Radyo etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Radyo etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Kasım 2010 Pazartesi

Ekmek Peşinde...

bir pazar akşamüzeri...
başkent ankara, kızılay'da güvenpark önündeki otobüs durakları, bir anlamda türkiye'nin merkezindeyiz yani.
ekmeğimizin peşindeyiz, iş gereği bulunmamız gereken bir etkinlik var; servisimiz bizi oradan alacak, geç kalan arkadaşımızı bekliyoruz.

o sırada önümüzde bir halk otobüsü duruyor. orta kapıdan inen birkaç kişilik grup yeniden kalabalıkla birlikte otobüse binmeye yöneliyor. bir terslik olduğunu fark ediyoruz ve tam önümüzde gerçekleşmeye başlayan gariplikler dizisini film izler gibi takip etmeye başlıyoruz.

adam cüzdanından para çıkarıp hazırlanıyor gibi yapıyor, ama gözü otobüse binmek için birbirini iteleyen sekiz-on kişilik kalabalıkta. sessizce yaklaşıyor, öndeki orta yaşlı amcanın tişörtünü hafifçe yukarı kaldırarak arka cebine bakıyor, tam elini uzatacakken yaşlı amca sıradan çıkıyor.
bizim "meraklı" adam bu sefer önde bir omuz çantası kestiriyor gözüne. elini uzatıyor, o kalabalığın arasında hiç çekinmeden elini çantaya uzatıyor, yavaşça fermuarı açıyor.
biz şaşkınlıkla izlemeye devam ediyoruz. insan sadece saniyeler içinde gerçekleşen bu olayın öylesine etkisinde kalıyor ki, silkinmek için biraz vakit geçmesi gerekiyor. tam uyanmışken, ve uyarmak üzere elimi arabanın kapısına uzatmışken açık camın kenarında bir adam beliriyor.
aslında kurduğu cümle zararsız ve yumuşak, ama tonlaması buram buram tehdit kokuyor:

"abi sesini çıkartma, bak herkes ekmeğinin peşinde!..."

* * *

zaman duruyor, 2 yıl öncesine dönüyorum...

yılbaşı gecesi, ekmeğimin peşindeyim.
herkes eğlence planları yapmışken, ben evime yabancı kentin merkezinde koşturuyorum. işim gereği o gece iki ayrı mekan arasında gidip geliyorum sürekli, ve sürekli telefonla konuşmak durumundayım. kariyerim açısından çok önemli bir gece, eğer herşey aksamadan giderse öğrenim hayatımı feda etmiş olmama değecek herşey; tam bir dönüm noktası yani, yıllarca verilmiş emeğin karşılığı ve ekmeğimin peşinde koşturuyorum.

taksim'den hızla geçerken bir anda birinin kafama vurduğunu hissediyorum.
sonradan öğreneceğim, taksim'de telefonla o şekilde konuşmanın dart tahtası olmaktan pek bir farkı olmadığını (canının herşeyden kıymetli olduğunu da öğreneceğim gibi.).
kafama vurulmasıyla birlikte telefon elimden gidiyor. önce bir tanıdıkla karşılaştığımı varsayıyorum. ancak geri dönüp elinde telefonumla koşan bir çocuğu görünce aklım başıma geliyor. bir anda senaryolar akmaya başlıyor gözümün önünden. telefonu bilmemnekadar paraya aldığım umurumda bile değil o anda, bütün önemli numaralar orada kayıtlı ve yılbaşı gecesi hiç kimse aksaklığa tahammül etmez! herkes bana oradan ulaşacak, bittim ben...
muhtemelen o hırsla peşine takılıyorum çocuğun, ve muhtemelen o hırsla onu tam yakalamak üzereyken ben, o bir parka dalıyor. onu tam orada kuytu bir köşede sıkıştırıyorum, birden duruyor ve geri dönüp bir bıçak savurmaya başlıyor. gerginim, başka şansım yok, gözüme kestiriyorum onu, bıçağı kapabileceğimi tahmin ediyorum, gözüm kararmış.
işte o anda anlıyorum yavaşlamasının ve oraya dalmasının aslında hiç tesadüf olmadığını, herşeyin planın bir parçası olduğunu. çünkü ben ona doğru korkmadan bir adım atınca iki kenarda çalılıkların arasından ellerinde sallamalarla gözü dönmüş iki kişi çıkıyor, "başımızı derde mi sokacan lan!..." diye bağırarak üzerime yürüyorlar. savrulan sallamalardan biri gözlerimin önünden geçince ve rüzgarını hissedince anlıyorum işin ciddiyetini; kendimi parktan dışarıya, kalabalığın arasına atabilmek için var gücümle koşmaya başlıyorum. ben caddeye çıkınca onlar peşimi bırakıyorlar.
yanımda birisi beliriyor, "abi bak otelin orada polis vardır, hemen oraya gidelim" diyerek benimle koşuyor. garipsiyorum, ama o anki şaşkınlığımla "ben de 2 gün önce kaptırdım çantamı, ondan yardım ediyorum" demesi, gerçekten polisle karşılaşıp da onu gözden kaybedinceye kadar inandırıcı geliyor bana.
yılbaşı gecesinde, taksim'in göbeğinde gerçekten bir polisle karşılaşabilmem dakikaları buluyor zaten. onlara durumu anlatıyorum, nerede saklandıklarını söylüyorum, ama tek öğrenebildiğim karakola gidip ifade vermem gerektiği oluyor.
adamın biri göz göre göre hırsızlık yapıyor, canıma kastediliyor, hayatımla ve hayallerimle oynanıyor, ve benim elimden hiçbirşey gelmiyor...
sinirlerim bozuluyor, elim ayağım titremeye başlıyor. içimden bağırmak çağırmak geliyor, ama o anda koşturmam gereken işlerim olduğunu hatırlıyorum. o gece artık herşey daha zor, ama nasıl olursa olsun çözmeliyim, işimi aksatmadan yürütmeliyim.
sıradan bir insan olmanın verdiği çaresizliğin ezilmişliğiyle işime yürümeye başlıyorum. gözlerim doluyor, ama ağlamıyorum; üzgün değil, kızgınım çünkü... belki de sadece birkaç gün sonra arka arkaya göreceğim iki haberi o andan biliyor gibiyim:
- kapkaççılar taksim'de eski sat komandosunu bıçaklayarak öldürdüler.
- sosyetenin ünlü isimlerinden bilmemkimin kapkaççılar tarafından çalınan cep telefonu 1 saat içinde karakola teslim edildi.

oysa ben sadece bu ülkenin sıradan bir insanıyım, elimden daha fazlasının gelmiyor olması beni gerdikçe geriyor. ama duramam, yürümek zorundayım,
durmamalıyım,
malum;

herkes ekmeğinin peşinde...

* * *

"abi sesini çıkartma, bak herkes ekmeğinin peşinde!..."

zaman duruyor, 2 yıl öncesini hatırlıyorum.
öfkeleniyorum...
adamın tehditkar cümlesi çok da umurumda değil, benim yanımda bunu yapamazlar!. ve bunu hiç korkmadan söyleyeceğim ona!

bir anda kopan bir çığlıkla bakışlarımız otobüse yöneliyor.
çantası karıştırılan adam durumu fark ediyor, bağırmasıyla birlikte sıranın kenarında duran üç kişi birden sille tokat adama girişiyorlar. birinin elinde kesici bir alet var, ne olduğunu seçemiyorum, ama adamın yüzüne doğru savurduklarını farkediyorum. o sırada kurban adam elini beline atıyor, oradaki silahın görünmesiyle birlikte ekip elemanları ani bir manevrayla koşarak kalabalığın arasına yöneliyorlar ve kaçmaya başlıyorlar. çantası karıştırılan adam ve yanındaki arkadaşı silahlarını çekip peşlerinden hareketleniyorlar. çığlıklar duyuluyor, "kaçma lan, vururum bak!..." bağrışları araya karışıyor. ama ekip kalabalığın arasına karışıyor, bizim yanımızdaki adam da kayboluyor.
silahlı adamlardan birinin gözünün üzerinden kanlar akıyor, etraftakiler ona yardım etmeye çalışırken o hala öfkeyle sağa sola bakıyor.
biz o karmaşayı algılamaya çalışırken insanların arasında çantayı karıştıran esas adamı görüyoruz. adam son derece sakin, kalabalığın arasında sessiz adımlarla dolaşıyor, eli cebinde yavaş yavaş metro girişine doğru yürüyor. adamı görüyoruz, ama o anda tetiği hala çekili silahla etrafına bakınan adamın öfkesi gözümüzü korkutuyor, çünkü etraf gerçekten çok kalabalık.
gözümün önünde başımdan geçenler canlanıyor, arkadaşlarıma olayı anlatırken "insan öylesine öfkeleniyor ki, elinde silah olsa herhalde sağı solu düşünmeden ateş açarsın çocuğa..." deyişimi hatırlıyorum.
tüm bunların ardarda sıralandığı -ve bana uzun mu uzun görünen- üç-beş saniye içinde adam ortadan kayboluyor, polis geliyor.

kalabalık dağılmaya başlıyor, ama kenardan olayları izleyen birkaç kişinin bizi ters gözlerle süzmesi sinirlerimizi bozuyor, zaten logolu bir araçla kolay bir hedef olduğumuzu biliyorum, ve onların gözükaralıkta nasıl sınır tanımadıklarını.
"gidelim," diyorum şoförümüze, "burada fazla kalmamakta fayda var..."

