On yıl önce...
O küçük şehrin tek ana caddesinden ara
sokaklardan birine sapıyorum. Askerim.
Haftasonu sadece birkaç saate sığan çarşı izninde önüne bir torba oyuncak
koyulmuş çocuk gibiyim, ne yapacağımı bilmez halde oradan oraya koşturuyorum.
Sonra kendimi bir internet kafeye atıyorum. Çok başka, çok canlı bir hayat
yaşarken kendimi küçücük bir odada günlerimi geçirirken bulmuşum. Onca
yıllık radyo deneyimimin karşılığı olarak geceleri kışlanın telefonlarına
bakmakla görevlendirilmiş durumdayım! Şikayetçi değilim, o küçük odada tek
başıma yaşıyorum geceleri, gündüzleri istirahatteyim. Son derece az insanla birebir
bağlantıdayım, bir tür inziva halinde gibiyim. Ki o ortamda da az insanla
iletişimde olmaktan başka bir isteğim yok. İşte bu yüzden, elime geçen ilk özgürlük
fırsatında kendimi aşina olduğum o gerçek dünyayla buluşturabilecek tek bağlantıma
koşuyorum. Arkadaşlarımın neler yaptığını, dünyada neler olduğunu bir çırpıda
öğrenme çabasındayım.
On yıl sonra...
O küçük şehrin tek ana caddesinden ara
sokaklardan birine sapıyorum. Bir şekilde yolumu bu şehre yeniden düşürebilmeyi
başardım. Çok farklı hislerle, çok farklı gözlerle yürüyorum aynı sokaklarda.
Sanki onca zaman içinde hiçbir şey değişmemiş gibi. Aynı caddede, aynı
mağazaların arasında, aynı sokağa sapıyorum. Herşey hala hatırladığım yerlerde
duruyor. Garip hissediyorum, bir bağlayıcılık yok. Yani istersem askerken bize
yasak olan sokaklara girebilir, istersem akşam hava karardıktan sonra da
insanlarla birlikte çay bahçelerinde zaman geçirebilirim. Evet, internet kafe
de hala aynı yerinde duruyor. Önünde duraklıyor, içeriye bir göz atıp
gülümsüyorum. Ardından yavaş adımlarla yürümeye devam ediyorum.
On yıl önce...
Sinemalarda Sezen’in şarkılarından yapılmış
‘O Kadın’ yeni oynadı. Şehirde uyduruk bir sinema var sadece. Orada da kimbilir ne zaman
girer gösterime. Fragmanını defalarca izledim arka arkaya. Siz yokluktan
deyin, ben özlemden diyeyim, delice bir istek var içimde, mutlaka geç olmadan
izlemek istiyorum. Birkaç hafta önce kafenin yöneticisinden rica etmiştim ama
muhtemelen o şehirde ve o grubun içinde benden başka kimse bu ruh halinde değildir,
birkaç haftadır sürekli sallıyor adam. Umutsuzca giriyorum içeri, bir masa
seçiyorum kendime ve küçük kapasiteli harici belleği bilgisayara takıp, kafenin
filmler klasörünü açıyorum. Filmleri karıştırırken bir anda karşıma çıkıyor:
‘Sezen Aksu – O Kadın!’ Allah’ım, o kadar heyecanlandım ki! Sanki normal
hayatımdan bir bölüm kaydedilmiş de, onu izleyip hatırlayacakmışım gibi tarifsiz
bir mutluluk oturdu içime.
On yıl sonra...
Kafenin önünden geçiyor ve sonra her çarşı
gününde kışlaya dönmeden önceki son durağıma uğruyorum. Günlerce
hayaliyle tutuştuğum, lezzetine doyamadığım, bir porsiyon yedikten sonra her
seferinde bir de ekmek arasında paket alarak kışlaya götürdüğüm köftecideyim. Çarşı
akşamlarında geceyarısından sonra telefon trafiği rahatladığında tadını çıkarta
çıkarta, yavaş yavaş, sindire sindire yediğim ve dünyanın en muhteşem
lezzetlerini yaptığına inandığım köfteci. Heyecanla bir porsiyon söylüyorum.
Ben ki, güzel yemek olduğunda herşeyi bir kenara bırakıp tadını çıkartan bir
insanımdır, karşıma çıkan en ortalama lezzetle buluştuğumu farkediyorum. Bir
önceki sabah karışık menemeni yerken de benzer şeyler hissetmiştim. Üstüste
aynı duyguları yaşayınca parçalar yerine oturmaya başlıyor. Açık ve net; insan
yoklukta ve yoksunlukta herşeye ve herkese layığından çok daha fazla anlam
yüklüyor. Bunu hep aklımda tutmam gerek, özellikle de birilerini hakkı olandan
çok yükseklere koyduğumda bunu hatırlatmalıyım kendime. (Ki, en çok yaptığım
pişmanlık sonuçlu davranış biçimidir kendisi!)
