin kendine göre takıldığı şarkılar, kitaplar, filmler vardır. Bazen size sıradan görünen "sahne"ler ya da hikayeler, sizin asla bilemeyeceğiniz bazı sebeplerle kimilerine hayatın ta kendisini ifade ediyor olabilir.
Benim için Moulin Rouge hayatımın filmidir, evimde salonumun duvarında varolan tek "asılı şey" orijinal bir Moulin Rouge posteridir örneğin. Zaman zaman izler, biraz hüzünlenir, çokça gülümser, çoğunlukla da ardından kalem-kağıda sarılırım. İşin teknik kısımlarını pas geçer, hikayenin anlatımındaki ve kurgudaki şiirselliğe, oyunculuktaki ve koreografideki tanrısallığa, müziklerdeki ve repliklerdeki eşsizliğe kapılırım sadece. Filmi izleyip de çok sıkıcı bulanlara "siz hiç benim gözlerimle bakmadınız ki" der gibi yapıp duymazdan gelirim.

Sadece biraz bile ilgi alanınıza giriyorsa bu filmin içindeki satırbaşları ve şimdiye kadar kayıtsız kaldıysanız bu sizin için küçük bir hatırlatma olsun. Benim için de yeni bir Moulin Rouge akşamından önce bir kısa giriş...
Malum;
"The greatest thing you'll ever learn is just to love and be loved in return."


Moulin Rouge - El Tango de Roxanne by Rockdilkem

Never fall in love with a woman who sells herself. It always ends bad.
We have a dance in the brothels of Buenos Aires. It tells the story of the prostitute and a man who falls in love with her. First, there is desire. Then, passion. Then, suspicion. Jealousy. Anger. Betrayal. When love is for the highest bidder, there can be no trust. Without trust, there can be no love. Jealousy, yes, jealousy will drive you mad.

20 Aralık 2009 Pazar

Hiç Konuşmadan Anlaşabilir Miyiz Acaba?

Baştan söylemem gerek,
Kimselerin sevmediği, duygusal olarak çok yüklü filmlere tutulmakta üzerime yoktur; özellikle de ilişkilerin arka bahçesini gerçek sertliğiyle anlatan filmlere... Closer, Eternal Sunshine Of The Spotless Mind, Moulin Rouge, O Kadın gibi filmleri hayatımı en çok etkileyenler listesinde ilk sıralara almam bundandır.

Sanırım bu yüzden fragmanını izlediğim an vuruldum bu filme. Hatta bu yüzden Cuma yayınımızda herkes gibi biz de Avatar'dan bahsederken, "Evet, haftanın filmi Avatar olabilir, ama ben hayatımda ilk defa izlemeden bir film öneriyorum size... Başka Dilde Aşk, mutlaka izleyin!" gibi iddialı bir cümle kurabildim.


"Hiç konuşmadan anlaşabilir miyiz acaba?" diyordu filmin fragmanında. Cevabını çok iyi bildiğim bir soruyla karşılaşmak beni heyecanlandırdı öncelikle aslına bakarsanız... Aşk iletişim kurmaktır derler ya hani, iletişimi çok konuşmak zannederiz hepimiz. Oysa aşkın dili sessizliktir bence; çünkü aşkta en çok konuşmadığımız zamanlarda anlaşır ve aşkta en çok konuşmadığımız zamanlarda kavga ederiz. Aynı evde, yanında onun da olduğunu bilmenin huzuruyla sessiz kalabilmektir aşk kimi zamanlar...

İlişkiler üzerine yine çokça kafa yormaya başladığım günlerde ve bu düşüncelerle izledim Başka Dilde Aşk'ı... Filmler hakkında iddialı sözler söylemek, film önermek hiç tarzım olmasa da -beni anlayabilecek takipçilere ve arkadaşlarıma- kesinlikle görmelisiniz diyorum bu filmi. İnsan ilişkileriyle, hayatla, aşkla ilgili bildiğiniz doğrular ve yanlışlar, iyiler ve kötüler, masumiyet ve suçluluk olanca çıplaklığıyla karşınıza çıkacak. Bu yüzleşmeye hazır değilseniz, bu yazı da, bu film de sizi ilgilendirmiyor kesinlikle... Ama o cesareti gösterecekseniz kayıtsız kalmayın.

