Radyo etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Radyo etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ekim 2020 Cuma

Doksandan Sonra

 


Doksandan Sonra Ocak 2020'de TRT Radyo 3'te yayına başladı. Önce Pazar günleri yayınlanan program, Pazar akşamlarına Bir Filmde Duydum adında başka bir program hazırlamaya başladığım için, aynı gün iki program olmaması amacıyla Cumartesi gününe kaydırıldı. Saat 12.00 haberlerinin hemen ardından radyolarda olmaya devam ediyor. Programdan örnek birkaç kesit için Doksandan Sonra Instagram hesabına göz atabilir ya da eski programları dinlemek için TRT Podcast sayfasını ziyaret edebilirsiniz.

Buradaki yazı, Bir Dünya Müzik dergisi Ağustos 2020 sayısında yayınlandı.

DOKSANDAN SONRA

Bir kural gibi söylemek doğru olmaz ama müziğin her dönemini, öne çıkan tarz ve özellikleriyle anlatmak genel olarak mümkün. Örneğin 60’larda rock’n roll coşkusunu, 70’lerde özgür ruhların ritimli seslerini, 80’lerde synthesizer ile yavaş yavaş elektronikleşmeye başlayan müziği duyduğumuzu söyleyebiliriz. 1990’lı yıllarla birlikte her şey biraz daha farklı bir yola girmeye başladı çünkü dünya kendisini hızlı bir değişimin içinde buldu. Özellikle internet kavramının hayatımıza dahil olması, daha önce hiç tahmin edilemeyen bir hızla yaşadığımız gerçek bir dönüşüme sebep oldu.

Yıllar boyunca dünyayı hep diken üzerinde tutan soğuk savaşın sona ermesi ve Yugoslavya’nın bölünmesiyle farklılaşan Avrupa coğrafyasından, iklim değişikliği ve gerginleşen dünyaya kadar olumlu-olumsuz birçok gelişme yaşanırken, teknoloji de her bir gün hayatımıza yeni ürünler eklemeye başladı. Cep telefonlarından dizüstü bilgisayarlara, giyilebilir teknolojilerden mp3 müzik çalarlara kadar tanıştığımız her cihaz sadece hayatımızı kolaylaştırmakla kalmadı, aynı zamanda yaşam tarzımızı da değiştirdi. Elbette müzik de bu değişimden nasibini aldı.

90’lı yıllarla birlikte müziğin içerik olarak da tarz olarak da önemli bir devinime girdiğini görüyoruz. Bu süreçte Take That, Spice Girls, N’Sync gibi proje grupları, müzikle beslenen önemli yardım kampanyalarını, alternatif rock müziğin yükselişini, dans ritimlerinin öne çıkışını, rap tarzının dünyaya yayılışını izledik. Bir yandan da politikacıları eleştirerek değişim başlatan şarkılar kadar, hiçbir şey anlatmamasına rağmen sadece birkaç kelime ile çok popüler olanlara da şahit olduk. Yani aslında müzik dünyasının da, 90’ların kendisi kadar kafası karışıktı. Bazen dünyadaki gelişmeler müziği etkiledi, bazen de müzik ve müzisyenler dünyanın gündemini etkilediler. İşte bu yüzden biz 1990 yılıyla başlayan sürece “Dünyanın müziği, müziğin de dünyayı değiştirdiği dönem” diyoruz ve o dönemin şarkılarını, o dönemin hikayeleriyle birlikte Doksandan Sonra’da buluşturuyoruz.

Doksandan Sonra’yı Selim Karakaya hazırlayıp sunuyor. Aslında bu durumun temelinde de mantıklı bir gerekçe var. Selim Karakaya, yayıncılık hayatına 90’larda başlamış ve o dönemin müziğine sadece dinleyerek değil, yaşayarak da şahit olmuş. ODTÜ’de mühendislik okurken öğrenci toplulukları sayesinde yeni bir oluşuma dahil olarak, yaklaşık bir yıla yayılan hazırlık çalışmalarının ardından Ocak 1995’te Radyo ODTÜ’nün kuruluş ekibinde yer almış. Benzer şekilde 1998 yılında da yine Ankara’dan ulusal yayın yapan ilk özel radyolardan biri olan Radyo Mydonose’un kuruluş ekibine dahil olmuş. Her iki radyoda da yayın ekibinden yöneticiliğe kadar hemen her görevde bulunmuş, ayrıca radyolar adına çeşitli konserler, etkinlikler, turneler organize etmiş. Yani 90’lı yılları hem mikrofonun yayın tarafında, hem de sahada deneyimlemiş ve bütün bu gelişime, değişime şahit olmuş. Bu deneyimle birlikte sadece bir anlatan olarak değil, bir yaşayan olarak da dönemin müzik hikayesini radyoya aktarıyor. Program sağlam bir araştırmayla da desteklenince ortaya hem eğlenceli, hem de arşiv niteliğinde bilgilendirici bir dönem yayını çıkıyor.

Doksandan Sonra’da her şeyden önce şarkıların hikayeleri var. Bu bazen bir şarkının yazılış şeklinin hikayesi olduğu gibi, bazen de şarkının neden yazıldığı ya da yazıldıktan sonraki etkisi olabiliyor.

Örneğin, R.E.M.’den Michael Stipe, Drive şarkısının onun için çok özel olduğunu söylediğinde, ondan duygusal hikayeler duymayı bekliyoruz. Oysa Michael, ilk defa o şarkıyla birlikte daktilodan bilgisayar klavyesine geçtiğini anlatmış. Meğer şarkıları asla el yazısıyla yazmazmış, el yazısının şeklinin şarkının duygusunu farklı hissettirdiğini düşünüyormuş.

Lenny Kravitz o meşhur Fly Away şarkısının melodisini, stüdyoya yeni getirilen amfinin sesi iyi çıkıyor mu diye denerken bulmuş.

No Doubt grubunun efsanesi Don’t Speak, aslında Gwen Stefani’nin kardeşi Eric’in yazdığı bir şarkı olarak yola çıkmış. Ancak Gwen, onu bir ayrılık şarkısına çevirmiş ve bambaşka bir havaya bürünmüş.

Tarihin en çok yeniden yorumlananlarından biri olan The Proclaimers’ın 500 Miles şarkısı, grup üyelerinden Craig Raid maça giderken kaç basamak çıkacağını düşünürken ortaya çıkmış.

Bir yandan da 90’lı yılların şarkılarının gücü ve döneme etkisi var.

Örneğin, Paul McCartney’nin birçok müzisyeni bir araya getirerek yeniden yorumladığı Come Together sayesinde dünyanın çeşitli yerlerinde açlıkla mücadele eden çocuklara dikkat çekiliyor ve yardım götürülmesi sağlanıyor.

Bir başka örnekte, birçok isim ve toplumsal lider bir araya geliyor, iklim değişikliğinin hayatImıza etkisini anlatarak Beds Are Burning şarkısını yorumluyor. Grup adına da azalan zamanı temsil etmesi için Tck Tck Tck denerek farkındalık sağlanıyor ve önemli politik adımlar atılıyor.

Soul Asylum, Runaway Train şarkısının klibinde kayıp çocukların fotoğraflarını yayınlayarak onlarcasının bulunmasını sağlıyor. Öyle ki, yeni fotoğraflarla yeni klip hazırlanmasına ihtiyaç duyuluyor ve oradan da bulunanlar oluyor.

Bütün bu özel çalışmalar, insanın aklına USA For Africa projesinden bir anekdot getiriyor. Dönemin en ünlü isimlerini bir araya getiren bu özel şarkının kayıtları için stüdyoya gelen her sanatçıyı kapıda büyük harflerle yazılmış bir uyarı karşıladığını anlatmıştı Stevie Wonder. Lütfen egonuzu dışarıda bırakın!

Müziğin aslında kişiler kadar topluma da hizmet eden bir üretim olduğunu biliyoruz. Ama onca renkliliğe ragmen, gösteri dünyasında bireysel olarak yaşamak ve tutunmak gerçekten çok zor. Yıllar boyunca üretmeye devam eden isimler kadar, tek şarkıyla silinip gidenler de var. Yani tutunanlar ve tutunamayanlar. Yani aslında hayatın ta kendisi aslında. Artık herkesin kısa şöhretlere sahip olmaya başladığı dönemde, yani 90’lar ve devamında, bize güzel müzikler dinletmiş olan her bir isme saygımızı, onların harika şarkılarına da sevgimizi göstermek için her hafta buluşuyoruz.

Doksandan Sonra, dünyanın müziği, müziğin de dünyayı değiştirdiği dönemden seslenmeye devam ediyor.

4 Ocak 2019 Cuma

Anneler ve Ahkamlar


Uzun bir koridor.
Uzun koridorlar hep tedirgin eder beni. Özellikle de geceleri. Özellikle de hastanelerin uzun koridorları geceleri.
Özellikle de annen orada çaresi bilinemeyen, bulunamayan bir illetle mücadele ederken.
Ve sen aslında çok uzakken, ama bir o kadar yakın olmak zorundayken.
Elinden bir şey gelmezken, gelemezken, ama yine de elinden gelenin de fazlasını yapmaya çabalarken. O ikilemde kafan allak bullakken.
Evine de yabancıyken, yabancılara da el iken, yani hiçbir yere ait olamazken ve herkes için öteki olurken. Arada salınıp dururken.

Hadi size en direktinden bir soru sorayım.
Annenizin memelerini gördünüz mü hiç?
Ne oldu, ne geçti aklınızdan, irkildiniz mi, sinirlendiniz mi, garipsediniz mi? İşte yine kiminiz o yaftalarla, o ahkamlarla dalıverdiniz sınırların ardından bir başkasının dünyasına. Bilip bilmeden yapıştırdınız belki de o çok sevdiğiniz ‘zaten o da…’ diye başlayan çokbilmişliklerinizi.
Durun bakalım bir dakika!

Ben gördüm.

Yatağından kalkamazken kucakladım onu. Tuvalete gitmesi gerekiyordu. ‘Yavrum, belin…’ der oldu bir an, yerden bir kalem bile alırken belime saplanan ağrıları bildiği için.
Bak mesela sen bilmiyorsun. Belki sen şu anda birçok gece kaç saatimin inleyerek geçtiğini bilmiyorsun ama biraz yorgun ve uykusuz kaldığımda ‘Ama hadi sen de!’ diye kestirip atmak çok kolay senin için. Ya da mesela içime attıklarımla yarattığım mide ağrılarımın dönüştüğü reflünün, bel fıtığımla bir araya geldiğinde bana neler çektirdiğini pek de tahmin edemiyorsun. Edemeyebilirsin elbette, ben söylemedikçe nereden bileceksin ki, haklısın ama bir ‘acaba’ bile koymuyorsun bu tarafa.
Bak sana ilginç bir bilgi vereyim, ileride lazım olabilir. Reflü olduğun için belden yukarını, özellikle de başını biraz yüksekte tutman gerekiyor. Bunu yapmazsan mide kapakçıkların nazlı nazlı zorlanarak, sana gırtlak kanserine kadar ilerleyebilecek beklenmedik hediyeler sunabilirler. E ama öte yandan bu kadar eğik yattığında bel ağrıların dayanılmaz bir hal alıyor. Nasıl, beğendin mi? Ne kadar tatlı bir döngü değil mi? Ama bazen benim sağlıksız halime bakıp ‘Bu da kendine bakmıyor!’ dedin ahkamı kestirip attın. Bir acaba ihtimali bırakmadın orada.
Aferin!