"bu ülke ne zaman böyle oldu" diye geçiriyorum aklımdan, "söyledikleri gibi, namusluların da namussuzlar kadar cesur olabilme şansı var mı acaba?..."

"gidelim," diye devam ediyorum çaresiz,
"iş bizi bekler, herkes ekmeğinin peşinde..."

20 Eylül 2010 Pazartesi

Show Business!...

Bu görüntüleri izler, "kadın güzel söylemiş, insanlar da ne güzel eşlik etmişler." der, devam edebilirsiniz...
Ya da, başka bir gözle bakmayı becerir, Lara Fabian'ın bakışlarındaki hikayeleri okursunuz. Şarkıcıların, bestecilerin, tiyatrocuların, sinemacıların, yazarların, organizatörlerin, televizyoncuların, radyocuların ve "show business" sektöründeki insanların neden onca mücadeleye rağmen işlerinden vazgeçemediklerini, neden hayat yollarında karşılarına çıkan o "bol kazançlı" fırsatları hiç düşünmeden ellerinin tersiyle ittiklerini anlarsınız... Evet, gerçekten bakmak isterseniz görebilir, görürseniz onları tanırsınız...

17 Ağustos 2010 Salı

"Sesini" Duyan Var Mı?


17 Ağustos depreminin birkaç gün sonrasıydı. Radyoda hızlı ve kapsamlı bir kampanya gerçekleştirmiş, vakit kaybetmeksizin toplanan yardımları götürmüştük.
Bir halı sahanın içine serilmiş battaniyelerden birinin üzerine kıvrılmış teyzenin yanına gittim, 'Teyzecim, biraz malzeme getirdik, size dağıtacaklar. Onun dışında bir ihtiyacın var mı?' diye sordum. Önce biraz süzdü beni, sonra son derece düzgün bir konuşmayla 'Nereden geldin sen' diye sordu. 'Ankara' dedim. 'Taa Ankara'dan mı?' diye yineledi sorusunu şaşkınlıkla. 'Evet' dedim onun şaşkınlığını ben de takınarak.
Biraz durakladıktan sonra tedirgin bir tonlamayla mırıldandı: 'Kimin vardı burada, kimini kaybettin?...'
O kalabalık halı sahaya kıvrılmış herkesin bir kaybı vardı artık, utandım biraz ve onunkinden de düşük bir sesle 'Kimse' diyebildim ancak.
Birden doğruldu ve yineledi sorusunu: 'Kimseni kaybetmedin mi, akraban filan yok mu burada?'
'Yok teyzecim' dedim.
Kendimi yabancı hissetmiştim. Biz yardım malzemelerini indirirken, anlaşılmaz bir heyecanla bültene koyacağı fotoğrafı çekmeye çalışan "yetkili"ye duyduğum sebepsiz öfkeyi şimdi o teyzede bana karşı göreceğimden korkmuştum.
Bir anlık sessizlik oldu, hani şu birkaç saniyeyi geçmeyen ama saatler gibi gelen türden bir sessizlik, 45 saniyenin içindekilerin her biri gibi yani... Ayağa kalktı zorlanarak, bana doğru yaklaştı, gözleri dolu dolu ve sesi titreyerek bir çırpıda söyleyiverdi aklındakileri:
'Demek bizim için geldiniz... Allah razı olsun yavrum, başka hiçbirşey istemez!...'

Ve sessizlik... Sonsuz sessizlik... Enkaz altında kalmış bir insanın çaresizliği gibi, sadece gözyaşlarının düşerken çıkardığı minik damla seslerinin duyulabildiği kocaman sessizlik...

O sözler benim hiç aklımdan çıkmıyor ve beynimdeki yankısının asla bitmemesi için dualar ediyorum,
o teyzenin sesini hala duyabilen var mı acaba?

(17 Ağustos depreminin simgesi haline gelen üstteki fotoğraf Abdurrahman Antakyalı imzalı...) 

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Bir Konserin Öncesinden Gelenler, Ardından Kalanlar...

(Bu okuyacağınız objektif bir konser yazısı değil, bir şarkının son derece bireysel tarihçesidir.)

1994 yılında, henüz radyo yayıncılığına başlayacağıma dair bir somut ibarenin olmadığı günlerde, okulda derslerin erken bitebildiği nadir günlerde kendimi eve atabilirsem, radyoda Emre Kuytu’yu yakalamaya gayret ederdim… Emre, bir iki defa “The Cranberries” adında bir gruptan bahsetmiş ve “Linger” isimli şarkısını çalmıştı. Linger, The Cranberries’in 1993 yılında piyasaya çıkardığı ilk albümünde yer alan ve onları yavaş yavaş dünyaya tanıtan şarkılarıydı. Bu şarkıyı ilk dinlediğim günlerde zar zor para biriktirerek aldığım o zamanların unutulmaz Now serisinin 27. albümü, “Now, That’s What I Call Music 27”, sonrasında albümlerini edinerek keyifle dinlediğim birçok isimle ilk kez buluşmamı sağlamıştır. O albümde arka arkaya iki şarkıyı defalarca dinlemiş olmamın bana yeni yollar açtığını çok net hatırlıyorum; “Richard Marx – Now and Forever” şarkılara hikayeler yazmamı, “The Cranberries – Linger” da ODTÜ’deki müzik topluluklarına (ve devamında o ekibin ortaya çıkardığı ODTÜ Radyo Topluluğu projesine) biraz daha ilgi göstermemi sağlamıştı. Bu iki şarkının ve dolayısıyla Now 27 albümünün hayatımda önemli bir yer edindiğini düşünmüşümdür hep.

Ben, The Cranberries’in şahane isimli albümü “Everybody else is doing it, so why can’t we” ile böyle tanışırken, grubun beyni Dolores O’riordan da yeni bir şarkıyı tamamlamak ve yeni albümle birlikte piyasaya sürmek üzereydi. 1993 Mart’ında The Cranberries İngiltere turnesindeyken Warrington’da IRA’nın bir bombalı eylemi gerçekleşmiş, 3 yaşındaki Johnathan Ball olay yerinde, 12 yaşındaki Tim Parry de olaydan 5 gün sonra hastanede hayatını kaybetmişti. Dolores, çok etkilendiği bu olaydan yola çıkarak yazdığı Zombie’yi 1994 tarihli No Need to Argue albümüne koymak üzere son düzeltmeleri yapıyordu. Tüm şarkılar tamamlandıktan sonra piyasaya çıkan albüm, Avrupa’da beklenen ilgiyi fazlasıyla görmüş, başta Zombie olmak üzere birçok şarkı listelerin üst sıralarında kendine yer bulmuştu.

Hikayenin buradan sonrasını paralel götürelim. ODTÜ Radyo Topluluğu Nisan 1994’te kuruldu ve Mayıs ayında kalabalık bir grup yıl sonuna kadar sürecek olan çalışmalara başladı. Her biri müziğin içinden gelen yönetim kurulunun teknik hazırlıklarının yanında o dönemler “Radyonun Delisi” ile Ankara’da bir efsane haline gelen Aykut Oğut bu ekibe destekleyici dersler vermeye başladı. Ekip yıl sonuna kadar hem “doğal seleksiyon” hem de çeşitli elemelere maruz kalarak iyice azalacak, Radyo ODTÜ Ocak 1995 sonunda ilk şarkılarını çalmaya başlayacaktı.

