24 Kasım 2009 Salı

Eymir

(Ankara The Best, Yaz-Sonbahar 2009 sayısından...)
Başkentin en yükseklerinde, yeni yeni oluşmaya başlayan o yüksek evlerden birinin modern terasında, gözlerini ışıldatan şehrin gece ışıklarını süzüyordu sessizce… Gözlerinin parlaması ıslaklığındandı aslında. Kimileri o eşsiz yeşilini ortaya çıkarırken damlaların, kimisi yanaklarına doğru ilerleyen rimel izleri bırakmıştı.

Kim bilir kaçıncı kez bozuyordu “artık ne olursa olsun ağlamayacağım” yeminini. Hatta bir defasında, Bestekar sokaktaki o neredeyse herkesin herkesi tanıdığı mekanlardan birinde, yine böyle bir gecede, ve yine yanaklarında bu tanıdık izler varken gülümsemiş, “bu makyaj bir daha böyle bozulmayacak, görürsünüz siz!” diye söylenmişti, ”hadi bakalım, oturmaya mı geldik!” diye şakımadan önce.
Nasıl olsa kimse yoktu şimdi yanında ve nasıl olsa yanaklardaki izleri de gören olmayacaktı. Hala sözünün arkasında durduğunu söyleyebilirdi herkese, yarın sabah hiç birşey olmamış gibi “günaydın güzellikler!” derken…

Geceyarısını geride bırakıp da gecenin zifiri karanlığıyla buluşmaya çok kalmamıştı. Kaç saattir böyleydi acaba? Yani, “başkentin şerefine” diye kadeh kaldırışlarının üzerinden ne kadar geçmişti ki? Peki ya, o kadehi “sen ne zaman bana güvenmeyi öğreneceksin!” diyerek yere savurmasının üzerinden? Sahi, bir kadehin kaderi nasıl da bu kadar çabuk değişebilmişti?

Aşk böyledir zaten… Her bir harekete, sıradan mimiklere anlamlar yükleyerek başlar her şey, etrafınızdaki cisimlerle konuşmaya çalışıyorsunuzdur sona gelindiğinde…

“Sana da hiç güvenilmezmiş yani” diye mırıldandı birden. Duvarın dibindeki ufalanmış cam parçalarından biri, daha iriceydi diğerlerine göre. Bir ayna gibi kendi silüeti görünüyordu yansımasından. Camın üzerinde, uzun dalgalı saçları omuzlarının üzerinden bir kenara toplanmış, yüz hatları çok hafif bir makyajla belirginleştirilmiş, üzerindeki kısa elbisesiyle hiç de otuzları karşılamak üzere gibi görünmeyen alımlı bir genç kız vardı. Alımlı, ama yüzü düşmüş, mutsuz bir genç kız…
Camdan cevap alamayacağını anlaması için çok beklemesi gerekmedi. Uzaklarda, kayarak uzaklaşan bir minik kırmızı ışığa takıldı gözleri. Bu saatte bir uçak, olsa olsa yurtdışına gidiyordu kesinlikle. Çok değil, sadece birkaç hafta önce onlar da bu saatlerde evden çıkmış, sessiz havaalanı yolundaki yıkık camilerin ayakta bırakılmış minarelerini süzerek yol almış, modern havaalanında yıllar önceki ilk seyahatlerini konuşarak kahkahalarla uçuş saatini beklemişlerdi. Öyle çiftlerdendi işte onlar, gecenin bir saatinde de gülmek için sebep bulabilirlerdi.
“Aslında bu şehir yaptı bizi böyle farkında mısın?” demişti sevgilisi o gece, “elinde hiç birşey olmadığını zannettiğin zamanlarda da eğlenmeyi bileceksin! Çünkü yok zannettiklerin, vardır aslında.” Gerçi, okuldan sonra vakit geçirmeden İstanbul’a yerleşen arkadaşları onlar kadar gece çıkmıyor, onlar kadar eğlenceye fırsat bulamıyorlardı, ama yine de idareli olmayı öğrenmişlerdi bu şehirde.

