Gece Yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gece Yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Ocak 2019 Cuma

Anneler ve Ahkamlar


Uzun bir koridor.
Uzun koridorlar hep tedirgin eder beni. Özellikle de geceleri. Özellikle de hastanelerin uzun koridorları geceleri.
Özellikle de annen orada çaresi bilinemeyen, bulunamayan bir illetle mücadele ederken.
Ve sen aslında çok uzakken, ama bir o kadar yakın olmak zorundayken.
Elinden bir şey gelmezken, gelemezken, ama yine de elinden gelenin de fazlasını yapmaya çabalarken. O ikilemde kafan allak bullakken.
Evine de yabancıyken, yabancılara da el iken, yani hiçbir yere ait olamazken ve herkes için öteki olurken. Arada salınıp dururken.

Hadi size en direktinden bir soru sorayım.
Annenizin memelerini gördünüz mü hiç?
Ne oldu, ne geçti aklınızdan, irkildiniz mi, sinirlendiniz mi, garipsediniz mi? İşte yine kiminiz o yaftalarla, o ahkamlarla dalıverdiniz sınırların ardından bir başkasının dünyasına. Bilip bilmeden yapıştırdınız belki de o çok sevdiğiniz ‘zaten o da…’ diye başlayan çokbilmişliklerinizi.
Durun bakalım bir dakika!

Ben gördüm.

Yatağından kalkamazken kucakladım onu. Tuvalete gitmesi gerekiyordu. ‘Yavrum, belin…’ der oldu bir an, yerden bir kalem bile alırken belime saplanan ağrıları bildiği için.
Bak mesela sen bilmiyorsun. Belki sen şu anda birçok gece kaç saatimin inleyerek geçtiğini bilmiyorsun ama biraz yorgun ve uykusuz kaldığımda ‘Ama hadi sen de!’ diye kestirip atmak çok kolay senin için. Ya da mesela içime attıklarımla yarattığım mide ağrılarımın dönüştüğü reflünün, bel fıtığımla bir araya geldiğinde bana neler çektirdiğini pek de tahmin edemiyorsun. Edemeyebilirsin elbette, ben söylemedikçe nereden bileceksin ki, haklısın ama bir ‘acaba’ bile koymuyorsun bu tarafa.
Bak sana ilginç bir bilgi vereyim, ileride lazım olabilir. Reflü olduğun için belden yukarını, özellikle de başını biraz yüksekte tutman gerekiyor. Bunu yapmazsan mide kapakçıkların nazlı nazlı zorlanarak, sana gırtlak kanserine kadar ilerleyebilecek beklenmedik hediyeler sunabilirler. E ama öte yandan bu kadar eğik yattığında bel ağrıların dayanılmaz bir hal alıyor. Nasıl, beğendin mi? Ne kadar tatlı bir döngü değil mi? Ama bazen benim sağlıksız halime bakıp ‘Bu da kendine bakmıyor!’ dedin ahkamı kestirip attın. Bir acaba ihtimali bırakmadın orada.
Aferin!

Belimin ne durumda olduğunu düşünecek halim yoktu. Annemi kucakladım ve tuvalete götürdüm. Henüz klozet kapağını kaldıramayıp, kapağın üzerinde ihtiyacını gidermek zorunda kalacağı günlere gelmemiştik. Onun bu durumu kendisine yakıştıramayacağı için kısık kısık ağlayacağı, benim de dünyanın en titiz, en temiz kadının bu çaresizliğine dayanamayıp kısık kısık ağlayacağım, ikimizin de bunu bileceği ama ikimizin de birbirimizi utandırmamak için birbirimizin gözlerine bakamayacağımız, saklanıp susacağımız günlere gelmemiştik.
Biliyor musunuz, annemin gözlerini almışım ben, küçük, çekik, kısık, hep bir şeyler anlatmak isteyip de hep susan insan gözleri. Mesela, sen oradaki, yaptığım bir espriyi beğenmediğinde ‘2010 KPSS ile mi girdin radyoya’ diye laf sokan sevgili dinleyen, benim zaten kadroda olmadığımı, geride ne zorluklarla tırmaladığım yirmibeş yıllık deneyimimle buraya geldiğimi, o senin sevmediğin esprilerin bazen aslında zaten özellikle espri olmadığı için yapıldığını ve esasında bir mevzuyu başlattığını hiç bilemedin. Ve belki de senin bana oturduğun yerden laf soktuğun o gün, benim yayına annemin krizleriyle mücadele ettiğim bir gecenin daha sabahında, onu o çaresiz haliyle hastanede bırakıp geldiğimi ve en şahanesinden ses tonumu takınıp sizleri eğlendirmeye çabaladığımı, bu durumları hiç çaktırmamak için uğraştığımı bilemedin. Ve hatta o yayından belki de sadece birkaç saat öncesinde bir hastane odasında tuvalette bok temizlediğimi hiç bilemedin. Sen beni laylaylom hayatımdan gelip sana artistlik yapıyorum sandın. O geceyi nasıl bitirdiğimi hiç bilmedin. Onları gözümün içime bakarak da söyleyebilecek cesarette olup olmadığını merak ediyorum bazen. Ama sen benim gözlerime baktığında yine bir şey anlayamayacaktın, o geceyi ve devamını yine bilemeyecektin.
Bilemeyebilirsin, bilmek zorunda da değilsin elbette. Çok da üzerine alınma lütfen. Senin doğal olarak bilmediklerini, yanıbaşımdaki sözde ‘çok iyi tanıyan’ insanların da birçoğu bilmediler, bilemediler, bilmek için hiç gerek duymadılar. Seninkinden daha beter ahkamlarla asıldım ben yıllarca. Yazmıştım bir zamanlar, sustum hep ben ve sustukça suçlandım hep ben. Susunca suçlanmak adettendir, çok iyi bilirim.  Etrafımdaki insanların ahkamlarından bıktım usandım ama yine de sustum.


Annem birkaç dakika sonra seslendi bana. Pijamasını değiştirmek istiyordu. Temizini getirdim. Ellerine uzattım. Pijama diyorum bakın, pijama, ne kadar ağır olabilirdi ki? Tutamadı. Tüy gibi hafif pijamayı düşerken tuttum. Öyle çaresiz bakıyordu ki. Ağlamasını istemedim. Sanki dünyanın en doğal şeyiymiş, sanki geride kalan yıllar boyunca bu işi hep ben yapmışım gibi, sanki ben anneymişim gibi tuttum kollarından.
‘Hocam, gerçek hayatta ne işe yarayacak bunlar?’
Ben cevap vereyim. Bu kadar yıl yayıncılık yaptıysan, için fokur fokur kaynarken bile çok sıradan bir şeymiş gibi en eğlenceli ses tonunu takınıp annene gülümseyebilirsin. Bilmemkaç yıldır öyle günlerde çıktım da konuştum ki o mikrofona, bir sefer de anneme takayım maskemi ne olacak ki? Gerçi anne işte, herkesi ikna edersin ama o anlar, herkese takarsın o maskeyi ama o bilir. Olsun. En taze sesimle tuttum üzerindeki pijamasını kollarının altından, çektim çıkardım. Hemen elleri memelerine gitti. Aslında memesine demeliyim, zira bir tanesini zaten yıllar önce bu hastalığı ilk öğrendiğimizde aldırmak durumunda kalmıştık. Yani aslına bakarsanız öyle çekinecek bir durum da yoktu. Ama o kadar utandı ki, o kadar utandı ki annem. Oğlundan utandı. Kendi canından çıkardığı, büyürken her halini gördüğü, bildiği oğlundan.
Aslına bakarsanız, o zamanlar da bildiğimi düşünmüştüm ama galiba tam da şimdi net olarak anlıyorum. Ben şu anda neden ağlıyorsam bu sahnenin tarif cümlelerini yazarken, annemin de o an tam da o yüzden sesinin titrediğini artık biliyorum.
Gülümsedim anneme. ‘Ya oğlunum ben senin, görsem ne olacak, rahat ol annem!’ dedim. Ellerini bıraktı ve gülümsedi. Allah’ım, o kadar özlemiştim ki onun gülümsediğini görmeyi. Giydirdim pijamalarını. Yine kucakladım. Belim nasıl ağrıyordu anlatamam. Annemin ağırlığından değil, zaten küçücük kalmıştı. Birkaç gün önce eğilemediği için çoraplarını giydirirken farketmiştim ne kadar küçüldüğünü. Minicik ayakları vardı. Acaba o da çocukken çoraplarımı giydirdiğinde böyle mi bakıyordu benim ayaklarımın küçüklüğüne diye düşünmüştüm ama bu başka bir şeydi. Yani iyice hafiflemiş, iyice küçülmüştü aslında. Fakat bana her şey ve herkes gibi o da ağırdı o günlerde işte, ne yapayım.
Onun gülümsediğini, benim de mutlu olduğumu sanmıştım bir anlığına. Buna inanmak istemiştim demek ki. Pek de öyle değildi galiba aslında.

