9 Ekim 2020 Cuma

Doksandan Sonra

 


Doksandan Sonra Ocak 2020'de TRT Radyo 3'te yayına başladı. Önce Pazar günleri yayınlanan program, Pazar akşamlarına Bir Filmde Duydum adında başka bir program hazırlamaya başladığım için, aynı gün iki program olmaması amacıyla Cumartesi gününe kaydırıldı. Saat 12.00 haberlerinin hemen ardından radyolarda olmaya devam ediyor. Programdan örnek birkaç kesit için Doksandan Sonra Instagram hesabına göz atabilir ya da eski programları dinlemek için TRT Podcast sayfasını ziyaret edebilirsiniz.

Buradaki yazı, Bir Dünya Müzik dergisi Ağustos 2020 sayısında yayınlandı.

DOKSANDAN SONRA

Bir kural gibi söylemek doğru olmaz ama müziğin her dönemini, öne çıkan tarz ve özellikleriyle anlatmak genel olarak mümkün. Örneğin 60’larda rock’n roll coşkusunu, 70’lerde özgür ruhların ritimli seslerini, 80’lerde synthesizer ile yavaş yavaş elektronikleşmeye başlayan müziği duyduğumuzu söyleyebiliriz. 1990’lı yıllarla birlikte her şey biraz daha farklı bir yola girmeye başladı çünkü dünya kendisini hızlı bir değişimin içinde buldu. Özellikle internet kavramının hayatımıza dahil olması, daha önce hiç tahmin edilemeyen bir hızla yaşadığımız gerçek bir dönüşüme sebep oldu.

Yıllar boyunca dünyayı hep diken üzerinde tutan soğuk savaşın sona ermesi ve Yugoslavya’nın bölünmesiyle farklılaşan Avrupa coğrafyasından, iklim değişikliği ve gerginleşen dünyaya kadar olumlu-olumsuz birçok gelişme yaşanırken, teknoloji de her bir gün hayatımıza yeni ürünler eklemeye başladı. Cep telefonlarından dizüstü bilgisayarlara, giyilebilir teknolojilerden mp3 müzik çalarlara kadar tanıştığımız her cihaz sadece hayatımızı kolaylaştırmakla kalmadı, aynı zamanda yaşam tarzımızı da değiştirdi. Elbette müzik de bu değişimden nasibini aldı.

90’lı yıllarla birlikte müziğin içerik olarak da tarz olarak da önemli bir devinime girdiğini görüyoruz. Bu süreçte Take That, Spice Girls, N’Sync gibi proje grupları, müzikle beslenen önemli yardım kampanyalarını, alternatif rock müziğin yükselişini, dans ritimlerinin öne çıkışını, rap tarzının dünyaya yayılışını izledik. Bir yandan da politikacıları eleştirerek değişim başlatan şarkılar kadar, hiçbir şey anlatmamasına rağmen sadece birkaç kelime ile çok popüler olanlara da şahit olduk. Yani aslında müzik dünyasının da, 90’ların kendisi kadar kafası karışıktı. Bazen dünyadaki gelişmeler müziği etkiledi, bazen de müzik ve müzisyenler dünyanın gündemini etkilediler. İşte bu yüzden biz 1990 yılıyla başlayan sürece “Dünyanın müziği, müziğin de dünyayı değiştirdiği dönem” diyoruz ve o dönemin şarkılarını, o dönemin hikayeleriyle birlikte Doksandan Sonra’da buluşturuyoruz.

Doksandan Sonra’yı Selim Karakaya hazırlayıp sunuyor. Aslında bu durumun temelinde de mantıklı bir gerekçe var. Selim Karakaya, yayıncılık hayatına 90’larda başlamış ve o dönemin müziğine sadece dinleyerek değil, yaşayarak da şahit olmuş. ODTÜ’de mühendislik okurken öğrenci toplulukları sayesinde yeni bir oluşuma dahil olarak, yaklaşık bir yıla yayılan hazırlık çalışmalarının ardından Ocak 1995’te Radyo ODTÜ’nün kuruluş ekibinde yer almış. Benzer şekilde 1998 yılında da yine Ankara’dan ulusal yayın yapan ilk özel radyolardan biri olan Radyo Mydonose’un kuruluş ekibine dahil olmuş. Her iki radyoda da yayın ekibinden yöneticiliğe kadar hemen her görevde bulunmuş, ayrıca radyolar adına çeşitli konserler, etkinlikler, turneler organize etmiş. Yani 90’lı yılları hem mikrofonun yayın tarafında, hem de sahada deneyimlemiş ve bütün bu gelişime, değişime şahit olmuş. Bu deneyimle birlikte sadece bir anlatan olarak değil, bir yaşayan olarak da dönemin müzik hikayesini radyoya aktarıyor. Program sağlam bir araştırmayla da desteklenince ortaya hem eğlenceli, hem de arşiv niteliğinde bilgilendirici bir dönem yayını çıkıyor.

Doksandan Sonra’da her şeyden önce şarkıların hikayeleri var. Bu bazen bir şarkının yazılış şeklinin hikayesi olduğu gibi, bazen de şarkının neden yazıldığı ya da yazıldıktan sonraki etkisi olabiliyor.

Örneğin, R.E.M.’den Michael Stipe, Drive şarkısının onun için çok özel olduğunu söylediğinde, ondan duygusal hikayeler duymayı bekliyoruz. Oysa Michael, ilk defa o şarkıyla birlikte daktilodan bilgisayar klavyesine geçtiğini anlatmış. Meğer şarkıları asla el yazısıyla yazmazmış, el yazısının şeklinin şarkının duygusunu farklı hissettirdiğini düşünüyormuş.

Lenny Kravitz o meşhur Fly Away şarkısının melodisini, stüdyoya yeni getirilen amfinin sesi iyi çıkıyor mu diye denerken bulmuş.

No Doubt grubunun efsanesi Don’t Speak, aslında Gwen Stefani’nin kardeşi Eric’in yazdığı bir şarkı olarak yola çıkmış. Ancak Gwen, onu bir ayrılık şarkısına çevirmiş ve bambaşka bir havaya bürünmüş.

Tarihin en çok yeniden yorumlananlarından biri olan The Proclaimers’ın 500 Miles şarkısı, grup üyelerinden Craig Raid maça giderken kaç basamak çıkacağını düşünürken ortaya çıkmış.

Bir yandan da 90’lı yılların şarkılarının gücü ve döneme etkisi var.

Örneğin, Paul McCartney’nin birçok müzisyeni bir araya getirerek yeniden yorumladığı Come Together sayesinde dünyanın çeşitli yerlerinde açlıkla mücadele eden çocuklara dikkat çekiliyor ve yardım götürülmesi sağlanıyor.

Bir başka örnekte, birçok isim ve toplumsal lider bir araya geliyor, iklim değişikliğinin hayatImıza etkisini anlatarak Beds Are Burning şarkısını yorumluyor. Grup adına da azalan zamanı temsil etmesi için Tck Tck Tck denerek farkındalık sağlanıyor ve önemli politik adımlar atılıyor.

