Uzun bir koridor.
Uzun koridorlar hep tedirgin eder beni. Özellikle de geceleri. Özellikle de hastanelerin uzun koridorları geceleri.
Özellikle de annen orada çaresi bilinemeyen, bulunamayan bir illetle mücadele ederken.
Ve sen aslında çok uzakken, ama bir o kadar yakın olmak zorundayken.
Elinden bir şey gelmezken, gelemezken, ama yine de elinden gelenin de fazlasını yapmaya çabalarken. O ikilemde kafan allak bullakken.
Evine de yabancıyken, yabancılara da el iken, yani hiçbir yere ait olamazken ve herkes için öteki olurken. Arada salınıp dururken.
Hadi size en direktinden bir soru sorayım.
Annenizin memelerini gördünüz mü hiç?
Ne oldu, ne geçti aklınızdan, irkildiniz mi, sinirlendiniz mi, garipsediniz mi? İşte yine kiminiz o yaftalarla, o ahkamlarla dalıverdiniz sınırların ardından bir başkasının dünyasına. Bilip bilmeden yapıştırdınız belki de o çok sevdiğiniz ‘zaten o da…’ diye başlayan çokbilmişliklerinizi.
Durun bakalım bir dakika!
Ben gördüm.
Yatağından kalkamazken kucakladım onu. Tuvalete gitmesi gerekiyordu. ‘Yavrum, belin…’ der oldu bir an, yerden bir kalem bile alırken belime saplanan ağrıları bildiği için.
Bak mesela sen bilmiyorsun. Belki sen şu anda birçok gece kaç saatimin inleyerek geçtiğini bilmiyorsun ama biraz yorgun ve uykusuz kaldığımda ‘Ama hadi sen de!’ diye kestirip atmak çok kolay senin için. Ya da mesela içime attıklarımla yarattığım mide ağrılarımın dönüştüğü reflünün, bel fıtığımla bir araya geldiğinde bana neler çektirdiğini pek de tahmin edemiyorsun. Edemeyebilirsin elbette, ben söylemedikçe nereden bileceksin ki, haklısın ama bir ‘acaba’ bile koymuyorsun bu tarafa.
Bak sana ilginç bir bilgi vereyim, ileride lazım olabilir. Reflü olduğun için belden yukarını, özellikle de başını biraz yüksekte tutman gerekiyor. Bunu yapmazsan mide kapakçıkların nazlı nazlı zorlanarak, sana gırtlak kanserine kadar ilerleyebilecek beklenmedik hediyeler sunabilirler. E ama öte yandan bu kadar eğik yattığında bel ağrıların dayanılmaz bir hal alıyor. Nasıl, beğendin mi? Ne kadar tatlı bir döngü değil mi? Ama bazen benim sağlıksız halime bakıp ‘Bu da kendine bakmıyor!’ dedin ahkamı kestirip attın. Bir acaba ihtimali bırakmadın orada.
Aferin!
Belimin ne durumda olduğunu düşünecek halim yoktu. Annemi kucakladım ve tuvalete götürdüm. Henüz klozet kapağını kaldıramayıp, kapağın üzerinde ihtiyacını gidermek zorunda kalacağı günlere gelmemiştik. Onun bu durumu kendisine yakıştıramayacağı için kısık kısık ağlayacağı, benim de dünyanın en titiz, en temiz kadının bu çaresizliğine dayanamayıp kısık kısık ağlayacağım, ikimizin de bunu bileceği ama ikimizin de birbirimizi utandırmamak için birbirimizin gözlerine bakamayacağımız, saklanıp susacağımız günlere gelmemiştik.