Belimin ne durumda olduğunu düşünecek halim yoktu. Annemi kucakladım ve tuvalete götürdüm. Henüz klozet kapağını kaldıramayıp, kapağın üzerinde ihtiyacını gidermek zorunda kalacağı günlere gelmemiştik. Onun bu durumu kendisine yakıştıramayacağı için kısık kısık ağlayacağı, benim de dünyanın en titiz, en temiz kadının bu çaresizliğine dayanamayıp kısık kısık ağlayacağım, ikimizin de bunu bileceği ama ikimizin de birbirimizi utandırmamak için birbirimizin gözlerine bakamayacağımız, saklanıp susacağımız günlere gelmemiştik.
Biliyor musunuz, annemin gözlerini almışım ben, küçük, çekik, kısık, hep bir şeyler anlatmak isteyip de hep susan insan gözleri. Mesela, sen oradaki, yaptığım bir espriyi beğenmediğinde ‘2010 KPSS ile mi girdin radyoya’ diye laf sokan sevgili dinleyen, benim zaten kadroda olmadığımı, geride ne zorluklarla tırmaladığım yirmibeş yıllık deneyimimle buraya geldiğimi, o senin sevmediğin esprilerin bazen aslında zaten özellikle espri olmadığı için yapıldığını ve esasında bir mevzuyu başlattığını hiç bilemedin. Ve belki de senin bana oturduğun yerden laf soktuğun o gün, benim yayına annemin krizleriyle mücadele ettiğim bir gecenin daha sabahında, onu o çaresiz haliyle hastanede bırakıp geldiğimi ve en şahanesinden ses tonumu takınıp sizleri eğlendirmeye çabaladığımı, bu durumları hiç çaktırmamak için uğraştığımı bilemedin. Ve hatta o yayından belki de sadece birkaç saat öncesinde bir hastane odasında tuvalette bok temizlediğimi hiç bilemedin. Sen beni laylaylom hayatımdan gelip sana artistlik yapıyorum sandın. O geceyi nasıl bitirdiğimi hiç bilmedin. Onları gözümün içime bakarak da söyleyebilecek cesarette olup olmadığını merak ediyorum bazen. Ama sen benim gözlerime baktığında yine bir şey anlayamayacaktın, o geceyi ve devamını yine bilemeyecektin.
Bilemeyebilirsin, bilmek zorunda da değilsin elbette. Çok da üzerine alınma lütfen. Senin doğal olarak bilmediklerini, yanıbaşımdaki sözde ‘çok iyi tanıyan’ insanların da birçoğu bilmediler, bilemediler, bilmek için hiç gerek duymadılar. Seninkinden daha beter ahkamlarla asıldım ben yıllarca. Yazmıştım bir zamanlar, sustum hep ben ve sustukça suçlandım hep ben. Susunca suçlanmak adettendir, çok iyi bilirim.  Etrafımdaki insanların ahkamlarından bıktım usandım ama yine de sustum.


Annem birkaç dakika sonra seslendi bana. Pijamasını değiştirmek istiyordu. Temizini getirdim. Ellerine uzattım. Pijama diyorum bakın, pijama, ne kadar ağır olabilirdi ki? Tutamadı. Tüy gibi hafif pijamayı düşerken tuttum. Öyle çaresiz bakıyordu ki. Ağlamasını istemedim. Sanki dünyanın en doğal şeyiymiş, sanki geride kalan yıllar boyunca bu işi hep ben yapmışım gibi, sanki ben anneymişim gibi tuttum kollarından.
‘Hocam, gerçek hayatta ne işe yarayacak bunlar?’
Ben cevap vereyim. Bu kadar yıl yayıncılık yaptıysan, için fokur fokur kaynarken bile çok sıradan bir şeymiş gibi en eğlenceli ses tonunu takınıp annene gülümseyebilirsin. Bilmemkaç yıldır öyle günlerde çıktım da konuştum ki o mikrofona, bir sefer de anneme takayım maskemi ne olacak ki? Gerçi anne işte, herkesi ikna edersin ama o anlar, herkese takarsın o maskeyi ama o bilir. Olsun. En taze sesimle tuttum üzerindeki pijamasını kollarının altından, çektim çıkardım. Hemen elleri memelerine gitti. Aslında memesine demeliyim, zira bir tanesini zaten yıllar önce bu hastalığı ilk öğrendiğimizde aldırmak durumunda kalmıştık. Yani aslına bakarsanız öyle çekinecek bir durum da yoktu. Ama o kadar utandı ki, o kadar utandı ki annem. Oğlundan utandı. Kendi canından çıkardığı, büyürken her halini gördüğü, bildiği oğlundan.
Aslına bakarsanız, o zamanlar da bildiğimi düşünmüştüm ama galiba tam da şimdi net olarak anlıyorum. Ben şu anda neden ağlıyorsam bu sahnenin tarif cümlelerini yazarken, annemin de o an tam da o yüzden sesinin titrediğini artık biliyorum.
Gülümsedim anneme. ‘Ya oğlunum ben senin, görsem ne olacak, rahat ol annem!’ dedim. Ellerini bıraktı ve gülümsedi. Allah’ım, o kadar özlemiştim ki onun gülümsediğini görmeyi. Giydirdim pijamalarını. Yine kucakladım. Belim nasıl ağrıyordu anlatamam. Annemin ağırlığından değil, zaten küçücük kalmıştı. Birkaç gün önce eğilemediği için çoraplarını giydirirken farketmiştim ne kadar küçüldüğünü. Minicik ayakları vardı. Acaba o da çocukken çoraplarımı giydirdiğinde böyle mi bakıyordu benim ayaklarımın küçüklüğüne diye düşünmüştüm ama bu başka bir şeydi. Yani iyice hafiflemiş, iyice küçülmüştü aslında. Fakat bana her şey ve herkes gibi o da ağırdı o günlerde işte, ne yapayım.
Onun gülümsediğini, benim de mutlu olduğumu sanmıştım bir anlığına. Buna inanmak istemiştim demek ki. Pek de öyle değildi galiba aslında.

Odadan çıkışım, inleyen hastaların, sızlayan refakatçilerin, kendi aralarında gülerek muhabbet eden hastabakıcıların, asık suratlı güvenlik görevlilerinin arasından koşturarak geçişimi hayal meyal hatırlıyorum. İlk kaldığım gece, yani kim bilir kaç kaç gece önce bilgisayarla iş yapabileceğim sakin bir ortam ararken bulmuştum bu koridoru. Gündüzkü hengamenin aksine gece çok sakindi, gece ölüm sessizliği oluğunu, kimsenin gelip gitmediğini farketmiştim.
Sahi, bir yandan da Türkiye sorumlusu olduğum Amerika şirketinin işlerini yetiştirmem gerektiğinden bahsetmemiştim değil mi? Dört yıldır onlarla çalışıyordum ve öncekilere eklenen o dört yıldır da annemi hastalığından kurtarmaya çalışıyorduk. Ve etrafımdaki birçok ‘yakın’ insan sesini çıkartmazken, onlar bana her fırsatta durumu soruyorlar, ellerinden bir şey gelip gelmeyeceğini öğrenmeye çalışıyorlardı. Ben de daha istekle onların işlerini tamamlamaya çalışıyordum.
İşte o sayede bulup öğrenmiştim burayı. Benim geceleri televizyon başında pineklerken onların paylaşımlarını gördüğümü zanneden bazı arkadaşlarım, aslında o gecelerde hastanenin bu koridorunda iyice daraldığımda bir nebze kafa dağıtmak için sosyal medya karıştırdığımı hiç bilemediler, alaycı alaycı ‘Gece yine takılıyordun…’ demelerine neden gülümseyip geçtiğimi anlamaya hiç gerek duymadılar.
O koridora nasıl gittiğimi bilmiyorum. O demir koltuklar kollarıma buz gibi dokunurlarken kendimi bırakıp, yalan değil titreyerek hüngür hüngür ağladığımı da kimse bilmedi.
Annemin çaresizliğine mi, gördüğüm manzaraya mı, orada tüm bunlarla yalnız başıma mücadele etmek zorunda kalışıma mı, yoksa kendi düştüğüm duruma mı, çocukluğuma mı, vazife gibi davranışıma mı, bunları düşünmek zorunda kalışıma mı bilmiyorum.
Ağladım, ağladım, yıllardır biriktirdiğim sabır yaşlarımı özgür bıraktım. Rahatlayacağımı zannetmiştim ama daha da kötü oldum. Sonra toparlandım. Vakit azalmıştı, program vakti yaklaşıyordu. Yüzüme su çarptım, ayıldım, yapılması gereken işleri hallettim, toparlandım ve çıktım.
Saat sabah 9 olmuştu ve yayındaydık. Her zamanki gibi muhtemelen yine evden, yine güzel bir uykudan ve iyi bir kahvaltıdan geldiğimi zannediyordu herkes. Şimdi o yayın sabahlarının kaç tanesinde evden değil hastaneden geldiğimi ve bunu farketmediklerini çentik çentik sıralasam, çok üzülecek olanlar var, biliyorum. Bir de takmayacak olanları biliyorum, ki inanın hiçbir kızgınlığım olmadı, olmayacak onlara. Ama asıl takıyormuş gibi görünüp de sallamayan bencil iki yüzlü müsveddeler var, üstelik bazılarında akraba ya da arkadaş kisvesi. İşte onların seni koyduğu durumu ve o davranışları sana yutturduğunu düşünmelerini kabullenmek hep çok zor geliyor. Her şeyi unutup affediyorsun da, o sahneler hiç aklından çıkmıyor, çıkamıyor.
Eyvallah. Kimseden öyle bir beklentim yok, hiçbir zaman da olmadı zaten. Malum, herkesin elmasında kendi diş izleri vardı değil mi? Ama biz de o kadar aptal değiliz be dostum, artık sizin dışınızdaki herkesin sizden daha aptal olduğunu düşünmekten ne olur vazgeçin ne olur!

25 Haziran 2015 Perşembe

Modern Sabahlar vs. Modern Zamanlar


- Hoşçakalın...
- Hoşçakalın...
- Hoşçakalın...
...
- Günaydın...

Ve sessizlik...
Muhtemelen en fazla beş saniye sürmüştür. Dinleyen herkese çok daha uzun geldiğine eminim. Belki de birden araya girip ‘şaka la şaka’ diyeceğini bekledi birçok kişi onların. Ben demeyeceklerini biliyordum. Radyoda ‘yayın ölmesi’ diye bir tabir vardır çünkü. Bir saniye, hadi belki iki... Ama daha fazla sessiz olunamaz yayında. Dinleyici yayının gittiğini düşünür ve hemen başka bir kanala geçer. O kanaldan yeniden sana dönmesi de yaklaşık elli dakikaydı bir zamanlar araştırmalara göre. Yani yayını öldüremezsin. Hiçbir şey olmuyorsa potu açar, havadan sudan konuşmaya başlarsın ve o sırada aksaklık her ne ise onu bulup çözmeye çabalarsın ama o sessizliğe izin veremezsin.
İşte bu yüzden o sessizliğin ardından başka bir şey gelmeyeceğini biliyordum. Ege, Fahir ve Oktay her ne olursa olsun yayının ölmesine izin vermezlerdi. Verdilerse bir bildikleri var mutlaka dedim. O son ‘Günaydın’ın hep akılda kalmasını istediler belki de..

Sadece birkaç dakika önce, veda konuşmasına başlarken Fahir’in sesinin titrediğini farkettik hepimiz. Gözleri de dolmuştur ve kendini tutmuştur, ona şüphe yok. Bir hafta önce Fulya da aynı buruklukla veda etmişti. Yaptıkları son programlardaki alt metinlerden, Radyo ODTÜ’ye biraz haksızca veda etmek durumunda bırakıldıkları açıkça anlaşılıyordu. Bu kırgınlık, veda konuşmalarında her üçünün de seslerine yansımıştı. Ama ona rağmen vefayı atlamayıp ‘Modern Sabahlar’ı Modern Sabahlar yapan Radyo ODTÜ’dür’ cümlesini kurdular. Kendilerine yakışır şekilde. Ama buruk seslerle...