Soul Asylum, Runaway Train şarkısının klibinde kayıp çocukların fotoğraflarını yayınlayarak onlarcasının bulunmasını sağlıyor. Öyle ki, yeni fotoğraflarla yeni klip hazırlanmasına ihtiyaç duyuluyor ve oradan da bulunanlar oluyor.

Bütün bu özel çalışmalar, insanın aklına USA For Africa projesinden bir anekdot getiriyor. Dönemin en ünlü isimlerini bir araya getiren bu özel şarkının kayıtları için stüdyoya gelen her sanatçıyı kapıda büyük harflerle yazılmış bir uyarı karşıladığını anlatmıştı Stevie Wonder. Lütfen egonuzu dışarıda bırakın!

Müziğin aslında kişiler kadar topluma da hizmet eden bir üretim olduğunu biliyoruz. Ama onca renkliliğe ragmen, gösteri dünyasında bireysel olarak yaşamak ve tutunmak gerçekten çok zor. Yıllar boyunca üretmeye devam eden isimler kadar, tek şarkıyla silinip gidenler de var. Yani tutunanlar ve tutunamayanlar. Yani aslında hayatın ta kendisi aslında. Artık herkesin kısa şöhretlere sahip olmaya başladığı dönemde, yani 90’lar ve devamında, bize güzel müzikler dinletmiş olan her bir isme saygımızı, onların harika şarkılarına da sevgimizi göstermek için her hafta buluşuyoruz.

Doksandan Sonra, dünyanın müziği, müziğin de dünyayı değiştirdiği dönemden seslenmeye devam ediyor.

17 Nisan 2019 Çarşamba

Nasıl Bu Kadar Çok Seyahat Edebiliyorsun Selim?


Şu fani ömrümde ‘Nasılsın?’ sorusundan çok bununla karşılaşmış olabilirim. Bunun bir de dile getirilemeyen, yüze söylenemeyen versiyonu var, ‘Nereden buluyor bu kadar parayı?’ diye.
Aklınıza başka bir şey gelmesin, iyi niyetle yazıyorum bunu. Ben de soruyordum çünkü bazen. Özellikle de ‘Hiç param yok, öldüm bittim.’ diye sürekli ağlayanların para harcama konusunda nasıl bu kadar sınırsız ve ölçüsüz davranabildiklerini hala bazen anlamakta zorlanıyorum. Ama zamanla gördüm ki, ‘seyahat etmek’ kavramını hayatında doğru yere ve doğru parametrelerle koyarsan, her şey mümkün.

Ben şimdi size zamanla kendim deneyimleyerek öğrendiğim ve seyahat etmeyi hayatımın merkezine yakın bir yere konumlandırmamı sağlayan bazı küçük taktikleri anlatacağım. Tabii ki bu konuda uzmanlaşmış çok değerli insanlar var, bloglarda, dergilerde, televizyonda, çeşitli internet mecralarında önemli detayları paylaşıyorlar. Yani sorunuz 'Nasıl ucuza bilet alabilirim?' ise, aslında bunun cevabı çok değişken. Onları saygıyla selamlayıp, benim için en kıymetli ayrıntıyı en başa yazarak başlamak isterim:
Seyahat etmenin sizin için ne demek olduğunu kendinize doğru tanımlayarak başlayın. Yeni yerler keşfetmek mi, yeni insanlar tanımak mı, sadece biraz uzaklaşıp kafa dinlemek ki, sosyal medyaya fotoğraf üretmek mi, yemek içmek mi? Sonrasını planlamak biraz daha kolay olacak.




Seyahat etmenin parayla, pulla, zamanla ilgisi yoktur. Yani vardır elbette ama o kadar da yoktur. Aslında merakla ve ufukla ilgisi vardır, mantıkla ilgisi vardır, akıllı olmakla ve doğru planlamayla ilgisi vardır. Fırsatları iyi takip etmekle ve niyetlenmekle ilgisi vardır. Ve en çok da seçmekle ilgisi vardır. Kimileri mala mülke yatırım yapmayı seçerken, sen kendine yatırım yapmayı seçersin. O da haklı kendince ama sen de haklısın. Sen de bazı şeylerden vazgeçiyorsun bunu yaparken, hiçbir şey oturduğun yerde altın tepside sunulmuyor. Uğraşıyorsun, emek veriyorsun, çabalıyorsun. Önce sen de hayatını kazanmaya, evini geçindirmeye çalışıyorsun. Belki biriktiriyorsun, belki eline geçeni önce bu kumbaraya atıyorsun. Belki de hayatındaki şımarıklık hakkını böyle kullanıyorsun. Ya da kimbilir, bazen de hayatından çalınan çocukluğunu, gençliğini yerine koymayı deniyorsun yavaş yavaş. Bilemezsin, bilemezler. İşte bu sebepten en çok; kimse kimseyi yargılamamalı, kimse kimseye haksızlık etmemeli. Herkes kendi yolunda, herkes kendi doğrularında başkalarına omuz atmadan, yolun keyfini çıkartarak yürümeli. #hayat #seyahat
A post shared by Selim Karakaya (@selimkarakaya) on


Daha önce Amerika seyahati ile ilgili uzun bir ayrıntılar dizisi anlatmıştım ve oradaki bilgiler çok ilgi gördü. Eğer aklınızda öyle bir seyahat varsa sizi şu sayfaya alalım.

Seyahat etmeye niyetlenildiğinde en büyük iki masraf kalemi ulaşım ve konaklama oluyor. Ben burada uçuş maliyetlerini azaltabilecek deneyimlerimi ‘doğru faydalanmak’ konseptiyle detaylandırmak istiyorum. Anlatacağım şeyler başta hepinize tanıdık gelebilir ama ben onlardan farklı ve doğru faydalanmak için ne yapabileceğinizi anlatacağım. Özellikle paragraf sonlarında önemli notlar olacak.


4 Ocak 2019 Cuma

Anneler ve Ahkamlar


Uzun bir koridor.
Uzun koridorlar hep tedirgin eder beni. Özellikle de geceleri. Özellikle de hastanelerin uzun koridorları geceleri.
Özellikle de annen orada çaresi bilinemeyen, bulunamayan bir illetle mücadele ederken.
Ve sen aslında çok uzakken, ama bir o kadar yakın olmak zorundayken.
Elinden bir şey gelmezken, gelemezken, ama yine de elinden gelenin de fazlasını yapmaya çabalarken. O ikilemde kafan allak bullakken.
Evine de yabancıyken, yabancılara da el iken, yani hiçbir yere ait olamazken ve herkes için öteki olurken. Arada salınıp dururken.

Hadi size en direktinden bir soru sorayım.
Annenizin memelerini gördünüz mü hiç?
Ne oldu, ne geçti aklınızdan, irkildiniz mi, sinirlendiniz mi, garipsediniz mi? İşte yine kiminiz o yaftalarla, o ahkamlarla dalıverdiniz sınırların ardından bir başkasının dünyasına. Bilip bilmeden yapıştırdınız belki de o çok sevdiğiniz ‘zaten o da…’ diye başlayan çokbilmişliklerinizi.
Durun bakalım bir dakika!

Ben gördüm.

