8 Ağustos 2010 Pazar

"Ev", "Evimiz" Olduğunda...

Günün ilk saatleri… Pek alışık değilim aslında bu saatte eve gelmeye, belki de bu yüzden zorlandım kapıyı açarken. Öğle güneşinin aydınlığı nasıl da canlandırıyormuş evi meğer, hiç fark etmemiştim şimdiye kadar!
Yine amma dağıtmışsın her yeri. Bir kere de ben sana kızmadan toplasan şaşırırım zaten… Söylüyorum hep, doğanızda var sizin, erkek milleti kadın olmadan yaşayamaz. Hayır canım, aşktan meşkten bahsetmiyorum, fiziksel olarak hayatınızı devam ettirebilme yetiniz yok sizin! Yine mi kızacaksın bana, aklından bile geçirme. Kaç gün oldu ki ben buraya gelmeyeli, sanki aylar geçmiş gibi darmadağın her yer. Ne yaptığını bi bilsem…
İşte başlıyoruz… Banyoda plaj havlusu kullanmak ancak senden çıkar zaten. Neymiş efendim, hayatının en güzel tatilinde benim sana aldığım havluymuş o, kıymetini kimse bilemezmiş. İyi de o zaman aynı tatilde aldığım terlikler neden balkonda kuşlara ev sahipliği yapıyor? Dengesizsin sen kabul et, neye ne kadar değer vermen gerektiğini bir türlü ayarlayamıyorsun! Sahi, benim havlum neredeydi acaba? Diş fırçamı da çok aramam umarım…
Mutfak yine altüst! Hiç anlamıyorum, boşuna mı aldık biz bulaşık makinesini? Hatırlıyor musun, ne kadar sıkışık bir dönemimizdi o ve dünyanın en saçma pazarlığını yapmıştın satıcıyla: “Abi gerçekten çok ihtiyacım var, yoksa sevgilimi kaybetme tehlikesiyle yüzyüzeyim! Bak her şeyi bu güzel kadın için istiyorum, ne olur biraz daha indirim yap bize…” Adam kahkahalar atıp “kerata ne çok seviyorsun yahu” demiş ve kabul etmişti. Ne diyordum, yapacağın tek şey yemeğin bitince bulaşıkları makineye atmak. Ben olmasam onu bile beceremiyorsun, üşengeçlikten de öte seninki. Hem ayrıca şu kenarda duran saklama kaplarını anneme götürmem gerek. Hadi itiraf et, onun yemeklerine karşı koyamıyorsun! O kocaman saklama kaplarını burada kullanalım diye almadık herhalde! Dur, onları alayım da eve götüreyim…
Bu filmler niye yerlere dağılmış yine? Gören de her gün kaç tane film izleyen entelektüel bir adamsın zannedecek. Tamam, itiraf edeyim bak, kucağına yatarak film izlemenin keyfini hiçbirşeye değişmem ben ama be adam, ne olur azcık derli toplu olsan? Bak, sırf kolaylık olsun diye dvd kutusu yaptırdık sana, niye kullanmıyorsun onu? Herneyse, dur bakalım, şunlar benim sevdiklerim, şunlar senin aldıklarındı galiba…
Yatak odasına doğru yöneliyorum ama korkudan adımlarım geri geri gidiyor desem yeridir. Bakalım ne bekliyor beni orada, kötü sürprizler yoktur umarım. Nedense hafif bir tedirginlik var üzerimde ama mutlaka oraya da uğramam gerek. Eminim orada da her şey birbirine girmiştir. Düzenli bir evde kadınla erkeğin eşyaları karışık durmaz, öğretemedim sana… Al işte, dolabın soluna senin eşyalar, diğer taraf ve çekmecelerde de benimkiler olması gerekiyor ama nerede? İtiraz etme yine, burası aslında senin evin olabilir, ben daha sonra gelip yerleşmiş olabilirim ama artık “bizim” denmeye başlanan her evde kadının dolap hakkı daha fazladır, bunu kabullenmen gerektiğini söylemiştim sana. Ama tam da tahmin ettiğim gibi işte, ne işi var gömleklerinin benim tişörtlerimin üzerinde? Bak bir de utanmadan köşeye tıkıştırmışsın benimkileri, çok ayıp ama! Hem üstünü örtüyle kapatınca görünmez olmuyor onlar efendim, kandıramazsın beni. Bunları da toparlamam gerekecek anlaşılan. Annem makineye atıp sonra da bir güzel ütülerse hiç problem kalmaz…
Ne çok seviyoruz aslında saçma sapan sebeplerden kavga etmeyi seninle… Al işte, ben üç beş gün ortalıkta olmayınca koridorun havası değişmiş! Neymiş efendim, orada film afişleri olmalıymış. Film afişini televizyon odasına koyarsın, koridorda pop bir şeyler olması gerek diyorum hep! Hemen kaldırmışsın benimkileri. Kesinlikle açıklarsın yine bana, hayatını değiştiren filmin afişi eve girince göz önünde olmalıymış! Tamam kabul, bu defa ısrar edecek değilim. Bari şu kendi posterlerimi de çantaya doldurayım. Annemlerin evinde asacak bir yer bulurum nasıl olsa. Ya da öylece depoya kaldırırım, belki de bir arkadaşıma veririm. Değerini bilecek biri olması gerek ama! Biz kaç ara sokak dolaştık o posterleri bulabilmek için zamanında hatırlıyor musun? Güzeldi ama o günler sen de biliyorsun, yine yaşar mıyız acaba o tutkuyu? Yok canım, zaten diyorlar ya hani ömrü şu kadar bu kadar diye, belki de haklılar, şekli şemali değişiyordur o tutkunun sonrasında…
Senin gibi bir adamla nasıl baş edeceğimi bilmiyorum! Aslında hiç bilemedim ki zaten. Bu kadar inatçı olman şart mı? Yani sözgelimi sadece şu evin içinde birkaç değişiklik yapmamı bu kadar büyütmen mi gerekiyor her seferinde? Kaç yıldır birlikteyiz, izin ver de bu kadar hakkım olsun. Gerçi şimdi başka bir gözle bakınca, bazı konularda da haklı olabilirsin gibi görünmeye başladı birden. Acaba gerçekten çiçekleri balkon kapısının yanına mı alsam? Hem güneş görürler, hem de kapıyı araladığımızda nefes alırlar…