İkisi de yabancısıydı aslında başkentin… Okullarının en başarılı öğrencileri olarak ODTÜ’yü kazanmış, endişeli bir bekleyişin ardından Ankara’ya gelmiş, okulun tanıtım turunda Eymir’de karşılaşmışlardı ilk kez…
O anda ilginç bir ayrıntıyı fark etti. Ayrı bölümlerdelerdi, ve o ayrı gruplar tesadüfen aynı otobüsle götürülmüştü Eymir’e. Yan gruptaki bermudalı, karışık saçlı, sakal olamamış tüylerle dolu yanaklı toy delikanlının sürekli ona baktığını fark etmiş, önceleri görmezden gelmeye çalışmış, ama sonunda dayanamayıp “Ne var, ne bakıyorsun öyle ters ters!” diye kızmıştı. Birbirleriyle ilk karşılaştıkları anda kurulan o ilk cümlenin, bu geceki son cümle olduğunu anladığında ürperdi. Duvarlar üzerine geliyor gibiydi, daha fazla duramayacaktı orada. Dışarı çıktı, arabasını çalıştırdı ve fazla hız yapmadan ilerlemeye başladı.

Adı büyükşehir olsa da, aslında hiç de adı gibi olmadığını, aslında küçücük bir şehir olduğunu düşündü Ankara’nın… Her sokakta tanıdık izler vardı. Işıkları görünen Kocatepe’nin hemen altındaki sinemaya gitmek için buluşmuşlardı ilk defa, güzel sanat filmlerini bir tek Kızılırmak Sineması oynatırdı o zamanlar çünkü.
Atakule bütün ihtişamıyla şehri süzüyordu uzaktan. Bir gün Atakule’nin meşhur kumpircilerinden paket yaptırmış, görevliye çaktırmadan asansörle kuleye çıkarmış, şehri tepeden izleyerek manzara eşliğinde yemeklerini yemişlerdi. Döner restorana verecek paraları olmasa kaç yazardı ki!
Anıtkabir’in ışıklarının hala sönmemiş, sönememiş, söndürülememiş olması içini ısıttı bir an. Bir 10 Kasım’da, inatla sınav yapmaya kalkışan hocaya karşı nasıl da tüm sınıfı kışkırtmışlardı. Onların bölümde olmayan sevgilisi herkese birer bayrak getirmiş, Anıtkabir’e gitmeye ikna etmişti hepsini. Üzerlerinde kırmızı tişörtleri, ellerinde bayraklarıyla aslanlı yolda çekilmiş fotoğrafları salonun hemen girişinde, en çok görünen yerde asılıydı.
Şu “A” otelle ne dalga geçmişlerdi başlarda, acaba harfler devam edecek miydi? Sonra bir gün çalıştıkları ofiste kullanılacak saksıların sadece orada olduğunu ve orada görmeleri gerektiğini öğrenince utana sıkıla içeri girmiş, kendilerini gülmemek için tutmaya çabalayarak, zor bela dışarı atmışlardı. Başka bir şehir bu kadar anı saklayabilir miydi acaba? Bu şehrin her köşesinden tarihe not düşülmüş fotoğrafları vardı, ve fotoğraflarla kayıtlara geçilen anıları. Sakarya caddesindeki çiçekçiler, Karanfildeki bankta oturan metalden yapılma ayakkabıcı, ODTÜ’nün girişindeki amblem, Ulus’taki Atatürk heykeli (atın bütün ayaklarının yerde olduğunu kanıtlayacak açıdan çekilmiş şekilde!), Karum’un kenarındaki merdivenler, trafiğe kapalı olduğu zamanlarda Tunalı Hilmi caddesinin tam ortasında bağdaş kurmuş okul arkadaşları, Kızılay’ın merkezinde metro inşaatı sırasında getirilmiş vagon cafeler, Ahlatlıbel’de tam da oturma bölümünün sonundaki büyük kayalar, ve Eymir…