Yatağından kalkamazken kucakladım onu. Tuvalete gitmesi gerekiyordu. ‘Yavrum, belin…’ der oldu bir an, yerden bir kalem bile alırken belime saplanan ağrıları bildiği için.
Bak mesela sen bilmiyorsun. Belki sen şu anda birçok gece kaç saatimin inleyerek geçtiğini bilmiyorsun ama biraz yorgun ve uykusuz kaldığımda ‘Ama hadi sen de!’ diye kestirip atmak çok kolay senin için. Ya da mesela içime attıklarımla yarattığım mide ağrılarımın dönüştüğü reflünün, bel fıtığımla bir araya geldiğinde bana neler çektirdiğini pek de tahmin edemiyorsun. Edemeyebilirsin elbette, ben söylemedikçe nereden bileceksin ki, haklısın ama bir ‘acaba’ bile koymuyorsun bu tarafa.
Bak sana ilginç bir bilgi vereyim, ileride lazım olabilir. Reflü olduğun için belden yukarını, özellikle de başını biraz yüksekte tutman gerekiyor. Bunu yapmazsan mide kapakçıkların nazlı nazlı zorlanarak, sana gırtlak kanserine kadar ilerleyebilecek beklenmedik hediyeler sunabilirler. E ama öte yandan bu kadar eğik yattığında bel ağrıların dayanılmaz bir hal alıyor. Nasıl, beğendin mi? Ne kadar tatlı bir döngü değil mi? Ama bazen benim sağlıksız halime bakıp ‘Bu da kendine bakmıyor!’ dedin ahkamı kestirip attın. Bir acaba ihtimali bırakmadın orada.
Aferin!

Belimin ne durumda olduğunu düşünecek halim yoktu. Annemi kucakladım ve tuvalete götürdüm. Henüz klozet kapağını kaldıramayıp, kapağın üzerinde ihtiyacını gidermek zorunda kalacağı günlere gelmemiştik. Onun bu durumu kendisine yakıştıramayacağı için kısık kısık ağlayacağı, benim de dünyanın en titiz, en temiz kadının bu çaresizliğine dayanamayıp kısık kısık ağlayacağım, ikimizin de bunu bileceği ama ikimizin de birbirimizi utandırmamak için birbirimizin gözlerine bakamayacağımız, saklanıp susacağımız günlere gelmemiştik.
Biliyor musunuz, annemin gözlerini almışım ben, küçük, çekik, kısık, hep bir şeyler anlatmak isteyip de hep susan insan gözleri. Mesela, sen oradaki, yaptığım bir espriyi beğenmediğinde ‘2010 KPSS ile mi girdin radyoya’ diye laf sokan sevgili dinleyen, benim zaten kadroda olmadığımı, geride ne zorluklarla tırmaladığım yirmibeş yıllık deneyimimle buraya geldiğimi, o senin sevmediğin esprilerin bazen aslında zaten özellikle espri olmadığı için yapıldığını ve esasında bir mevzuyu başlattığını hiç bilemedin. Ve belki de senin bana oturduğun yerden laf soktuğun o gün, benim yayına annemin krizleriyle mücadele ettiğim bir gecenin daha sabahında, onu o çaresiz haliyle hastanede bırakıp geldiğimi ve en şahanesinden ses tonumu takınıp sizleri eğlendirmeye çabaladığımı, bu durumları hiç çaktırmamak için uğraştığımı bilemedin. Ve hatta o yayından belki de sadece birkaç saat öncesinde bir hastane odasında tuvalette bok temizlediğimi hiç bilemedin. Sen beni laylaylom hayatımdan gelip sana artistlik yapıyorum sandın. O geceyi nasıl bitirdiğimi hiç bilmedin. Onları gözümün içime bakarak da söyleyebilecek cesarette olup olmadığını merak ediyorum bazen. Ama sen benim gözlerime baktığında yine bir şey anlayamayacaktın, o geceyi ve devamını yine bilemeyecektin.
Bilemeyebilirsin, bilmek zorunda da değilsin elbette. Çok da üzerine alınma lütfen. Senin doğal olarak bilmediklerini, yanıbaşımdaki sözde ‘çok iyi tanıyan’ insanların da birçoğu bilmediler, bilemediler, bilmek için hiç gerek duymadılar. Seninkinden daha beter ahkamlarla asıldım ben yıllarca. Yazmıştım bir zamanlar, sustum hep ben ve sustukça suçlandım hep ben. Susunca suçlanmak adettendir, çok iyi bilirim.  Etrafımdaki insanların ahkamlarından bıktım usandım ama yine de sustum.


Annem birkaç dakika sonra seslendi bana. Pijamasını değiştirmek istiyordu. Temizini getirdim. Ellerine uzattım. Pijama diyorum bakın, pijama, ne kadar ağır olabilirdi ki? Tutamadı. Tüy gibi hafif pijamayı düşerken tuttum. Öyle çaresiz bakıyordu ki. Ağlamasını istemedim. Sanki dünyanın en doğal şeyiymiş, sanki geride kalan yıllar boyunca bu işi hep ben yapmışım gibi, sanki ben anneymişim gibi tuttum kollarından.
‘Hocam, gerçek hayatta ne işe yarayacak bunlar?’
Ben cevap vereyim. Bu kadar yıl yayıncılık yaptıysan, için fokur fokur kaynarken bile çok sıradan bir şeymiş gibi en eğlenceli ses tonunu takınıp annene gülümseyebilirsin. Bilmemkaç yıldır öyle günlerde çıktım da konuştum ki o mikrofona, bir sefer de anneme takayım maskemi ne olacak ki? Gerçi anne işte, herkesi ikna edersin ama o anlar, herkese takarsın o maskeyi ama o bilir. Olsun. En taze sesimle tuttum üzerindeki pijamasını kollarının altından, çektim çıkardım. Hemen elleri memelerine gitti. Aslında memesine demeliyim, zira bir tanesini zaten yıllar önce bu hastalığı ilk öğrendiğimizde aldırmak durumunda kalmıştık. Yani aslına bakarsanız öyle çekinecek bir durum da yoktu. Ama o kadar utandı ki, o kadar utandı ki annem. Oğlundan utandı. Kendi canından çıkardığı, büyürken her halini gördüğü, bildiği oğlundan.
Aslına bakarsanız, o zamanlar da bildiğimi düşünmüştüm ama galiba tam da şimdi net olarak anlıyorum. Ben şu anda neden ağlıyorsam bu sahnenin tarif cümlelerini yazarken, annemin de o an tam da o yüzden sesinin titrediğini artık biliyorum.
Gülümsedim anneme. ‘Ya oğlunum ben senin, görsem ne olacak, rahat ol annem!’ dedim. Ellerini bıraktı ve gülümsedi. Allah’ım, o kadar özlemiştim ki onun gülümsediğini görmeyi. Giydirdim pijamalarını. Yine kucakladım. Belim nasıl ağrıyordu anlatamam. Annemin ağırlığından değil, zaten küçücük kalmıştı. Birkaç gün önce eğilemediği için çoraplarını giydirirken farketmiştim ne kadar küçüldüğünü. Minicik ayakları vardı. Acaba o da çocukken çoraplarımı giydirdiğinde böyle mi bakıyordu benim ayaklarımın küçüklüğüne diye düşünmüştüm ama bu başka bir şeydi. Yani iyice hafiflemiş, iyice küçülmüştü aslında. Fakat bana her şey ve herkes gibi o da ağırdı o günlerde işte, ne yapayım.
Onun gülümsediğini, benim de mutlu olduğumu sanmıştım bir anlığına. Buna inanmak istemiştim demek ki. Pek de öyle değildi galiba aslında.