Özellikle kampüste ve mezunlar arasında büyük bir heyecanla karşılanan radyo, müzik tarzı olarak AC formatını benimsedi. Böylelikle ODTÜ’de hep varolan rock ruhundan uzaklaşılmayacak ama sert şarkılar çalınarak kitlenin kısıtlanmasının da önüne geçilmiş olacaktı. Bu ince çizgi bazen yönetimin ciddi tartışmalar yaşamasına sebep oluyordu. Bazı şarkıların çalınıp çalınmaması konusu gerçekten karar verilmesi en zor ayrımlardan biri olarak gündemi meşgul ediyordu.

Bu tartışmalar devam ededursun, 1995 MTV Müzik Ödülleri töreninde en iyi şarkı ödülünü Zombie ile The Cranberries kazandı. Ve o an itibariyle Türkiye’de de bu şarkı gerçek anlamda patladı. Her istek hattında karşımızda en az birkaç tane Zombie görüyorduk ancak yönetim, bu şarkının bizim rotasyonumuz için sert olduğu kararını verdiğinden dolayı çalamıyorduk. İşin ilginç tarafı, yayından çıkan herkesin walkman’inde Zombie dinlenmesiydi! Bu dönemde yayıncılar ve dinleyiciler yönetime Zombie isteklerini açıkça defalarca belirttiler ancak en hit döneminde Zombie uzunca bir süre Radyo ODTÜ yayınında çalınamadı.

Radyo ODTÜ yepyeni bir ekol olarak hızla yükselirken, biz de kendi adımıza yeniliklerle tanışmaya başladık. Yayında az çok tecrübe kazandıktan sonra sıra insanların önünde çalmaya gelmişti. ODTÜ’de o zamanlar efsane haline gelmiş parti olan Mimarlık Balosunda Oğuz Kaplangı’nın yüzlerce kişinin önünde “hadi, bu şarkıyı sen geç” dediği anın benim için ne kadar önemli bir dönüm noktası olacağını o zamanlar fark edememiştim. Devamında önce küçük partilerde kısa bölümler ve ardından da Radyo ODTÜ adına büyük partilerde çalmaya başladım. Aslında yavaş yavaş dans müziği çalınan çeşitli partilere de gidiyorduk ama ODTÜ’de o dönem çoğunlukla rock partileri gerçekleşir, insanlar rock’n roll dinlemek isterlerdi.
Bu dönemde  Zombie’nin başına gelenlerin bir benzeri Zombie’ye göre yayın için çok daha zor bir şarkı olan Spaceman’in de kaderi oldu. Babylon Zoo’nun bu şarkısı, Levis reklamında kullanıldığı için Türkiye’de de çok popüler oldu ancak o da yayında çalınamadı. Biz şarkının ne kadar güçlü olduğunu ancak gittiğimiz partilerdeki tepkileri görünce anlıyorduk.

Bu süreç keyifle devam ederken, İnşaat Mühendisliği bölümünden birkaç öğrenci beni -ilginçtir, çok az vakit geçirdiğim- bölümümde buldular. Geleneksel “Rock Ball” partisinde benim çalmamı istiyorlardı ve afişlerde adımı kullanacaklardı. Sahtekarlık yapacak değilim, gerçekten çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. Radyo zaten her geçen gün daha da popülerleşiyordu, yayıncıların hepsi kampüste az çok tanınmaya başlamışlardı ama adının yazılı olacağı bir afişin günlerce ODTÜ’nün her yerinde asılacak olması başka bir heyecandı benim için. Galiba sonunda oluyordu, istediğim yol karşımda görünmeye başlamıştı…

Ama bir sorun ortaya çıktı! Benim üç-beş tane CD ve Now 27 toplama albümünden başka kullanabileceğim arşivim yoktu. Biz partilere radyo adına gittiğimiz için Radyo ODTÜ’nin eşsiz arşivini kullanırdık. Konuyu hemen yönetime ilettim, ortaya Rektörlük’ün de onayıyla çok pratik ve akıllıca bir karar çıktı: Artık DJ’ler kendi isimleriyle partilerde çalabileceklerdi. Ancak tüm görsellerde radyonun adının da kullanılması şart koşulacaktı. Öte yandan, radyo kendi arşivini de kullanıma sunacaktı ama DJ organizasyondan alacağı ücretin yarısını hem isim hakkı hem de arşiv kullanımı karşılığı radyoya verecekti. Aslında, aradan biraz vakit geçip de topluluk yönetimine girdiğim zaman, bunun yoğun çalışan DJ’lere radyodan olmasa da radyo dolayısıyla para kazanma yolunu açması sebebiyle herkesi büyük bir sıkıntıdan kurtaran yasal bir çözüm olduğunu ve mutlu ettiğini anlayacaktım.
13 Nisan 1996 günü tüm hazırlıklar yapıldı ve parti başladı. Adı üstünde, 60lara ithaf edilmiş partide önce o dönemlerin klasiklerinden çaldım bolca. Zaten eğlenmeye hazır gelen kitle -tekrarı yapılmamış, yapılamamış- dönem müzikleriyle iyice kendinden geçmişti. Ardından güncel hit müzikler çalmaya başladım. Sıra Spaceman’e geldiğinde kitledeki hareketlenme gözle görünmeyecek gibi değildi. Bir yandan miksere konsantre olup diğer yandan gözucuyla masaların üstünden zıplayan, alkolün etkisiyle birbirini iteleyen öğrencileri takip ediyordum. Tam o noktada zamanı geldiğini düşünerek Zombie’yi girdim. Zombie’nin ilk davul bölümü başladığı anda aşağı kattan sesler gelmeye başladı. Aşağıyı göremiyordum ama üst katta da insanların bira bardaklarını havaya savurmaları, çığlıklar atmaları durumun iyice koptuğunu açıkça gösteriyordu. Zombie’nin yarısı geçmişken bodyguard’lar ve bir jandarma görevlisinin yanıma yaklaştığını gördüm. O gürültüde kulağıma yanaşarak “Hocam, biraz yavaş çalar mısınız? Milleti kontrol edemiyoruz!” dediklerinde gülümsemeye başlamıştım! Sonradan öğrendiğime göre Zombie başladığında öğrenciler çığlıklar atarak şarkıyı söylemenin yanında camlara ve kapılara çarpmaya (aslında tabir “girmeye” olacak) başlamışlar. Daha ilginç olan da kırılan camlardan dışarı düşenlerin (giriş kat) hiçbir şey olmamış gibi içeri gelip kaldıkları yerden devam etmeleriydi…

Partinin o şekilde daha fazla devam edebilmesi mümkün değildi elbette. Tempoyu yavaşlattık ve birkaç parça sonra partiyi bitirdik. Benim için her şeyden önce özellikle Zombie’nin gücünü keşfetmemi sağlayan o parti bir anlamda da yolumu açan bir gece oldu. “Rock Ball’da bir DJ çalmış, …” diye başlayan cümleler sayesinde o yıl sağlam bir gelir elde ettiğimi kolay kolay unutamam!

Aradan geçen yıllar bende de, tanıdığım, bildiğim insanlarda da Zombie’nin gücünü hiç kaybettirmedi. Her duyduğunuzda işinizi gücünüzü bırakıp bir anlık es vermenizi sağlayan şarkılardandır Zombie... Elbette The Cranberries benim için Zombie’den ibaret değil. Free to Decide, Ridiculous Thoughts, Salvation, I Can’t Be With You, Linger, Animal Instinct, Promises, Just My Imagination, Ode To My Family ama en çok ve en çok da When You're Gone hayat arşivimde kendilerine çok sağlam yerler edinmiş şarkılardır. Bu yüzden, The Cranberries konsere gelecekse mutlaka gidilmeli, mümkün olan en yakın mesafeden şarkılar dinlenmeli, grup elemanlarının mimikleri izlenmelidir.