Oyuncu kadrosu son derece başarılı, zaten film için ciddi bir hazırlık dönemi geçirdiklerini anlamak hiç de zor değil. Görüntü yönetmenliğinden müziklere kadar her ayrıntı için özenle çalışılmış. Filmin karakterlerinden birinin işitme engelli olmasında yola çıkılarak filmin sinemalarda altyazılı gösterilmesine kadar düşünülmüş ince ama önemli dengeler var. (Altyazılarda dünyadaki örneklerine bakarak şarkı sözlerini yazarken yanına bir nota karakteri koysalardı daha doğru olurdu aslında...)

Ama tüm bunların ötesinde, başroldeki Onur karakterine hayat veren Mert Fırat'a ayrı bir paragraf açmak gerek, çünkü zor bir rolde şapka çıkartılacak bir oyunculuk sergiliyor. Onu izlerken bir gerçekle yüzleşiyorsunuz; konuşabiliyor olmak pek de birşey değiştirmiyor aslında, sen de onun gibi aşık oluyor, sen de onun gibi öfkeleniyor ve sen de onun gibi üzülüyorsun...

Filmin sonuna doğru bir sahne izleyeceksiniz; ve aslında erkeklerin de bazen hayatı, ilişkileri ve sizi, yani sevdikleri kadınları tahmin ettiğinizin, zannettiğinizin de ötesinde önemsediğini, kimilerinin aslında gerçekten sevme yeteneği olabildiğini göreceksiniz...

Filmin son güzel notu da, bilmeyenleri Louis Aragon'la tanıştırması:

Sana büyük bir sır söyleyeceğim korkuyorum senden
korkuyorum yanın sıra gidenden
pencerelere doğru akşam üzeri el kol oynatışından
söylenmeyen sözlerden
korkuyorum hızlı ve yavaş zamandan

korkuyorum senden
sana büyük bir sır söyleyeceğim kapat kapıları
ölmek daha kolaydır sevmekten
bundandır işte benim yaşama katlanmam
sevgilim...

25 Haziran 2009 Perşembe

"Gidemem"... "Unut"... "O Kadın"...

Haziran'a çok yakışan "Kırkikindi" yağmurları,
Yağmura çok yakışan "O Kadın" şarkıları...

ben bu yüzden hiç kimseden gidemem gitmem
unutamam acı tatlı ne varsa hazinemdir
acının insana kattığı değeri bilirim küsemem
acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir


SEZEN AKSU - GİDEMEM (O KADIN)

o sevgiler ki yoktular
onlar ümitlerimizdi
ne ümitler yaşlandı gel zaman git zaman


SEZEN AKSU - UNUT (O KADIN)

20 Nisan 2009 Pazartesi

U2 3D

Hiç bir zaman hiçbir isim ya da gruba "fanatiklik" derecesinde hayranlık beslemedim. Ancak iki grubun hayatımda önemli bir yeri var; Dire Straits ve U2!
Dire Straits'ten "Private Investigations" ne zaman bir yerde karşıma çıksa herşeyi bir kenara bırakırım. "On every street" ya da "You and Your Friend"in içindeki soloların kıymetini bile biriyle karşılaştığımda sarılasım gelir. (tamam, biraz abarttım kabul.)
Ya da, U2'nun "Rattle and Hum" albümü özgürlüğe kaçış albümü gibidir benim için, hayatımın değişim dönemine fon olmuş, hepsini ezberlediğim şarkılarla bana "yol arkadaşlığı" yapmış bir albümdür. O yüzden benim için herkes gelir geçer (hayatımda satın aldığım ilk kasetin sahibi, Chris de Burgh bile!), ama U2 hep baki kalır...