Odadan çıkışım, inleyen hastaların, sızlayan refakatçilerin, kendi aralarında gülerek muhabbet eden hastabakıcıların, asık suratlı güvenlik görevlilerinin arasından koşturarak geçişimi hayal meyal hatırlıyorum. İlk kaldığım gece, yani kim bilir kaç kaç gece önce bilgisayarla iş yapabileceğim sakin bir ortam ararken bulmuştum bu koridoru. Gündüzkü hengamenin aksine gece çok sakindi, gece ölüm sessizliği oluğunu, kimsenin gelip gitmediğini farketmiştim.
Sahi, bir yandan da Türkiye sorumlusu olduğum Amerika şirketinin işlerini yetiştirmem gerektiğinden bahsetmemiştim değil mi? Dört yıldır onlarla çalışıyordum ve öncekilere eklenen o dört yıldır da annemi hastalığından kurtarmaya çalışıyorduk. Ve etrafımdaki birçok ‘yakın’ insan sesini çıkartmazken, onlar bana her fırsatta durumu soruyorlar, ellerinden bir şey gelip gelmeyeceğini öğrenmeye çalışıyorlardı. Ben de daha istekle onların işlerini tamamlamaya çalışıyordum.
İşte o sayede bulup öğrenmiştim burayı. Benim geceleri televizyon başında pineklerken onların paylaşımlarını gördüğümü zanneden bazı arkadaşlarım, aslında o gecelerde hastanenin bu koridorunda iyice daraldığımda bir nebze kafa dağıtmak için sosyal medya karıştırdığımı hiç bilemediler, alaycı alaycı ‘Gece yine takılıyordun…’ demelerine neden gülümseyip geçtiğimi anlamaya hiç gerek duymadılar.
O koridora nasıl gittiğimi bilmiyorum. O demir koltuklar kollarıma buz gibi dokunurlarken kendimi bırakıp, yalan değil titreyerek hüngür hüngür ağladığımı da kimse bilmedi.
Annemin çaresizliğine mi, gördüğüm manzaraya mı, orada tüm bunlarla yalnız başıma mücadele etmek zorunda kalışıma mı, yoksa kendi düştüğüm duruma mı, çocukluğuma mı, vazife gibi davranışıma mı, bunları düşünmek zorunda kalışıma mı bilmiyorum.
Ağladım, ağladım, yıllardır biriktirdiğim sabır yaşlarımı özgür bıraktım. Rahatlayacağımı zannetmiştim ama daha da kötü oldum. Sonra toparlandım. Vakit azalmıştı, program vakti yaklaşıyordu. Yüzüme su çarptım, ayıldım, yapılması gereken işleri hallettim, toparlandım ve çıktım.
Saat sabah 9 olmuştu ve yayındaydık. Her zamanki gibi muhtemelen yine evden, yine güzel bir uykudan ve iyi bir kahvaltıdan geldiğimi zannediyordu herkes. Şimdi o yayın sabahlarının kaç tanesinde evden değil hastaneden geldiğimi ve bunu farketmediklerini çentik çentik sıralasam, çok üzülecek olanlar var, biliyorum. Bir de takmayacak olanları biliyorum, ki inanın hiçbir kızgınlığım olmadı, olmayacak onlara. Ama asıl takıyormuş gibi görünüp de sallamayan bencil iki yüzlü müsveddeler var, üstelik bazılarında akraba ya da arkadaş kisvesi. İşte onların seni koyduğu durumu ve o davranışları sana yutturduğunu düşünmelerini kabullenmek hep çok zor geliyor. Her şeyi unutup affediyorsun da, o sahneler hiç aklından çıkmıyor, çıkamıyor.
Eyvallah. Kimseden öyle bir beklentim yok, hiçbir zaman da olmadı zaten. Malum, herkesin elmasında kendi diş izleri vardı değil mi? Ama biz de o kadar aptal değiliz be dostum, artık sizin dışınızdaki herkesin sizden daha aptal olduğunu düşünmekten ne olur vazgeçin ne olur!

30 Temmuz 2015 Perşembe

Sezen, O Kadın, Yıllar ve Ümitler...


On yıl önce...
O küçük şehrin tek ana caddesinden ara sokaklardan birine sapıyorum.  Askerim. Haftasonu sadece birkaç saate sığan çarşı izninde önüne bir torba oyuncak koyulmuş çocuk gibiyim, ne yapacağımı bilmez halde oradan oraya koşturuyorum. Sonra kendimi bir internet kafeye atıyorum. Çok başka, çok canlı bir hayat yaşarken kendimi küçücük bir odada günlerimi geçirirken bulmuşum. Onca yıllık radyo deneyimimin karşılığı olarak geceleri kışlanın telefonlarına bakmakla görevlendirilmiş durumdayım! Şikayetçi değilim, o küçük odada tek başıma yaşıyorum geceleri, gündüzleri istirahatteyim. Son derece az insanla birebir bağlantıdayım, bir tür inziva halinde gibiyim. Ki o ortamda da az insanla iletişimde olmaktan başka bir isteğim yok. İşte bu yüzden, elime geçen ilk özgürlük fırsatında kendimi aşina olduğum o gerçek dünyayla buluşturabilecek tek bağlantıma koşuyorum. Arkadaşlarımın neler yaptığını, dünyada neler olduğunu bir çırpıda öğrenme çabasındayım.

On yıl sonra...
O küçük şehrin tek ana caddesinden ara sokaklardan birine sapıyorum. Bir şekilde yolumu bu şehre yeniden düşürebilmeyi başardım. Çok farklı hislerle, çok farklı gözlerle yürüyorum aynı sokaklarda. Sanki onca zaman içinde hiçbir şey değişmemiş gibi. Aynı caddede, aynı mağazaların arasında, aynı sokağa sapıyorum. Herşey hala hatırladığım yerlerde duruyor. Garip hissediyorum, bir bağlayıcılık yok. Yani istersem askerken bize yasak olan sokaklara girebilir, istersem akşam hava karardıktan sonra da insanlarla birlikte çay bahçelerinde zaman geçirebilirim. Evet, internet kafe de hala aynı yerinde duruyor. Önünde duraklıyor, içeriye bir göz atıp gülümsüyorum. Ardından yavaş adımlarla yürümeye devam ediyorum.