18 Ocak 2015 Pazar

Radyoya Bir Tost, Bir Portakal Suyu!...


Bundan altı yıl öncesiydi. Askerden yeni dönmüştüm, kafalar fena halde karışıktı! Geri geldiğimde daha önceki görevime kaldığım yerden devam etmek üzere holding CEO’su ile sözleştiğimiz Radyo Mydonose’da işler pek de iyi gitmemiş, satılma dedikoduları dolaşmaya başlamıştı. Biraz sert ve acımasız olmasıyla tanınan ama birebir çalıştığımız üç yıllık süre içinde onlarca yıllık eğitimle edineceğimden çok daha fazlasını öğrenmemi sağlamış olan yöneticimle holding ofisinde buluştuk. Bana eğer istersem sözünün hala geçerli olduğunu ama aslında yine aynı holdinge bağlı olan ve o dönemde hızlı bir yapılanmaya giren MyBilet’te görev almayı düşünüp düşünmeyeceğimi sordu. Bu tür sorular esasında pek de soru cümlesi değildir, yöneticinizin size duyduğu saygının ve nezaketin bir göstergesidir. İnternet sektörü gerçekten çok ilgimi çekiyordu. Kendisine büyük memnuniyetle yapacağımı ama tek bir şartım olacağını belirterek onun şaşkın bakışları altında şunu söyledim:

“Ama lütfen benim bir radyoda düzenli program yapmama izin verin, radyoyu bırakmak istemiyorum!”

Hayatımda bazı değişim süreçleri var. Bir önemli sürecin de böyle başladığına inanıyorum. Şu anda yapmakta olduğumu işimi de o dönemde edindiğim internet sektörü bilgim kadar, yayından kopmamış olmama da borçluyum.

Bu konuşmadan, yani benim MyBilet’te çalışmaya başlamamdan birkaç ay sonra TRT’nin Ankara’da bir kent radyosu kurmayı planladığını haber aldık ve devamında hikayesini Ankara The Best dergisinin Sonbahar-Kış 2012 sayısında yayınlanan bu röportajda okuyacağınız Haftaya Paydos süreci başladı. Önce TRT’de, ardından da röportajın gerçekleştirildiği süreçte Radyo ODTÜ’de Banu Tarancı ile birlikte yıllardır süregelen ve artık kardeşlik yakınlığına dönüşen dostluğumuzu sonunda frekanslara taşıma fırsatı bulmuş olduk.

Bir süre ara verdikten sonra, 12 Ocak 2015 günü itibariyle TRT’nin yeniden hayata geçen Kent Radyo Ankara projesinde hafta içi her gün 17:00-19:00 saatleri arasında yayındayız. Bizi Ankara’da FM 105.6 frekansından ya da internet aracılığıyla dinleyebilirsiniz. Ayrıca Facebook, Instagram ve Twitter hesaplarımızda da birlikteyiz.

Biz yeniden radyoda olmayı gerçekten çok özlemişiz, sizi de bekliyoruz.

(Röportajı dergiden okumak için sayfanın en altındaki görsellerin üzerine tıklamanız yeterli.) 

8 Eylül 2014 Pazartesi

Şükretmek İçin Senin (Kimbilir) Kaç Sebebin Var?


Hatırlar mısınız; uzun yıllar önce posta kutularına bırakılan, “Bu mektubu fotokopiyle çoğaltıp sen de 10 kişiye göndermezsen şunlar şunlar olacak, başına da şöyle olaylar gelecek” şeklinde absürd finalleri olan ve günümüz spam e-posta’larının ataları sayılacak mektuplar vardı. İşte ben şimdi anlatacağım saadet zincirine benzeyen akımları da o mektup furyasıyla bir tutuyorum ve o yüzden genelde hep kayıtsız kalırım. Ancak bu tür davetler hayır diyemeyeceğim birilerinden gelince seçeneklerim tükeniyor.

Geçtiğimiz hafta, her daim sürprizlerle dolu arkadaşım Mine, Facebook’ta benimle birlikte 3 kişiyi etiketleyerek bize bir görev verdi. Buna göre, 3 gün boyunca her gün şükretmemize sebep olan üçer şeyi yazacak ve sonunda biz de 3 kişiyi görevlendirecektik. (Esasında bu iş doğrudan Mine’den çıkmış bile olabilir, şaşırmam!)

(Ekleme: Facebook'ta kendimce "görevlendirdiğim" ve yıllardır tüm yazdıklarını hayranlıkla takip ettiğim şahane arkadaşım Dilara da orada paylaştıklarını bloguna taşıdı. Mutlaka okumanızı öneririm.
Bir ekleme daha: İşte beklediğim buydu! Her yaptığından ve yazdığından ilham aldığım İmge'nin şükürleri de blogunda, kaçırmayın!)

Başlangıçta pek hevesli olmadığım bu görev, içine girdikçe ilginç bir yüzleşmeye dönüştü. Yazdıkça, etrafımdan birçok arkadaşım da benimle birlikte bu sürecin içine girip beni teşvik ettiler. Ben de esasında sadece Facebook sayfamda paylaştığım bu 9 maddeyi buraya da taşımak istedim.
Ne de olsa hepimizin hayatları birbirine fena halde benziyor çoğu zaman.


İlk gün ilk paragrafta belirttiğim gerekçem şuydu:

Bunları yazmanın ve herkesle paylaşmanın, bazı şeyleri daha net farketmemi sağlayacağını biliyorum. Ayrıca sonuna kadar inandığım bazı gerçekler der ki; bir kişi değişirse, herkes değişir. Dahası bir kişi hayatında biraz daha mutlu olursa bu herkesi etkiler, çünkü mutluluk bulaşıcıdır.

14 Şubat 2014 Cuma

Adam Olmak!



Yıl 2001.

32. Avrupa Basketbol Şampiyonası Türkiye'de gerçekleştiriliyor.
Normalde güreşten ve futboldan başka bir spora ilgi göstermeyen güzel ülkemiz için bu ilginç bir fırsat. Sponsorlar da olayın içine giriyor, Türkiye Garanti’nin ‘12 Dev Adam’ şarkısıyla tanışıyor. Almışız coşkuyu, son derece iyi maçlar çıkartarak ilerliyoruz. Bir önceki şampiyon İspanya bile duramamış karşımızda.
Çeyrek finalde rakip Hırvatistan. Son çeyreğe 20 sayı farkla yenik girdiğimiz maçta müthiş bir geri dönüşle ve son saniye atışıyla maçı uzatmaya götürüyor, kazanıyoruz. Ardından yarı finalde Almanya’nın karşısındayız. Bu defa Hidayet’in son 3 saniyeye girerken attığı mucize 3’lük ve final...
Finalde Yugoslavya'ya karşı tutunamıyoruz. 78-69’luk mağlubiyetle Eurobasket 2001’de ikinci oluyoruz ama bu şampiyona adeta Türkiye’nin basketbol kaderini değiştiriyor. Oyuna ilgi artıyor, genç oyuncularımız NBA’in dikkatini çekmeye başlıyor, kulüp takımları Avrupa şampiyonalarında başarılar elde ediyor.

Biz şimdi şampiyonanın öncesine gidelim.
Belki biz henüz farkında değildik ama belli ki takım büyük işler yapacağına çoktan inanmıştı. Müthiş bir konsantrasyon vardı ve yöneticiler basketbolcuları medyadan özellikle uzak tutmaya gayret ediyorlardı. Büyük televizyon kanalları bile oyuncularla röportaj yapma şansını pek de kolay bulamıyordu. Biz de Radyo Mydonose olarak Türkiye’de yapılacak şampiyonaya dikkat çekmek için birşeyler yapma isteğindeydik ama elimiz kolumuz bağlanmış durumdaydı.
Türkiye’nin grup maçları Ankara’da yapılacaktı. Uzunca bir kamp döneminden sonra maçların başlangıcına kısa bir süre kala takım Ankara’ya gelerek bir otelde kampa girdi. Ben o dönem radyoda akşam yayınları yaptığım için günümü değerlendirmek amacıyla Sports International’da işe girmiştim ve merkez ofiste çalışıyordum. Bir gün tesiste bir hareketlenme oldu ve ofise tam da benlik bir bilgi ulaştı. Milli takım ertesi gün antrenman için Sports’a geliyordu! Bilgi dışarıyla paylaşılmayacaktı ama hazırlıklı olmak gerekiyordu.
Ne yapabileceğimizi düşünmeye başladım. O akşam radyodan kayıt cihazını aldım. Televizyonlara bile röportaj verilmezken şansımızın çok yüksek olmadığını biliyordum ancak doğru yaklaşımla bazı yapılmazların yapılabileceğini de daha önce öğrenme şansım olmuştu. Şansımı denemekle hiçbir şey kaybetmezdim.

Ertesi sabah erken bir saatte milli takım otobüsü tesise yanaştı. O gün spora gelmek için o saatleri seçenler muhtemelen hayatlarının sürprizini yaşamışlardır. Kolay değil, milli takım oyuncularıyla yanyana kondisyon çalışıyorsun! Biz, Sports’un ofis çalışanları da heyecanımızı bastırmaya çalışarak kendilerine başarılar diledik ve kenardan antrenmanlarını izlemeye başladık. Herkes oyuncuların peşindeyken ben tek bir kişiye odaklanmıştım. Sürekli telefonla birileriyle görüşmeler yapan menajer Doğan Hakyemez’in konuşmalara ara verdiğini gördüğüm anda yanına gittim. Önce kendimi ve Sports’taki görevimi tanıttım, ardından da aslında Radyo Mydonose’un yayın ekibinde olduğumu belirttim. Kimseyi rahatsız etmek ya da prensiplerini zorlamak gibi bir niyetim olmadığını ancak oyunculardan birkaçından radyoda yayınlanmak üzere kısa kayıtlar almamın mümkün olup olamayacağını sordum. O dönemler Radyo Mydonose ulusal olarak da çok güçlüydü ancak bizi herkes Ankara’da tek olarak görürdü. Önce durakladı, bir an kafasında durumu değerlendirmeye çalıştığını farkettim ve hemen araya girdim. Sadece onun izin verdiği ölçüde olacağını, tamam dediği anda da kaydı bitireceğimi net olarak belirttim. Bana doğru baktı ve benim için o anda on kaplan gücündeki cümleyi fısıldadı:

‘Mydonose’u seviyoruz biz. Antrenman bittiğinde otobüse bin, hareket edene kadar istediğin kayıtları al. Ama otobüs hareket edince ineceksin.’

(Burada bir not: Radyo Mydonose olarak TED Kolejliler takımının sponsorluğuyla basketbola destek veriyorduk ve o dönemde bu tür sponsorluklar çok fazla olmadığı için basketbol camiasının bize karşı ayrı bir sempatisi vardı.)

İtiraz mı edeceeğim! Bundan daha fazlasında gözümüz yok zaten. İhtiyacım olan sadece birkaç isimden ID almak. (Bilmeyenler için: Hani radyolarda duyduğunuz ‘Hi, this is Madonna and you are listening to Radio Mydonose’ tanıtımları vardır, işte yayın dilinde onlar ID olarak geçer.)

Sonrası hem olayın heyecanı, hem de birazdan anlatacağım (ve onca hevesin neredeyse boşa gitmek üzere olması sebebiyle) yaşanan stresin sonucunda benim için adeta kontrolüm dışında yaşanmış olaylar dizisi gibi!

Antrenman sonrası oyuncular otobüse doğru yöneliyorlar. Ben de elimde kayıt cihazıyla hemen yanlarına gidiyorum. Kapıdaki görevli doğal olarak durduruyor. Doğan Hakyemez’le gözgöze geliyoruz, bir işaretiyle izin çıkıyor. Otobüsteyim ve muhtemelen en fazla 5 dakikam var, 10 bile değildir. Özellikle dikkat çeken oyuncuları yakalamam gerek ama o sırada diğerlerini pas geçmek gibi bir ayıba da düşmemeliyim.