Biraz bu isteğim, biraz da üç-beş günlük tatil kaçamağı özlemi beni geçtiğimiz hafta Çeşme yoluna düşürdü. The Cranberries, İstanbul’un hemen ardından 23 Temmuz 2010 Cuma gecesi Çeşme Seaside’da bir konser verecekti. Seaside’a daha önce Radyo Mydonose’un bir promosyon dağıtım kampanyası dahilinde görüşmek için gitmiş ve ortamdan çok etkilenmiştim. Bu yüzden, Unilife’ın konser için çok doğru bir seçim yaptığını düşünüyorum. Yolculuk ve Çeşme notları ayrı bir yazı konusu... Konserle ilgili teknik ayrıntılardan bahsetmem çok da mümkün değil, zira sahnenin hemen dibinde duruyorsanız ses kalitesini ya da seyircilerin şarkılara nasıl eşlik ettiğini anlayabilme şansınız yok. Dahası, bir süre sonra duymamaya başlıyorsunuz, geçici duyma kaybınız da tam bir gün boyunca sürüyor. Ama grubun işini ne kadar iyi yaptığını da uzak mesafeden bu kadar net anlayamayabilirsiniz. Dolores’in hala bitmeyen enerjiyle sahnenin her yerini dolaşması ve durmaksızın dans etmesinin yanında, vokallerin adeta CD’den dinlenir gibi kusursuz kullanıldığına şahit oluyorsunuz. Bir ayrıntının altını çizmekte fayda var; hani “kendileri de çok eğleniyorlar ve bu enerji izleyicilere de geçiyor” şeklinde tanımlanan gruplar vardır ya, The Cranberries öyle değil. Onlar sahnede o kadar da eğlenmiyorlar ama eğleniyor görünmenin ve enerjik olmanın izleyicileri nasıl coşturacağını çok iyi biliyorlar ve bunu çok iyi yapıyorlar.

Dolores’in konserin başında konseri denize girerek izleyenleri gülümseyerek grup elemanlarına göstermeye çalışması, ilk şarkının hemen ardından ertesi gün çocuklarını Disneyland’a götüreceği için çok heyecanlı olduğunu söylemesi, Çeşme’yi çok çok sevdiğini ve mutlaka tatil için de gelmek istediğini belirtmesi, seyircilerin açtığı pankartları görmesi ve yorumlaması, şarkı aralarında “thank you”dan öteye de gidip bir şeyler anlatması, seyirciyle konuşması konserden aklımda kalan küçük ayrıntılar… Bir de VIP alanına konser başladıktan sonra gelen bazı VIP çocukların etraftaki kimseyi dikkate almaksızın şımarıkça “eğlenmeleri”, sahnenin en önündeyken “parasıyla değil mi kardeşim” modunda demir parmaklıklara çıkarak, sırtlarını sahneye dönerek ve insanların görüş açısını tamamen kapatarak fotoğraflar çektirmeleri… Ne çok para kazanan insanlara ne de şımarık insanlara asla bir sözüm olmaz, herkes kendi hayatını yaşar ama bu iki özellik bir araya gelince gerçekten ortaya rahatsız edici bir tablo çıkıyor…

Ve bir not, malum konser boyunca sürekli cep telefonlarına görüntüler kaydediliyor ve fotoğraflar çekiliyor. Bazı ortamlarda söylendiği gibi bunun yerine konserin tadını çıkartmak gerekebilir belki de… Gelin görün ki, insanlar o anı ölümsüzleştirmek istiyorlar, bu kadar basit. Bunun da gereksiz yere eleştirildiğini düşünüyorum.

Her insanın hayatında önemli dönüm noktaları vardır, her insanın size sıradan görünen bazı anlara kaldırabileceğinden fazla anlam yüklemek için haklı gerekçeleri olabilir. Bilenler çok sever; Turgut Uyar’ın bir şiirini Sezen Aksu seslendirirken şöyle söyler;
“hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
hiçbirinizle dövüşemem
benim bir gizli bildiğim var…”

The Cranberries’i, hem de öyle bir ortamda ve Dolores’in mimiklerini görebilecek kadar yakından izlemek, benim için burada anlattıklarım kadar “gizli bildiklerim” doğrultusunda hayatımın en heyecan verici anlarından biriydi. Gerçekleşti, mutluyum…

Bazen, şarkıların basit sözlerine onu kamburlaştıracak kadar fazla anlamlar yükleriz ne de olsa:
“and in the day, everything's complex
there's nothing simple, when i'm not around you…”

24 Haziran 2010 Perşembe

Radyo için yaşamak, Yaşamak için radyo...


Bilenler bilir, hayatının önemli bir döneminde radyo hayalinin peşinden koşmak için ciddi bir "vazgeçiş" yaşamış biriyim ben... Radyonun benim için özellikle o dönemde neden bu derece önemli olduğu ayrı ve çok uzun bir yazı konusu. Şartlar her zaman şu an olduğu gibi gitmeyebilir, hayatımın sonunda kadar radyo yayıncılığı yaşamımın içinde olamayabilir a o seçimimin hayatıma kattığı her ayrıntı için tarif edemeyeceğim kadar mutlu oldum hep. Ve "radyo işi"nin bana öğrettiklerinin önüme serdiği yeni yollardan sayesinde hiç pişmanlık yaşamadım.
En çok "hayatını bu işle geçindirebiliyor musun, ne zaman başka bir işin olacak" sorularıyla muhatap oldum. Doğru, bazen ek işlere ihtiyaç duydum ama çoğunlukla çalışma arsızlığımdan dolayı radyonun yanında (ve radyonun beni yönlendirdiği) işlerdi bunlar.
Ama tüm bunların ötesinde, o mikrofondan seslenebilmenin büyüsünü insanlara anlatabilmekte zorlandım. Evimin bir köşesindeki kutularda saklanmış zarflarda bazı dinleyicilerimizin yaşam öyküleri ve bizim o öykülere dokunma noktalarımız başka şeylerle karşılaştırılabilecek ve yeri doldurulabilecek sıradanlıktan çok çok ötede... Bir de, o zamanlar hiç sesini çıkartmadan her gece seni dinleyen insanların yıllar sonra onların hayatında neleri nasıl değiştirdiğini anlatmaları. Bu huzuru ve tatmini dünyevi hiçbir güçle elde edemezsiniz, bunun size bahşedilmiş çok özel bir armağan olduğunu hiç aklınızdan çıkartmamanız gerekir.

Ekşi Sözlük'te einherjer isimli yazar "Cavatina" başlığına bir yazı ekledi geçtiğimiz günlerde. Ben de 16. yılımda hala neden radyoya devam ettiğimi soranlara verilebilecek en güzel cevaplardan biriyle karşılaşmanın keyfini yaşadım (bir de, çok sevdiğim ekşisözlük'e neden uzun zamandır yazmadığımın açıklamasını bulmanın rahatlığını).
Her kim ise, "einherjer"e sonsuz sevgilerimle...