On yıl önce...
Sinemalarda Sezen’in şarkılarından yapılmış ‘O Kadın’ yeni oynadı. Şehirde uyduruk bir sinema var sadece. Orada da kimbilir ne zaman girer gösterime. Fragmanını defalarca izledim arka arkaya. Siz yokluktan deyin, ben özlemden diyeyim, delice bir istek var içimde, mutlaka geç olmadan izlemek istiyorum. Birkaç hafta önce kafenin yöneticisinden rica etmiştim ama muhtemelen o şehirde ve o grubun içinde benden başka kimse bu ruh halinde değildir, birkaç haftadır sürekli sallıyor adam. Umutsuzca giriyorum içeri, bir masa seçiyorum kendime ve küçük kapasiteli harici belleği bilgisayara takıp, kafenin filmler klasörünü açıyorum. Filmleri karıştırırken bir anda karşıma çıkıyor: ‘Sezen Aksu – O Kadın!’ Allah’ım, o kadar heyecanlandım ki! Sanki normal hayatımdan bir bölüm kaydedilmiş de, onu izleyip hatırlayacakmışım gibi tarifsiz bir mutluluk oturdu içime.

On yıl sonra...
Kafenin önünden geçiyor ve sonra her çarşı gününde kışlaya dönmeden önceki son durağıma uğruyorum. Günlerce hayaliyle tutuştuğum, lezzetine doyamadığım, bir porsiyon yedikten sonra her seferinde bir de ekmek arasında paket alarak kışlaya götürdüğüm köftecideyim. Çarşı akşamlarında geceyarısından sonra telefon trafiği rahatladığında tadını çıkarta çıkarta, yavaş yavaş, sindire sindire yediğim ve dünyanın en muhteşem lezzetlerini yaptığına inandığım köfteci. Heyecanla bir porsiyon söylüyorum. Ben ki, güzel yemek olduğunda herşeyi bir kenara bırakıp tadını çıkartan bir insanımdır, karşıma çıkan en ortalama lezzetle buluştuğumu farkediyorum. Bir önceki sabah karışık menemeni yerken de benzer şeyler hissetmiştim. Üstüste aynı duyguları yaşayınca parçalar yerine oturmaya başlıyor. Açık ve net; insan yoklukta ve yoksunlukta herşeye ve herkese layığından çok daha fazla anlam yüklüyor. Bunu hep aklımda tutmam gerek, özellikle de birilerini hakkı olandan çok yükseklere koyduğumda bunu hatırlatmalıyım kendime. (Ki, en çok yaptığım pişmanlık sonuçlu davranış biçimidir kendisi!)
Bu hayal kırıklığını pekiştirecek birkaç küçük takviyeden sonra seyahatim bitiyor ve yeniden yaşadığım şehrime, oradaki kadar olmasa da sıkıcılıkla nam salmış sokaklarıma dönüyorum. Tüm işlerimi tamamladıktan ve rutinime döndükten sonra akşam vakti televizyon kanallarını öylesine karıştırırken, herşeyiyle ucuz yaz dizilerinden birinde fonda bir şarkı çalmaya başlayıveriyor bir anda! Sezen’in ‘Biliyorsun’u duyulmaya başlıyor ekrandan. Filmin en can alıcı sahnelerinden birinde kullanılan o şarkı. Tarifsiz bir mutluluk oturdu içime!

On yıl önce...
Kafeden filmi hemen kopyalıyorum. Ufak tefek işlerimi bitirip izin süremin sonunu beklemeden erken bir saatte kendimi kışlaya atıyorum. Köfteciye uğramak, gece için paket almak aklımdan bile geçmiyor! O akşamı bir çorbayla geçiştiriyorum. Gecenin yoğun telefon trafiği bittikten ve saatler de geceyarısıyla uzun uzun vedalaştıktan bir süre sonra heyecanla bilgisayarı açıyor ve filmi izlemeye başlıyorum Öylesine mutluyum ki, her bir şarkıyı ezberleyene kadar dinliyor, her bir sahnesini aklıma kazıyıncaya kadar defalarca izliyorum...

On yıl sonra...
Dizide o şarkıyı gördükten sonra büyük bir heyecanla arşivimi karıştırıyorum, filmi buluyorum. Hemen izlemeye başlıyorum. Belki o ilk izleyişimdeki heyecan yok ama bu defa da her bir sahnesini ezbere bilmenin keyfiyle mırıldanıyorum şarkıları. Eski bir dostla yıllar sonra yeniden buluşup aynı samimiyeti yakalamış gibiyim. Bir yandan gülümsüyor, bir yandan o ilk izleyişimden sonra geçen yıllar içinde yaşamıma dahil olmuş mutluluklarla hüzünler arasında gidip geliyorum. Karmaşık duygular içindeyim.

On yıl önce...
Filmi sonraki gecelerde de defalarca izliyorum. İzledikçe aklıma bir şeyler geliyor, sürekli yeni yazılar yazıyorum. Zaten kitabım için sağda solda darmadağın ve yarım yamalak duran yazıları biraraya getirip yayıncıma hiç beklemediği bir anda göndermem ve basılması da o sürece rastlıyor.

On yıl sonra...
Filmi izlerken içimde farklı bir kıpırtı oluşmaya başlıyor. Yan bakışlarla köşedeki küçük tahtama ilişiyor gözlerim. Bu yıl içinde mutlaka yapmayı planlandığım maddelerden oluşan bir liste var. Listede yazdığım notların ne mutlu ki şimdiden hemen hepsini hayata geçirmişim ama üzerine çizik attığım iki tanesi göz kırpıyor uzaktan. Birinde yaşadığım şehri terk etmek vardı. Nereye olduğunun hiç önemi yoktu ama bu yıl içinde buradan gitmeyi kafama koymuştum. Ta ki, bir gün küçük yeğenimin o tahtayı bulup, notlarıma ek yaptığı bölümü görünceye kadar. Önce tam bir genç kız zerafetiyle onu burada bırakıp gitmemi asla istemediğini yazıyor, sonra da kendi tarzındaki tehditlerle bitiriyordu. O yüzden o maddeyi ‘evi değiştirme’ şeklinde masumca yenilemiştim. Bir diğeri de, bu yıl içinde ikinci kitabımı çıkarmak üzerineydi. Aslında herşey yıllardır hazırdı ama içime sinmediği için, yazdıklarımın o şekilde ortaya çıkmasının bana dönüş şeklinin acı vericiliğini, kalp kırıcılığını hatırladığım için vazgeçmiş ve üzerini çizmiştim. İşin garip tarafı şu ki, ister adına Evrenin mesajı deyin ister Allah’ın gösterdiği yol, ben hayatın işaretlerine açık seçik inanan bir insanım. Ve yaşadığım bu günün de bir işaret olduğuna inanıyorum. Belki de yeniden cesaretimi topluyorum...

On yıl önce...
Bambaşka kılıfların arkasına sığınmak için çok çabalamış olsam da, aslında o süreçte o filmi o kadar çok izlerken aklımda hep onun olduğunu hatırlıyorum. Hep zor, hep imkansız kılıflı, hep normal rutinin çok dışında aşklar yaşayan, hep mücadele isteyen ilişkiler için çok çabalayan biri oluşumla yüzleşiyorum bir kez daha. İkimiz de bunun mümkün olmadığını bilirken, ikimiz de hep bir umutla peşinden sürükleniyoruz o imkansızlığın. Birbirimize cesaret verirken geride durduğumuz, istemezken yan cebimizi açtığımız bir sürece rastlıyor bu filmi defalarca izleyişim. Sahnelerden mesajlar alıyor, şarkılardan hayaller kurup paylaşıyoruz. Bir yere varmayacağını biliyorum ama yine de bir hayal olarak da olsa orada kalmasını istiyorum. Katıksız, hesapsız, gerçek bakışlarla sevilmeyi ne kadar özlediğimi farkediyor, onun onca imkansızlıkta bana aşık oluşuna hayranlıkla kaptırıyorum kendimi. Olmayacağını bilmek bir şeyi değiştirmiyor, gerçek olduğunu gördüğün anda istiyor, imkansızlık ateşlerinin üzerine basarak ayakların yanarken inatla yürümeye niyetleniyorsun. Kaç adımsa kaç adım, ne kadar mesafeyse o kadar mesafe, kaç birim yürek çarpıntısıysa o kadar kalp ağrısı.. Meydan okumaya hazırsın!