Oyuncular çoğunlukla otobüsün arka tarafına yığılmışlar, ortadan itibaren sırayla mikrofonu uzatmaya başlıyorum. Herkes çok canayakın, çok samimi, kimse kapris yapmıyor. Önce Harun Erdenay güzel bir konuşma yapıyor, sonra biraz bozuk (ama her maç sonrasında memleketine selam gönderirken hepimizi duygulandıran) Türkçesiyle Mirsad Türkcan ‘Ben de Mydonose’u dinliyorum.’ diyor. Kerem Tunçeri, Orhun Ene, her şey şahane.

Derken sıra İbrahim Kutluay’a geliyor. O dönemde antrenmanlara bile jöleli saçlarla çıkmasıyla dikkat çeken İbrahim bir türlü konuşmuyor, oysa söyleyeceği tek şey "Merhaba ben ibrahim Kutluay, herkese sevgiler" benzeri bir basit cümle.

İbrahim inatla söylemiyor, bekletiyor, vakit geçiyor. Deli oluyorum. Bir yandan vakit kaybetmemek için onu geçmeyi düşünüyorum ama bir yandan da yayıncılık dürtüsüyle popüler bir isimden de bir şeyler duyma isteğindeyim. Ben orada oyalanırken kabusum gerçekleşiyor ve otobüs manevra yapmaya başlıyor. Gözüm arkaya takılıyor, Hüseyin Beşok, Kaya Peker ve Mehmet Okur’un hazırlanmış ve gülümser gözlerle bana bakarak sıralarını beklediklerini görüyorum. Herkes ibrahim'e dönüyor, takım arkadaşları kızmaya başlıyorlar, arada "artistliğin ne lüzumu var oğlum, söylesene işte"ler bile duyuluyor. Ne yapmam gerektiğinden emin değilim ama geriliyorum. Ve korktuğum başıma geliyor. Doğan Hakyemez otobüse biniyor, kapı kapanıyor ve tam hareket edilecekken beni görüyor. Haklı olarak kızıyor. ‘Ben otobüs hareket edene kadar demedim mi Selim!’ cümlesi bana hakedilmiş bir küfür gibi geliyor adeta. Kızgınım. Bir söz verdim ve tutmalıyım. Arkada sesini duymak istediğim isimler de var ama inmeliyim. ‘İniyorum Doğan Bey, çok teşekkürler’ diyebiliyorum sadece...

İşte tam da o anda arkadan Mehmet Okur'un sesi duyuluyor. "Kızma kızma, onun bir suçu yok..." Yaşadığım hayal kırıklığını farketmiş olmalı, düzeltmek için bir şeyler yapmak istediği belli. Uzanarak mikrofonu alıyor, "Merhaba, ben Mehmet Okur" diye başlayarak söylenmesi istenen herşeyi sıralıyor ve samimi gözlerle gülümseyerek "başka bir şey lazım mı" diye soruyor.  Onun cümlesi biterken ibrahim dışındaki tüm takım oyuncularının ‘Radyo Mydonose, Radyo Mydonose!’ diye jingle’ımızın tonlamasıyla bağırdıklarını duyuyorum. Tezahüratlarla ve eğlenen isimlerle birlikte şahane bir kayıt çıkıyor ortaya!

Bu kayıtla hazırlanan spot, şampiyona boyunca defalarca yayına giriyor. Hatta şampiyonluk maçı kaybedildikten sonra bile... Gururla!

Yıllar hızla ilerliyor. O zamanlar sıradan bir "Türk Milli Takımı oyuncusu" olan Mehmet Okur bir dünya yıldızı oluyor, NBA’de tarih yazan Türklerin arasına giriyor ve inanılmaz paralar kazanıyor. Ve birileri, O başarılar kazandıkça içinden hep "helal olsun, hep kazansın, daha da çok kazansın" cümlelerini geçiriyor.

Şu anda da takip edenler bilir, Mehmet Okur’un adamlığı sadece böyle hikayelerle , sportif başarılarıyla kalmadı. Doğruları korkmadan söylemekten, yanlışa cesurca yanlış demeye, adam olmak başka bir şey.

İyi ki vardın, iyi ki varsın Mehmet Okur!


Fotoğraf www.ntvmsnbc.com arşivinden.

(Önemli Not: Bu bir İbrahim Kutluay değil, bir Mehmet Okur yazısıdır. Yani mesele İbrahim'i kötülemek değil, Mehmet'i anlatmak. Ben İbrahim'i hayatımda sadece bu sahnede gördüm ve oradaki tavırlarına göre yorum yaptım. Eğer yanıldıysam, maksadımı aştıysam ve haksızlık ettiysem lütfen yorumunuzu ekleyin. Yayınlamaktan memnuniyet duyacağım.)