Bir saniye,
Ne saçmalıyorum ben?
Silkinip kendime gelmem gerek… Ne yaptığımın farkına varmalıyım! Her şeyimi aldım mı acaba? Bu eve bir daha gelemeyeceğim gerçeğiyle yüzleşmeye hiç hazır değilim belli ki… Yani bu şimdi benim bu evi son görüşüm mü? Bu kadarcık zamana mı sığdı senin evindeki eşyalarımı toplamam? Hani o eşyaları tek tek alırken bile ne kadar çok zaman ayırmış, ne anılarla toplamıştık her birini. Yazarken bu kadar zor olan her şeyi silmek bir tek tuşa dokunmaya mı bakıyormuş gerçekten, kaybetmek bu kadar basit miymiş yani? Peki ya unutmak?... Unutmak da bu kadarcık mı sürecek acaba? Yani, ben senin evindeki tüm izlerimi toparlarken, hafızanı da temize mi çekiyorum farkında olmadan? Bu mu acaba istediğim? Unutman yetecek mi bana, yoksa her mutluluğunun yanıbaşında bir sızı olmak mı aslında tek istediğim? Peki, insanın gücü kendini kandırmaya yeter mi söylesene... Beni unutmaman için minik detaylar mı bırakmaya çalışıyorum acaba kuytu köşelerde? Çekmecelerdeki tatil fotoğraflarını hatırlamama rağmen almamış olmamın başka bir açıklaması olabilir mi?

Bir kitap var masanın üzerinde… Okumam için almıştın bana, hiç bakmamıştım. Onu almam gerekiyor mu acaba? Ayırt edemiyorum şimdi, o kitap sana mı ait, bana mı mesela? Aslında unut bunları, sen hiç bana ait oldun mu, peki ya ben sana?
O kitapla neden bu kadar uzun bir sessizlikle bakıştığımızı bir tek sana anlatabilirdim, artık sen de yoksun. Yani, aslında artık sen bende yoksun, dünyada varolman beni iyileştirmeyecek ki…
Kitabı bıraktım masanın üzerinde, kapıyı hafifçe çektim ve çıkıyorum…
Dürüst olmam gerek, bana aylar önce aldığın bu kitabın kapağını ilk defa kapıdan son kez çıkmadan önce açtım… Sayfaları çevirirken yazdığın notu buldum. “Bak nasıl saçma bir benzetme yapıcam şimdi sana” demişsin, “saman kağıdı ya sayfaları bu kitabın, saman alevini tek damla gözyaşı söndürsün… Bu kitap evimizde kaldıkça alevimiz kocaman olsun, gözyaşımız uzak kalsın, ateşimiz hep yansın…”

Nerede kalmıştım, evet, kitabı masada bıraktım ama bir daha dönmemek üzere çıktım o kapıdan…
Saman kağıdı sayfalarda gözyaşı damlalarının kocaman olduğunu biliyor muydun? Önce minik bir nokta gibi görünüyor damladığında, sonra yavaş yavaş yayılmaya başlıyor ve sen hiç durmayacak, dünyayı ele geçirecek zannediyorsun.
Durmadan büyüyen o tek damla gözyaşımı da koydum eşyalarımın yanına, bedenimi ve benliğimi sensizliğin yokluğuna bıraktım, gidiyorum…
Hoşçakal…
(Başka Dilde Aşk filminin final sahnesinden yola çıkarak, Mert Fırat’ın filmdeki olağanüstü oyunculuğuna saygıyla…)

2 yorum:

  1. yine çok güzel yazmışsın... her anını yaşadım resmen.

    YanıtlaSil
  2. Bu defa sadece sizin baktığınız yerden yazmak istedim...

    YanıtlaSil