On yıl sonra...
Yaşadıklarının ardından güvenini bir parça kaybetmiş, gördüklerinin arkasından yeniden sevebilmeye inancını az biraz yitirmiş ruh halinde olduğum günler birbirinin ardından koşturup ilerlerken, onu görüyorum karşımda. Hayatımın eşsiz işleyiş şekli sayesinde yine bir imkansızlıkla buluşuyor, içimde bir sır perdesi açıyor ve üzerini örtüyorum. Dinginliğini uzaktan izliyor, coşkusunu sıradanlığıma katık yapıyorum sessizce. Sonra yaşam bir başka yol çıkartıyor, sükunetim yerini maskeli cümlelere bırakıyor. Klişelerime takla attırıyor, keskin doğrularımı yanlış bildiklerimle dipdibe buluşturuyor, kafamı karıştırıp dikkatimi dağıtarak karambolde ona doğru adımlar atıyorum. Zaman mı çok değiştirmiş beni, yoksa esasında hep böyle miydim bilmez şekilde onu çözmeye çalışıyor, bana yaklaşıp yaklaşmadığını, birlikte yürümek isteyip istemediğini, benim olmaya ve onun olmama niyetli olup olmadığını anlamaya çabalıyorum. Ezberim tersdüz, insan sarrafı yeteneğim diplerde, anlayamıyorum. Geçen zaman içinde ruh halim bir noktada tıkanmış; ilgi duyduğum, kalbimin atışlarını hızlandıran o güzelliklerin beni bir çırpıda dost kategorisine koymalarından sıkılmışım, kimi zamanlar şark kurnazlığıyla yan cepte stepne gibi bekletilmeye çalışılmaktan daralmışım. Belli edesim, konuşasım geliyor ama insanevladının değişmekbilmez takıntıları varmış, öğreniyorum. Olmuyor, olamıyor. Ve ben Sezen şarkıları fonda, onu düşünürken ondan uzaklaşıyorum. Bilmek bir şeyi değiştirmiyor belki, evet biliyorum, ama senin sana yaptığını kimse sana yapmıyor aslında! Kendime kızıp, kendime küsüp yürüyorum aksak adımlarla.

On yıl önce...
İmkansız bir aşkın peşindeyim, mucizelere hiç bu kadar inanmadığımı düşünüyorum. Ama zaman eskitiyor hepimizi ve biz bir yere varamıyoruz...

On yıl sonra...
İmkansız bir aşkın peşindeyim, mucizelere hiç bu kadar inanmadığımı düşünüyorum.
Zaman eskitecek ikimizi ve biz bir yere varamayacağız belki, çok da umrumda değil. Gözbebeklerinin tam içine bakıyorum bazen, onu ne kadar sevebileceğimi haykırıyorum bakışlarımla. Anlamıyor. Anlıyorsa da işine gelmiyor. Ya da korkuyor, bilmiyorum. Belki de beni bir kenarda istediği gibi ve istediği kadar bekletebileceğini zannedenler kervanına katılıyor, kimbilir. Yaptığını zannediyor. Olduğunu düşünüyor. Oysa ben onu da tüm diğer zan insanları gibi kendi zindanlarıma kapatıyorum. O kilitlerin anahtarlarını da eline veriyorum ama içim rahat, nasıl olsa açmaya çalışmayacak, biliyorum. Peki ya onun adına konuşarak, düşünerek, karar vererek hataların en büyüğünü bizzat kendim yapıyorsam? O da bir ihtimal tabii, zevzek ihtimallerin en popüleri. Kimin kime ne zaman ve ne şekilde kaç adım yaklaştığını ya da kaç adım kaçtığını ne zaman ve nasıl anlayabiliyoruz acaba? 

On yıl önce, on yıl sonra....
Yıllar geçerken bazı hisler hep aynı kalıyor ve bu hisleri bazen en iyi Sezen tanımlıyor:
‘O sevgiler ki yoktular, onlar ümitlerimizdi...’

Bu yazının ardından Sezen Aksu - Unut dinlemenizi öneririm.
Bir de, lafın gelişi on yıl...

25 Haziran 2015 Perşembe

Modern Sabahlar vs. Modern Zamanlar


- Hoşçakalın...
- Hoşçakalın...
- Hoşçakalın...
...
- Günaydın...

Ve sessizlik...
Muhtemelen en fazla beş saniye sürmüştür. Dinleyen herkese çok daha uzun geldiğine eminim. Belki de birden araya girip ‘şaka la şaka’ diyeceğini bekledi birçok kişi onların. Ben demeyeceklerini biliyordum. Radyoda ‘yayın ölmesi’ diye bir tabir vardır çünkü. Bir saniye, hadi belki iki... Ama daha fazla sessiz olunamaz yayında. Dinleyici yayının gittiğini düşünür ve hemen başka bir kanala geçer. O kanaldan yeniden sana dönmesi de yaklaşık elli dakikaydı bir zamanlar araştırmalara göre. Yani yayını öldüremezsin. Hiçbir şey olmuyorsa potu açar, havadan sudan konuşmaya başlarsın ve o sırada aksaklık her ne ise onu bulup çözmeye çabalarsın ama o sessizliğe izin veremezsin.
İşte bu yüzden o sessizliğin ardından başka bir şey gelmeyeceğini biliyordum. Ege, Fahir ve Oktay her ne olursa olsun yayının ölmesine izin vermezlerdi. Verdilerse bir bildikleri var mutlaka dedim. O son ‘Günaydın’ın hep akılda kalmasını istediler belki de..

Sadece birkaç dakika önce, veda konuşmasına başlarken Fahir’in sesinin titrediğini farkettik hepimiz. Gözleri de dolmuştur ve kendini tutmuştur, ona şüphe yok. Bir hafta önce Fulya da aynı buruklukla veda etmişti. Yaptıkları son programlardaki alt metinlerden, Radyo ODTÜ’ye biraz haksızca veda etmek durumunda bırakıldıkları açıkça anlaşılıyordu. Bu kırgınlık, veda konuşmalarında her üçünün de seslerine yansımıştı. Ama ona rağmen vefayı atlamayıp ‘Modern Sabahlar’ı Modern Sabahlar yapan Radyo ODTÜ’dür’ cümlesini kurdular. Kendilerine yakışır şekilde. Ama buruk seslerle...

18 Ocak 2015 Pazar

Radyoya Bir Tost, Bir Portakal Suyu!...