21 Ocak 2014 Salı

Birinin Hayatına Dokunmak


Önceki yılın sonlarına doğru yoğun günlerimizden birinde, Bilkent Üniversitesi’nden bir grup öğrenciden eposta aldım. Bilgisayar Mühendisliği son sınıfta bir ders alıyorlardı ve yapacakları projenin gerçekten inovatif olup olmadığını belirleyerek projenin gerçekleşme sürecinde ‘Innovation Expert’ olarak onlara destek olacak, ardından da dönem sonunda puanlayacak bir sektör çalışanı arıyorlardı. Konu müzik, radyo, etkinlik ve bilet başlıklarını barındırdığı için sonuç bana ulaşmıştı. Projeleri gerçekten de oldukça yaratıcı özellikler barındırıyordu ve ben de büyük keyifle ekibin içine dahil oldum. Geçtiğimiz yıl proje tamamlandı, ekip oldukça da iyi bir notla süreci bitirerek ve projeleriyle de özel ödüllerden birini kazanarak mezun oldu.
Bu yıl başka bir gruba danışmanlık yapıyorum. Geçtiğimiz günlerde bu şahane genç arkadaşlarımla yaptığımız bir kısa toplantıdan sonra yanımdaki arkadaşım ‘bu işten kazancımın ne olduğunu’ sordu. O tonlamadaki sorunun cevabı ‘yok’tu ama aslında doğru tonlandığında ‘çok’ olabilirdi. Bu tür durumlarda nasıl davranılması gerektiğini uzun yıllar önce hayatıma dokunan biri sayesinde çok net öğrenmiştim çünkü.
Şimdi biraz tarih yolculuğu yapacağız. Benim hayatımı değiştiren, yolumu bulmama sebep olan yer olduğu için, Radyo ODTÜ süreciyle ilgili anıları tarihe kaydetmekten gerçekten büyük memnuniyet duyduğumu bu sayfaların takipçileri bilirler. Sözkonusu radyo olunca bir tek şarkı için bile uzun hikayeler anlatabilirim.
Ekim 1996.
ODTÜ’de bir grup genç radyoyu kuralı yaklaşık 2 yıl olmuş. Ben de kuruluş ekibinde (kurucu ekip demiyorum, dikkat!) yer alan isimlerden biriyim. O yılın başlarından itibaren radyonun kurulmasına önayak olan, ancak sonrasında pasif kalan topluluğun tekrar canlandırılması planlanmış ve ODTÜ Radyo Topluluğu yeni bir Yönetim Kurulu seçimiyle birlikte tekrar çalışmalar yapmaya başlamış. İşte ben de o ikinci dönemde topluluk başkanlığını yapıyorum. Radyo Topluluğunun kapalı oylamayla seçilmiş ilk başkanıyım. Cevaplar sandıkta verilmiş yani(!), içimde bir coşku! Heyecanlıyım çünkü hayalini kurduğum işlerle uğraşma şansını yakalamışım. Şanslıyım, çünkü birkaç yıl önce oturduğum sıralarda benimle aynı heyecanı paylaşan tutkulu insanlara ‘Uygulamalı Radyo Yayıncılığı’ dersleri veriyorum ve o isimlerden en az birkaçını oradan alarak yayına çekmeyi planlıyoruz, yani sorumluluk büyük.
Özel radyoların yeniden hayata geçtiği döneme rastladığı için zaten derslere oldukça yoğun bir katılım var, hafta sonları olmasına rağmen yaklaşık 300 civarı öğrenci düzenli olarak takip ediyor. Ama bizim aklımızda başka şeyler var. Hem topluluğun kampüste daha da çok tanınmasını istiyoruz, hem de yayına çıkamayacak olan ama başka yetenekleri olduğunu açıkça görebildiğimiz arkadaşlarımızı topluluğun farklı alanlarına yönlendirmek gibi bir hayalimiz var. Kimsenin o derslere ayırdığı uzun haftaları boşa geçmiş saymasını istemiyoruz.
ODTÜ’de çok söyleşi yapılıyor ama yayıncılıktaki büyük isimlere yanaşan kimse olmamış o güne kadar. Biz de topluluğumuzun adına yakışacak şekilde yola çıkarak medyada o anda en büyük yıldız kimse, ilk olarak onu getirmeye niyetleniyoruz. İsme karar vermek (abartmıyorum, gerçekten) sadece 10 saniye sürüyor, zira Okan Bayülgen’in Televizyon Çocuğu ile zirvede tek başına durduğu ve gerçekten Türkiye’nin şov dünyasını tek başına çevirdiği bir dönemdeyiz. İsim konusunda hemfikiriz ama daha önce hiç böyle bir deneyimi olmayan ekibimizin bu işi yapabileceğine (bizim dışımızda) kimse ihtimal vermiyor. (Şimdi bunları anlatırken dudak kıvıranlar olacak elbette ama o dönemde yıldız isimlere ulaşmak ve ikna etmek emin olun gerçekten çok çok zordu.) Benimle birlikte toplam 7 kişiden oluşan yönetim kurulumuzda görev bölümü yapıyoruz ve çalışmalar başlıyor.
Birkaç günlük denemeden sonra Okan Bayülgen’e ulaşıyoruz. (Bundan sonra kendisi bu yazıda Okan olarak anılacaktır!) Ekranda çizdiği ‘aksi’ karakterin ‘aksi’ne, son derece dikkatle dinliyor bizi. Neden onu istediğimizi ve onu nasıl ağırlayacağımızı lafı hiç dolandırmadan açıkça anlatıyoruz. O ana kadar henüz hiç bu şekilde büyük organizasyonlu bir üniversite söyleşisine katılmamış olan Okan, ODTÜ adının farklı olduğunu ve elinden geleni yapacağını açıkça belirtiyor. Aslında ikna oluyor gibi ama muhtemelen (ve haklı olarak) bu işi elimize yüzümüze bulaştırmadan yapacağımızdan emin olma isteği var. Bir telefon konuşması için daha sözleşiyoruz.
Bu ilk konuşmadan sonra telefonla aramda oluşan kardeşlik, samimiyet ve coşkuyu içime atıp heyecanımı belli etmemeye çalışarak durumu arkadaşlarla paylaşıyorum ve her ihtimale karşı hazırlıkları başlatıyoruz. Mekan rezervasyonu, Kültür İşleri onayı, afişler, etkinlik günü görev bölümü, getirilecek koltuk, sahneye koyulacak çiçek, masanın üzerine koyulacak bir bardak suyun susayanlardan korunması,  asılacak afiş, çalınacak müzik… İyi ama en önemli ayrıntıyı atladık: Bizim sponsora ihtiyacımız var! Uçak bileti, abiden ayarlanacak arabanın benzin masrafı ve söyleşi sonrasında yemek. O aralar çeşitli etkinliklerinde DJ’lik yaptığımız için bağlantılarımızın iyi olduğu Saklıkent geliyor aklımıza. Durumu anlatıyoruz, aslında pek de ikna olmasalar da önceki işlerimizin hatrına sponsor olmaya karar veriyorlar. Tabi biz çok dürüstüz, hesap yapmışız ve tam tamına masraflar kadar sponsorluk ücreti talep ediyoruz. Fazlasını istersek olurmuş, hatta aslında daha fazlasını istemeliymişiz, o zamanlar pek farkında değiliz. Anlaşıyoruz, paramız cepte, sıcak bir güvene sahibiz artık!
Şimdi kafamız daha rahatladığı ve parçalar yerine oturmaya başladığı için Okan’ı daha huzurla arayabileceğiz. İkinci telefon görüşmesini yapmadan önce telefonla uzun  süre başbaşa kalarak cesaretimi topluyorum. Çekinerek numarayı çeviriyorum, karşı tarafa kendimi tanıtıyorum. Hiç bekletmeden Okan’a iletiyorlar telefonu, belli ki önceden bilgi verilmiş. Okan’ın konuya ilgi duyduğunu farketmek titrek heyecanımı biraz dengeliyor. Yanımda Yönetim Kurulu’ndan arkadaşlarım var, biraz da onlara hava olsun diye daha bir güvenli konuşmaya başlıyorum. Onlar gözleri tedirginlikle bana bakıp durum hakkında bir ipucu yakalamaya çalışırlarken, ben sanki bir önceki akşam da Okan’ı arayıp ‘eve ekmek lazım mıydı abi?’ demiş havasındayım. Olanca sıcak bir ses tonuyla Okan’ın ‘tamamdır, geliyorum.’ dediğini duyuyorum. Hızla ayrıntıları konuşuyoruz ve planları tamamlıyoruz.
Ardından bizim için geçmek bilmeyen günler!... Word üzerinde fontlarla oynayarak hazırladığım sanat eseri(!) duyurular ODTÜ’nün her yerine asılıyor, iki giriş kapısı için dev bez afişler hazırlanıyor, Okan’ın sevdiği ev yemekleri öğrenilip o zamanlar pek bilinmeyen Mantar’la konuşuluyor ve siparişler verilip kimsenin haberi olmaması konusunda özel rica iletiliyor, pek kolay bulunamayan içtiği sigara markası öğrenilip bir şekilde ediniliyor, uçak biletleri alınıyor ve kargolanıyor. Her şey hazır. Öylesine abartmışız ki, ODTÜ’de o hafta herkes bu söyleşiyi konuşuyor. Olsun, amacımız da bu değil miydi zaten…
Sonunda beklenen gün geliyor. O zamanki YK’da başkan yardımcısı olan Bora’yla havaalanına gidip beklemeye başlıyoruz. Tahmin edebileceğiniz gibi, uçağın varış değil kalkış saatinden bile önce oradayız! Riske girme lüksümüz yok. Bu arada da sürekli ekiple haberleşiyoruz. Mimarlık Amfisi şimdiden tıklım tıklım! İnsanlar kapılara yığılmış, hiç rastlamadığımız bir kalabalık Okan’ı bekliyor. Biz de tabi..
Derken, telefonum çalıyor. Karşıda Okan. Kafamda kaynar sular ve deli sorular. Allah’ım, şu anda onun uçağa biniyor olması gerekmiyor muydu? Gayet tedirgin bir sesle ‘Çocuklar çok özür dilerim, uyuyakalmışım.’ diyor. O uyuyakalmışım dediği anda ben uyanıyorum. Eee, gelmeyecek mi yani? Bunu söyleyenler de çok olmuştu. ‘Siz nasıl becereceksiniz bu işi’ ile başlayıp, ‘gelmez o adam, ukalanın teki zaten. Kandırır sizi, yarı yolda kalır rezil olursunuz!’ şeklinde devam eden kabus yorumlar kafamda dönüyor. Neyse ki sadece kısa bir süre. ‘Ben şimdi yoldayım, hemen bir sonraki uçakla geleceğim’ diyor Okan. Oh, çok şükür krizi atlattık. Atlattık mı acaba? Daha sonraki bazı organizasyonlarımızda kimi ‘yıldız’ların tamamen keyfi sebeplerle geç kalıp ‘bana iki saat sonraki uçağa hemen bilet ayarlayın lütfen’ cümlelerini duyacağımızdan haberdar değiliz henüz ama ortada yeni bir bilet alma durumu olduğu açık. Öğrenci adamlarız zaten, hayatımızda havaalanını ilk defa Okan’ı karşılayacağımız için görüyoruz. Uçak bileti fiyatları o zamanlar pek de ‘uçmayan kalmasın’ tadında değil, hayallerimizden büyük korkularımız var! Sponsorluk desen zaten tam tamına hesaplanmış. Bora’yla birbirimize bakıyoruz, o anda yapacak bir şey yok. Elimizde akşamki yemek için ayrılmış bir miktar para var, ceplerimizde üç beş bir şeyler. Bir şekilde halletmek zorundayız. En olmadı, rezilliği göze alıp Rektör Yardımcısı ve radyomuzun danışmanı olan şahane insan Mehmet (Çalışkan) hocamızı arayacağız. ‘Tamam Okan Bey,’ diyorum küçülen sesimle, ‘biz şimdi hemen sonraki uçağa biletinizi ayarlıyoruz.’ Onca gündür ilk defa sert bir tonlama çınlıyor telefonda ‘Olur mu yahu! Bu tamamen benim hatam, ben aldım bile bileti. Sadece durumu bilin ve idare edin, paniklemeyin diye haber vermek için aradım.’ Olurdu, olmazdı, gak, guk, derken Okan aynı şeyi tekrarlıyor ve bizi de daha fazla ısrarcı durumda bırakmamak için telefonu kapatıyor. (Evet, suratıma. Ama ‘bak kapatıyorum’ diyerek, onu belirtmeliyim! Sebepsiz bir cesaret gelmiş, inatla ısrar ediyordum çünkü.) İçimde başlayan ve hayata geçmeyen krizin hızla çözülmüş olmasının verdiği rahatlık. Hayat da ne güzel aslında bea!
Gerçekten de bir sonraki uçakla geliyor. Kapıda Okan’ı karşılayan havalı insanlarız, herkesin gözü onda, o bize yaklaşıyor. Seremonilere vakit yok, ‘hadi hemen gidelim’ diyor ve yola çıkıyoruz. Hayatımda ikinci defa trafikte araba kullanıyorum ve arabada Okan var, tam bir şuursuzluk hali!
Sağ salim kampüse ulaşıyoruz. O zamanlar hiçbir izleyicisinden özür dilememesiyle eleştirilen Okan, Mimarlık Amfisi’ne alkışlarla girdiğinde ilk iş olarak samimi bir özürle konuşmasına başlıyor. Durumu biraz daha sıcaklaştırmak için sandalyeyi iterek sahnenin kenarına yere oturuyor. Mimarlık Amfisi’nin kenarları da ayakta duran öğrencilerle dolu olduğu için içeri giremeyen ama kapı önünde onun sesini duymaya çalışan gruba sesleniyor, onları da sahneye çıkartıp yanına oturtuyor. Ben sahne arkasından insanların gözlerine bakmaya çalışıyorum. Bilmemkaç yüz çift mutlu göz, çok şükür! Oldu galiba. Tüm Yönetim Kurulu ekibi oradayız ve mutluyuz.
Okan şovun gerektirdiği kadar ukalalık yapıyor, samimi sorulara derin bir tevazuyla cevap veriyor. Onu görmenin heyecanıyla bayılanlar, hiç yer kalmamasına rağmen içeri girmek için camları kıranlar, aralıksız üç saate yakın süren bir söyleşi ve ayakta dakikalarca alkışlanan Okan Bayülgen’le, o dönemki efsane Kültür İşleri Müdürü Tüzün (Denli) Hanımın deyimiyle ‘ODTÜ’de o ana kadar yapılmış en görkemli topluluk söyleşisi’ tamamlanıyor.
Biz o akşam Okan’ı tam da istediği gibi sakince yemek yiyebileceği ve gizlice kimseye ‘Okan Bayülgen burada abi, hemen gelin!’ denmeyen mekana götürüyoruz, en sevdiği yemekler servis ediliyor, ardından da sigarasını çıkartıyoruz. Hoşuna gidiyor, nereden öğrendiğimizi soruyor, haber kaynağımızı deşifre edemeyeceğimizi söylediğimizde gülümsüyor. Projelerimizi anlatıyor, onun önerilerini dinliyoruz. Ve ardından onu uçağına uğurlayıp, yorgun ama gururlu savaşçılar olarak evimizin yolunu tutuyoruz. Ne gündü ama!
(Bu arada Mantar’da sonradan çok iyi dostlar olduğumuz Umut, bize yemekte özel indirim yapıyor. Geriye kalan ufacık sponsorluk paramız tek başına bir işe yaramayacağı için marketten malzeme alarak anneme bir tepsi baklava yaptırıyorum! Bütün radyo ekibi başarı baklavası yiyoruz… Yaşasın Anadolu’nun bağrından kopan kutlama hikayeleri!)
Aradan sadece birkaç gün geçmişken telefonum çalıyor. Telefonda Okan! ODTÜ Radyo Topluluğu ve Radyo ODTÜ olarak bizi Televizyon Çocuğu’na davet ediyor. Yani Okan faaliyetlerimizi anlatmak için bize fırsat veriyor, ne büyük heyecan! İzleyici değil, bizzat tek konuk olarak katıldığımız programda son derece iyi ağırlanıyoruz. (Hatta program kapanışında Okan'la birlikte tüm ekip ve seyirciler ekrana popomuzu gösterip YÖK'e selam göndererek tarihe geçiyoruz!)
O program başlı başına ayrı bir yazı konusu ama o koltukta oturmak ve koca bir program boyunca ekip arkadaşlarımızla birlikte Topluluk Başkanı sıfatıyla ve Okan’nın bolca iltifatlarıyla ODTÜ’yü dönemin en popüler televizyon şovunda temsil etmek, bireysel gurur sayfalarım arasında en üst sıralarda yer alır. Keza, dönüşte o dönemki rektörümüz Süha Sevük yanına çağırarak özellikle teşekkür ediyor. Ona da hikayenin nasıl o noktaya ulaştığını anlatıyorum, ilgiyle dinliyor. Herkes durumdan çok memnun.
O söyleşi hem bizim, hem Radyo ODTÜ’nün, hem de Okan Bayülgen’in hayatlarımızda önemli dönüm noktaları arasında yer alır. Çünkü, daha sonra bazı platformlarda belirttiği gibi, Okan Bayülgen’in üniversite öğrencilerine duyduğu inanç ve güven esas olarak o söyleşi sonrasında şekillenmiştir. Keza üniversite gençliğinin de ona..
Bu hikayenin kaleme alınma sebebi ve başlangıçtaki paragrafla ilgisine gelelim şimdi.
Bu süreç benim hayatımın değişimindeki en önemli yapı taşlarından biridir. Bana kendime güvenmeyi öğretmiş, akıllı davranınca ve iyi çalışınca her zorluğun aşılabileceğini, başkalarınca imkansız olarak ifade edilen şeylerin de aslında gerçekleştirilebileceğini göstermiştir. Sonraki yıllarda bir çok organizasyonda ve radyo kuruluşunda aktif görevler alabilmemin altında hep burada edindiğim inanç ve güven yatar. Bunu hiç aklımdan çıkartmadığım için de benzer durumlarda bir taleple karşılaştığımda hiçbir karşılık beklemeden gönüllü olarak işin içinde yer alır, tüm enerjimle katkı sağlamaya çalışırım. Bilkent Üniversitesi öğrencilerine yaptığım danışmanlığın altında da aslında en çok bu sebep yatıyor.
Bu yazıyı buraya kadar sabırla okuyanların arasında "Eee?"ler  oluşmuş olabileceğini biliyorum. Beni tanıyanlardan "Selim amma da abarttın, ne egoymuş!" diyenler de olacak, ya da hiç tanımamış, dinlememiş, okumamış olanlardan "abi sen kimsin ya, adını bile duymadık, bu neyin havası?" diye şaşıranlar da. Durun, aklınızdaki cümleyi ben kurayım: Kendimi Okan Bayülgen'le yanyana koymuyorum elbette, henüz bunamadım şükür ki.
Ancak anlatmaya çalıştığım şey oldukça net; hayatını bulma, yolunu çizme aşamasındayken birilerinin sana rehber olması, kapı açması, cesaret vermesi bir insanın yaşamına yapılacak en büyüleyici dokunuş. Bunun için meşhur bir insan olmanız gerekmiyor. Ya da devletin yüksek sandalyelerinden birine sahip olmanız şart değil. Bunlar elbette yolunuzu kolaylaştırır ama esas mesele başka. Tarzınızı doğru belirlediğiniz sürece her zaman sizi dinleyecek ve rol modeli alacak birileri oluyor, bundan şüpheniz olmasın. Çok paranız olmasından asla bahsetmeyeceğim, ya da plazalardaki büyük şirketlerin yönetiminde olmanız gerekmez. Ama bilin ki, varolan konumunuzla da rehber olabileceğiniz birileri bir yerde sizi bekliyor. Bunun için biraz çaba göstermekle bir şey kaybetmezsiniz.
Sevgi kelebeği değilim. Hadi bunu biraz daha net anlatmak için şöyle bir karşılaştırma (ya da yanyana koyma) yapayım. O dönemlerde Türkiye’nin tek televizyon ‘star’ı olan Okan Bayülgen’in "çok acaip işler yapıyorsunuz hem de öğrenciyken, sizi programa alacağım ve herkesin tanımasını istiyorum" demesiyle, o zaman öğrenci olan ve sadece bir grupta müzik yapan Oğuz'un (Kaplangı) "bu adam iyi radyocu olacak, eleyemezsiniz" diyerek radyo yönetimine çıkışması benim kişisel tarihimde aynı önem derecesinde yer etmiş anlardır. Bir tanesi her sözü kayıtsızca dinlenen, bir diğeri sadece bir öğrenci olan iki ayrı kişinin de birilerinin hayatında olağanüstü etkiler bırakabileceğini, bazılarının gizlenmiş hayallerinin gerçekleşmesine aynı oranda yol açabileceğini bilmelisiniz.
Hangisi olursanız olun, hareket edin. İşe yarıyor. Burada yapılmışı var.
İlk fotoğraf Okan Bayülgen'in İzmir Yaşar Üniversitesi söyleşisinden, bizimizmir.net adresinden alıntı. İkinci fotoğraf da yazıda bahsi geçen ODTÜ söyleşisinin bitimindeki teşekkür faslında Bora ve ben. Evet, maalesef sırtı dönük MonaLisa saçlı adam benim. O dönem saç uzatmayanların ODTÜ'de okuyamayacağı şeklinde rivayetler vardı, inanasım varmış!