İşte o U2'yu birkaç yıl gecikmeli de olsa, canlı (gibi) izleme fırsatı yakaladık U23D sayesinde. Onları Türkiye'de canlı görme şansımız yakın zamanda görünmüyor. Örneğin bu yaz turnedeler, Bulgaristan'a kadar geliyorlar. Ama bırakın teklifleri reddetmeyi, dinlemiyorlar, görüşmüyorlar bile. İşte bu yüzden çok önmeliydi benim için U23D. Çok iyi şeyler bekledim, beklediğimden de fazlasını buldum.
Evet, o kadar yakın ve 3 boyutlu görünce, aşağıdaki fotoğraftaki garip hallerinde olduğu gibi onların da normal insanlar gibi olduğunu farkediyorsunuz gerçekten. Belki ifade ederken garip geliyor ama Bono'nun pantalonundaki kırışıklar, The Edge'in bizim sosyete pazarlarında satılan türden eşofmanı, Larry Mullen'ın her an uzatıp alacakmışsınız gibi yakın duran ve parlayan bagetleri, Adam Clayton'ın uzanıp dokunabileceğiniz kadar yakında duran parmakları, ya da önünüzde sevgilisinin omzuna çıkan genç kızın buruşuk tişörtü... (Sahne biraz uzayınca elinizle dokunup, azcık kayar mısınız demeye niyetleniyorsunuz, o kadar gerçek.)
Ama tüm bu anlattıklarımın ötesinde, muhteşem bir ses kalitesi ve konserde olsanız tadını bu kadar çıkaramayacağınız görsel bir şölen... Pride başladığında gerçekten kalbiniz duracak gibi oluyor, Sunday Bloody Sunday'de çığlık atmaya niyetleniyorsunuz. With or without you'yu Bono sanki o akşam eve misafir olmuş size mırıldanıyor, One söylenirken The Edge'den gitarı alıp iki tıngırdatacak gibi oluyorsunuz...
Çok geç geldi, ve çok çabuk bitti... İkinci, üçüncü defa izlemeye niyetlenirken bittiğini duymak hayal kırıklığıydı, ama kaderde hiç görememek de vardı, o yüzden ziyadesiyle mutluyum efendim. Dünya gözüyle Bono'nun kemerinin tokasını gördüm, elimi uzatsam dokunacaktım, daha ne olsun!
Şimdi sırada turnenin bir ayağını izleme planları var. Tabi askerden henüz gelen, işe henüz başlayan biri dünyanın sıradanlaşmış kurallarından ne kadar kaçabilir, ne kadar kaytarabilirse...

4 Eylül 2007 Salı

I'll Wait For The Next One

2003 yılı Oscar Ödüllerinde "Live Action Short Film" dalında adaydı "J'Attendrai Le Suivant", ya da daha çok bilinen adıyla "I'll wait for the next one"...
Ödülü ona gitmedi belki, ama ödülden daha fazlasını bir efsane gibi elden ele dolaşarak kazandı. 4:30'luk bir film insanı ne kadar etkileyebilir gibi bir sorunuz varsa aklınızda, cevabı bu filmde...

Önyargılı olmayın, sonuna kadar izleyin:

Lost Room

Lost, Prison Break, 24, Nip Tuck derken hayatımız dizilerden geçilmez oldu... Etrafımdan gördüğüm kadarıyla kimse bu durumdan şikayetçi değil, sanki sinemanaın pabucu biraz dama atılmış gibi...

Sinema ve dizi arasında kalanlar için karşı koyulmayacak bir seri The Lost Room...

Her bölüm yaklaşık 90-100 dakika, yani bir sinema filmi uzunluğunda; ki diğer dizilerde en büyük farkı bu zaten. Bir gizemli oda, ve dünya üzerinde dolaşan odayla bağlantılı birtakım gizemli "şey"ler var. Tabi ki olmazsa olmaz duygusal yakınlaşmalar, aile olgusu, bir kahraman da...

Final birçok kişiye göre biraz zayıf, ama hikayenin anlatımı gerçekten çok keyifli ve sürükleyici... Kayıtsız kalmayın...

18 Temmuz 2007 Çarşamba

Emre Aydın

Sözün tam olarak nasıl olduğunu hatırlamıyorum, aramaya da üşendim nedense; keçilerle koyunlardan biri olmuyordu, olana da "abdurrahman çelebi" diyorlardı...

Biraz garip bir giriş olduğunun farkındayım, ama bir konser gecesi sahne arkasında böyle tanımlamıştı müzik dünyasının "popüler" isimlerinden biri onu... benim ciddiye aldığım yorum ise bir organizasyon şirketi yetkilisinden gelmişti: "bu yıl para kazandıran bir tek isim var, o da
Emre Aydın!..."

Sesini biraz "uç" kullanması, şarkı sözlerinin fazla "ağlak" olması, röportajlarında hep abartılı karamsarlık tablosu çizmesi gibi kimilerini çok rahatsız eden handikaplar sıralanabilir, ama benim son aylarda en çok keyif alarak dinlediklerimin arasında onun şarkıları da var...

Herkes onu "afilli yalnızlık"la tanıdı; bana sorarsanız hala keşfedilmeyi bekleyen "ve gülümse şimdi" ve "bu kez anladım" gibi iki muhteşem şarkı var... Bu tarza ilgi duyanlar hala keşfetmedilerse mutlaka bu şarkıları edinmeliler...