Odadan çıkışım, inleyen hastaların, sızlayan refakatçilerin, kendi aralarında gülerek muhabbet eden hastabakıcıların, asık suratlı güvenlik görevlilerinin arasından koşturarak geçişimi hayal meyal hatırlıyorum. İlk kaldığım gece, yani kim bilir kaç kaç gece önce bilgisayarla iş yapabileceğim sakin bir ortam ararken bulmuştum bu koridoru. Gündüzkü hengamenin aksine gece çok sakindi, gece ölüm sessizliği oluğunu, kimsenin gelip gitmediğini farketmiştim.
Sahi, bir yandan da Türkiye sorumlusu olduğum Amerika şirketinin işlerini yetiştirmem gerektiğinden bahsetmemiştim değil mi? Dört yıldır onlarla çalışıyordum ve öncekilere eklenen o dört yıldır da annemi hastalığından kurtarmaya çalışıyorduk. Ve etrafımdaki birçok ‘yakın’ insan sesini çıkartmazken, onlar bana her fırsatta durumu soruyorlar, ellerinden bir şey gelip gelmeyeceğini öğrenmeye çalışıyorlardı. Ben de daha istekle onların işlerini tamamlamaya çalışıyordum.
İşte o sayede bulup öğrenmiştim burayı. Benim geceleri televizyon başında pineklerken onların paylaşımlarını gördüğümü zanneden bazı arkadaşlarım, aslında o gecelerde hastanenin bu koridorunda iyice daraldığımda bir nebze kafa dağıtmak için sosyal medya karıştırdığımı hiç bilemediler, alaycı alaycı ‘Gece yine takılıyordun…’ demelerine neden gülümseyip geçtiğimi anlamaya hiç gerek duymadılar.
O koridora nasıl gittiğimi bilmiyorum. O demir koltuklar kollarıma buz gibi dokunurlarken kendimi bırakıp, yalan değil titreyerek hüngür hüngür ağladığımı da kimse bilmedi.
Annemin çaresizliğine mi, gördüğüm manzaraya mı, orada tüm bunlarla yalnız başıma mücadele etmek zorunda kalışıma mı, yoksa kendi düştüğüm duruma mı, çocukluğuma mı, vazife gibi davranışıma mı, bunları düşünmek zorunda kalışıma mı bilmiyorum.
Ağladım, ağladım, yıllardır biriktirdiğim sabır yaşlarımı özgür bıraktım. Rahatlayacağımı zannetmiştim ama daha da kötü oldum. Sonra toparlandım. Vakit azalmıştı, program vakti yaklaşıyordu. Yüzüme su çarptım, ayıldım, yapılması gereken işleri hallettim, toparlandım ve çıktım.
Saat sabah 9 olmuştu ve yayındaydık. Her zamanki gibi muhtemelen yine evden, yine güzel bir uykudan ve iyi bir kahvaltıdan geldiğimi zannediyordu herkes. Şimdi o yayın sabahlarının kaç tanesinde evden değil hastaneden geldiğimi ve bunu farketmediklerini çentik çentik sıralasam, çok üzülecek olanlar var, biliyorum. Bir de takmayacak olanları biliyorum, ki inanın hiçbir kızgınlığım olmadı, olmayacak onlara. Ama asıl takıyormuş gibi görünüp de sallamayan bencil iki yüzlü müsveddeler var, üstelik bazılarında akraba ya da arkadaş kisvesi. İşte onların seni koyduğu durumu ve o davranışları sana yutturduğunu düşünmelerini kabullenmek hep çok zor geliyor. Her şeyi unutup affediyorsun da, o sahneler hiç aklından çıkmıyor, çıkamıyor.
Eyvallah. Kimseden öyle bir beklentim yok, hiçbir zaman da olmadı zaten. Malum, herkesin elmasında kendi diş izleri vardı değil mi? Ama biz de o kadar aptal değiliz be dostum, artık sizin dışınızdaki herkesin sizden daha aptal olduğunu düşünmekten ne olur vazgeçin ne olur!

30 Temmuz 2015 Perşembe

Sezen, O Kadın, Yıllar ve Ümitler...


On yıl önce...
O küçük şehrin tek ana caddesinden ara sokaklardan birine sapıyorum.  Askerim. Haftasonu sadece birkaç saate sığan çarşı izninde önüne bir torba oyuncak koyulmuş çocuk gibiyim, ne yapacağımı bilmez halde oradan oraya koşturuyorum. Sonra kendimi bir internet kafeye atıyorum. Çok başka, çok canlı bir hayat yaşarken kendimi küçücük bir odada günlerimi geçirirken bulmuşum. Onca yıllık radyo deneyimimin karşılığı olarak geceleri kışlanın telefonlarına bakmakla görevlendirilmiş durumdayım! Şikayetçi değilim, o küçük odada tek başıma yaşıyorum geceleri, gündüzleri istirahatteyim. Son derece az insanla birebir bağlantıdayım, bir tür inziva halinde gibiyim. Ki o ortamda da az insanla iletişimde olmaktan başka bir isteğim yok. İşte bu yüzden, elime geçen ilk özgürlük fırsatında kendimi aşina olduğum o gerçek dünyayla buluşturabilecek tek bağlantıma koşuyorum. Arkadaşlarımın neler yaptığını, dünyada neler olduğunu bir çırpıda öğrenme çabasındayım.

On yıl sonra...
O küçük şehrin tek ana caddesinden ara sokaklardan birine sapıyorum. Bir şekilde yolumu bu şehre yeniden düşürebilmeyi başardım. Çok farklı hislerle, çok farklı gözlerle yürüyorum aynı sokaklarda. Sanki onca zaman içinde hiçbir şey değişmemiş gibi. Aynı caddede, aynı mağazaların arasında, aynı sokağa sapıyorum. Herşey hala hatırladığım yerlerde duruyor. Garip hissediyorum, bir bağlayıcılık yok. Yani istersem askerken bize yasak olan sokaklara girebilir, istersem akşam hava karardıktan sonra da insanlarla birlikte çay bahçelerinde zaman geçirebilirim. Evet, internet kafe de hala aynı yerinde duruyor. Önünde duraklıyor, içeriye bir göz atıp gülümsüyorum. Ardından yavaş adımlarla yürümeye devam ediyorum.

On yıl önce...
Sinemalarda Sezen’in şarkılarından yapılmış ‘O Kadın’ yeni oynadı. Şehirde uyduruk bir sinema var sadece. Orada da kimbilir ne zaman girer gösterime. Fragmanını defalarca izledim arka arkaya. Siz yokluktan deyin, ben özlemden diyeyim, delice bir istek var içimde, mutlaka geç olmadan izlemek istiyorum. Birkaç hafta önce kafenin yöneticisinden rica etmiştim ama muhtemelen o şehirde ve o grubun içinde benden başka kimse bu ruh halinde değildir, birkaç haftadır sürekli sallıyor adam. Umutsuzca giriyorum içeri, bir masa seçiyorum kendime ve küçük kapasiteli harici belleği bilgisayara takıp, kafenin filmler klasörünü açıyorum. Filmleri karıştırırken bir anda karşıma çıkıyor: ‘Sezen Aksu – O Kadın!’ Allah’ım, o kadar heyecanlandım ki! Sanki normal hayatımdan bir bölüm kaydedilmiş de, onu izleyip hatırlayacakmışım gibi tarifsiz bir mutluluk oturdu içime.

On yıl sonra...
Kafenin önünden geçiyor ve sonra her çarşı gününde kışlaya dönmeden önceki son durağıma uğruyorum. Günlerce hayaliyle tutuştuğum, lezzetine doyamadığım, bir porsiyon yedikten sonra her seferinde bir de ekmek arasında paket alarak kışlaya götürdüğüm köftecideyim. Çarşı akşamlarında geceyarısından sonra telefon trafiği rahatladığında tadını çıkarta çıkarta, yavaş yavaş, sindire sindire yediğim ve dünyanın en muhteşem lezzetlerini yaptığına inandığım köfteci. Heyecanla bir porsiyon söylüyorum. Ben ki, güzel yemek olduğunda herşeyi bir kenara bırakıp tadını çıkartan bir insanımdır, karşıma çıkan en ortalama lezzetle buluştuğumu farkediyorum. Bir önceki sabah karışık menemeni yerken de benzer şeyler hissetmiştim. Üstüste aynı duyguları yaşayınca parçalar yerine oturmaya başlıyor. Açık ve net; insan yoklukta ve yoksunlukta herşeye ve herkese layığından çok daha fazla anlam yüklüyor. Bunu hep aklımda tutmam gerek, özellikle de birilerini hakkı olandan çok yükseklere koyduğumda bunu hatırlatmalıyım kendime. (Ki, en çok yaptığım pişmanlık sonuçlu davranış biçimidir kendisi!)
Bu hayal kırıklığını pekiştirecek birkaç küçük takviyeden sonra seyahatim bitiyor ve yeniden yaşadığım şehrime, oradaki kadar olmasa da sıkıcılıkla nam salmış sokaklarıma dönüyorum. Tüm işlerimi tamamladıktan ve rutinime döndükten sonra akşam vakti televizyon kanallarını öylesine karıştırırken, herşeyiyle ucuz yaz dizilerinden birinde fonda bir şarkı çalmaya başlayıveriyor bir anda! Sezen’in ‘Biliyorsun’u duyulmaya başlıyor ekrandan. Filmin en can alıcı sahnelerinden birinde kullanılan o şarkı. Tarifsiz bir mutluluk oturdu içime!

On yıl önce...
Kafeden filmi hemen kopyalıyorum. Ufak tefek işlerimi bitirip izin süremin sonunu beklemeden erken bir saatte kendimi kışlaya atıyorum. Köfteciye uğramak, gece için paket almak aklımdan bile geçmiyor! O akşamı bir çorbayla geçiştiriyorum. Gecenin yoğun telefon trafiği bittikten ve saatler de geceyarısıyla uzun uzun vedalaştıktan bir süre sonra heyecanla bilgisayarı açıyor ve filmi izlemeye başlıyorum Öylesine mutluyum ki, her bir şarkıyı ezberleyene kadar dinliyor, her bir sahnesini aklıma kazıyıncaya kadar defalarca izliyorum...