lisans yılları, izmir. elimde kitabım yatacağım yine birazdan, radyoda trt fm var ve bundan inanılmaz bir keyif alıytorum. sonlara doğru radyo mydonosea switch ediyorum, selim isminde bir dj, inanılmaz enerjik ve hayat dolu bir ses.
her gece, programının sonlarına doğru bir hikaye okuyor: "hafta içi her gece selim'den bir öykü ;)" diyor fragmandaki güzel sesli kadın ve hikaye aslında tam da burada başlıyor. aşklar, fedakarlıklar, olaylar ve kalıntıları üzerine birbirinden güzel ama klasik, her daim internette metnini bulabileceğiniz hikayeler, peki neden selim'den dinlenir? çünkü harikulade bir sesi vardır, neşeli, keyifli ve canlı bir ton, tabi bunda radyo mydonose'un görece üstün ses kalitesini de unutmamak gerekir.
peki tüm bunların cavatina'yla ne alakası var? anlattığı hikayelerin birçoğu cavatina fonuna kuruluydu ve bu şarkıya ne zaman denk gelsem izmir'e bedava gidip oradan canlı olarak ankara'ya bağlanıyorum, hayat adına yaşanmış ya da yaşanacak, belki göreceğim, belki de yanından dahi geçmeyeceğim, belki imkansız belki de olası, "insan" hikayeleri, "bizim" hikayeleri dinleyip tekrar geri geliyorum.
peki dinlediğim ilk hikayelerden biri neydi dersiniz?
ekşi sözlük'e merak saldığım yıllar, alımlar olacak, 6.nesil için (miğferdibi değil) ve birazdan da hikayesini okuyacak selim, önce her zamanki gibi referansını veriyor, ekşi sözlükten bir yazarın entrysini okuyacağını söylüyor. merakım cezbedildi, ancak yazarın isminin "terelelli temcik" olduğunu söyleyince bu birazcık da geri çekildi (kimdir nedir bilmiyordum o zamanlar). pür dikkat dinlemedeyim, okumaya başladı, gelişme ve sonuç. sonuç? işte sonuç: nasıl olduysa, senelerdir ağlayamayan ben, oracıkta, hikayenin son cümlesiyle birlikte gözlerimi dolu buldum.
o dönemlerde, her ne kadar yazarı ve dolayısıyla üyesi olmasam da, ekşi sözlük'ü özgürlük bezeli muhalif yapısıyla farklı bulup, her ortamda oraya ait bir yanım varmışçasına savunuyorum. ancak yaşadığım bu radyo macerasıyla ekşi'ye olan ilgim, gerek yazının kalitesiyle, gerekse de böylesi güzel bir ortama girme şevkiyle bir kat daha arttı ve üyesi olmak için extra bir çaba da sarfetmiştim, bunu hatırlıyorum.
benim için ekşi sözlük "bu"'yken, o'nunla olan arkadaşlığımı böylesi bir olayla perçinleyerek bugünlere getirmişken, nasıl olur da onun iyi olmasını istemem ve trash entrylerine karşı savaş vermem ey insanoğlu? kaliteli yazılar oralarda bir yerde.

bahsi geçen terelelli temcik yazısı burada.

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Moulin Rouge!

Radyo Mydonose'un ilk yıllarında Irmak bir müzikal programı hazırlardı. Onun programı hazırlarken yaşadığı heyecanı gördükçe ben de ondan -çaktırmadan- birşeyler öğrenmeye çalışırdım. O dönem (biraz da Türkiye'nin müzikaller konusundaki malum eksikliğinden dolayı) hayallerimin bir köşesinde eksilip kaybolan bu heves, 2000li yılların başında bir haftasonu gecesi geceyarısı seansında sadece birkaç kişiyle izleme şansını bulduğum Moulin Rouge ile bambaşka bir boyuta taşınmıştı. O zamanki Tepe Cinemaxx'te görüntü ve ses sistemiyle benim için hala en keyifli sinema olma özelliğini koruyan meşhur Salon 1'deki favori F sıramızda izlediğim film hayatıma öylesine girmişti ki, filmin DVD'sini piyasaya ilk çıktığı gün satın aldığımı çok net hatırlıyorum.
Biraz yakın zamanda sinemada izlediğim Nine'ın etkisi, biraz da yeni bir evin verdiği heyecanla kendime planladığım bir Moulin Rouge akşamı, elimi attığım DVD kutusunun boş olduğunu farketmemle birlikte noktalandı.
Bundan sonraki süreci sıralamak çok zor değil ama biraz sıkıntılı; D&R'a gidilir, Moulin Rouge'un sadece tek DVD'lik versiyonu olduğu öğrenilince başka mağazalara uğranır (sinema konusunda arsız bir "kamera arkası" ve "special features" tutkunu olmam başlı başına ayrı bir yazı konusu), hiçbiryerde 2 DVD'lik özel versiyon bulunamaz, internet siteleri araştırılmaya başlanır, sonuca varılamaz, başta Sendit olmak üzere mantıklı yurtdışı seçeneklerine bakılır, her yerde "not available now" ibarelerine üzülerek bakılır ve sonunda Amazon'da aranan DVD bulunur. Kargo ücreti diğerlerine göre biraz daha fazla olsa da toplama bakıldığında Türkiye'de (satışta olduğu zamanlarda) varolan benzerlerinden daha ucuza geldiği gerçeğiyle yüzleşilir (neden Türkiye'de korsan var diyenlere selam olsun!), sipariş verilir ve sadece birkaç gün içinde sorunsuz bir şekilde Moulin Rouge'a kavuşulur.
Herkesin kendine göre takıldığı şarkılar, kitaplar, filmler vardır. Bazen size sıradan görünen "sahne"ler ya da hikayeler, sizin asla bilemeyeceğiniz bazı sebeplerle kimilerine hayatın ta kendisini ifade ediyor olabilir.
Benim için Moulin Rouge hayatımın filmidir, evimde salonumun duvarında varolan tek "asılı şey" orijinal bir Moulin Rouge posteridir örneğin. Zaman zaman izler, biraz hüzünlenir, çokça gülümser, çoğunlukla da ardından kalem-kağıda sarılırım. İşin teknik kısımlarını pas geçer, hikayenin anlatımındaki ve kurgudaki şiirselliğe, oyunculuktaki ve koreografideki tanrısallığa, müziklerdeki ve repliklerdeki eşsizliğe kapılırım sadece. Filmi izleyip de çok sıkıcı bulanlara "siz hiç benim gözlerimle bakmadınız ki" der gibi yapıp duymazdan gelirim.

Sadece biraz bile ilgi alanınıza giriyorsa bu filmin içindeki satırbaşları ve şimdiye kadar kayıtsız kaldıysanız bu sizin için küçük bir hatırlatma olsun. Benim için de yeni bir Moulin Rouge akşamından önce bir kısa giriş...
Malum;
"The greatest thing you'll ever learn is just to love and be loved in return."


Moulin Rouge - El Tango de Roxanne by Rockdilkem

Never fall in love with a woman who sells herself. It always ends bad.
We have a dance in the brothels of Buenos Aires. It tells the story of the prostitute and a man who falls in love with her. First, there is desire. Then, passion. Then, suspicion. Jealousy. Anger. Betrayal. When love is for the highest bidder, there can be no trust. Without trust, there can be no love. Jealousy, yes, jealousy will drive you mad.

4 Mart 2010 Perşembe

En "Bedük" Bedük ve Büyük Eğlenmek!

Bu yazıya başlamadan önce başlığı analiz etmemiz gerek:
Başlıkta kullanılan “bedük”lerden biri sıfat, biri özel isimdir. İsim olan, bildiğimiz Serhat Bedük. Sıfat olan ise yerine koyulacak ve dolduracak başka bir sıfat bulunamadığı için oraya yazıldı. Enerjik ama sakin, mütevazı ama kendini beğenmiş, büyük bir yıldız ama muhabbet bir arkadaş... Bu zıtlıkları birarada bulundurmak –özellikle de böyle şişkin egolar gerektiren bir iş için- çok da kolay değil. O yüzden onu “en bedük Bedük” diye tanımlamak gerekti.
“Büyük eğlenmek” kavramı onunla girdi hayatımıza. Önceleri çok anlam veremeyenler, onu sahnede sadece birkaç dakika izlediklerinde eğlenmenin de büyüğü ve küçüğü olduğunu bir anda öğreniveriyorlar.

Bedük önceleri uzaktan şarkılarını keyifle dinlediğimiz bir isimdi. Sonrasında Haftaya Paydos’ta onu konuk ettiğimiz gün tam bir muhabbet adamı olduğunu ama bununla beraber ne yaptığının da tam anlamıyla farkında olduğunu anladık. Yayında tüm samimiyetiyle sorularımızı cevaplayan arkadaş Bedük, sözkonusu işi olduğunda tüm ciddiyetiyle yaptığı işin ayrıntılarından bahsediyordu. (Tabi burada ciddiyet kelimesinin anlamını zorlamamak gerek, işini yaparken keyif aldığını farketmek hiç de zor değil.)
Artık eskimiş bir kelime ama yeri geldi kullanalım, Bedük gerçekten çok “Avrupai” iş yapıyor. Müzikleri gerçekten muhteşem. Vokaller son derece melodik. Şarkılar insanı peşine takıyor. Son albüm Go’da Bedük kendi şarkılarının yanında Franz Ferdinand hiti “This Fire”a da yer vermiş. Onun da söylediği gibi bu artık kelimenin tam anlamıyla bir Bedük şarkısı olmuş. (Şarkının içinde “son, ki, üç, dört” diye Türkçe bir geçiş olması da ince bir espri aslında.) Konserlerin en çok konuşulan şarkılarından birini albümde görmek güzel. Yenilerinin de yolda olduğunu hatırlatalım. (Daha fazla bilgi için Haftaya Paydos sitesini ziyaret ederek program kayıtlarını dinleyebilirsiniz.)
Bedük sahnesine ayrı bir paragraf:
Öncelikle en merak edilen konu; hayır Bedük sahnede playback yapmıyor! Sadece altyapılar bilgisayardan geliyor ama onun dışındaki tüm enstrümanlar canlı çalınıyor. Eğer playback hissi veriliyorsa, bunu grubun çok iyi çaldığına bağlamanız gerek. Sahnede çok rahat ve çok enerjikler. Ve itiraf edeyim, bu Cumartesi 312 Arena sahnesinde Bedük’ü izlerken sadece şu geçiyordu aklımdan: Son zamanlarda hiçbir konserde bu kadar çok insanın bir bütün olarak bu kadar eğlendiğini, bu kadar dans ettiğini görmedim ben. Bir de sahneye, sahne arkasında görüntülere ve hatta şarkıya göre ortalığa saçılan konfetilere kadar sağlam bir ekip işi var. Bedük’ü sahnede izlememek büyük eksiklik!