Ancak, bu yazı onun "en" şarkısını anarak bitmeli:
"
eternal sunshine of the spotless mind"ı benim gibi defalarca izlediyseniz, filmden görüntüler eşliğinde dinleyeceğiniz "belki bir gün özlersin" kolay kolay aklınızdan çıkmayacak...

4 Nisan 2007 Çarşamba

IMDB

Eskisi kadar rahat olamasam, zaman bulamasam da benim için kendime ayırdığım en güzel zamanlar yemek+kahve+sinema (ve elbette aynı mantıkta bir arkadaş!) ekseninde dönüyor. Hala birçok filmin sadece sinemada izlenmesi gerektiğine inanan saf kitlenin içindeyim (yani Hollywood bana çok şey borçlu!).

Sinema dediğinizde tüm dünyanın kabul ettiği 1 numaralı kaynak The Internet Movie Database. Her ne kadar biraz "soğuk" bulsam da, bu sitenin neden takdir edilmesi gerektiğini bugün bir kez daha anladım.

Benim tutkun olduğum filmlerden biridir Sliding Doors... Birden eser aklıma, oturur yeniden izlerim. (Moulin Rouge'un en büyük rakibi!). Bu hafta bir kez daha izledikten sonra bugün IMDB'den filmin sayfasına girdiğimde en altta "Recommendations" bölümüne baktım, önerilen ilk 5 filmden 3'ünü izlemiştim, üstelik bu filmler büyük bir çoğunluğun eleştirmesine rağmen benim inanılmaz keyif aldıklarımdı. (Love Actually, Match Point ve Closer). Diğer ikisi "The man with rain in his shoes" ve "The last days of chez nous". Ahkam kesmeden önce izlenecekler listemde üst sıralarda yerlerini aldılar.

Sözün özü, IMDB iyi ki var... Evet...

27 Mart 2007 Salı

Mutluluk

Son zamanlarda karşılaştığım en iyi film...


Eğlenmeyeceksiniz, gördüklerinizden hoşlanmayacaksınız belki, ama kesinlikle çok etkileneceksiniz...

Roman zaten çok güçlüydü, filmde herşey yerli yerine oturmuş, ama özellikle oyuncular muhteşem... Özgü Namal'a (genel olarak itici bulsam da) "Organize İşler"de şapka çıkartmıştım, bu filmde adeta oyunculuk dersi veriyor... Murat Han ve Talat Bulut ekibi tamamlıyor, kurgu, görüntü yönetmenliği, hikayenin anlatım dili eksiksiz...
Mutlaka izleyin...
Ve, bu filmi kesinlikle sinemada seyredin; hem doğru düzgün işler yapmaya çalışanlara destek olun, hem muhteşem sahnelerin görsel keyfini yaşayın, hem de bu filmi sinemada o atmosferde, o sessizlikte izleyin...

"ben hiç günah işlemedim..."

14 Şubat 2007 Çarşamba

Eskilerden Bir Sayfa Ve...