Ne çok aşkın başlangıcına tanıklık etmiştir aslında Eymir... Şehir hayatının o kadar dışında, ama yaşam coşkusunun bu kadar içinde, büyülü bir tapınak. İlk karşılaşma, ilk elele tutuşma, ilk öpücük, ortak hayata dair ilk planlar, bir kadının gözlerine anne, bir adamın gözlerine baba olmasını ister gibi ilk bakışlar…
Aracını neden Eymir’e yönlendirdiğini anlamak hiç de zor değildi yani. Yine usta bir manevrayla kapıdaki görevliye selam gönderip hızlıca devam etti yoluna. Geç saatte geldiklerinde böyle yaparlardı hep. Anlaşılan artık tanınıyorlardı, peşlerine takılan olmadığına göre. Bir iki park alanını geçtikten sonra yol ikiye ayrıldı, sağdan biraz daha yukarıya çıkıp da tam tepeye yakın bir noktaya geldiğinde arabasını soldaki boşluğa çekecek, biraz müziğin sesini açarak eşsiz göl manzarasını izleyecekti. Hava böyle açık olduğu zamanlarda ayın yansıması gölde kendini gösterir, özellikle loş bir ışık verilmiş gibi olağanüstü bir görsel şölen haline gelirdi Eymir’i oradan izlemek. Öylesine sahiplenmişlerdi ki o kuytu köşeyi, başkalarının da oraya gelmeye başladığını görünce bozulmuşlardı fena halde. Şimdi kimse olmamalıydı, bu akşam yaşadıklarından sonra sadece biraz yalnızlık ve huzur istiyordu. Biraz da anıları katsa yalnızlığına ne olurdu ki sanki? Hem bilinçaltı ona bir oyun oynayıp da onu sevgilisiyle en mutlu olduğu yere getiriyorsa kime neydi ki!

Kıvrılan Eymir yolu tepeye yaklaştığında orada bir araba silüeti gördü. Canı sıkıldı, ama dönme şansı yoktu artık. Yaklaştıkça arabanın yanında ayakta duran biri ortaya çıkmaya başladı… Ve, yaklaştıkça, onu oraya neyin sürüklediğini anladığını fark etti.
Hayat ne kadar ilginç sürprizleri sahneliyor aslında, kendinizi bir anda o çok dalga geçip, çok güldüğünüz Türk filmlerindeki sahnenin içinde buluveriyorsunuz!
Yan yana geldiklerinde ikisi de aynı anda aynı cümleye başlamaya yeltendiler, oysa kimsenin kimseden özür dilemesi gerekmiyordu. Konuşmaya vakit yoktu, bir an durakladılar, ve sımsıkı sarıldılar, yıllar önce burada ilk defa sarıldıkları gibi…

“Bu şehri seviyorum ben yahu” dedi adam, “kendini atıyorsun dışarı, şehrin yolları bir dostun kolları oluveriyor, seni kucaklayıp tam da olman gereken yere bırakıveriyor…”
Kim bilir kuruluşundan bu yana kaçıncı aşk acısına arabuluculuk yapıyordu Eymir, sanki üzerine vazifeymiş gibi!

* * *

Başkentin en yükseklerinde yeni yeni oluşmaya başlayan o yüksek evlerden birinin modern terasında, gözlerini ışıldatan şehrin gece ışıklarını süzüyor genç kadın sessizce. Yanında, hayat onları nereye savurursa savursun hep en yakınında olmaya söz verdiği hayat arkadaşı var... Tam da bugün kaçıncı yıldönümü Eymir’de ilk karşılaştıkları ve kızın “Ne var, ne bakıyorsun öyle ters ters!” diye çocuğu tersleyişinin bilinmez, ama ikisi de farkındalar hayatlarının en büyük güzelliğini bu gri şehre borçlu olduklarının.

“Başkentin şerefine” diye kaldırdıkları kadehlerinin camına Ankara’nın yalnız gölgeleri yansıyor. Bir yanda Atakule, bir diğer tarafta Anıtkabir göz kırpıyor… Birazdan Ankara’nın tüm güzelliklerini, her sokağına işlenmiş anılarını unutacak, sonradan pişman olacakları bir tartışmanın içine girecekler. Ama bu şehirde bütün yollar yine onlara çıkacak, çünkü Ankara tüm misafirlerine yaptığını onlara da yapacak, yaşamdaki öncelikli değerlerini fark edebilmeleri için bir şans sunacak, hata yapan gururunu bir kenara bırakacak, hesap tutmaya gerek duymadan geri adım atacak…

Evet, belki söyledikleri gibi, bu şehrin merkezindeki yaşam öykülerin rengi kolay kolay grinin ötesine geçemeyecek, ama denizsiz Ankara’nın Eymir’i varoldukça, okyanuslara sığmayacak hikayeler onun patika yollarında renk bulmaya devam edecek.

(Eymir fotoğrafı: Aykut Erda)

0 comments:

Yorum Gönder