Bundan altı yıl öncesiydi. Askerden yeni dönmüştüm, kafalar fena halde karışıktı! Geri geldiğimde daha önceki görevime kaldığım yerden devam etmek üzere holding CEO’su ile sözleştiğimiz Radyo Mydonose’da işler pek de iyi gitmemiş, satılma dedikoduları dolaşmaya başlamıştı. Biraz sert ve acımasız olmasıyla tanınan ama birebir çalıştığımız üç yıllık süre içinde onlarca yıllık eğitimle edineceğimden çok daha fazlasını öğrenmemi sağlamış olan yöneticimle holding ofisinde buluştuk. Bana eğer istersem sözünün hala geçerli olduğunu ama aslında yine aynı holdinge bağlı olan ve o dönemde hızlı bir yapılanmaya giren MyBilet’te görev almayı düşünüp düşünmeyeceğimi sordu. Bu tür sorular esasında pek de soru cümlesi değildir, yöneticinizin size duyduğu saygının ve nezaketin bir göstergesidir. İnternet sektörü gerçekten çok ilgimi çekiyordu. Kendisine büyük memnuniyetle yapacağımı ama tek bir şartım olacağını belirterek onun şaşkın bakışları altında şunu söyledim:

“Ama lütfen benim bir radyoda düzenli program yapmama izin verin, radyoyu bırakmak istemiyorum!”

Hayatımda bazı değişim süreçleri var. Bir önemli sürecin de böyle başladığına inanıyorum. Şu anda yapmakta olduğumu işimi de o dönemde edindiğim internet sektörü bilgim kadar, yayından kopmamış olmama da borçluyum.

Bu konuşmadan, yani benim MyBilet’te çalışmaya başlamamdan birkaç ay sonra TRT’nin Ankara’da bir kent radyosu kurmayı planladığını haber aldık ve devamında hikayesini Ankara The Best dergisinin Sonbahar-Kış 2012 sayısında yayınlanan bu röportajda okuyacağınız Haftaya Paydos süreci başladı. Önce TRT’de, ardından da röportajın gerçekleştirildiği süreçte Radyo ODTÜ’de Banu Tarancı ile birlikte yıllardır süregelen ve artık kardeşlik yakınlığına dönüşen dostluğumuzu sonunda frekanslara taşıma fırsatı bulmuş olduk.

Bir süre ara verdikten sonra, 12 Ocak 2015 günü itibariyle TRT’nin yeniden hayata geçen Kent Radyo Ankara projesinde hafta içi her gün 17:00-19:00 saatleri arasında yayındayız. Bizi Ankara’da FM 105.6 frekansından ya da internet aracılığıyla dinleyebilirsiniz. Ayrıca Facebook, Instagram ve Twitter hesaplarımızda da birlikteyiz.

Biz yeniden radyoda olmayı gerçekten çok özlemişiz, sizi de bekliyoruz.

(Röportajı dergiden okumak için sayfanın en altındaki görsellerin üzerine tıklamanız yeterli.) 

4 Ocak 2015 Pazar

Kafanda Deli Sorular!


-        . Selim sana bir şey söylemem gerek.
-        . Ne oldu?
-        . Artık sana bir şeyler anlatırken çekinmeye başladım.
-        . Neden?
-        . Yazarsın diye korkuyorum.
-        . Nereden çıktı şimdi bu?
-        . Yazdıklarına bakıyorum, hep başından geçenleri ya da hayatına girenleri anlatmaya başladın.
-        . Öyle mi düşünüyorsun?
-        . E baksana, ya sen varsın, ya da etrafındakiler var son yazdıklarına. İsim bile veriyorsun bazen.
-        . Onların gerçek isimler olmayabileceğini söylememe gerek var mı?
-        . İsmi değiştirsen ne farkeder ki? O dönemde seni tanıyan ve yanında olan biri rahatlıkla anlayacak kim olduğunu. Nokta atışı detaylar da veriyorsun sonuçta.
-        . Onların gerçek olduğu ne malum?
-        . Hadiii, uyduruyor musun yani hepsini? E kusura bakma ama o zaman resmen kandırıyorsun bizi. Bu daha büyük bir sahtekarlık!
-        . Kandırmıyorum ki. Varlar onlar. Ama her hikayede tek bir kişiyi anlatmıyor olamaz mıyım?
-        . Nasıl yani?
-        . Değişik insanların değişik yanlarını biraraya getirerek yeni bir karakter oluşturuyorum belki...
-        . Peki onu oluşturanların her biri gerçekten var mı hayatında?
-        . Bazen varlar, hatta bazen çok yakınımdalar, bazen de sadece çok kısa bir an yollarımızın kesiştiği biri.

10 Ekim 2014 Cuma

Sır Tutabilir Misin?


İkibinli yılların başlarındayız.
Radyo Mydonose'da yayın yapmanın dışında yeni görevlerle de ilgileniyorum. Kısıtlı bir ekipten oluşan departmanımızla iki radyonun neredeyse tüm projelerini yürütmeye çalışıyoruz. Mütevazı olmaya niyetim yok, yaptığımız işlere şimdi dönüp de baktığımda aklım almıyor gerçekten. O kadarcık ekiple böyle büyük projeleri nasıl çıkartabildiğimize hala inanamıyorum! Cevap çok açık belki de; ben çok sevdiğim bir işi yapıyordum ve çok güvenebildiğim (esasında hayalleri tam olarak bu olmasa da, en azından beni mahcup etmemek adına) işleri aksaksız yürütebilmek için fedakarca çalışan ekip arkadaşlarım vardı. Doğruya doğru, ben “show business” işinde olmaktan delice keyif alıyordum (ki hala da öyle), onlar da birlikte bir şeyler yapıyor olmamızı seviyorlardı.
Birçok organizasyonla, radyonun uzun zamandır aşağıya doğru ivmelenmiş “rating”lerini tersine çevirmeyi başarmıştık. Çok sayıda etkinlikte adımız geçiyordu. Bazılarına sponsor oluyor, bazılarını bizzat biz yapıyorduk. Gerçekleştirdiğimiz partilerde o dünyaca ünlü meşhur DJ’lerden önce/sonra biz çalardık. Gerçekten çok eğlenceliydi, her nasıl olursa olsun sahnede olmak hep çok büyülüdür. Kaldı ki, o büyüyü bireysel olarak sahne arkasında da yaşıyorduk. Bu büyük partiler sırasında dünyaca ünlü pek çok DJ’le tanışabilmiştim. Hatta  etkinliklerimiz sebebiyle Türkiye’ye sık gelmeye başlamış olan bazılarıyla “naber panpa!” kıvamına yakın samimiyetlerimiz olmuştu!