Çemberimde Gül Oya dizisinin ilk günleriydi... Uzunca zamandır beni televizyon karşısına oturtabilen ilk projeydi Çağan Irmak'ın bu dizisi... O zamanlar diziyle ilgili herşeyi izlemeye çalışıyordum. Derken bir gece Zaga'da dizi ekibini gördüm. Herkese normal sorular sorulurken, nedense Özge Özberk'in üzerine diğerlerinden daha fazla yükleniyorlardı. Ortada "o dönemin bir karakterini canlandıran birinin o dönemle ilgili herşeyi bilmesi" gibi bir zorunluluk yoktu elbette, ama Özge yine de konuya gösterdiği ilginin ve daha da önemlisi rolüne gösterdiği emek ve saygının görülmesi için uğraşıyordu...
Birden gözümde Televizyon Çocuğu programının popüler olduğu dönemlerde Okan Bayülgen'e konuk oluşumuz canlandı. ODTÜ Radyo Topluluğu başkanıydım o zamanlar, oldukça güzel ve dikkat çekici işler yapıyorduk. İlk büyük organizasyonumuz için de Okan Bayülgen söyleşisi düzenlemiştik. İçtiği özel sigara markasına kadar tüm ayrıntıları düşünmüş olmamız ve ODTÜ'de bu işi son derece profesyonel bir şekilde yürütmemiz onun da dikkatini çekmişti. Bunun devamında da bizi programına konuk etmek ve Türkiye'yle tanıştırmak fikrini bizimle paylaşmıştı, ve devamında bir gece kendimi o dönemlerin en çok izlenen televizyon programında Okan Bayülgen'in karşısında bulmuştum...
Elbette çok heyecanlıydım, ama birileri gereksiz bir şekilde "sizin böyle popüler işler yapmanız ODTÜ ruhuna yakışıyor mu" imalarına girişince biraz canım sıkılmıştı... Evet, bir şekilde onları da cevapladığımı, ve açıkçası ODTÜ'yü orada gayet güzel temsil ettiğimizi hatırlıyorum, ama anlamsız yere gerilmiştim...
Özge'nin üzerine -üstelik yine aynı programda- gelindiğini görünce ona birşeyler söylemek istedim. Genelde uzaktan izlemeyi ve karışmamayı tercih ederim, ama aklımdan geçenleri toparladım ve ona bir mail gönderdim. Ne bir cevap, ne bir takip kaygım yoktu, sadece paylaşmak ve onu anlayan birilerinin olduğunu belirtmek istemiştim... Belki de bu yüzden sonrasında ne olduğunu, mail'in ona ulaşıp ulaşmadığını merak bile etmedim, kayıtlarımdan silindi gitti...
Derken, Selma aradı Pazar sabahı... (Selma BKM kahramanlarından biridir... Kendisinden habersiz onu burada daha fazla deşifre edemem, ama her İstanbul seyahatimde görmem gereken birkaç kişiden biri olduğunu söylersem, pek sevdiğim bir arkadaşım olduğu anlaşılır sanırım.) Ankara'da olduğunu duymak güzeldi, Özge Özberk'in imza günü için burada olduklarını duymak ilginç oldu!... Sözleşildi, AnkaMall'de imza gününde Özge'nin yanında bodyguard edasıyla duruldu, Özge imza dağıtırken Selma'yla kahve kaçamakları yapıldı, özlem giderildi, geri dönüldüğünde yıllar öncesinden akıllarda kalan bu anı paylaşıldı, yorumlar yapıldı, laf lafı açtı... (İşin magazin ve "deşifrasyon" boyutuna girmeme isteğindeyim, ama Özge Özberk'in hayran kitlesiyle ilgisi ve profesyonelliği takdirle takip edildi) (Şu "profesyonellik" kelimesi de bu tür konuşmalarda ne kurtarıcı bir kelimedir!!!) İmzalar bitirildi, yemekler yenildi, ilk fırsatta görüşmek üzere sözleşildi...
Her aynı ortamda bulunduğum insanı buraya yazıyor, ya da onlarla ilgili herşeyi burada anlatıyor değilim, aksine asla suistimal etmem o samimiyeti, ama yıllar sonra böyle bir tesadüfle karşılaşmak, ve yıllar sonra bunu ona karşı dile getirebilmek benim için oldukça keyifliydi açıkçası... Böylelikle Özge'yi de bir şekilde bu sayfaya konuk etmiş olduk.

Yolu açık olası bir insan; dilerim hep iyi işlerle gündemde olma şansını yakalar Özge...

18 Eylül 2006 Pazartesi

Bono

Kitap okumaya ve film izlemeye -garip saatlerde de olsa- az biraz vakit ayırabiliyorum bu aralar; tanıyanlar benim için bunun ne büyük keyif olduğunu bilirler...
Yıldönümü itibariyle birtakım 11 Eylül filmleri (Loose Change'i kesinlikle izlemelisiniz, her ne kadar sonradan filmdeki birçok tez çürütülmüş olsa da...), ve Unfaithful, Sin City, Taking Lives, 21 Grams gibi daha önce sinemada izlediğim filmleri hatırlamak, bilmemkaçıncı defa Eternal Sunshine of the Spotless Mind'ı görmek güzeldi... Ama asıl bomba, sonunda izleyebildiğim Requiem For A Dream oldu... Çok uç, çok zor, çok bunalım ama çok çok etkileyici altmetinler barındıran bu filmle ilgili sanırım ayrıntılı birşeyler yazmam gerek... yakında:)
Aslında ben size bir kitaptan bahsetmek niyetindeyim... Herşeyin öncesinde belirtmeliyim ki; bu bir "tür" kitabı... Yani U2 müziği sevmiyorsanız, Bono'nun hayata bakışı ilginizi çekmiyorsa hiç bulaşmayın, sıkılırsınız... Ama benim gibi U2 dinleyerek büyüdüyseniz, bu röportaj kitabı çok ilginizi çekecek.