Biliyor musunuz, annemin gözlerini almışım ben, küçük, çekik, kısık, hep bir şeyler anlatmak isteyip de hep susan insan gözleri. Mesela, sen oradaki, yaptığım bir espriyi beğenmediğinde ‘2010 KPSS ile mi girdin radyoya’ diye laf sokan sevgili dinleyen, benim zaten kadroda olmadığımı, geride ne zorluklarla tırmaladığım yirmibeş yıllık deneyimimle buraya geldiğimi, o senin sevmediğin esprilerin bazen aslında zaten özellikle espri olmadığı için yapıldığını ve esasında bir mevzuyu başlattığını hiç bilemedin. Ve belki de senin bana oturduğun yerden laf soktuğun o gün, benim yayına annemin krizleriyle mücadele ettiğim bir gecenin daha sabahında, onu o çaresiz haliyle hastanede bırakıp geldiğimi ve en şahanesinden ses tonumu takınıp sizleri eğlendirmeye çabaladığımı, bu durumları hiç çaktırmamak için uğraştığımı bilemedin. Ve hatta o yayından belki de sadece birkaç saat öncesinde bir hastane odasında tuvalette bok temizlediğimi hiç bilemedin. Sen beni laylaylom hayatımdan gelip sana artistlik yapıyorum sandın. O geceyi nasıl bitirdiğimi hiç bilmedin. Onları gözümün içime bakarak da söyleyebilecek cesarette olup olmadığını merak ediyorum bazen. Ama sen benim gözlerime baktığında yine bir şey anlayamayacaktın, o geceyi ve devamını yine bilemeyecektin.
Bilemeyebilirsin, bilmek zorunda da değilsin elbette. Çok da üzerine alınma lütfen. Senin doğal olarak bilmediklerini, yanıbaşımdaki sözde ‘çok iyi tanıyan’ insanların da birçoğu bilmediler, bilemediler, bilmek için hiç gerek duymadılar. Seninkinden daha beter ahkamlarla asıldım ben yıllarca. Yazmıştım bir zamanlar, sustum hep ben ve sustukça suçlandım hep ben. Susunca suçlanmak adettendir, çok iyi bilirim. Etrafımdaki insanların ahkamlarından bıktım usandım ama yine de sustum.
Annem birkaç dakika sonra seslendi bana. Pijamasını değiştirmek istiyordu. Temizini getirdim. Ellerine uzattım. Pijama diyorum bakın, pijama, ne kadar ağır olabilirdi ki? Tutamadı. Tüy gibi hafif pijamayı düşerken tuttum. Öyle çaresiz bakıyordu ki. Ağlamasını istemedim. Sanki dünyanın en doğal şeyiymiş, sanki geride kalan yıllar boyunca bu işi hep ben yapmışım gibi, sanki ben anneymişim gibi tuttum kollarından.
‘Hocam, gerçek hayatta ne işe yarayacak bunlar?’
Ben cevap vereyim. Bu kadar yıl yayıncılık yaptıysan, için fokur fokur kaynarken bile çok sıradan bir şeymiş gibi en eğlenceli ses tonunu takınıp annene gülümseyebilirsin. Bilmemkaç yıldır öyle günlerde çıktım da konuştum ki o mikrofona, bir sefer de anneme takayım maskemi ne olacak ki? Gerçi anne işte, herkesi ikna edersin ama o anlar, herkese takarsın o maskeyi ama o bilir. Olsun. En taze sesimle tuttum üzerindeki pijamasını kollarının altından, çektim çıkardım. Hemen elleri memelerine gitti. Aslında memesine demeliyim, zira bir tanesini zaten yıllar önce bu hastalığı ilk öğrendiğimizde aldırmak durumunda kalmıştık. Yani aslına bakarsanız öyle çekinecek bir durum da yoktu. Ama o kadar utandı ki, o kadar utandı ki annem. Oğlundan utandı. Kendi canından çıkardığı, büyürken her halini gördüğü, bildiği oğlundan.
Aslına bakarsanız, o zamanlar da bildiğimi düşünmüştüm ama galiba tam da şimdi net olarak anlıyorum. Ben şu anda neden ağlıyorsam bu sahnenin tarif cümlelerini yazarken, annemin de o an tam da o yüzden sesinin titrediğini artık biliyorum.
Gülümsedim anneme. ‘Ya oğlunum ben senin, görsem ne olacak, rahat ol annem!’ dedim. Ellerini bıraktı ve gülümsedi. Allah’ım, o kadar özlemiştim ki onun gülümsediğini görmeyi. Giydirdim pijamalarını. Yine kucakladım. Belim nasıl ağrıyordu anlatamam. Annemin ağırlığından değil, zaten küçücük kalmıştı. Birkaç gün önce eğilemediği için çoraplarını giydirirken farketmiştim ne kadar küçüldüğünü. Minicik ayakları vardı. Acaba o da çocukken çoraplarımı giydirdiğinde böyle mi bakıyordu benim ayaklarımın küçüklüğüne diye düşünmüştüm ama bu başka bir şeydi. Yani iyice hafiflemiş, iyice küçülmüştü aslında. Fakat bana her şey ve herkes gibi o da ağırdı o günlerde işte, ne yapayım.