7 Ekim 2011 Cuma

Haftaya Paydos, Yeniden...


Ocak 2003’te Gazi Üniversitesi İİBF dergisi için yapılan bir röportajda, kuruluş ekibinde yer aldığım Radyo ODTÜ ile ilgili sorulardan birine verdiğim cevapta şöyle bir bölüm vardı:

"ODTÜ Radyo Topluluğu bence bu işi Türkiye'de yapan en iyi "özel" kurum. Orada derslere katılırken sadece radyo yayıncılığı adına değil, hayatımla ilgili de çok fazla şey öğrendim. Belki de bu yüzden hala gönülden bağlıyım ve bir gün sektörün içindeki çıkmazlardan çok sıkılırsam, yeniden oraya dönüp başladığım yerde bu işi bitirmek hep aklımda kalacak…"

Samimiyetinden asla şüphe duymadığım (birebir tanıdığım ya da beni sadece yayından, kitaptan, blogdan tanıyan, takip eden) dünya iyisi dostlarımın da, hayatını kötü kalplerine emanet ettikleri için kendileriyle kavgaları hiç bitmeyen kimi sinsi “arkadaş”larımın da “Onca yıl ulusal radyolarda yayınlardan ve sorumluluklardan sonra neden yerel bir üniversite radyosu?” diyerek dile getirdikleri sorularına verecek tek cevabım budur. 8 yıl önce söylenmişlere ekleyecek yeni cümlelere ihtiyaç yok.

Ben sadece üç teşekkür borcumu ödeyeceğim:
Önce, bize yeniden Haftaya Paydos’u yayınlama teklifini müthiş bir nezaketle sunan Radyo ODTÜ’nün genç ve heyecanlı yönetimine…
Sonra, daha önceki programımız biterken son konuğumuz olduğu için, yeni Haftaya Paydos’un ilk yayınına davet ettiğimizde teklifimizi ikiletmeden kabul ederek tüm programını bize göre ayarlayan müthiş insan Ete Kurttekin’e…
Esaslı bir teşekkür ise, yıllar önce çıktığımız profesyonel iş ortaklığı yolunun yanına arkadaşlığı, dostluğu, sırdaşlığı eklediğimiz, program ortağım Banu Tarancı’ya… Bir yayıncıysan ve yayında birisine gözün kapalı sırtını dayayabiliyorsan, ona kariyerini ve hayatını tereddüt etmeden emanet ediyorsun demektir. Bunun her şeyden kıymetli bir gerçek anlamı var.

Bugün başlıyoruz…
Bizi her Cuma saat 19-21 arası Radyo ODTÜ Ankara FM 103.1’den, Radyo ODTÜ'nün web sitesinden ve Facebook’taki Haftaya Paydos sayfamızdan takip ederseniz memnun oluruz. Etmezseniz de hayat devam eder ama eksik kalır. Buluşalım, paylaşalım, başlayalım…

11 Nisan 2011 Pazartesi

Bilgi Sahibi Olmadan...

Garip bir ikilem var hayatta…
“İyi” bir şeyler yapmaya başlamanızla birlikte –muhtemelen aynı oranda- hakkınızda konuşulan anların ve konu başlıklarının da sayısı artıyor. Sadece bizim ülkemize özel olduğunu zannetmiyorum ama bizde daha yoğun ilgiyle karşılanan bir mevzu var; insanlar hakkınızda senaryolar üretmeyi seviyorlar. Ne de olsa “hiçbir başarı cezasız kalmaz” diye tanımlanan bir ülkedeyiz biz, mutlaka bu kurala uygun yaşamaya gayret ediyoruz. Tam da burada işte o sözünü ettiğim ikilemle karşı karşıya kalıyor insan. Büyük bir ihtimalle senin bulunduğun yeri ya da (aslında maddi bir mevki olmasa dahi) senin bulunduğun samimi çevreyi hazmetme olgunluğunun çok uzağındaki zavallı insanlar, senin hakkında hikayeler üretiyorlar ve bunu gerekli gereksiz çeşitli ortamlarda dile getirmeye başlıyorlar. Bunu fark ettiğin anda her ikisinden de sonuç alamayacağın seçenekler beliriyor karşında: Ya duruma müdahele etmek için sen de konuşacaksın, ki bir suç işlememişken kendini savunma durumuna düşeceksin, ya da hiç konuşmayacak ve prim vermeyeceksin, ki hikayelerin katlana katlana büyümesi ve dağılmasını üzülerek izleyeceksin.

Ben hayatım boyunca ikinci yöntemi seçtim; düsturum beni yeterince tanıyamamış insanları kaybetmenin kayda değer bir ayrıntı olmadığı idi. Evet, gerçekten işin tadı kaçıyordu; sözgelimi yaşadığım son örnekte, hayatım boyunca konuşmadığım bir insanla yaptığım -sözde- telefon görüşmeleri ayrıntılandırılıyor, yerini bile bilmediğim bir makam odasında yaptığım -sözde- konuşmalar uzun uzun paylaşılıyordu. Önce keyfim kaçtı ama sonrasında işin nereye varacağını umursamadan kendi tarafımda konuyu kapattım. Yazık ki onlar kapatmadılar.
Bu aslında başlı başına ayrı bir yazı konusu. Biraz fazla kişisel olduğu için muhtemelen hep bana saklı kalacak olan “önyargı” başlıklı ve tamamen bu “kişiselleştirmeler” üzerine yazılmış uzun bir yazım var. Konuyu buraya getirme sebebim ise aslında tam da bu noktadan sonra başlayan gariplikler üzerine. Evet, birileri kendi ezik hayal dünyasında bir hikaye uyduruyor, buna önce kendisi inanıyor ve ardından egosuyla kavga etmekten vazgeçemediği ve hep yenik düştüğü için bu hayalinin daha çok yayılmasını düşlemeye başlıyor. İlgili ilgisiz insanlar bu hikayeleri dinlemek durumunda kalıyor. Ve hiç üstüne vazife olmayanlar bunlara inanıyor, inanmakla kalmadığı gibi başkalarını da inandırma çabasına girişiyor. Yani, aslında hiçbir fikri yokken, üçüncü şahıslar seni yaftalarıyla hükümlendirmek üzerine bir misyon ediniyor. Sen zaten çabalamıyorsun ama seni gerçekten tanıyanlar tarafından uyarıldıklarında bile düzeltme gereği duymuyorlar.
Buraya kadar anlattıklarım biraz kişisel yaklaşımlardı. Zamane dünya düzeninde her şey bu temel üzerine kurulmuş gibi artık. Samimiyetten yoksun insanlar, gerçekten uzaklaştıkça güçlendiklerini düşünüyorlar. Bilgi geride kalıyor, eksik fikirlerle hüküm veriliyor.

Askerden döndükten sonra MyBilet’e yeni başladığım günlerdi. Henüz sadece birkaç ay olduğu için kurum içi görevlerime yoğunlaşmadan önce markamızın dışarıda nasıl algılandığını, nasıl konumlandığımızı izlemeye ve çözmeye çalışıyordum. İşte tam da o tarihlerde akılalmaz bir yazıyla karşılaştım.
16 Mayıs 2009’da Cengiz Semercioğlu Hürriyet gazetesindeki köşesinde Biletix’e yönelik (kendisinin de dahil olduğu) yoğun tepkilerle ilgili bir yazı kaleme aldı. Semercioğlu, Biletix’in rakipsiz olduğundan dolayı herhangi bir iyileştirmeye gerek duymadığı tezini savunurken şöyle bir cümle kullanıyordu:
“Telsim zamanında Mybilet vardı, kapandı.”
Oysa, yazının yazıldığı tarih itibariyle MyBilet, online bilet sektöründe toplamda en fazla bilet satışını gerçekleştiren firma olarak dikkat çekiyordu. (Bu yazının kaleme alındığı Nisan 2011 tarihinde de MyBilet bu özelliğini koruyor.) Toplam bilet satışında Biletix’in önünde olan bir firmanın Semercioğlu’na göre kapanmış olması enteresandı. Daha ilginç olan ise herhangi bir arama motoruna sadece “mybilet” yazılsa bile doğru bilgiye hemen ulaşılabileceğiydi ama bu basit işlem yapılmamıştı. Öte yandan, yazıda ifade edilen “Telsim” bağlantısı hiçbir zaman gerçekleşmiş değildi, muhtemelen Semercioğlu’nun zihni ona Telsim zamanındaki alt markalar “MyCep” ve benzerlerini hatırlatıyor, MyCep’in artık varolmaması “MyBilet”i de yokolmak zorunda bırakıyordu.
Çeşitli kanallar aracılığıyla kendisine bilgi verildi ama düzeltmeye gerek duyulmadı.