Son söz, bu ülkede bir dans müziği kitlesi şekilleniyor yeniden ve bu insanlar Bedük’ün çevresinde an be an kalabalıklaşıyor... Kayıtsız kalmayın.

(Tayfun Ergin imzalı fotoğraf İstanbul Refresh, Bedük Go albüm tanıtım konserinden.)

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Yeniden Aşık Olabilmek...

Selim yazdı, Banu canlı yayında okudu:



önceleri farketmediğin, ihtimal vermediğin, ya da aslında görmezden gelmeye çalıştığındır,
sonra aşama aşama kendindeki değişimleri izlerken fark edersin yeniden aşık olduğunu…

onunla aynı ortamda bulunduğunda elin ayağın birbirine dolanmaya başlar. saçma sapan konuşur, ortaya ilgisiz laflar atar, hep dikkatini sana vermesini sağlamaya çalışırsın. güzel cümleler kurma yeteneğine sahip olan sen gider, diplerde saklanan utangaç insan ortaya çıkar. heyecanlanırsın, hızlı konuşursun, cümlelerin yarısına gelmeden tonlamaların bitmeye başlar. kaldı ki, belki o zaten seni dinliyordur, ama hep gözüne batmaya çabalarsın işte...
kılık kıyafetin bambaşka bir düzene bürünmeye başlar. pantalonlarınla tişörtlerin uyumlu, gömleklerin temiz olmasına her zamankinden daha çok dikkat etmeye, sabahları evden çıkmadan önce ayna karşısında daha fazla zaman geçirmeye başlarsın. kıyafetler akşamdan seçilir, ama yine de sabah üçüncü, dördüncü denemeyi bulduğun olur. dişlerini fırçalama alışkanlığın pekişir, bitip birikmiş parfüm şişelerini yenileriyle değiştirirsin. büyük iş toplantılarına bile geniş kargo pantalonunla, dağınık saçlarınla katılmayı kabullendirtmişken patronuna, gönüllü bakımlılık giriverir ansızın hayatına. berbere, kuaföre gitme sıklığı artar, giyim kuşam alışverişin yükselir, kendini sık sık gözucuyla son trendleri takip ederken yakalarsın...
onunla aynı ortamlarda daha fazla zaman geçirmek için taklalar atmaya başlarsın. günde 15 dakikacık görüyorsundur belki, onu 20 dakika yapabilmek için koşturursun çoğu zaman. yüzüne şımarık gülümsemeni takınarak girdiğin ortamda onunla gözgöze gelirsin, yüz kasların sana ihanet etmeye başlar, gergin misin, mutlu musun anlayamazsın, yüzün şekilden şekile girer. hem zaten ona da fazla bakamazsın o saatten sonra. gözgöze gelirseniz açık vereceğinden korkuyorsundur.
heyecanla gidip de onu göremediğin zamanlarda bir ağırlık çöküverir üzerine, hem de ne ağırlık! dünya durdu zannedersin, ve bir daha hiç dönmeyeceğine inanırsın. insanlar birşeyler söyler birşeyler anlatırlar, ama sen o hikayenin içinden yavaşça çekilip uzaklaştırılan filmin esas kahramanı gibisindir. ne söylediklerini duyabilirsin, ne de seslenmelerine bakabilirsin. gelmişsindir, görememişsindir ve bitmiştir, sen oracıkta kaybolmuşsundur artık.
ilgisiz görünüp, tesadüf taklaları atarak ortamlar oluşturmaya çabalarsın. tesadüfen telefon numarasını alır, tesadüfen aynı projede buluşur, tesadüfen aynı arkadaş grubuyla eğlenceye çıkar, tesadüfen onunla yanyana oturur, tesadüfen onunla başbaşa kalırsın. gel gör ki, için sana uçsuz bucaksız çığlıklar atarken "seviyorsun, seviyorsun işte!" diye, sen onun yanıbaşındaki "yeni tanışılan iyi arkadaş" rolünde ödüle gidersin. kimbilir, belki oradan da seni heyecanlandıracak mesajlar giriyordur aralara, ama korkaklığın cesaretine açık ara üstünlük sağlamıştır. reddedilmeyi erteliyorsundur aslında kendi kafanda, insanın kendine en ama en güvensiz olduğu süreçtir çünkü içine düştüğün, kimsenin uyandıramadığı, kimsenin cesaretlendiremediği...
kendi eksiklerini keşfetmeye başlar, kendi suratına çarparsın hatalarını. yalancılığınla yüzleşirsin en çok. karşı koyamadığın heyecanını inkar eder, üzerine oturmayacak kılıflarla süsleyip kapatırsın benliğini. hep bir kavga vardır iç dünyanda. en kendinden kaçabildiğin anlarda, en onunla yüzleşebildiğin anları yakalarsın. internet sitelerinde onun adına komik yorumlar yapar, telefonuna dostane mesajlar yazar, hasbelkader eline ulaşan fotoğraflarını süzmeye başlarsın. liseli saf aşıklar gibi fotoğrafla konuşurken bulursun kendini, kimse farketmeden kendine geldiğin için şükredersin. gülümseyerek poz verdiği fotoğraflarına bakarken heyecenlanır, onun mekanlarına onunla gittiğinizi hayal edersin. kolkola girdiği arkadaşlarına burun kıvırır, elini omzuna atan karşı cinslere sinir olursun. sanki onu umursamıyormuş gibi, onunla ilgisi yokmuş gibi, ama aslında tamamen ona hitaben mesajlar yazarsın iletilerine. hem ilgilenmiyor görünüp, hem de delicesine dikkatini çekme çabasına girersin. onlarca satır yazışırsınız, aradan cımbızla çekip çıkarttığın bir cümleyi yorgan yaparsın gecelerine. belki karşılık bulursun bir an, ondan sana doğru yarım adım gelir, inanmaz, sen kaçmaya başlarsın bu defa. sen de değişirsin o süreçte, hep sorgular, hep korkak yanının ardına saklanır bir insana dönmüşsündür çünkü.onunla yaşamayı istediğin hayallerin yönetmeye başlar hayatını. güne onun gülümseyen fotoğrafıyla başlar, günü arabanda onun adını haykırarak bitirirsin. çocukça bir meraktır işte, onun adı senin sesine yakışıyor mu, duymak istersin.
yakışır, gülümsersin...

şansın varsa, yolun bir gün gerçekten ona çıkar, ve şansın varsa o yolun ucunda en baştan bu yana seni bekleyen insan sana kucak açar.yok eğer hayal gücün çok fazla girdiyse yaşam yoluna, suratını asar, hayatın sıkıcı, durağan temposuna geri dönersin. yaşadıkların yanına kar kalır, yeniden aşık olabildiğini, duygularının sana yeniden aynı heyecanı yaşatabildiğini, yediğin kazıkların seni hiç de hayattan koparamadığını farketmenin keyfini yaşarsın. yüzüne aptal bir gülümseme yapıştırır, yoluna devam edersin. "ya olsaydı" diye mırıldanır, sadece o ihtimali hissetmeye bile değdiğini söylersin kendine.
çünkü önceleri farketmediğin, ihtimal vermediğin, ya da aslında görmezden gelmeye çalıştığındır, ama nefes alabildiğini hatırlamanı sağlayandır yeniden aşık olmaya başlayabildiğini farketmek...