Bu hayal kırıklığını pekiştirecek birkaç
küçük takviyeden sonra seyahatim bitiyor ve yeniden yaşadığım şehrime, oradaki
kadar olmasa da sıkıcılıkla nam salmış sokaklarıma dönüyorum. Tüm işlerimi
tamamladıktan ve rutinime döndükten sonra akşam vakti televizyon kanallarını
öylesine karıştırırken, herşeyiyle ucuz yaz dizilerinden birinde fonda bir
şarkı çalmaya başlayıveriyor bir anda! Sezen’in ‘Biliyorsun’u duyulmaya
başlıyor ekrandan. Filmin en can alıcı sahnelerinden birinde kullanılan o şarkı.
Tarifsiz bir mutluluk oturdu içime!
On yıl önce...
Kafeden filmi hemen kopyalıyorum. Ufak tefek
işlerimi bitirip izin süremin sonunu beklemeden erken bir saatte kendimi
kışlaya atıyorum. Köfteciye uğramak, gece için paket almak aklımdan bile
geçmiyor! O akşamı bir çorbayla geçiştiriyorum. Gecenin yoğun telefon trafiği
bittikten ve saatler de geceyarısıyla uzun uzun vedalaştıktan bir süre sonra
heyecanla bilgisayarı açıyor ve filmi izlemeye başlıyorum Öylesine mutluyum ki,
her bir şarkıyı ezberleyene kadar dinliyor, her bir sahnesini aklıma
kazıyıncaya kadar defalarca izliyorum...
On yıl sonra...
Dizide o şarkıyı gördükten sonra büyük bir
heyecanla arşivimi karıştırıyorum, filmi buluyorum. Hemen izlemeye başlıyorum.
Belki o ilk izleyişimdeki heyecan yok ama bu defa da her bir sahnesini ezbere
bilmenin keyfiyle mırıldanıyorum şarkıları. Eski bir dostla yıllar sonra
yeniden buluşup aynı samimiyeti yakalamış gibiyim. Bir yandan gülümsüyor, bir yandan
o ilk izleyişimden sonra geçen yıllar içinde yaşamıma dahil olmuş mutluluklarla
hüzünler arasında gidip geliyorum. Karmaşık duygular içindeyim.
On yıl önce...
Filmi sonraki gecelerde de defalarca
izliyorum. İzledikçe aklıma bir şeyler geliyor, sürekli yeni yazılar yazıyorum.
Zaten kitabım için sağda solda darmadağın ve yarım yamalak duran yazıları
biraraya getirip yayıncıma hiç beklemediği bir anda göndermem ve basılması da o
sürece rastlıyor.
On yıl sonra...
Filmi izlerken içimde farklı bir kıpırtı oluşmaya başlıyor. Yan bakışlarla köşedeki küçük tahtama ilişiyor gözlerim. Bu
yıl içinde mutlaka yapmayı planlandığım maddelerden oluşan bir liste var.
Listede yazdığım notların ne mutlu ki şimdiden hemen hepsini hayata geçirmişim
ama üzerine çizik attığım iki tanesi göz kırpıyor uzaktan. Birinde yaşadığım
şehri terk etmek vardı. Nereye olduğunun hiç önemi yoktu ama bu yıl içinde
buradan gitmeyi kafama koymuştum. Ta ki, bir gün küçük yeğenimin o tahtayı
bulup, notlarıma ek yaptığı bölümü görünceye kadar. Önce tam bir genç kız
zerafetiyle onu burada bırakıp gitmemi asla istemediğini yazıyor, sonra da kendi
tarzındaki tehditlerle bitiriyordu. O yüzden o maddeyi ‘evi değiştirme’ şeklinde
masumca yenilemiştim. Bir diğeri de, bu yıl içinde ikinci kitabımı çıkarmak
üzerineydi. Aslında herşey yıllardır hazırdı ama içime sinmediği için,
yazdıklarımın o şekilde ortaya çıkmasının bana dönüş şeklinin acı vericiliğini,
kalp kırıcılığını hatırladığım için vazgeçmiş ve üzerini çizmiştim. İşin garip
tarafı şu ki, ister adına Evrenin mesajı deyin ister Allah’ın gösterdiği yol,
ben hayatın işaretlerine açık seçik inanan bir insanım. Ve yaşadığım bu günün
de bir işaret olduğuna inanıyorum. Belki de yeniden cesaretimi topluyorum...
On yıl önce...