3 Nisan 2011 Pazar günü Star TV’de yayınlanan “Behzat Ç” isimli dizide Radyo ODTÜ Modern Sabahlar ekibinden Fahir Öğünç de rol aldığı ve çekimlerin büyük bir bölümü Radyo ODTÜ stüdyolarında gerçekleştirildiği için, bir anda radyo piyasası yoğun şekilde diziyi konuşmaya başladı. Diziyi Ankara IF Performance Hall’de buluşarak Modern Sabahlar ekibiyle birlikte izleyen kalabalık bir grup bile oluştu. Hal böyle olunca, Türkiye’nin radyo piyasasında çok konuşulan isimleri de konuya bir şekilde dahil olma gereği hissettiler. Bunlardan biri de Zeki Kayahan Coşkun’du. Dizinin bir bölümünde, zanlı telefonla canlı yayına bağlanıyor, stüdyodaki herkes o bağlantıyı stüdyo monitörlerinden (stüdyo içindeki hoparlörler) bizzat dinleyebiliyorlardı. Normal şartlarda, monitörler miksere bağlıdır ve mikrofon potu açıldığı anda monitörler doğrudan kapanır çünkü mikrofon açıkken monitörler de açık kalırsa feedback (radyo yayınlarında sesin sürekli transfer olması ile oluşan yüksek, rahatsız edici, çığlığa benzeyen sinyal) oluşacaktır. Coşkun, bu sahnede stüdyoda konuşuluyor olmasına rağmen monitörden ses gelmesini eleştirdi ve Twitter’da (tam olarak kendi yazısıyla) şu ifadeyi kullandı:
“Radyoda, teknik olarak Behzat Che'nin kulaklik takmadan telefondakini duymasi imkansiz...”
Oysa, mikserin doğrudan monitörü kesmesi her stüdyoda varolan bir uygulama değildir. Kaldı ki, kimi stüdyolarda yayında konuk olduğu zamanlarda kulaklık kullanılmak istenmemesi ihtimali için bulundurulan ve miksere bağlı olmayan ikinci bir monitör vardır.
Bu bilgi kendisine iletildi ama düzeltmeye gerek duymadı.

Son örnek için tek bir isim vermek haksızlık olabilir ama sadece film endüstrisindeki “marketing” durumuna modern yaklaşımlarıyla dikkat çeken BKM Film, Pana Film ve az sayıda filmin yapımcılarını anlatacaklarımın dışında tutarak bir genelleme yapabilirim. Dünya film endüstrisini yöneten Hollywood ve Avrupa’nın önde gelen dağıtımcıları, pazarlamanın ve potansiyel izleyicileri filmle ilgili ilk temas kurdukları mecrada satışa yönlendirmenin önemini son derece iyi bilirler. Bu yüzden filmlerin web sayfaları özenle hazırlanır ve ülke genelinde internetten bilet satış operasyonu yapan kaç ayrı firma olursa olsun, hepsine logolarıyla, isimleriyle ve linkleriyle birlikte yer verilir. Çünkü önemli yapımcılar bilirler ki, aslolan izleyicinin en kısa yoldan filme gitmeye yönlendirilmesidir, satışın nasıl ve hangi kanalla yapıldığı değil.
Aslında çalıştığım firmanın kurumsal kimliğine yatırım yapmanın ötesinde, bir sinemasever olarak bu tür uygulamaların Türkiye’de de ciddiye alınmasının önemli olduğunu düşünüyorum. “Sene olmuş 2011” iken hala filmlerine bir web sayfası yapmayanlar bir yana, filmleriyle ilgili kendilerine iletilen internet satış linkini kullanmak konusunda artniyet sınırını aşmış yapımcılarla karşılaşıyoruz. Neredeyse gösterime girecek olan tüm Türk filmlerinin yetkililerine ulaşmaya ve kendilerini bu konuyla ilgili bilgilendirmeye çalışıyorum. Şaşırmayacağınız tepki; çoğu cevap bile vermiyor. Şaşırma ihtimaliniz olan tepki; olaya sadece “sizin daha çok para kazanabilmek için onları kandırmaya çalıştığınız” gözüyle bakıyorlar. Şaşıracağınız tepki; aylarca uğraşarak ortaya bir ürün çıkartıyorlar ama sektördeki genel gelişimin en çok da yine onlara kazandıracağının farkında değiller.
Oysa doğru bir afiş, doğru bir web sitesi, doğru bir pazarlama modelinin neredeyse filmin senaryosu ve ekibi kadar önemli olduğunu nedense algılayamıyorlar. Öte yandan, filmin PR’ının bir Twitter hesabı açıp, arama özelliğini kullanarak filmle ilgili “işe gelen” yorumları bulup “ReTweet etmekten” ibaret olduğunu düşünen zihniyetten çok şey beklenemeyeceği de yadsınamaz bir gerçek aslında.
Birçok yapımcıya bu konu önemle anlatılmaya çalışıldı ama pozitif bir yapılandırma sağlanamadı.

Bu örneklerin tümünde en can alıcı nokta şu; bizim ülkemizde kimse eleştirilmek istemiyor ama kimse bilmediklerini öğrenmeye de yanaşmıyor. Genelde bir eksikleriyle yüzleştiklerinde ya konuyu görmezden geliyor ya da karşı tarafı çirkin bir tartışmaya çekerek konuyu kapatmaya çalışıyorlar. Oysa, “bilmiyorum” demenin “öğrenmeye hazırım” ile eşdeğer bir erdem olduğunu, dahası profesyonel dünyada hataların yinelenmemesi için algıların her tepkiye tamamen açık olması zorunluluğunu göz ardı ediyorlar. Belki de onlara onların kaygısıyla cevap vermek, egolarına onların diliyle dokunmak gerekiyor:

Bilginiz yokken fikir üretmeye çalıştığınızda ve önyargılı davrandığınızda gerçekten hiç şık olmuyorsunuz!...

3 Şubat 2011 Perşembe

Avustralya Radyosu SBS'te Geceyarısı Öyküleri


Daha önce Avustralya devlet radyosu SBS'in Türkçe yayınlarına radyoculuk ile ilgili konuk olmuştum ve o röportajı da burada yayınlamıştım. Orada da bahsettiğim Evrim Günçe'nin yaptığı röportajın ikinci bölümü de yayınlandı. Bu defa denemelerden oluşan kitabım Geceyarısı Öyküleri'ni konuşuyoruz.



Bu iki röportajda gösterdiği yakın ilgi, samimiyet ve "ustalığı" için Evrim'e özel teşekkürler..

Edit: Kayıtları yüklediğim site telif sorunları sebebiyle Türkiye'de yayın yapamıyor artık. Başka bir mecraya yeniden yüklediğimde burada paylaşacağım.

30 Aralık 2010 Perşembe

Ete Kurttekin ve "Temiz" Rock!


Seksenlerin çocuklarındanım ben. O dönemin çocuklarının çok ortak noktası vardır, anıları çok  yerde kesişir. Çünkü o dönem hayatınıza dahil edebileceğiniz "heyecan"lar kısıtlıdır. Müzik gibi... Çoğunluk aynı şarkıları dinlemiştir, çünkü çoğunlukla aynı şarkılar sunulmuştur. Alternatifler hem şu anda olduğu kadar çoğalamamış, çoğalsa da bulmak şimdiki kadar kolay olamamıştır.
Seksenlerin ikinci, doksanların ilk yarısı, özellikle Ankara gençliği için çok ortak müzik zevki barındırıyor. Dorian Gray'dan A Bar'a geçiş, Grafitti, Manhattan, belki biraz farklı olsa da Roadhouse, Nickys her akşam birbirini tanıyan, bilen aynı çevredeki insanların biraraya geldiği mekanlardı bir dönem. Ve o mekanlardan Türkiye'nin "iyi" müziğini yöneten, yönlendiren isimler çıktı piyasaya. Hala da, özellikle sözkonusu rock olduğunda en kayda değer isimler Ankara'dan çıkıyor, gurur verici bir ayrıntı.
O dönemde herkesin tanıdığı bazı isimler vardı ve Ete de onlardan biriydi. Herşeyden önce farklı ismiyle aklınızda kalırdı, sahnede izlediğinizde de unutmazdınız zaten. Harika bas çalan, sahneye çok yakışan bir isimdi Ete.
İşte o Ete, Ete Kurttekin "çok beklenmiş, biz beklerken iyice demlenmiş" albümü Suyun Üstüne'yi sonunda piyasaya çıkardı. Bir aksilik olmazsa 2011 başı itibariyle albümü müzikmarketlerde görmeye başlayacaksınız. Şanslı azınlığın arasındayım. Ete'yi, Banu'yla hazırladığımız programımız Haftaya Paydos'a konuk ettiğimiz 26 Kasım tarihli programımıza gelirken bize albümün bir kopyasını getirmişti. Ve ben geride kalan yaklaşık bir aylık süre içinde neredeyse sürekli onun albümünü dinledim. Garip gelecektir muhtemelen ama benim iyi albüm kriterim şu olmaya başladı: Akşam evime girerken arabadaki CD'yi evde de dinleme isteğiyle yanıma alıyorsam o albüme yıldızlı puanlar veriyorum! Ete'nin albümü tam olarak öyle. En başta, albüm o kadar uzun zamanda son halini bulmuş ki, tüm şarkılara dinledikçe daha çok ısınıyorsunuz. Ve tam da bu sebeple bana başlıktaki tanımı hissettiriyor: Temiz rock var bu albümde. Yani net, anlaşılır, yormayan ama aynı zamanda basit olmaktan uzak. Hani üzerinde çok ayrıntılı çalışıldığı için iyi bir ses sistemiyle dinlendiğinde kendini daha iyi belli eden şarkılar vardır ya (yüksek sesten bahsetmiyorum), Suyun Üstüne tam da böyle şarkılardan oluşan bir albüm.
Benim favorim Senden Uzak, özellikle de şarkının ikinci yarısı itibariyle. Peter Pan, Sorunum Var en çok tekrar ettiklerim. Ve elbette ilk klip şarkısı İçtim.
Onu eskiden bu yana tanıyanlar, başka birinin bas çaldığı, Ete'nin şarkı söylediği sahneleri garipseyecekler ama çabuk alışacaklar. Ve bu albümün keyfini çıkartacaklar.
Ete Kurttekin'i tam olarak nereden çıkardığını hatırlamaya çalışan "yeni nesil"e Av Mevsimi filmindeki "Benden Adam Olmaz"ı hatırlatıyor ve bu albümü mutlaka edinmenizi öneriyorum. O, bu ilgiyi fazlasıyla hak ediyor...

(Ete Kurttekin'i konuk ettiğimiz programın da bulunduğu Haftaya Paydos kayıtları için Mixcloud sayfamızı ziyaret edbeilirsiniz.)

17 Aralık 2010 Cuma

Avustralya SBS Radyosundaydım.

Avustralya devlet radyosu SBS, günün belirli saatlerinde Türkçe yayınlar yapıyor. Bu güzel yayınları da harika bir ekip hazırlıyor. İşte o ekipten Evrim Günçe benimle önce radyo, sonra da kitap üzerine iki röportaj yaptı.
Onların ilki yayınlandı, Evrim'in başlığıyla "O Bir Radyo Tutkunu":


Röportajın Geceyarısı Öyküleri ile ilgili olan ikinci bölümü burada.

Edit: Kayıtları yüklediğim site telif sorunları sebebiyle Türkiye'de yayın yapamıyor artık. Başka bir mecraya yeniden yüklediğimde burada paylaşacağım.

15 Aralık 2010 Çarşamba

ODTÜ, Polis ve Pas Geçilen Gençlik...