On yıl sonra...
Dizide o şarkıyı gördükten sonra büyük bir heyecanla arşivimi karıştırıyorum, filmi buluyorum. Hemen izlemeye başlıyorum. Belki o ilk izleyişimdeki heyecan yok ama bu defa da her bir sahnesini ezbere bilmenin keyfiyle mırıldanıyorum şarkıları. Eski bir dostla yıllar sonra yeniden buluşup aynı samimiyeti yakalamış gibiyim. Bir yandan gülümsüyor, bir yandan o ilk izleyişimden sonra geçen yıllar içinde yaşamıma dahil olmuş mutluluklarla hüzünler arasında gidip geliyorum. Karmaşık duygular içindeyim.

On yıl önce...
Filmi sonraki gecelerde de defalarca izliyorum. İzledikçe aklıma bir şeyler geliyor, sürekli yeni yazılar yazıyorum. Zaten kitabım için sağda solda darmadağın ve yarım yamalak duran yazıları biraraya getirip yayıncıma hiç beklemediği bir anda göndermem ve basılması da o sürece rastlıyor.

On yıl sonra...
Filmi izlerken içimde farklı bir kıpırtı oluşmaya başlıyor. Yan bakışlarla köşedeki küçük tahtama ilişiyor gözlerim. Bu yıl içinde mutlaka yapmayı planlandığım maddelerden oluşan bir liste var. Listede yazdığım notların ne mutlu ki şimdiden hemen hepsini hayata geçirmişim ama üzerine çizik attığım iki tanesi göz kırpıyor uzaktan. Birinde yaşadığım şehri terk etmek vardı. Nereye olduğunun hiç önemi yoktu ama bu yıl içinde buradan gitmeyi kafama koymuştum. Ta ki, bir gün küçük yeğenimin o tahtayı bulup, notlarıma ek yaptığı bölümü görünceye kadar. Önce tam bir genç kız zerafetiyle onu burada bırakıp gitmemi asla istemediğini yazıyor, sonra da kendi tarzındaki tehditlerle bitiriyordu. O yüzden o maddeyi ‘evi değiştirme’ şeklinde masumca yenilemiştim. Bir diğeri de, bu yıl içinde ikinci kitabımı çıkarmak üzerineydi. Aslında herşey yıllardır hazırdı ama içime sinmediği için, yazdıklarımın o şekilde ortaya çıkmasının bana dönüş şeklinin acı vericiliğini, kalp kırıcılığını hatırladığım için vazgeçmiş ve üzerini çizmiştim. İşin garip tarafı şu ki, ister adına Evrenin mesajı deyin ister Allah’ın gösterdiği yol, ben hayatın işaretlerine açık seçik inanan bir insanım. Ve yaşadığım bu günün de bir işaret olduğuna inanıyorum. Belki de yeniden cesaretimi topluyorum...

On yıl önce...
Bambaşka kılıfların arkasına sığınmak için çok çabalamış olsam da, aslında o süreçte o filmi o kadar çok izlerken aklımda hep onun olduğunu hatırlıyorum. Hep zor, hep imkansız kılıflı, hep normal rutinin çok dışında aşklar yaşayan, hep mücadele isteyen ilişkiler için çok çabalayan biri oluşumla yüzleşiyorum bir kez daha. İkimiz de bunun mümkün olmadığını bilirken, ikimiz de hep bir umutla peşinden sürükleniyoruz o imkansızlığın. Birbirimize cesaret verirken geride durduğumuz, istemezken yan cebimizi açtığımız bir sürece rastlıyor bu filmi defalarca izleyişim. Sahnelerden mesajlar alıyor, şarkılardan hayaller kurup paylaşıyoruz. Bir yere varmayacağını biliyorum ama yine de bir hayal olarak da olsa orada kalmasını istiyorum. Katıksız, hesapsız, gerçek bakışlarla sevilmeyi ne kadar özlediğimi farkediyor, onun onca imkansızlıkta bana aşık oluşuna hayranlıkla kaptırıyorum kendimi. Olmayacağını bilmek bir şeyi değiştirmiyor, gerçek olduğunu gördüğün anda istiyor, imkansızlık ateşlerinin üzerine basarak ayakların yanarken inatla yürümeye niyetleniyorsun. Kaç adımsa kaç adım, ne kadar mesafeyse o kadar mesafe, kaç birim yürek çarpıntısıysa o kadar kalp ağrısı.. Meydan okumaya hazırsın!

On yıl sonra...
Yaşadıklarının ardından güvenini bir parça kaybetmiş, gördüklerinin arkasından yeniden sevebilmeye inancını az biraz yitirmiş ruh halinde olduğum günler birbirinin ardından koşturup ilerlerken, onu görüyorum karşımda. Hayatımın eşsiz işleyiş şekli sayesinde yine bir imkansızlıkla buluşuyor, içimde bir sır perdesi açıyor ve üzerini örtüyorum. Dinginliğini uzaktan izliyor, coşkusunu sıradanlığıma katık yapıyorum sessizce. Sonra yaşam bir başka yol çıkartıyor, sükunetim yerini maskeli cümlelere bırakıyor. Klişelerime takla attırıyor, keskin doğrularımı yanlış bildiklerimle dipdibe buluşturuyor, kafamı karıştırıp dikkatimi dağıtarak karambolde ona doğru adımlar atıyorum. Zaman mı çok değiştirmiş beni, yoksa esasında hep böyle miydim bilmez şekilde onu çözmeye çalışıyor, bana yaklaşıp yaklaşmadığını, birlikte yürümek isteyip istemediğini, benim olmaya ve onun olmama niyetli olup olmadığını anlamaya çabalıyorum. Ezberim tersdüz, insan sarrafı yeteneğim diplerde, anlayamıyorum. Geçen zaman içinde ruh halim bir noktada tıkanmış; ilgi duyduğum, kalbimin atışlarını hızlandıran o güzelliklerin beni bir çırpıda dost kategorisine koymalarından sıkılmışım, kimi zamanlar şark kurnazlığıyla yan cepte stepne gibi bekletilmeye çalışılmaktan daralmışım. Belli edesim, konuşasım geliyor ama insanevladının değişmekbilmez takıntıları varmış, öğreniyorum. Olmuyor, olamıyor. Ve ben Sezen şarkıları fonda, onu düşünürken ondan uzaklaşıyorum. Bilmek bir şeyi değiştirmiyor belki, evet biliyorum, ama senin sana yaptığını kimse sana yapmıyor aslında! Kendime kızıp, kendime küsüp yürüyorum aksak adımlarla.

On yıl önce...
İmkansız bir aşkın peşindeyim, mucizelere hiç bu kadar inanmadığımı düşünüyorum. Ama zaman eskitiyor hepimizi ve biz bir yere varamıyoruz...

On yıl sonra...
İmkansız bir aşkın peşindeyim, mucizelere hiç bu kadar inanmadığımı düşünüyorum.
Zaman eskitecek ikimizi ve biz bir yere varamayacağız belki, çok da umrumda değil. Gözbebeklerinin tam içine bakıyorum bazen, onu ne kadar sevebileceğimi haykırıyorum bakışlarımla. Anlamıyor. Anlıyorsa da işine gelmiyor. Ya da korkuyor, bilmiyorum. Belki de beni bir kenarda istediği gibi ve istediği kadar bekletebileceğini zannedenler kervanına katılıyor, kimbilir. Yaptığını zannediyor. Olduğunu düşünüyor. Oysa ben onu da tüm diğer zan insanları gibi kendi zindanlarıma kapatıyorum. O kilitlerin anahtarlarını da eline veriyorum ama içim rahat, nasıl olsa açmaya çalışmayacak, biliyorum. Peki ya onun adına konuşarak, düşünerek, karar vererek hataların en büyüğünü bizzat kendim yapıyorsam? O da bir ihtimal tabii, zevzek ihtimallerin en popüleri. Kimin kime ne zaman ve ne şekilde kaç adım yaklaştığını ya da kaç adım kaçtığını ne zaman ve nasıl anlayabiliyoruz acaba? 

On yıl önce, on yıl sonra....
Yıllar geçerken bazı hisler hep aynı kalıyor ve bu hisleri bazen en iyi Sezen tanımlıyor:
‘O sevgiler ki yoktular, onlar ümitlerimizdi...’

Bu yazının ardından Sezen Aksu - Unut dinlemenizi öneririm.
Bir de, lafın gelişi on yıl...

4 Ocak 2015 Pazar

Kafanda Deli Sorular!


-        . Selim sana bir şey söylemem gerek.
-        . Ne oldu?
-        . Artık sana bir şeyler anlatırken çekinmeye başladım.
-        . Neden?
-        . Yazarsın diye korkuyorum.
-        . Nereden çıktı şimdi bu?
-        . Yazdıklarına bakıyorum, hep başından geçenleri ya da hayatına girenleri anlatmaya başladın.
-        . Öyle mi düşünüyorsun?
-        . E baksana, ya sen varsın, ya da etrafındakiler var son yazdıklarına. İsim bile veriyorsun bazen.
-        . Onların gerçek isimler olmayabileceğini söylememe gerek var mı?
-        . İsmi değiştirsen ne farkeder ki? O dönemde seni tanıyan ve yanında olan biri rahatlıkla anlayacak kim olduğunu. Nokta atışı detaylar da veriyorsun sonuçta.
-        . Onların gerçek olduğu ne malum?
-        . Hadiii, uyduruyor musun yani hepsini? E kusura bakma ama o zaman resmen kandırıyorsun bizi. Bu daha büyük bir sahtekarlık!
-        . Kandırmıyorum ki. Varlar onlar. Ama her hikayede tek bir kişiyi anlatmıyor olamaz mıyım?
-        . Nasıl yani?
-        . Değişik insanların değişik yanlarını biraraya getirerek yeni bir karakter oluşturuyorum belki...
-        . Peki onu oluşturanların her biri gerçekten var mı hayatında?
-        . Bazen varlar, hatta bazen çok yakınımdalar, bazen de sadece çok kısa bir an yollarımızın kesiştiği biri.