29 Haziran 2009 Pazartesi

Cuma Akşamları...


Haftaya Paydos gerçekten çok keyifli gidiyor... Banu'yla her program sonrasında birbirimize bakıp gülümsemeye başlıyoruz. Doğru insan, doğru proje! Daha önce belirtmiştim, bizi radyonun genel çizgisi ya da "başarısı" şu anda çok ilgilendirmiyor, yaptığımız işin hakkını vermeye ve keyif almaya bakıyoruz...
Önümüzdeki hafta Ekşi Sözlük yazarlarını konuk edeceğiz. Benim için çok ilginç olacak, hem tarafsız, hem tarafım... Belki de programı tamamen Banu'ya bırakıp konuk yazarlar tarafına geçebilirim, neden olmasın:) Ama o heyecanın öncesinde hala Cem Adrian rüzgarının etkisindeyiz. Bunun iki sebebi var; birincisi Cem Adrian hayranlarının ona bağlılığı gerçekten çok takdire şayan bir yoğunlukta, ikincisi ise Cem'in gerçekten son derece pozitif, son derece "gerçek" biri olması...
Yaptığımız en keyifli programlardan birisiydi. Benim için de "belli etmeden durumu kurtarma" çalışmalarını sergilediğim anlara sahne oldu:) Şu kadarını söyleyebilirim, programın içinde gayet sakin bir şekilde "o zaman şimdilik bir parça daha dinleyelim, birazdan devam ediyoruz" tadında bir cümle kuruşum, ardından da mikrofonun kapandığı an itibariyle stüdyodaki 5 kişinin birden (ben de dahil elbette!) kahkahalarla yere düştüğü anlar bile oldu... Evet, o derece!...
Cem Adrian'la birlikte onun süper ekibini, yani Erkan Tatoğlu ve Hümeyra Uçan'ı da konuk ettiğimiz ve bizim çok keyif aldığımız bu özel programı Mixcloud sayfamızda dinleyebilirsiniz.

(imeem'in durup dururken kayıtları sadece üyelerin kullanımına açmaya başlaması sebebiyle şu anda dinlenemeyen "Geceyarısı Öyküleri" program kayıtlarını da orada toplamayı planlıyorum, ilgililerin bilgisine:) )

17 Haziran 2009 Çarşamba

Mikrofon Kardeşliği!

Banu'yla birlikte program yapıyor olmamız, tamamen konuşma üzerine kurulu bir radyoda birbirimize sırtımızı çekinmeden dayayabiliyor olmamız boşuna değil... Programdan aldığımız keyif de, deneyimli konuklarımızdan duyduğumuz övgüler de aslında mikrofonun karşısına doğru insanla çıkmaya, uzun yıllara dayanan iş arkadaşlığına ve dostluğa dayanıyor...

Tozlu yapraklar şahittir:)

Nostalji...


Ocak 2003...

Radyo Mydonose'da 22:00-24:00 arası "Night Fever" isimli bir program yapıyorum. Radyo Mydonose'un çok popüler olduğu, benim de öykülerle dikkat çekmeye başladığım dönemler... Söyleşilerden, röportajlara yoğun bir trafiğimiz var. Gazi Üniversitesi İİBF, internet sitesinde bir online dergi yayınlıyor ve Özlem Şahin benimle röportaj yapmak istediklerini söylüyor. Ben de sanki işi yokuşa sürüp de o kadar nazlanan ben değilmişim gibi uzun uzun cevaplar veriyorum Özlem'in sorularına. (Muhtemelen bunda soruları e-mail yoluyla alıp cevaplamamın etkisi vardır.)

Hiç beklemediğim bir yerden karşıma çıktı bu kayıtlar, ve benim için gerçekten çok ilginç oldu. Bazı bölümleri çıkartmam belki de daha iyi olacaktı, ama aslına sadık kalmakta fayda var. Birkaç dakikalık zaman yolculuğu yapmaktan kimseye zarar gelmez...

* * *
Ve yeni bir yıla merhaba dediğimiz bugünlerde Türkiye'nin en yeni ve daima yeni kalacak olan tek radyo istasyonu Radyo Mydonose’un hiç eskimeyecek ismi Selim Karakaya bu ayki konuğum.

Türkiye'nin en yenisi Radyo Mydonose'da eskiyen gün yerini geceye bırakmaya hazırlanırken dinleyicilerine pozitif bulaştıran gizemli sesinle akşamları daha da keyifli yapanlardansın. Belki de radyoculuğun renginin yansımasıyla iyimser bir kisiliğin olduğu sinyallerini sesindeki gizemden anlayabiliyoruz. Peki evdeki Selim nasıl biri? Selim'in hikayesi nedir?

Klişe bir cevap ama, aslında evdeki Selim yayındakinden çok da farklı değil… Elbette çıkıp da orada yaşamımı anlatmıyorum, ama yayına yansıyan herşey kendi hayatımın yansımaları… Özellikle de hayata bakış açısı olarak… Ben de herkes kadar sorunlarla uğraşıyorum, benim de son ödeme günü bekleyen faturalarım, zaman zaman ağrılarıyla beni çıldırtan bir midem, bir gün söylediğini diğer gün unutan arkadaşlarım ve içinde hüzünler de barındırmış bir geçmişim var; ama hayat birşeylere ya da birilerine kızarak geçmiyor, geçmemeli… Ben kontrolün kesinlikle herkesin kendi elinde olduğuna inanıyorum, ve bunu uygulamaya çalışıyorum hayatımda da, yayınlarımda da…
Çok sevdiğim, yayınlarımda da sık sık tekrarladığım bir söz vardır: "Güzel bakan güzel görebilir, ve ancak güzel görebilen hayatından keyif alabilir…" herşeyin sırrı burada… Hayat her zaman kolay olanı sunmayacak bize, biz ayırdedebilmeyi, ve seçmeyi öğrenebilmeliyiz herşeyden önce… Ben hayatın keyfini çıkarmaya ve canımı sıkanları da görmemeye çalışıyorum, yayına yansıyan da bu aslında.

Radyo tutkusu Selim için ne zaman başladı?
Aslında ben bir mizah yazarı olma niyetindeydim… Bir mizah dergisine duvar yazıları yazdığım sırada dinlediğim radyolara ve programcılara kızarak "Ben bunun daha iyisini yaparım" dememle, "Radyo ODTÜ kuruluyor" afişini görmem aynı zaman rastladı… (O dönemde başvurduğum ve benimle ilgilenmeyen 2 radyodan birinin beni tek sorumlu, bir diğerinin de yüksek bir rakamla program yapımcısı olarak işe almak istediklerini, benim de bir Türk filmi edasıyla "bi zamanlar bi genç vardı…." repliklerini sıraladığımı anlatmalı mıyım acaba?… zamanla birtakım şeyler değişiyor!…)
1994'te Radyo ODTÜ kuruluş çalışmalarına başladı, ve ben de o ekipte kendime bir yer buldum; radyonun aşama aşama kurulmasıyla hayatımın aşama aşama değişmesini eşzamanlı yaşadım… Yani geç kaldığım bir derse yetişmeye çalışırken birilerinin asmaya çalıştıkları ve o sırada yere düşen afişi görmem hayatımın değiştiği andır!…
Sonrasında 1997'de aldığım bir telefonla bu defa Radyo Mydonose'un kuruluş ekibine geçtim. Zaten aslına bakarsanız bir radyonun en yorucu ama en keyifli dönemleri kuruluş zamanlarıdır. Herşeyin tek tek şekillendiğini izlemek ve orada bir rol alıyor olmak dünyanın en güzel şeyi…

ODTÜ Radyo Toplulugunda uzun ve yorucu eğitimden geçenlerdensin, sonrasında topluluk başkanlığı ve gecen yıl topluluk derslerine Banu Tarancı'yla birlikte konuk olarak katıldın. Neler hissettin? -Çok keyifli bir söyleşiydi doğrusu-