1995 yılıydı. ODTÜ'deki 3.yılıma girerken okula adapte olmaya çalışmaktansa radyonun tadını çıkarıyordum. Ayaklarımız pek yere basmıyordu açıkçası, ODTÜ'nin radyosu kurulmuştu, orada yayın yapıyorduk ve kampüste tanındıkça küçük çaplı "celebrity"ler olmaya başlamıştık. Elbette beğeniler kadar eleştiriler de vardı. Kimse çalınan müzikten şikayetçi değildi ama azımsanmayacak bir kısım ODTÜ'nün kurduğu bir radyonun "popüler kültürün bir öğesi" olmasını hazmedemiyordu. Eminim bu tartışmalar halen devam ediyordur çünkü ODTÜ bu kimliğini en sessizleştiği anlarda bile ortaya çıkarmayı sever.
Biz o ikilemlerin içinde kendi formatımızı oturtmaya çalışırken beklenmedik bir ziyaret dengeleri karıştırdı. Dünya üzerinde hala en etkili dönemlerindeyken Gorbaçov ODTÜ'ye geldi. Anımsadığım kadarıyla bir anlamda komünizm efsanesinin sonunu hazırlayan Gorbaçov'a sorular sormak isteyen öğrenciler konferansa alınmamışlardı ve spor salonu önünde tepkilerini belirtiyorlardı. Biz radyo binasında olduğumuz için (yalan söylüyorum, bina yerine EBİ yurdunun altındaki minik yayın odamız ve dışarıdaki "container" demeliyim!) gelişmelerden haberdar değildik ama oradan gelen arkadaşlarımız Gorbaçov'a yumurta atıldığını anlattılar. Biz anlatılanlara gülüp Gorbaçov'un kafasındaki iz ve yumurta ilişkisi üzerine yorumlar yaparken ikinci bir haber geldi. Aslında Jandarma'nın kontrolünde olan ODTÜ'de gruba çevik kuvvetin müdahelesi eklenmişti. Ve işte asıl olaylar ondan sonra patlak verdi.
Olanları göremiyorduk ama haberler bize de ulaşıyordu. Gorbaçov'un konuşması ODTÜ adına tarihi bir etkinlik olduğu için konuşma Radyo ODTÜ'den de kısa bir süre gecikmeli olarak yayınlanıyordu. Masa başında konuşmayı takip ederken (doğrudan rektörlükten ya da jandarmadan olduğunu tam hatırlayamıyorum) gelen telefonla konuşmayı kesip müziğe dönmem istendi. Söylendiğine göre kalabalık bir grup, konuşma canlı yayınlandığı için radyoyu hedef almıştı ve bizim tüm kapıları kapatmamız, içeride kalmamız gerekiyordu.
Sonuçta bu anlamda korkulan olmadı. Öğrenciler radyoya değil, yurtlar bölgesine gittiler, 1.yurt "işgal edildi", Jandarma kontrolündeki Yüzüncü Yıl kapısında ateşler yakıldı, geç saatlere kadar halaylar çekildi. Biz de sessiz sedasız devam ettirdiğimiz yayınımızın ardından evlerimize dağıldık.
Resmi bilgilerden haberdar değilim ancak olayların ardından 100'den fazla öğrencinin önce gözaltına alındığı ardından da okuldan atıldığı söylendi.
Bu yaşananlar ve devamında rastladığım birkaç olay, ODTÜ'de o dönemler Jandarmanın kabul gördüğünü ancak polise kimsenin tahammülü olmadığını göstermişti. Bir defasında üçlü amfinin karşısındaki çimlik alanda oturan birinin pantalonunun kenarında bir silah görünmesiyle birlikte insanların bir anda nasıl üzerine çullandıklarını, cebinden polis kimliğini bulup çıkardıklarını, neredeyse linç edeceklerken birilerinin müdahele ederek kalabalığı sakinleştirdiğini ve sivil polisi jandarmaya teslim ettiklerini an be an izlemiştim.

Hafızamın bir köşesinde bu sahneler tozlanadursun, bu sabah ODTÜ Teknokent'teki ofisime doğru yol alırken gördüğüm TOMA araçları ve onlarca polis önce şaşırttı beni, sonra da fena halde keyfimi kaçırdı. Aslında, Teknokent'te çalışan kitlenin apolitik duruşunu çok iyi bildiğim için kendimce muziplik yaparak Twitter'a "ODTU Teknokent'te polisler ve TOMA araçları... Niye ki, çok burjuvayız, olaya karışmayız biz aslında(!)?" yazdım. Derken olaylar gelişmeye başladı ve devamını herkes biliyor.
Açık olmak gerekirse, tepkilere ve eleştirilere neden bu kadar tahammülsüz olunduğunu aklım asla almıyor. Eleştiriyi dinler, tepkiyi gözlersin. Haksız olduklarını düşünüyorsan "Eyvallah" der, yoluna devam edersin. Tepkiyi abartırsan, sadece kahramanlar yaratır, karşındaki kalabalığı çoğaltırsın.
Aşağıdaki görüntüleri öyle çok da fazla kanalda göremediniz. Çünkü zamane Türkiye'sinde kimse iktidarı eleştirme cesaretini gösteremiyor. Karikatürlere bile tahammül edilememesi de bana normal gelmiyor. Kimseye haksızlık etme, kimseleri de yanlışlarını gözardı edip ilahlaştırma niyetinde değilim ama ülkeyi yönetenlerin gözüyle bakarsam da karşıma en iyi ihtimalle şu kavram çıkıyor: "Haklıyken haksız durumunda düşmek!" (Haklı olduklarını düşünmüyorum, o ayrı...)
Yolumun bir şekilde ODTÜ'den geçmesinden gurur duymama sebep aşağıdaki görüntülerdir. Tepki göstermenin, ince mesajlar vermenin çok zekice yolları da vardır. Polis barikatını yastık yapıp uzun eşek oynarsan, yastığa çok şey anlatıyorsundur aslında... Biliyorum, o aşamaya gelmesi senin tercihin değil belki ama taş atıp, yumruklayarak ya da biber gazı ve jop yiyerek anlattığından çok daha fazlasını hem de!



Keşke herşey burada bitseydi. Yani öğrenciler bunu yapıp eylemi bitirebilseydi, polis sessizce izlemeye devam edebilseydi.

Son haftalarda öğrenci eylemleri artmaya başladı. Bunun bazen amacını yitirip bir moda haline dönüşmeye başladığını da düşünüyorum açıkçası. Ama asıl meselenin bu eylemlere "orantısız" tepki gösterilmesinin, tahammülsüzlüğün ayarının kaçmasının ülkenin en önemli sorunlarından birisi olduğunu anlamak hiç de zor değil. Ülkeyi yönetenlerden başlayın, işyerinizdeki patronunuza, okuldaki öğretmeninizden bazen anne babanıza kadar karşı karşıya kaldığınız "anlaşılmama" durumunu bu olaylardan sadece bir gün önce Yılmaz Özdil müthiş bir tespitle anlattı. Yukarıda yazdığım tüm satırları pas geçip sadece aşağıdaki yazıyı okusanız da aklımdakileri anlamış olursunuz.
Ne de olsa geçmişimde "her iki taraf"ca da "öteki"leştirilmişliğim var, bu satırların altına aynen imzamı atmak hakkımdır.

***

Gençlik insanın başına hayatta bi kere gelir... (Yılmaz Özdil)

Hazır ortalık sakinledi... Sakin sakin konuşalım.
59 yaşındaki YÖK Başkanı, koltuğa oturur oturmaz, ilk iş ne yaptı biliyor musunuz?
Motosiklet aldı.
İçinde ukteymiş.

Çünkü, sağ-sol, ideoloji meselesi filan değildir aslında yaşananlar... “Gençliğini yaşayamamış insanlar” tarafından yönetiliyor Türkiye... Gençleri anlamama sebepleri bu.

Hani, üniversite yıllarından suratını hayal meyal hatırladığınız, varlığıyla yokluğu bir, hafızanızı zorlasanız bile ismini çıkaramadığınız tipler vardır ya... İşte onlar yönetiyor.

Elbette onlar da 20 yaşında, 25 yaşında oldular, ama, hiç genç olmadılar. Vazgeçtik kafelerde yan yana oturup laflamayı, fakülte kantininde bile kızlı-erkekli ortamlarda bulunmadılar.

Gençliğin adeta uzvudur mesela, gitar... Ne kadar uzak onlara... Plajda yakılan romantik bir ateşin etrafı, dağcılık kulübünün kurduğu kampın çadırı, amfide şamata, kampustaki şenlikte mırıldanan aşk şarkıları veya yılbaşı partisi, belki alt tarafı bi bira... Ne kadar uzak.

Dar çevrelerinin Çin Seddi gibi eşiklerine esir büyüdüler maalesef... Kanları kaynamıştır, istemişlerdir mutlaka. Aşamadılar. Aşanlara kızmaları ondan... Halbuki, hayatında bi kere olsun dağıtmadan, nasıl toparlanır insan? Hangi sınırdan bahsedebilirsin, özgürlüğü tatmadan?

İnanmazsanız, açın özgeçmişlerini... Hayat baharının en güzel dört senesi “şu üniversiteyi bitirdi” diye geçiştirilen, kupkuru üç kelimeyle özetlenmiştir. Anaları babaları, ilkokul dönemi, sonra zart diye atlar, siyaset sahnesindeki binlerce fotoğraf... Arası boştur! Üniversite yıllarına dair hatıra fotoğrafı olabilmesi için, hatıra olması lazım öncelikle... Yoktur.

Sorsalar bana, king bilmeyeni milletvekili bile yapmamak lazım... Ki, briçi kumar zannedip, spor olduğunu kavrayamadan mezun oldular. Zaten, spor ayakkabı giymeden emekli oldu çoğu... Apo’nun bile Bekaa’da kız militanlarla voleybol oynarken fotoğrafı var, bunların var mı? Güya kültür dersi veriyorlar bize, hangisinin halkoyunu oynarken fotoğrafı var? Tiyatro?

Mayo giymeden büyüdüler, mayo... Bülent Arınç, Beşir Atalay... Aileleriyle şezlongda güneşlenirken düşünebilir misiniz? Bırak düşünmeyi, Allah bilir, mahkemeye bile verebilirler beni... Bu kadar normal bir insan davranışı üzerinden kendilerini örnek verdiğim için.

(Bakın, peşin peşin söyleyeyim, mahkemeye verirseniz, Kürşad Tüzmen’i şahit gösteririm... Çünkü, mayo giymeyi anormallik kabul etmeyen Kürşad Tüzmen’e gidin sorun, yumurta fırlatan gençlerin heyecanını da anlıyordur, sahillerin AKP’ye neden oy vermediğini de.)

İyi yönetilen devlet, iyi yönetilen üniversite, iyi yönetilen gazete, iyi yönetilen banka, hepsini inceleyin... Hepsinin başında, gençliğinin hakkını vererek yaşamış yöneticiler görürsünüz.

En vahim gençlik hatası...
Gençliğini yaşamamaktır.

Türkiye’nin durumu vahimdir.

***
Ek: Bir arkadaşım bu yazıdan sonra mail gönderdi. "Olayları sadece Zaman'dan mı takip ettin?" ile "AKP yandaşı mısın?" cümle/imaları arasında gidip gelen sorular sordu. Önce "Amanın!!..." dedim. Sonra durumu farkettim; demek ki, burayı her okuyanın alt metinleri, anlatılanları, "taraf"ımı ve iyi niyetimi anlayamaması ihtimalini de kabullenmeliyim. Ona verdiğim cevabın bir cümlesini buraya da ekleyerek, onun dışında da böyle düşünenler varsa, yazılanları biraz daha dikkatli okumalarını salık vermem gerekiyor.
Ben genelde "Seni Seviyorum"u "Seviyorum" kelimesini kullanmadan anlatmayı sevenlerdenim...