1 Kasım 2011 Salı

Öğreten...

(Bu yazının Beverley Craven - Lost Without You eşliğinde ya da sonrasında okunması önerilir...)
hayatımdaki her şeyi o kadınlardan öğrendim aslında,
ya da en azından biliyorum ki onlar vesile oldu doğrusunu bulmama sonunda.

ilk öğretmenim annemdi benim de... ve annemden ilk öğrendiğim de "her şeyin doğrusunu annemden öğrenmeyi bekleyemeyeceğim” oluyordu şaşkınlıkla. “Annelik” dediğin asla dürüstlüğü getiremiyordu yanında, hep sen haklı oluyordun onun gözünde.

bir başka anneden öğrendim her insanın aslında biraz hasta olduğunu ve yine ondan öğrendim her insanın içinde acemi bir doktor yaşattığını... o bana teşekkür ederken iyileşme yoluna giren kızının hayat akışına dokunduğum için, ben farkında bile değildim asıl hasta olanın ben olduğumun; çok sonraları öğrenecektim denge yoksunu aşkların en sinsi hastalık haline dönüşebileceğini.

fransız filmlerinden çıkmış kadar güzel ama o filmlerdeki kadınların yaşama tutunuşlarından fersah fersah uzak kadın öğretti mutsuzluğun adını, anlamını... bir insanın umuda sırtını nasıl kayıtsız dönebileceğini, tüm güzelliklerin üzerini nasıl örtebileceğini de o güzel kadın öğretiyordu bana.

adımı sadece birkaç harfe indiren ilk kadınım öğretti en büyük gizlerin aslında çoğunlukla hep en basit cümlelerin altına saklandığını... en “çılgın” görünenler en “kaçak”lardı aslında, ve kendilerinden saklanıyorlardı insanlar çoğunlukla.

bir insanın her şeyden önce ve her şeye rağmen kendisini sevmesi gerektiğini öğrendim çok kısa boylu kadından... insanlar, sadece sen kendine saygı duymaya başladığında saygı duyuyorlardı sana.

dizginlenebilmiş hırsların insanı hayallerinin dünyasıyla buluşturabileceğini öğrendim maskeli kadından... saçları da, gözleri de, hatta bedeni bile kendine ait değildi ama sadece ona ait olan hayalleri ve hırsları vardı uğrunda savaştığı.

bebeğini kaybeden gencecik bir anneden öğrendim ölümü, ömrünün son aylarındayken aşkın peşinden koşan büyükanneden öğrendim yaşamı... hayat bazen başlarken bitiyor, kimi zaman da aslında bittiği zannedilen yerde daha yeni başlıyordu.

erkek gibi kaba bir kadının köşe bucak kaçışında da, hayatı kalbinin etrafında dönen kadının peşinden koşuşunda da aşkı gördüm... ve hayatta öğrenilebilecek en önemli şeyin bir insanı sevmek olduğunu öğrendim aşka hasret yalnız kadından.

en önemlisi ise, adı da içi de doğru tanımlanan aşkın asla ama asla bitmeyeceğini, bitemeyeceğini, sönemeyeceğini, kaybolamayacağını öğrendim o kadından;
duvaklı bir merhaba da olsa, cepsiz bir hoşçakal da olsa sarmalandığı beyazlar, bir kadının aslında daima ama daima aşkı ve aşığını düşündüğünü öğrendim...
kah beyaz ayakkabının altına silinsin diye yazılan isimler,
kah parçalanmış bir kaportanın altında son bir gayretle tutulan cisimler öğretti bana aşkı...

belki hüzün çıktı sonunda, belki acı vardı yanında ama,
hayatımdaki her şeyi o kadınlardan öğrendim ben aslında…


26 Ekim 2011 Çarşamba

Sıcak Acı...

(Bu yazının Tanju Okan - Kadınım eşliğinde ya da sonrasında okunması önerilir.)
yıllar öncesiydi...

“şimdi çok sıcak olduğu için hissetmiyorsun” demişti beden eğitimi öğretmenim.
kimsenin oraya kadar atlayamayacağını düşündüğü için o son bölüme de kum ekleme gereği hissetmemişti belli ki.
oysa beni hırslandıran işte bu genel tavrıydı zaten onun. her şeye ve herkese köşeli sınırlar çizmeyi çok seven öğretmenim, bana hayallerin ve isteklerin sınırının olmayacağını, olamayacağını öğretiyordu farkında olmadan.
belki biraz ağır olmuştu bedeli ama, “sen boşuna zorlama kendini, kapasiten belli” demesinin cevabını vermiştim ona, kumsuz bölgeye atlayarak..
ve ayağımı kırarak!
aman ne cevap...

evet, ona kızmıştım aslında; ama yine o öğretiyordu bana henüz sıcakken hissedilmediğini acıların.

bir de senden öğrendim yıllar sonra...

* * *
ayrıldığında bu kadar koymamıştı galiba.

evin içinde dolaştım, durduğun yerlerde durdum, baktığın yerlerden baktım, yattığın yerleri süzdüm yan gözlerle. seni izledim bol bol sanki buradaymışsın gibi, sanki berabermişiz gibi. ne yalan söyleyeyim, özledim, evet hem de çok özledim. acımı yüceltti özlemim.

her şey çok tazeydi hala, kokun hala çok sıcaktı; fazla uzaklaşmış olamazdın, olmamalıydın. ya da etimden bir parça çekiyordun tırnaklarınla giderken, ben de geliyordum mecburen seninle. tanıdığım, bildiğim, öğrendiğim her şeyi bırakıp geride, sürükleniyordum seninle gittiğin yere; sadece yalnızlığım elimde, bir de acılarla beslenmeyi öğrettiğim yarım adam, derin izler tenimde.

kaçmak istedim senden, kalmak istedim senin olmadığın yerde; çok şey değil, sadece yaşamak için, sadece nefes almak için. ama olmadı; ne kaçabildim senden, ne kalabildim sensiz.

emin değildim aslında ama herşey bıraktığın yerdeydi galiba hala;

son bozukluklarımızı toparlayarak aldığımız terliklerin kapının yanında, en özel günümüz için beklettiğimiz fotoğrafsız çerçeveler başucumda, babandan gizlice kaçırdığın pijamalar yastığımın kenarında, yakmaya bir türlü kıyamadığımız kokulu mumlar camın hemen köşesinde, bilmem kaç kez ayıla bayıla izlediğimiz filmin afişi duvarın bize bakan çıplak yüzünde,
ve kendisini çırılçıplak, yapayalnız hisseden ben hayat çizgisinin tam ortasındaki kesik noktada, yani tam da bıraktığın yerde... o kesikten düşmek üzereyim aslında.
tam da oradaki boşlukta mı bıraktın beni, yoksa beni bıraktığın her yer zaten o boşluk mu olacaktı acaba?
her neyse, boşver...

söylesene, daha ne kadar tutabilirim herşeyi tam da bıraktığın yerde?
ama artık bir yerlerden başlamam gerek.
aslına bakarsan, sen olmadan kendince varolmaya çalışacak ilk adım beni nereye götürecek, götürebilecek bilmiyorum. giderken beni de götürdün ne de olsa. "giden yarım"ın ardından su dökerken gözlerimle adet yerini bulsun diye, "kalan yarım"ı da ben uğurlamalıyım aslında hiç gitmemesi gereken yerlere...

peki, o şarkıdan başlasam mesela, tam da bıraktığın yerden “kadınım” desem tüm gücümle. bağırsam avazım çıktığı kadar; ama bir sen duysan bir de ben sadece. tam da buradan başlasam anlatmaya.
başlasam, ve bitsem; ben bitince sen artık tamamen gitsen…
evet, artık gitsen.

* * *
yıllar öncesiydi...
“şimdi çok sıcak olduğu için hissetmiyorsun” demişti beden eğitimi öğretmenim.
evet, ona kızmıştım aslında; ama yine o öğretmişti bana henüz sıcakken hissedilmediğini acıların.

bir de senden öğrendim yıllar sonra...

(Geceyarısı Öyküleri'nden...)

19 Mayıs 2011 Perşembe

Üzümlü Kek ve İncir Reçeli


“Sen bir şey söylemeden gidersin… Öyle bir şey söylemeden gidersin ki, üstüne milyonlarca şey söylenir…”

Hep susarak giden oldum ben. Susunca suçlanmak adettendir. Hep suçlanarak giden oldum ben.
İç cümlelerim çok şey söyledi giderken, ben hep sustum cümlelerim biterken.
Birine açık olmuştum, birine dostum demiştim, birine tüm amaçlarımı yüklemiştim, birini hayatımın anlamıyla süslemiştim. Ama hepsinde de sustum giderken. Ne ağır bir yükle gittiğimi bilmedi kimse. Ne çok şey anlatmak istiyordum aslında ve ne çok yarım cümlelerle geçti hayatım. Hevesle başlanan cümlelerin, yarıda soluksuz kalmasının ne olduğunu bilir misiniz? Nefes darlığım var benim, yükseklerde daha da artıyor. Yani, ne zaman birini yükseklere koymaya niyetlensem, soluğum kesilmeye başlıyor. Uyandığımda çoktan dibe indiğimi görüyorum. Hem zaten yere indiğinde nefes almaya başlayabiliyorsun yeniden. Ne ilginç, oysa aşkı en tepeye koyup, “aşıkken nefes alır insan” diyordum eskiden. Deneyim, bildiğini zannettiğin doğruların yanlışla sevişmesini keşfetmekmiş meğer. Bildiğin ihanet yani; uğruna her şeyini verdiğin doğru, seni hep mücadele ettiğin yanlışla aldatıyor… Sonra dengeler bozuluyor, üzerine yapıştırılmış pis yaftaların koyu kahramanlarının hayatına bıraktığı izlerle sürüklenmeye başlıyorsun. Bildiğin sürüklenmek, kendi yoluna geçebilmek için herkesten fazla mücadele vermen gerekiyor. Kah çıkıyorsun, kah batıyorsun. Ama kendini bir türlü anlatamıyorsun, anlatmak istediklerini dinletemiyorsun.