İşte o gecelerden biri.
Bodrum’un ünlü kulüplerinden birinde sahne arkasındayız. Mekan gerçekten tıklım tıklım dolu, içeride kulüp DJ’i çalıyor. Birazdan önce ben, yaklaşık bir saat sonra da o DJ sırayla sahneye çıkacağız. Nedense o gün sessiz görünüyor. Farkettiğimi söylüyor ve sebebini soruyorum. “Oğlumu özledim” diyor bir çırpıda. Nasıl yani? Ama kimse bilmiyor onun bir çocuğu olduğunu! Nasıl da büyük bir haber, Entertainment Weekly havasındayım. Evliliği bile bilinmezken, o çocuğundan bahsediyor. “Bilmiyorsun tabi, neredeyse hiç kimse bilmiyor ki..” diyor. Daha da ileri gidip, bir süre önce boşandıklarını anlatıyor. Anlatmaya devam ettikçe cümle aralarına sıkıştırdıklarından, esasında zamanla tercihlerinin farklılığını keşfettiğini, sonunda bunu da açıkça eşiyle paylaştığını ve bu sebeple ayrıldıklarını anlıyorum. Üstüste bomba haberler! Konuşma sırasında menajeri katılıyor aramıza. O anlattıkça gözleri açılıyor. Kolundan tutup fısıldayarak “Ne yapıyorsun, bunları anlatmamalısın!” dediğini duyuyorum. “Ben ona güveniyorum.” diye cevaplıyor.
Mutlu oluyorum birden, gururlanıyorum açıkçası. Bir insanın güvenini kazanmış olmak, öylesine değerli ki!

Radyo ODTÜ’nün ilk yıllarındayız.
ODTÜ Radyo Topluluğu için etkinlikler düzenliyoruz. O dönemin kendi alanlarındaki birçok önemli ismini söyleşilere davet ederek kampüsle buluşturuyoruz. Herşey harika, keyfimiz çok yerinde. O isimleri öylesine iyi ağrılıyoruz ki, daha sonraları Ankara’ya yolları düştüğünde mutlaka bizi aramaya başlıyorlar. Onlardan biri de o dönemin televizyon yıldızlarından biri. O günlerde, dizilerdeki önemli isimlerden biriyle birlikte oldukları yönünde iddialar var ama gazeteciler onları bir türlü yakalayamıyor. Malum, şimdiki gibi değil o dönemler, zaten az sayıda yıldız isim var ve her adımları büyük haber değerinde.
Bir Ankara seyahati öncesi telefon açıyor ve görüşebileceğimizi söylüyor. Biz de ekipten bir arkadaşımla havaalanına onu karşılamaya gidiyoruz. Selamlaşma faslından sonra arabaya geçiyoruz. Biraz beklememizi istiyor. Birkaç dakika sonra sebebini anlıyoruz. O da ne! Uzaktan malum dizi yıldızı görünüyor, hızla gelerek arabamıza biniyor. Selamlaşıyoruz. Hareket ediyoruz ama şaşkınız tabi. O gün ülkede kaç tane magazin gazetecisi varsa, istisnasız hepsi bu haberin hayaliyle yaşıyor. Biraz sonra gülümsemeye başlıyorlar. “Çok mu şaşırdınız?” diyor. Aynı gülümsemeyi takınarak onaylıyoruz. “O zaman sizi daha da çok şaşırtalım mı? Biz evlendik!” Refleks olarak “Yok canım!” dediğimi hatırlıyorum. Vardı, yoktu, oldu, olmadı, derken çantasından evlilik cüzdanını çıkartıp uzatıyor. Gerçekten de evlenmişler! Memleketin magazin bombası yan koltuğumda oturuyor. Yalan yok, heyecanlanıyorum. Ama öylesine rahat paylaşıyor ki bunları, bize katıksız güvendiği çok açık.
Mutlu oluyorum birden, gururlanıyorum açıkçası. Bir insanın güvenini kazanmış olmak, öylesine değerli ki!

Dizi furyasının başladığı ilk dönemlerdeyiz.
Düşünün ki Seğmen Ağa popülaritesi henüz birkaç sene önce bitmiş ülkede! Yeni tanıdığımız kadın oyunculardan biri, zamanın en popüler dizisinde başrollerden birini oynuyor. Dizinin şöhreti sayesinde popülaritesi o kadar yüksek ki, çeşitli firmalarla sponsorluk anlaşmaları yapmış durumda. Onlardan birinin düzenlediği imza günü için Ankara’ya geliyorlar. O yıllardaki menajeri arkadaşım olduğu için onlarla önceden buluşuyorum. Etkinliğe kadar geçen süre içinde sohbetimiz de ilerliyor, samimi bir arkadaş ortamı oluşuyor. İmza günü etkinliği gerçekleşiyor. Son fotoğraflar da çekildikten sonra masadan kalkmadan önce bir çırpıda masadaki tükenmez kalemlere uzanıyor, bir tomarını çantasına atıyor. Fısıldayarak “Sen de alsana!” dediğini duyuyorum. Tavır çok garip, dahası kalemler de en uyduruk markette bile bulacağınız en en ucuzundan, özel bir ürün değil yani. Sonuçta ortada çok tatsız bir durum var. Şaşkınlıktan ne yapacağımı bilemiyorum. Öyle kalakaldığımı gören arkadaşım yanıma yaklaşıp “Böyle bir huyu var, idare et.” diyor tedirginlikle. Ne büyük bir olay aslında. Acı bir gülümseme yapıştırıyorum yüzüme. İkimiz de bu konuyu bir daha hiç açmayacağımızı biliyoruz.
Mutlu oluyorum birden, gururlanıyorum açıkçası. Bir insanın güvenini kazanmış olmak, öylesine değerli ki!


Bu hikayeleri anlatmamın net bir sebebi var. Olaya ünlüler hakkında başkalarının bilmediklerini bilen insan profilinden bakmanızı istemem. Zira, sözkonusu o olduğunda, sanatçı menajerlerinin, basın danışmanlarının anlatacak ne büyük hikayeleri vardır ama bu durum, o mesleğin gereklerinden biridir, onlar zaten herşeyi bilen ama hiçbir şeyden bahsetmeyen insanlar olmak durumundadırlar. Bir zorunluluk halidir yani. Oysa, böyle bir pozisyonda değilken bazı şeyleri duymazdan, görmezden gelmek başka bir durumdur.

Sır tutabilmek dünyadaki en büyük erdemlerdendir. En dibindeki insan da olabilir, sadece birkaç dakika once tanıdığın biri de, farketmez, değeri değişmez. Bazen hissedersin çünkü; yeni tanıdığın birinin sadece bir bakışında bile ona güvenebileceğini, birkaç küçük ama önemli hikayeyi ona anlatmanın sana çok çok iyi geleceğini hissedersin. Yoktur bir mantığı ama bazı insanlarda vardır işte bu büyü. Hissedersin, güvenirsin ve paylaşırsın. İşte o yüzden, en dibindeki insan da olabilir, sadece birkaç dakika once tanıdığın biri de, farketmez, biri seninle bir sırrını paylaştıysa, o güvenin karşılığını vermen gerekir. İnsan olmak budur.
Ve esasında, bu kadar ağır bir yük olmasına rağmen, en basit insanlık sınavı budur.
Eğer sana bu değeri veren birine ihanet edersen, yaşamında yaptığın hiçbir “büyük”lük beş para etmez.

Unutma ki, inanıldığın kadar değerlisin, ederin kadar büyüksün.

Asla ucuz olma!.

(Hikayelerin kahramanlarının isimlerini paylaşmadığım için beni anlayacağınızı umuyorum...)