Bambaşka kılıfların arkasına sığınmak için
çok çabalamış olsam da, aslında o süreçte o filmi o kadar çok izlerken aklımda
hep onun olduğunu hatırlıyorum. Hep zor, hep imkansız kılıflı, hep normal
rutinin çok dışında aşklar yaşayan, hep mücadele isteyen ilişkiler için çok çabalayan biri
oluşumla yüzleşiyorum bir kez daha. İkimiz de bunun mümkün olmadığını bilirken,
ikimiz de hep bir umutla peşinden sürükleniyoruz o imkansızlığın. Birbirimize
cesaret verirken geride durduğumuz, istemezken yan cebimizi açtığımız bir
sürece rastlıyor bu filmi defalarca izleyişim. Sahnelerden mesajlar alıyor,
şarkılardan hayaller kurup paylaşıyoruz. Bir yere varmayacağını biliyorum ama
yine de bir hayal olarak da olsa orada kalmasını istiyorum. Katıksız, hesapsız,
gerçek bakışlarla sevilmeyi ne kadar özlediğimi farkediyor, onun onca
imkansızlıkta bana aşık oluşuna hayranlıkla kaptırıyorum kendimi. Olmayacağını
bilmek bir şeyi değiştirmiyor, gerçek olduğunu gördüğün anda istiyor,
imkansızlık ateşlerinin üzerine basarak ayakların yanarken inatla yürümeye niyetleniyorsun. Kaç adımsa kaç adım, ne kadar mesafeyse o kadar mesafe, kaç birim
yürek çarpıntısıysa o kadar kalp ağrısı.. Meydan okumaya hazırsın!
On yıl sonra...
Yaşadıklarının ardından güvenini bir parça kaybetmiş,
gördüklerinin arkasından yeniden sevebilmeye inancını az biraz yitirmiş ruh halinde olduğum günler
birbirinin ardından koşturup ilerlerken, onu görüyorum karşımda. Hayatımın
eşsiz işleyiş şekli sayesinde yine bir imkansızlıkla buluşuyor, içimde bir sır
perdesi açıyor ve üzerini örtüyorum. Dinginliğini uzaktan izliyor, coşkusunu
sıradanlığıma katık yapıyorum sessizce. Sonra yaşam bir başka yol çıkartıyor,
sükunetim yerini maskeli cümlelere bırakıyor. Klişelerime takla attırıyor, keskin doğrularımı yanlış bildiklerimle dipdibe buluşturuyor, kafamı karıştırıp dikkatimi dağıtarak karambolde ona doğru adımlar atıyorum. Zaman mı çok değiştirmiş beni, yoksa
esasında hep böyle miydim bilmez şekilde onu çözmeye çalışıyor, bana yaklaşıp
yaklaşmadığını, birlikte yürümek isteyip istemediğini, benim olmaya ve onun
olmama niyetli olup olmadığını anlamaya çabalıyorum. Ezberim tersdüz, insan
sarrafı yeteneğim diplerde, anlayamıyorum. Geçen zaman içinde ruh halim bir
noktada tıkanmış; ilgi duyduğum, kalbimin atışlarını hızlandıran o
güzelliklerin beni bir çırpıda dost kategorisine koymalarından sıkılmışım, kimi zamanlar şark
kurnazlığıyla yan cepte stepne gibi bekletilmeye çalışılmaktan daralmışım.
Belli edesim, konuşasım geliyor ama insanevladının değişmekbilmez takıntıları
varmış, öğreniyorum. Olmuyor, olamıyor. Ve ben Sezen şarkıları fonda, onu
düşünürken ondan uzaklaşıyorum. Bilmek bir şeyi değiştirmiyor belki, evet biliyorum, ama senin sana yaptığını kimse sana yapmıyor aslında! Kendime kızıp, kendime
küsüp yürüyorum aksak adımlarla.
On yıl önce...
İmkansız bir aşkın peşindeyim, mucizelere hiç
bu kadar inanmadığımı düşünüyorum. Ama zaman eskitiyor hepimizi ve biz bir yere
varamıyoruz...
On yıl sonra...
İmkansız bir aşkın peşindeyim, mucizelere hiç
bu kadar inanmadığımı düşünüyorum.
Zaman eskitecek ikimizi ve biz bir yere
varamayacağız belki, çok da umrumda değil. Gözbebeklerinin tam içine bakıyorum
bazen, onu ne kadar sevebileceğimi haykırıyorum bakışlarımla. Anlamıyor.
Anlıyorsa da işine gelmiyor. Ya da korkuyor, bilmiyorum. Belki de beni bir
kenarda istediği gibi ve istediği kadar bekletebileceğini zannedenler kervanına
katılıyor, kimbilir. Yaptığını zannediyor. Olduğunu düşünüyor. Oysa ben onu da
tüm diğer zan insanları gibi kendi zindanlarıma kapatıyorum. O kilitlerin anahtarlarını
da eline veriyorum ama içim rahat, nasıl olsa açmaya çalışmayacak, biliyorum. Peki ya onun adına konuşarak, düşünerek, karar vererek hataların en büyüğünü bizzat kendim yapıyorsam? O da bir ihtimal tabii, zevzek ihtimallerin en popüleri. Kimin kime ne zaman ve ne şekilde kaç adım yaklaştığını ya da kaç adım kaçtığını ne zaman ve nasıl anlayabiliyoruz acaba?
On yıl önce, on yıl sonra....
Yıllar geçerken bazı hisler hep aynı kalıyor
ve bu hisleri bazen en iyi Sezen tanımlıyor:
‘O sevgiler ki yoktular, onlar ümitlerimizdi...’
Bu yazının ardından Sezen Aksu - Unut dinlemenizi öneririm.
Bir de, lafın gelişi on yıl...