Geceyarısı Öyküleri’ndeki hikayelerden birinde geçer; yanlarından gitmeyi hiç istemediğim, “çok dost” iki arkadaşım vardı. İyi olmadığım, birilerinin hayatıma çomak soktuğu günlerdi. Öylesine ketumdum ki o konuda herkese karşı, çok az şey bildikleri için benim çok şeyi abarttığımı düşünüyorlardı. Dostlukları, beni iyileştirmek için gerçeklerle yüzleştirmeleri gerektiği çerçevesinde dönerken, beni sarsmaya çalışıyorlardı belli ki. Bir akşam onlarla kahve içerken masamıza üzümlü kek geldi. Üzümlü kekle pek aram yoktu o zamanlar. Tatmaktan öteye geçmemiştim ama sevmiyordum nedense. Tabağa baktım ve “ben almayacağım, sevmiyorum üzümlü kek” dedim. Anlamadılar. Anlamadılar ve benim her şeye karşı mazeret ürettiğime inanarak onu da abarttığımı düşündüler. Tabağıma bir üzümlü kek koyuldu. Onların bir üzümlü keke yükledikleri anlamın ne kendileri farkındaydı, ne de ben. Kekin içinden üzümleri ayıklayıp yemeye çalışırken gözlerimden bir damlanın tabağa düştüğünü hatırlıyorum. Küçümseyebilir, hemen kestirmeden bana bir karakter tahlili yükleyebilirsiniz, umursamıyorum artık. Ama üzümle hüznün buluşmasındaki anlamı yakalayabilmeniz için benim yaşadıklarımı bilmeniz gerekirdi. Yaşamadınız, bilmiyorsunuz. Bu yüzden bir üzüm tanesinin insana hangi hikayeleri anlatacağını da tahmin edemiyorsunuz.

Bu yüzden sevdim ben “İncir Reçeli” filmini. İçinde hiç beklenmedik, belki de sadece kahramanlarına saklanmış ve aslında kimsenin öğrenemeyeceği bir hikaye barındırdığı için. Ya da, bir üzüm tanesinin iç dünyasını bildiğim için belki de, bir incir reçelinin anlattıklarını sizden biraz daha farklı bir gözle izledim. Hayatıma derinlemesine dalanın da, parmak ucuyla dokunanın da bir iz bırakacağını biliyordum…
Sizin göremeyeceğiniz bir iz bırakacağını,
ve hayatımın birikmiş setlerini kıracağını…

“Sana dokunmak tüm insanları affetmek gibi…”

Aslında hep susarak giden oldum ben. Susunca suçlanmak adettendir. Hep suçlanarak giden oldum ben. Hayatımın önemli bir dönemi hep birilerini affetmeye çalışmakla geçti. Şimdi "ona" dokunarak sizleri affetmeye çalışıyorum. Önyargılarınız sizin olsun, ben masumiyetimle yürüyorum.

“Asıl ucuz olan ne biliyor musun? Beş kuruş vermeden savurduğumuz yargılarımız…”



(Tırnak içi replikler İncir Reçeli filminden...)

28 Mart 2011 Pazartesi

Benzer

Geceyarısı Öyküleri'nden...


- Bir şey mi var beyefendi??
- Pardon?
- Neden bakıyorsunuz sürekli??
- Pardon çok özür dilerim, birine benzettim sizi...
- ...
- Ve ben onu çok özledim...
- ...
- Sizin gibi renkli kocaman bakan gözleri vardı onun da. saçları sarıydı, teni beyazdı. Gerçi son gördüğümde saatlerce kucağımda uyuttuğum için onu, doyamadığım için oynamaya onlarla, dağınıktı biraz saçları mesela, ama her zaman bakımlıydı.

Gülünce dişleri kocaman görünürdü, ve hiç sevmezdi bunu; çok düşkündü güzelliğine. Oysa ben de tam tersine, en doğal zamanlarında, gerçekten içten güldüğü anlarda aşık olurdum ona. Şimdi düşünüyorum da, hep ima etmişim, hiç söylememişim onu "çirkinken" daha çok sevdiğimi. İnanmazdı muhtemelen, ama söyleseydim keşke.

Gülünce tombullaşırdı yanakları, işte tam da o anda avuçlarımın içine alırdım güzelim yüzünü; gözlerimi gözlerine dikerdim, kırpmadan bakardım ona. Gözlerimiz dalarken koyu sohbete, biz susardık. Sahi, ne kadar da "bir"mişiz aslında.

Gizli saklı haberleşirdik, kimselere belli etmezdik. Telefonu açtığımda "naapıyosun sen bakiim" derdim çocukça, "sen yaapıyosun" derdi. Havadan sudan konuşurduk, hep kaçak oynardık, ertelerdik asıl söylenmesi gerekenleri, söylemek istediklerimizi.
Bir sessizlik olurdu konuşma arasında tam yeri geldiğini belli eden. "Özledim seni" derdi, "Burnumda tütüyorsun" derdim. İnanırdım, inanırdı.

Yan yana geldiğimizde iki yabancı gibi bakardık birbirimize. Yasaktık sanki nedense. Mesafeli kalırdık başka insanların yanında, heyecanla yalnız kalacağımız anı beklerdik. İlk fırsatta dokunurdu dudaklarımız. Öyle ateşli öpüşmeler değil, eşsiz dokunuşlardı bizimkisi, benzeri olmayan.

Günler biriktirirdim ona, anlatılması gereken hikayelerle geçen günler. Hepsini anlatmaya vaktimiz olmazdı hiç, çoğunlukla onu dinlerken, onu izlerken öldürürdüm zamanı. Vazgeçmek ne kolaydı, ucunda o olunca. Hep anlatan ben, hep ketum oluverirdim onun yanında.
yanı başında...
Ne güzeldi hep onunla olmak, yanı başında… Nefesini kıskandıracak kadar yakınında, omuzlarımız birbirine dokunacak kadar dip dibe… Parmaklarını parmaklarıma dolayabileceğim kadarlık mesafede.

"Senden de, senin sevginden de vazgeçemiyorum, ne olur sen de vazgeçme benden" demişti son defasında. Vazgeçtiğimi söyleyecek cesareti toplayamamıştım ona, yapamamıştım;
meğer ne kadar zordu sadece onun için her şeyden vazgeçmeyi göze aldığımı söyleyebilmek.
Hep yazdıklarımı, ancak yazarken anlatabildiklerimi kulağına fısıldayabilmek isterdim, yapamadım.
"Seni seviyorum" diyordu," Özledim" diyordu, "Eskiden olduğu gibi günün bilmem kaç saatini birlikte geçirebilmek için neler vermezdim" diyordu.
Ama sadece "geliyorum" dese yeterdi bana;
demedi, diyemedi...

Hani siz az önce telefonla konuşurken gülümsüyordunuz, gözleriniz kısılıyordu ya, ne bileyim, ona benzettim sizi birden fena halde... Ne kadar canlıymış anılarım, ne kadar tazeymiş yaralarım, ne kadar kırıkmış hayallerim meğerse...

* * *
- Bir şey mi var beyefendi??
- Pardon?
- Neden bakıyorsunuz sürekli??
- Pardon çok özür dilerim, birine benzettim de sizi, dalmışım biraz... Çok özür dilerim...
- Her neyse, önemli değil...
- Tekrar özür dilerim, iyi günler...

29 Aralık 2010 Çarşamba

Biten Yılın Düz Hesabı...

Bakmayın siz bu blogun adının “Ben Bunu Yaptım” olduğuna (bu yazı yazıldığında blogumun adı 'Ben Bunu Yaptım' idi), aslında kendimle ilgili hikayeleri anlatmaktan ölesiye çekinen bir adamım ben. Burada “ben” diye anlatılanlar da genelde ya “ben” çerçevesinde tanıklık edilen tarihi bilgiler, ya da bir albümü, kitabı, siteyi, mekanı anlatmak için konu mankeni gerektiren durumlardır. Aslında daha kişisel olanları özgürce Ekşi Sözlük’te yazardım eskiden ama biraz deşifre olmak biraz da sözlükten artık eski tadı alamamam sonucu oraya da yaklaşık bir yıldır yazmıyorum. Dahası, geçen hafta bir hışımla eski entry’lerimin yaklaşık yarısını sildim. Çok kişisellerdi çünkü.

Böyle başlamamın bir sebebi var. Kısa bir muhasebe, bir iç dökümü yazısı olacak bu. Sizden önce kendime şunun garantisini verebilirim ki, yine çok az anlatabileceğim. Denemek, başlamak gerek. Malum, yıl sonu değerlendirmesi yapmalıyım ben de.