Onun gülümsediğini, benim de mutlu olduğumu sanmıştım bir anlığına. Buna inanmak istemiştim demek ki. Pek de öyle değildi galiba aslında.
Odadan çıkışım, inleyen hastaların, sızlayan refakatçilerin, kendi aralarında gülerek muhabbet eden hastabakıcıların, asık suratlı güvenlik görevlilerinin arasından koşturarak geçişimi hayal meyal hatırlıyorum. İlk kaldığım gece, yani kim bilir kaç kaç gece önce bilgisayarla iş yapabileceğim sakin bir ortam ararken bulmuştum bu koridoru. Gündüzkü hengamenin aksine gece çok sakindi, gece ölüm sessizliği oluğunu, kimsenin gelip gitmediğini farketmiştim.
Sahi, bir yandan da Türkiye sorumlusu olduğum Amerika şirketinin işlerini yetiştirmem gerektiğinden bahsetmemiştim değil mi? Dört yıldır onlarla çalışıyordum ve öncekilere eklenen o dört yıldır da annemi hastalığından kurtarmaya çalışıyorduk. Ve etrafımdaki birçok ‘yakın’ insan sesini çıkartmazken, onlar bana her fırsatta durumu soruyorlar, ellerinden bir şey gelip gelmeyeceğini öğrenmeye çalışıyorlardı. Ben de daha istekle onların işlerini tamamlamaya çalışıyordum.
İşte o sayede bulup öğrenmiştim burayı. Benim geceleri televizyon başında pineklerken onların paylaşımlarını gördüğümü zanneden bazı arkadaşlarım, aslında o gecelerde hastanenin bu koridorunda iyice daraldığımda bir nebze kafa dağıtmak için sosyal medya karıştırdığımı hiç bilemediler, alaycı alaycı ‘Gece yine takılıyordun…’ demelerine neden gülümseyip geçtiğimi anlamaya hiç gerek duymadılar.
O koridora nasıl gittiğimi bilmiyorum. O demir koltuklar kollarıma buz gibi dokunurlarken kendimi bırakıp, yalan değil titreyerek hüngür hüngür ağladığımı da kimse bilmedi.
Annemin çaresizliğine mi, gördüğüm manzaraya mı, orada tüm bunlarla yalnız başıma mücadele etmek zorunda kalışıma mı, yoksa kendi düştüğüm duruma mı, çocukluğuma mı, vazife gibi davranışıma mı, bunları düşünmek zorunda kalışıma mı bilmiyorum.
Ağladım, ağladım, yıllardır biriktirdiğim sabır yaşlarımı özgür bıraktım. Rahatlayacağımı zannetmiştim ama daha da kötü oldum. Sonra toparlandım. Vakit azalmıştı, program vakti yaklaşıyordu. Yüzüme su çarptım, ayıldım, yapılması gereken işleri hallettim, toparlandım ve çıktım.
Saat sabah 9 olmuştu ve yayındaydık. Her zamanki gibi muhtemelen yine evden, yine güzel bir uykudan ve iyi bir kahvaltıdan geldiğimi zannediyordu herkes. Şimdi o yayın sabahlarının kaç tanesinde evden değil hastaneden geldiğimi ve bunu farketmediklerini çentik çentik sıralasam, çok üzülecek olanlar var, biliyorum. Bir de takmayacak olanları biliyorum, ki inanın hiçbir kızgınlığım olmadı, olmayacak onlara. Ama asıl takıyormuş gibi görünüp de sallamayan bencil iki yüzlü müsveddeler var, üstelik bazılarında akraba ya da arkadaş kisvesi. İşte onların seni koyduğu durumu ve o davranışları sana yutturduğunu düşünmelerini kabullenmek hep çok zor geliyor. Her şeyi unutup affediyorsun da, o sahneler hiç aklından çıkmıyor, çıkamıyor.
Eyvallah. Kimseden öyle bir beklentim yok, hiçbir zaman da olmadı zaten. Malum, herkesin elmasında kendi diş izleri vardı değil mi? Ama biz de o kadar aptal değiliz be dostum, artık sizin dışınızdaki herkesin sizden daha aptal olduğunu düşünmekten ne olur vazgeçin ne olur!