Bono'nun Odasında'yı Bono'nun kelimeleriyle dinleyelim: "Kendince bir şeyler karalayan, puro tüttüren, şarap içen, İncil okuyan biri… Bir müzik grubunun üyesiyim ben. Göremediği şeylerin resmini yapmaya bayılan… gösterişçinin tekiyim. Bir koca, bir babayım; yoksulların, bazen de zenginlerin dostuyum. Bir eylemci, gezerek fikirler satan bir satıcıyım. Bir satranç oyuncusu, dünyanın en gürültülü folk grubunda yarı zamanlı rock yıldızı, bir opera şarkıcısıyım. Nasıl ama?..."

Bono'nun Odası 373 sayfa, Merkez Kitaplar'dan tüm kitabevlerinde... Ne de olsa bir "tür" kitabı, biraz bekleyin, mutlaka ucuzlayacaktır fiyatı...

5 Ağustos 2006 Cumartesi

Sinema Ve Yer Seçimi

Geçenlerde Bezen'in yazdıklarını okurken aklıma gelmişti, üzerine dün de aynı holdinge bağlı çalıştığımız Mybilet'e gidince yazmanın zamanı geldi diye düşündüm...
İki işte birden çalıştığım ve hayatımın sadece işte ve yolda geçtiği yaklaşık 4 yıllık yoğun bir dönemde (şimdi yan gelip yatıyorum sanki!!!) yegane eğlencem sinemaydı... Gündüzleri Sports'ta çalışır, akşamları da radyoya yayına gelirdim, sadece Cuma akşamlarım boştu, ve o koşturmacada tek kaçamağım sinemaydı yani...
Neredeyse her Cuma akşamı 4 kişilik "standart sinema ekibimiz"le o gün gösterime giren filmi izlemeye o zamanki adıyla Tepe Cinemaxx'e giderdik (Sinema 2005'te devredildi, Cinemaxx'ler artık Cinebonus olarak faaliyette...).
O kadar sık ve çok gidince sinemaya, ister istemez sinema salonu ve yer seçimi konusunda hassaslaşmaya başlıyor insan...
Çok istisnai bir durum olmadıkça her filmi Cinemaxx 1. salonda izlemeye çalışırdık; öyle kocaman, yüksek bir salon olmadığı, öte yandan ses düzeni muhteşem olduğu için filmin içine girerdik neredeyse...
Bir tutkumuz daha vardı, o da "F Sırası":)
Sinemanın tam ortasında, önünde koridor olduğu için boşluk olan, ayaklarınızı tamamen uzatabileceğiniz (evet, uzun boy bazen başa dert!!!:) ), önünüzde de asla kocaman bir kafa görmeyeceğiniz bir sıradır F sırası... O zamanlar rezervasyon yapmaz, sadece satışa sunarlardı F sırasını, ben de genelde Perşembeleri öğle yemek arasında gider biletlerimizi alırdım... Sonrasında keyifler filmi izler, yorumlar ve değerlendirmeler eşliğinde eve dönerdik...

Yaklaşık son 3-4 yıldır bu hobi kayboldu gitti... Önce evde DVD tutkusu başladı, sonra da iş yoğunluğu öyle arttı ki, sinema akşamlarım yerini toplantı akşamlarına bıraktı:)

Bütün bunları şuraya bağlamak niyetindeyim;
Sinema tutkunuzsa, ve yerinizi kendiniz belirleyerek keyifle film izlemek istiyorsanız bilet almak için sizi Mybilet'e yönlendirmekteyim efendim, hatta şiddetle tavsiye ediyorum... Filminize karar verin, sonra girin, kendi yerinizi kendiniz seçin... Hepsi çok sevdiğim arkadaşlarım diye söylemiyorum, hakikaten süper bir sistem... Ayrica yakında birçok sinemada göreceğiniz turuncu renkli "kiosk"lar da onların eseri...

Bu vesileyle yakinen takip ettiğim 3 sinema sitesinin adresini vereyim, boyum uzasın (imdb'nin yanında elbette):

Sinemafanatik
Beyaz Perde
Sinema

İyi seyirler efendim...