Yılbaşılarını hatırlamaya çalışıyorum. Medya çalışanlarının kaderidir bu zaten, hayatımın son 15 yılında yılbaşıları hep çalışarak geçti. (Ben buna tam da çalışmak demem aslında. Bir yılbaşı partisinde sahnedeki DJ kabininde, yılbaşı geri sayımını başlatman için tamamı sana bakan binlerce gözü izlemek müthiştir sözgelimi. Ya da tüm ekibin bir arada hem eğlendiği hem de yayını götürdüğü yılbaşı radyo partileri bazen çok keyifli olabilir.) Yakın geçmişe bakacağım ben. Benim hayatımda 2006-2007 müthiştir, Radyo Mydonose’da hep hayalini kurduğum bir pozisyonda hep hayalini kurduğum şeyleri yapma ve sonuçlarını alabilme fırsatım oldu. Yılbaşılarında biryerlerde çalıyordum o senelerde. 2008 yaşanmamış bir yıldır, zira yılın tamamında askerdim. O yılbaşında gece santralcisi olarak telefon başındaydım ve komutanlara düzenlenen kutlamadan doğan telefon trafiğiyle uğraşıyordum. 2009 başında askerden dönünce, bana çok stresler yaşatan ama hayatımdaki en önemli iş deneyimlerini bu sayede öğrenmemi sağlayan patronum yeni bir yol çizdi. Radyoya ara verip, aynı gruba bağlı MyBilet’te çalışmamı teklif etti. Tam da o sıralarda TRT fikri ortaya çıktığı için ve aynı zamanda yayına da devam edebileceğim için keyifle kabul ettim ve hayatımda yeni bir sektörde yeni bir dönem başlattım. Koşturmacayla ve algılama çabasıyla geçen bir yılın ardından o yılbaşını 4 kişilik kalabalık bir ekip olarak(!) bir arkadaşımızın evinde karşıladık. Hoş, böyle garip bir seneye öyle bir yılbaşı yakışırdı zaten!...

Ve 2010… Bu yıl her şey ama her şey harika gitti. Geriye dönüp baktığımda “şöyle olsa ne şahane olurdu” dediklerimin tek tek sıralandığını izledim. Radyoda her şey yoluna girdi ve daha iyi para kazandım. Çok sevdiğim dostum Banu ile müthiş keyif aldığım programlar yaptım, o programlar sayesinde “celebrity” denen insanlarla yeniden iletişim kurabilmeye başladım, harika insanlar tanıdım, askerden önceki çevremi yeniden oluşturabildim. Dinç ve Altuğ ile birlikte TRT FM’de değişik isimlerle Adam Gibi’yi hayata geçirdik, bir süreliğine İsmail ve Can’ın yanında “Berk” oldum, Türkiye’nin en uç noktalarından insanların hayatlarına dokunma fırsatı yakalayabildim. İşimde (göz ardı edebileceğim kronik aksaklıklar dışında) heyecan verici yeni şeyler öğrendim. Yeniden evimi kurdum. Askerdeyken gözüme kestirdiğim arabayı alabildim. Sevdiğim arkadaşlarımla daha çok görüşebilmeye başladım. Hayalimin şehri Londra’yı her türlü hava koşulunda görebildim (hayatımda yaptığım ilk 4 yurtdışı seyahatimin 3’ünün Londra’ya olması??), buna bir iki seyahat daha ekledim. U2 ve The Cranberries başta olmak üzere “ölmeden izlenmesi gerekenler” listemden harika konserlere katıldım. Birikmiş filmlerimi izlemeye başlayabildim (kitaplara da sıra gelecek umarım)… Bu liste böyle devam edebilir, size sıradan görünenler benim için hayati önem taşıyor olabilir sözgelimi. Hiç şikayet etmedim, hep şükrettim. Gerçekten… Bazen sağlık sorunları yaşadım ama o anlarda bile durup dururken kendime ne kadar şanslı olduğumu hatırlattım. Zaten hak ettiğim şeyler bana sunuluyor olsa da, bunun özel bir fırsat olduğunu hiç aklımdan çıkartmamaya gayret ettim.
Ta ki, Kasım sonuna kadar… Hayatımdaki birçok şey aniden tersine dönmeye başladı. Sanırım gerçekten öyle, saçlarımdaki ilk beyaz telle tanıştım bu ay. İyileri anlatmayı severim, kötüler bana kalsın. Sadece aradan üç başlığı kısaca geçmek isterim.
TRT’deki programlarımız sona erdi. Bu konuda bir açıklama yapmalıyım; yolu bir şekilde TRT Radyolarından “Dış Yapımcı” olarak geçen herkes bilir, orada işler yönetimin iki dudağı arasındadır. Yönetim değişiklikleri, yeni planlamalar, başka projelerin hayata geçmesi gibi birçok sebepten dolayı size teşekkür ederek yayınınızı bitirebilirler. Bunu eleştirmek için söylediğimi düşünmeyin, tüm Dış Yapımcılar bunu bilirler, bilerek çalışırlar. Bitiş talepleriyle bazen gerçekten projenin işlememesi ya da yetersiz olduğunuz için karşılaşabilirsiniz ama bazen de “aslında iyi olduğunuz” herkesçe kabul görmekteyken başka sebeplerle vedalaşırsınız. TRT Ankara Kent Radyosu projesi yeni yönetimin kararıyla sonlandırıldı. Bu zaten beklediğimiz bir sondu, kararı elbette saygıyla karşıladık. TRT FM’de yaptığımız da zaten bir senelik bir programdı. Yıl bitti, programa veda ettik. Ben genelde konuklarımızı ve programla ilgili gelişmeleri paylaştığım için bu bitişleri de sosyal ortamlarda dile getirdim. Elbette samimiyetine sonuna kadar inandığım dostlarımdan güzel tepkiler ve dilekler aldım. Ama ne oldu biliyor musunuz, hiç tahmin etmediğim bir “arkadaş” grubu, “iyi oldu” diyen iç seslerini “acıma” dışa vurumuna çevirdi. Biz halen başka işlerimize devam ederken ve –ne mutlu ki- ayaktayken bizi koymaya çalıştıkları kılıfları görmek ilginç oldu. Yine de bu durumla yüzleşmekten de çok kazançlı çıktığımı düşünüyorum. Yeni tablolar, büyük resimleri daha iyi çözümleyebilmeyi öğretiyor insana. Bu konuda itiraf edebileceğim tek şey şudur; hayatımda ilk defa hiç yayın yapmayacağım bir döneme giriyorum. Buna alışık değilim ve kendimi bundan dolayı biraz kötü hissedeceğimi tahmin ediyorum ama hiç bilinmez, belki de bu ara dönem bana iyi gelecektir, hiçbir fikrim yok. Ya da belki de tahmin ettiğim gibi bir süreç olmaz, kısa sürede yeni projelere başlarız, hayat sürprizlerle dolu…

Bahsettiğim üç başlıktan ikincisi; yediğim çok sağlam dost kazıklarına yeni birini ekledim. Her seferinde bu kadar şaşırmam ve bu kadar üzülmem de enteresan. Tarihime kayıt düşülmüş iki kişi vardı, yanlarına birini daha eklemek durumunda kaldım. Hiçbir darbe, hayati bir karar alıp ona destek olmak amacıyla yanında yürüdüğün birinin “küçük taktikleri” kadar üzmüyor insanı. Ve emin olun, hiçbir darbe ama hiçbir büyük darbe, insana “çok yakın” zannettiklerinin vurduğu minik fiskeler kadar acıtmıyor… O acıyı atamıyorsun, silemiyorsun, yarası kapanmıyor. Aslında tam da kapanacağı zaman çocukluğundan kalma alışkanlıkla kabuklarını soyuyorsun yaranın ve yeniden aynı süreç başlıyor. İyi oluyor aslında, unutmamalı bazı şeyleri, hep akılda tutmalı belki de.

Ve sağlık… Ailemizin bir bireyinin sağlık sorunlarıyla mücadele ediyoruz bir süredir. Siz bu satırları okurken biz –sanırım- sonuçları öğrenebilmiş olacağız. Anladım ki, bekleme süreci hepsinden betermiş. Ve anladım ki, kendi kalp ağrılarım bu kadar canımı acıtmamış. Kimsenin haberi olmadan ölümün kıyısından çevrildim iki kez ama bu kadar önemsememiştim. Şimdi anlıyorum ki, insanın kendini –herhangi bir anlamda- yeterince önemsememesi, ciddiye almaması en tedavi edilmez rahatsızlık. Kimse seni, senin onları önemsemediğin kadar ciddiye almıyor aslında. Dedikleri gibi, herkesin elmasında kendi diş izleri var ve sen farkında değilsin. Değilsin, çünkü sen kendi elmanı da başkalarına vermişsin…

Elbette dahası da var ama daha özel şeyleri yazmam, yazamam buraya. Anlatmam, anlatamam kimseye. “Geceyarısı Öyküleri”nin son hikayesi (ki itiraf ediyorum, kitapta başından sonuna kadar tamamen kendimi anlattığım yegane yazıdır o) “bir acıların çocuğu hikayesi değil bu” diye başlar. Bu da değil, emin olun. Niyetim o olsa, size kendi üzerimden çok sağlam “acıların çocuğu” hikayeleri anlatabilirim, bakakalırsınız, şaşırırsınız, inanamazsınız. Ama bir acıların çocuğu hikayesi değil bu. Yarın sabah yine gülümseyerek çıkacağım evden, içimdeki fırtınanın kulağını bükeceğim, acıtacağım bir parça, “hayat da güzel bea!” diyerek yoluma devam edeceğim. Ve inancımı biraz kaybettiğimde, hayatı iki minik yeğenimin gözlerinde bulacağım yine. Ne de olsa hepimiz onlar kadar masumduk bir zamanlar aslında...

Şimdi etrafımdaki herkes yılbaşı gecesi planlarına dalmışken, ben bir düz hesap yapıyorum. 2010 geride kalıyor ve ben geriye dönüp baktığımda harika 11 ayın karşısında dimdik duran berbat bir Aralık ayı görüyorum. Ne oluyor yani bu durumda, 11-1 galip miyim 2010 yılına karşı?
Peh!...

Matematiğim çok iyidir ama bazen 1, 11’den büyük olur inanın bana!...

21 Aralık 2010 Salı

Gökkuşağı...


Sevgili, gökkuşağı gibidir aslında çoğunlukla...

Hiç beklenmedik anlarda, ve hep "yağmur"dan sonra çıkar.
Sen yaklaştığını sandıkça uzaklaşır,
uzaklaştıkça güzelleşir,
yakaladığını düşündüğündeyse bütün güzelliğiyle kaybolmuştur artık...

İşte orada neye yanacağına karar veremezsin;
uzaktan bakmakla yetinmemek mi hataydı,
boşuna yanına koşup da yorulmak mı...

Oysa gökkuşağı gibidir sevgili;
hep gözünden kaçırır pişmanlıklarla ardından bakarken insan,
oysa "yağmur"un dindiğini haber vermiştir gökkuşağı çoktan...

19 Eylül 2010 Pazar

Gidiş...


Bir şarkı yayılıyor odaya müzik çalardan…

Böyle şarkılar radyoda pek çalmaz zaten, dolayısıyla çok iyi biliyorum ne zaman duyacağımı. Yani hesapsızca birden vurma şansı yok insanı; bile bile vuruluyorsun, sen ayarlıyorsun her şeyi ne de olsa!

Neden hep geçmişten hesap sorar ki insan?
Geleceğin bedelini ödetmek gerek aslında birilerine, bilmiyorsun aslında ama bana yaptıkların benim geleceğimi bitirdi, umutlarımı yerle bir etti.
Senden kalanlara anlam yüklemeye çalışmakla geçiyor hala hayatım.
Aynaya bakıyorum uzun uzun, yüzümdeki çizgilerin aslında senden kalma öyküler olduğunu fark ediyorum hep.
Sensizlik soluk alıyor hala, bitmiyor, geride kalmıyor bir türlü
ve özlemim sonsuz…

O meşhur kalabalık ege kasabasının kuytu bir koyunda iskelenin ucundayım…
Yunan adaları göz kırpıyor karşıdan, gecenin kör bir saati anlayacağın. Birazdan minderlere kurulup açık havada film izleyecek insanlar; hayallerin sınırı yok tabi kolunda sevdiğin olduğunda. Nefes almak bile olanca anlamını yükleniyor hal öyleyken. Bir güvenişin, “en güvenişin” keyfine tanık oluyorsun işte, hayatın anlamı… Daha ne olsun ki!
Kalabalığın içindeki yalnız oluyorum, hani şu kendilerine dokunulacağını anladığı anda çil yavrusu gibi dağılanlardan bir kalabalık ve hani şu herkesin “yok canım, sen mi!” dedikleri türden, genel geçer tariflere oturmayan bir yalnızlık. Yani ne anlatabilirsin kendini, ne de duyurabilirsin sesini.
Sen bulamazken nerede koptuğunu her şeyin, kime anlatabilesin ki…

Sahi, o noktaya nasıl geldiğimizi hiç hatırlamıyorum…
Söylesene, biz ne zaman kavga etmeye başladık ki, ilk fiskeyi kim kime vurdu, yani ilk kimin o taşınamaz ağırlıktaki lafıyla öğrendik bazen acımasız söz öbeklerinin okkalı fiskelerden daha çok acıttığını? Hesap tuttuk mu ardından, bir sen bir ben diye mi sıralandı telafisiz hakaretler, hiç mi dengeyi bozmaya çalışmadık, durmadık mı birimiz? O kadar bağırınca ne kadar çirkinleştiğimizi niye söylemedik, onca emeği nasıl da harcadık bedavadan, hafızamız mı durdu yoksa?
Yani söylesene küçük, hiç mi hatırlamadık okul bahçesinde sırtüstü güneşi izlerken parmaklarımızın birbirine dokunduğu o ilk anı ve ne çabuk unuttuk ilk öpücük için kaç takla attığımızı, “istemem yan cebime koy”larımızı?
Ne kadar da unutkan olmuşuz yahu, aferin bize!

Bir aferin de arkana hiç bakmadan gidişine…

Şarkının olmayan sözleri doluyor odama, buram buram ayrılık ve hüzün kokuyor, “she left home” diye susuyor hüzün sesli kadın.
Ben seni özlemeye dayanamıyorum.

Sabah olsun artık…


(Geceyarısı Öyküleri, Müziğin Peşinde bölümünden, Jane Birkin - She Left Home eşliğinde...)




17 Ağustos 2010 Salı

"Sesini" Duyan Var Mı?


17 Ağustos depreminin birkaç gün sonrasıydı. Radyoda hızlı ve kapsamlı bir kampanya gerçekleştirmiş, vakit kaybetmeksizin toplanan yardımları götürmüştük.
Bir halı sahanın içine serilmiş battaniyelerden birinin üzerine kıvrılmış teyzenin yanına gittim, 'Teyzecim, biraz malzeme getirdik, size dağıtacaklar. Onun dışında bir ihtiyacın var mı?' diye sordum. Önce biraz süzdü beni, sonra son derece düzgün bir konuşmayla 'Nereden geldin sen' diye sordu. 'Ankara' dedim. 'Taa Ankara'dan mı?' diye yineledi sorusunu şaşkınlıkla. 'Evet' dedim onun şaşkınlığını ben de takınarak.
Biraz durakladıktan sonra tedirgin bir tonlamayla mırıldandı: 'Kimin vardı burada, kimini kaybettin?...'
O kalabalık halı sahaya kıvrılmış herkesin bir kaybı vardı artık, utandım biraz ve onunkinden de düşük bir sesle 'Kimse' diyebildim ancak.
Birden doğruldu ve yineledi sorusunu: 'Kimseni kaybetmedin mi, akraban filan yok mu burada?'
'Yok teyzecim' dedim.
Kendimi yabancı hissetmiştim. Biz yardım malzemelerini indirirken, anlaşılmaz bir heyecanla bültene koyacağı fotoğrafı çekmeye çalışan "yetkili"ye duyduğum sebepsiz öfkeyi şimdi o teyzede bana karşı göreceğimden korkmuştum.
Bir anlık sessizlik oldu, hani şu birkaç saniyeyi geçmeyen ama saatler gibi gelen türden bir sessizlik, 45 saniyenin içindekilerin her biri gibi yani... Ayağa kalktı zorlanarak, bana doğru yaklaştı, gözleri dolu dolu ve sesi titreyerek bir çırpıda söyleyiverdi aklındakileri:
'Demek bizim için geldiniz... Allah razı olsun yavrum, başka hiçbirşey istemez!...'

Ve sessizlik... Sonsuz sessizlik... Enkaz altında kalmış bir insanın çaresizliği gibi, sadece gözyaşlarının düşerken çıkardığı minik damla seslerinin duyulabildiği kocaman sessizlik...

O sözler benim hiç aklımdan çıkmıyor ve beynimdeki yankısının asla bitmemesi için dualar ediyorum,
o teyzenin sesini hala duyabilen var mı acaba?

(17 Ağustos depreminin simgesi haline gelen üstteki fotoğraf Abdurrahman Antakyalı imzalı...) 

12 Ağustos 2010 Perşembe

Love is Blindness...

Dünya çapında tanınan bir rock yıldızı olmanın sorumluluğu ve ağırlığı altında,
dünyanın en çok tanınan gruplarından birinin -o grubun elemanlarının deyimiyle- beyni olmanın sorumluluğunda olan The Edge, deliler gibi aşık olduğu eşinden ayrılmak zorunda kalır. Arkadaşlarına her fırsatta onu hala sevdiğini söyleyen the edge için bu ayrılık ve dünyada her şeyden çok değer verdiği çocuklarından uzaklaşmak, kabullenilmesi çok zor bir travmayı da beraberinde getirir.
Bu süreçte U2, Achtung Baby albümü kayıtları için stüdyodadır. Albümdeki sert şarkılarda fazlasıyla göze çarpan "The Edge öfkesi", bu albümle birlikte tarihe geçen Who's gonna ride your wild horses, One, So cruel gibi şarkılarda başka bir boyuta taşınmaktadır.
Ancak, Bono'nun anlattığına göre The Edge içinde yaşadığı hüznü en çok bu şarkıda, Love is Blindness'de dışa vurur.
Stüdyoda bir türlü içlerine sinmeyen onlarca provanın ardından, The Edge'in elinde gitarıyla hiç ses çıkarmadan kenarda beklediğini görürler ve herhangi bir komut verilmeden kayıt başlar.
The Edge, kafasını bile kaldırmadan şarkıya eşlik eder. Sonra beklenen bölüm gelir, müzik tarihinin en can yakıcı sololarından biri dökülmeye başlar gitarından; en can yakıcıdır çünkü arkadaşları, The Edge'i gitarını ilk defa bu kadar hırsla ve bu kadar öfkeyle çalarken görmektedirler.
Kayıt biter, kimse tek kelime etmez, sanki o sahne hiç yaşanmamış gibi sessizce diğer şarkıya geçerler.

Achtung baby albümünde yer alan Love is Blindness işte hiç dokunulmamış olan bu kayıttır ve -dikkatle dinlenildiğinde farkedilen- şarkının sonuna doğru gitar tellerinden gelen "çıtırtı"lar bu sebeple temizlenmemiş, olduğu gibi albüme koyulmuştur.

Hayal kırıklığının sese dönüşerek tarihe geçişidir çünkü Love is Blindness...



Youtube izleyemeyenler için Dailymotion linki burada.

8 Ağustos 2010 Pazar

"Ev", "Evimiz" Olduğunda...

Günün ilk saatleri… Pek alışık değilim aslında bu saatte eve gelmeye, belki de bu yüzden zorlandım kapıyı açarken. Öğle güneşinin aydınlığı nasıl da canlandırıyormuş evi meğer, hiç fark etmemiştim şimdiye kadar!
Yine amma dağıtmışsın her yeri. Bir kere de ben sana kızmadan toplasan şaşırırım zaten… Söylüyorum hep, doğanızda var sizin, erkek milleti kadın olmadan yaşayamaz. Hayır canım, aşktan meşkten bahsetmiyorum, fiziksel olarak hayatınızı devam ettirebilme yetiniz yok sizin! Yine mi kızacaksın bana, aklından bile geçirme. Kaç gün oldu ki ben buraya gelmeyeli, sanki aylar geçmiş gibi darmadağın her yer. Ne yaptığını bi bilsem…
İşte başlıyoruz… Banyoda plaj havlusu kullanmak ancak senden çıkar zaten. Neymiş efendim, hayatının en güzel tatilinde benim sana aldığım havluymuş o, kıymetini kimse bilemezmiş. İyi de o zaman aynı tatilde aldığım terlikler neden balkonda kuşlara ev sahipliği yapıyor? Dengesizsin sen kabul et, neye ne kadar değer vermen gerektiğini bir türlü ayarlayamıyorsun! Sahi, benim havlum neredeydi acaba? Diş fırçamı da çok aramam umarım…
Mutfak yine altüst! Hiç anlamıyorum, boşuna mı aldık biz bulaşık makinesini? Hatırlıyor musun, ne kadar sıkışık bir dönemimizdi o ve dünyanın en saçma pazarlığını yapmıştın satıcıyla: “Abi gerçekten çok ihtiyacım var, yoksa sevgilimi kaybetme tehlikesiyle yüzyüzeyim! Bak her şeyi bu güzel kadın için istiyorum, ne olur biraz daha indirim yap bize…” Adam kahkahalar atıp “kerata ne çok seviyorsun yahu” demiş ve kabul etmişti. Ne diyordum, yapacağın tek şey yemeğin bitince bulaşıkları makineye atmak. Ben olmasam onu bile beceremiyorsun, üşengeçlikten de öte seninki. Hem ayrıca şu kenarda duran saklama kaplarını anneme götürmem gerek. Hadi itiraf et, onun yemeklerine karşı koyamıyorsun! O kocaman saklama kaplarını burada kullanalım diye almadık herhalde! Dur, onları alayım da eve götüreyim…
Bu filmler niye yerlere dağılmış yine? Gören de her gün kaç tane film izleyen entelektüel bir adamsın zannedecek. Tamam, itiraf edeyim bak, kucağına yatarak film izlemenin keyfini hiçbirşeye değişmem ben ama be adam, ne olur azcık derli toplu olsan? Bak, sırf kolaylık olsun diye dvd kutusu yaptırdık sana, niye kullanmıyorsun onu? Herneyse, dur bakalım, şunlar benim sevdiklerim, şunlar senin aldıklarındı galiba…
Yatak odasına doğru yöneliyorum ama korkudan adımlarım geri geri gidiyor desem yeridir. Bakalım ne bekliyor beni orada, kötü sürprizler yoktur umarım. Nedense hafif bir tedirginlik var üzerimde ama mutlaka oraya da uğramam gerek. Eminim orada da her şey birbirine girmiştir. Düzenli bir evde kadınla erkeğin eşyaları karışık durmaz, öğretemedim sana… Al işte, dolabın soluna senin eşyalar, diğer taraf ve çekmecelerde de benimkiler olması gerekiyor ama nerede? İtiraz etme yine, burası aslında senin evin olabilir, ben daha sonra gelip yerleşmiş olabilirim ama artık “bizim” denmeye başlanan her evde kadının dolap hakkı daha fazladır, bunu kabullenmen gerektiğini söylemiştim sana. Ama tam da tahmin ettiğim gibi işte, ne işi var gömleklerinin benim tişörtlerimin üzerinde? Bak bir de utanmadan köşeye tıkıştırmışsın benimkileri, çok ayıp ama! Hem üstünü örtüyle kapatınca görünmez olmuyor onlar efendim, kandıramazsın beni. Bunları da toparlamam gerekecek anlaşılan. Annem makineye atıp sonra da bir güzel ütülerse hiç problem kalmaz…
Ne çok seviyoruz aslında saçma sapan sebeplerden kavga etmeyi seninle… Al işte, ben üç beş gün ortalıkta olmayınca koridorun havası değişmiş! Neymiş efendim, orada film afişleri olmalıymış. Film afişini televizyon odasına koyarsın, koridorda pop bir şeyler olması gerek diyorum hep! Hemen kaldırmışsın benimkileri. Kesinlikle açıklarsın yine bana, hayatını değiştiren filmin afişi eve girince göz önünde olmalıymış! Tamam kabul, bu defa ısrar edecek değilim. Bari şu kendi posterlerimi de çantaya doldurayım. Annemlerin evinde asacak bir yer bulurum nasıl olsa. Ya da öylece depoya kaldırırım, belki de bir arkadaşıma veririm. Değerini bilecek biri olması gerek ama! Biz kaç ara sokak dolaştık o posterleri bulabilmek için zamanında hatırlıyor musun? Güzeldi ama o günler sen de biliyorsun, yine yaşar mıyız acaba o tutkuyu? Yok canım, zaten diyorlar ya hani ömrü şu kadar bu kadar diye, belki de haklılar, şekli şemali değişiyordur o tutkunun sonrasında…
Senin gibi bir adamla nasıl baş edeceğimi bilmiyorum! Aslında hiç bilemedim ki zaten. Bu kadar inatçı olman şart mı? Yani sözgelimi sadece şu evin içinde birkaç değişiklik yapmamı bu kadar büyütmen mi gerekiyor her seferinde? Kaç yıldır birlikteyiz, izin ver de bu kadar hakkım olsun. Gerçi şimdi başka bir gözle bakınca, bazı konularda da haklı olabilirsin gibi görünmeye başladı birden. Acaba gerçekten çiçekleri balkon kapısının yanına mı alsam? Hem güneş görürler, hem de kapıyı araladığımızda nefes alırlar…

Bir saniye,
Ne saçmalıyorum ben?
Silkinip kendime gelmem gerek… Ne yaptığımın farkına varmalıyım! Her şeyimi aldım mı acaba? Bu eve bir daha gelemeyeceğim gerçeğiyle yüzleşmeye hiç hazır değilim belli ki… Yani bu şimdi benim bu evi son görüşüm mü? Bu kadarcık zamana mı sığdı senin evindeki eşyalarımı toplamam? Hani o eşyaları tek tek alırken bile ne kadar çok zaman ayırmış, ne anılarla toplamıştık her birini. Yazarken bu kadar zor olan her şeyi silmek bir tek tuşa dokunmaya mı bakıyormuş gerçekten, kaybetmek bu kadar basit miymiş yani? Peki ya unutmak?... Unutmak da bu kadarcık mı sürecek acaba? Yani, ben senin evindeki tüm izlerimi toparlarken, hafızanı da temize mi çekiyorum farkında olmadan? Bu mu acaba istediğim? Unutman yetecek mi bana, yoksa her mutluluğunun yanıbaşında bir sızı olmak mı aslında tek istediğim? Peki, insanın gücü kendini kandırmaya yeter mi söylesene... Beni unutmaman için minik detaylar mı bırakmaya çalışıyorum acaba kuytu köşelerde? Çekmecelerdeki tatil fotoğraflarını hatırlamama rağmen almamış olmamın başka bir açıklaması olabilir mi?

Bir kitap var masanın üzerinde… Okumam için almıştın bana, hiç bakmamıştım. Onu almam gerekiyor mu acaba? Ayırt edemiyorum şimdi, o kitap sana mı ait, bana mı mesela? Aslında unut bunları, sen hiç bana ait oldun mu, peki ya ben sana?
O kitapla neden bu kadar uzun bir sessizlikle bakıştığımızı bir tek sana anlatabilirdim, artık sen de yoksun. Yani, aslında artık sen bende yoksun, dünyada varolman beni iyileştirmeyecek ki…
Kitabı bıraktım masanın üzerinde, kapıyı hafifçe çektim ve çıkıyorum…
Dürüst olmam gerek, bana aylar önce aldığın bu kitabın kapağını ilk defa kapıdan son kez çıkmadan önce açtım… Sayfaları çevirirken yazdığın notu buldum. “Bak nasıl saçma bir benzetme yapıcam şimdi sana” demişsin, “saman kağıdı ya sayfaları bu kitabın, saman alevini tek damla gözyaşı söndürsün… Bu kitap evimizde kaldıkça alevimiz kocaman olsun, gözyaşımız uzak kalsın, ateşimiz hep yansın…”

Nerede kalmıştım, evet, kitabı masada bıraktım ama bir daha dönmemek üzere çıktım o kapıdan…
Saman kağıdı sayfalarda gözyaşı damlalarının kocaman olduğunu biliyor muydun? Önce minik bir nokta gibi görünüyor damladığında, sonra yavaş yavaş yayılmaya başlıyor ve sen hiç durmayacak, dünyayı ele geçirecek zannediyorsun.
Durmadan büyüyen o tek damla gözyaşımı da koydum eşyalarımın yanına, bedenimi ve benliğimi sensizliğin yokluğuna bıraktım, gidiyorum…
Hoşçakal…
(Başka Dilde Aşk filminin final sahnesinden yola çıkarak, Mert Fırat’ın filmdeki olağanüstü oyunculuğuna saygıyla…)