ODTÜ Radyo Topluluğu bence bu işi Türkiye'de yapan en iyi "özel" kurum… Orada derslere katılırken sadece radyo yayıncılığı adına değil, hayatımla ilgili de çok fazla şey öğrendim… Belki de bu yüzden hala gönülden bağlıyım, ve bir gün sektörün içindeki çıkmazlardan çok sıkılırsam yeniden oraya dönüp başladığım yerde bu işi bitirmek hep aklımda kalacak… Biz orada bir üniversitede hiç gerçekleşmemiş şeyleri başlattık, ve şimdilerde yeni gelen ekipler bizim yaptıklarımızdan çok daha fazlasını, çok daha iyi bir şekilde yürütüyorlar… Başlangıç noktasını bütün sıkıntılarıyla birlikte yaşamış birisi için şu anki durumu görmek gerçekten gurur verici…
Topluluk her yıl Radyo Dersleri kapsamında derslere konuk ediyor beni, ben de her seferinde bir başka programcı arkadaşımla gerçekten büyük keyif alarak gidiyorum deneyimlerimi paylaşmaya… Çok klasik olacak belki ama, ben o sıralarda otururken en az onlar kadar istekli ve heyecanlıydım, ve o anda benim önümde "bir zamanlar bu sıralarda oturan birisi şimdi orada" ikonu yoktu. O sıralarda oturan yüzlerce kişiden sadece bir tanesinin hayatında bir tek şeyi iyiye götürebilecekse söylediklerim, inanın bana herşeye değer. Aynen yayında söylediklerimle o gece bir tek kişinin bi parça gülümsemesini sağladıysam herşeye değeceği gibi.
Bir de o söyleşilerde şunu belirtmeye çalışıyorum; evet dışarıdan göründüğünden kesinlikle daha zor ve uğraş gerektiren bir meslek bu, ama dünyanın en keyifli, en mutluluk veren işlerinden birisi yayıncılık.

Türkiye'nin önde gelen üniversitelerinden ODTÜ'den Kimya Mühendisi sıfatıyla mezun olup, farklı bir dünyada yer almak riskli bir karar değil miydi sence de? Risk almayı sevenlerden misin?

İnsanın oturup düşünerek ve isteyerek yapmaya karar verdiği hiç birşey risk değildir bence. Sonunda ne olacağını tahmin edemeyebilirsiniz ama istiyorsanız, denemelisiniz. Denememek daha büyük bir risk aslında.
Dürüst olalım, ben henüz mezun değilim. ODTÜ'nün tarihine geçecek bir öğrenci olma yolunda son basamaktayım. Kimya Mühendisliği yapmayacağımı 2. sınıfa başlarken anladım zaten. Fakat, Türkiye'de yayıncılık anlamında özel sektörü destekleyebilecek bir eğitim veren üniversite ya da bölüm bulamadım o dönem. Şimdilerde üniversitelerde ilgili bölümlerin daha iyi eğitim vermeye başladığını düşünüyorum, ama o zaman şartlar bana uygun değildi. İkincisi de, bu kadar emek verdiğim ve hayatımı bu kadar değiştiren bir okulun mezunu olmak ve diplomasını almak istedim, bu yüzden okula devam ettim.
Zaten bir gün bir şekilde yayıncılıktan vazgeçsem bile fabrikaya kapanmak gibi bir niyetim yok. Ortaokul başlangıcıyla birlikte okulla aynı zamanda sürekli yapmış olduğum işler, ve kazanmış olduğum "mesleki tecrübeler" var, onları şu anda da zaman zaman değerlendiriyorum… Bir kebapçı açarak herşeyden önce para tasarrufu yapabilirim mesela.

Biraz da Night Fever'dan bahsedelim istersen. Hafta içi her akşam 22-24 arası eskiyen gün yerini geceye bırakmaya hazırlanırken iyimser, sıcak sesinle bize özel dakikaları daha da keyifli yapanlardansın. Her akşam anlatığın hüzünlü ya da çarpıcı, bazıları belki başka hiçbir yerde duyamayacağımız, öyküler Night Fever'ın olmazsa olmazlarından. Kendi yazdığın öyküler de var mı?
Başlangıçların ve bitişlerin çok önemli olduğuna inanıyorum. İnsanlar günü "gülümseyerek" bitirebilmeliler, çünkü keyifli uyursanız, güzel uyur, ve keyifli uyanırsınız.
Yanımda sürekli bir not defteri taşımıyorum, ama gün boyunca bana keyifli görünen şeyleri -mutlaka onu "benim anlattığımı" ayrıdettirecek bir yorumla- yayına dahil ediyorum, yani bir anlamda "yaşayan" bir program yapıyorum. Ama marifet gazeteden gündemdeki ilginç bir haberi alıp da okumak, duymayanlara duyurmak değil; onu "sizin yorumladığınızı" insanların aklında bırakabilecek şeyler yapabilmek. Yoksa Türkiye'nin neredeyse tamamı okur-yazar artık. Bu ülkede yaşıyorum, ve bu ülkenin insanlarını ilgilendirecek herşey beni de ilgilendiriyor.
Öykülere gelince… Bu konuda tevazu göstermek istemiyorum, kimse böyle şeylerden haberdar değilken öyküler okuyordum yayınlarımda, şimdilerde sabah programcıları bile dahil etmeye başladılar programlarına. Yine bir fark var ama; elbette bilindik öyküleri de birtakım şeyleri tekrar farkedebilmemiz, yeniden hatırlayabilmemiz adına zaman zaman yeniden okuduğum oluyor, ama genelde yayındaki iki öyküden bir tanesi kendi yazdıklarımdan seçiliyor. (Ve açıkçası bunu duyanların şaşırıyor olması da beni çok keyiflendiriyor.) Bir sır verelim; istisnaları tabi ki vardır, ama ne zaman yayında isim vermeden "yazar demiş ki…." diye başlayan bir anons varsa, Selim'in yazdığı birşeyler geliyor demektir.
Ve en çok sorulan sorulardan birinin cevabı; evet, o öyküleri kitaplaştırmak gibi bir proje var, ama çalışmalar biraz zaman alıyor. Belki de yakında...

Türkiye'nin en yenisinde Radyo Mydonose'da Selim on air... Radyo kanallarını degiştirirken Radyo Mydonose frekansına bakmadan, nerede oldugumuzu anlayabiliyoruz. Sence bunun sebebi ne? Hep aynı çizgide (latin ağırlıklı) müzik yapmak avantaj mı?

Bence istikrar her konuda çok ama çok önemli. Elbette dünyadaki gelişmelere kayıtsız kalınamaz, kalınmamalı, ama her radyonun bir karakteri olmalı. İnsanlar ne olacağını merak etseler de, nasıl şeylerle karşılaşabileceklerini bilmeliler, "kötü" sürprizlere yer olmamalı. Türkiye'de sektör yeni yeni oturuyor, ve yasanın çıkmasıyla birlikte bir doğal seleksiyon başlayacak. Bu işi gerçekten hakkını vererek yapamayan radyolar mecburen kapanacaklar, ve sektör işi bilerek ve hakkını vererek yapanlara kalacak. Ardından da Amerika'da olduğu gibi Türkiye'de de çok yakında sadece belirli müzik türlerinin yayının yapan radyolar oluşacak, bu kaçınılmaz bir gerçek.
Radyo Mydonose bu anlamda zaten bir adım önde gidiyor. Ama dahası, biz Dünyadaki Latin müzik akımın Türkiye'de ilk keşfeden radyo istasyonu olduk ve öncülük yaptık. Aslında Radyo Mydonose "Middle of the Road" tarzında yayın yapıyor, yani her tarzın en iyilerine yer veriliyor yayında, ama latin ağırlıklı olduğumuz da bir gerçek. Sonuçta bu bir seçimdir, ve biz bir Akdeniz ülkesine en çok yakışacak müzik tarzını seçtiğimize ve bunu başarıyla uyguladığımıza inanıyoruz; araştırma sonuçları da bunu gösteriyor…

Peki Selim nelere maydonoz olur?

Son aldığın albüm... St. Germain-Tourist
Son gittiğin film... Elbette Harry Potter (herkes gibi!…) ve Kızıl Ejder
En sevdigin yemek... Bilimum kebaplar ve salatalar, ama annemin biber dolması, ve kız arkadaşımın spesiyal sucuklu yumurtası!…
Favori aktristin... Bir dakika bile düşünmeden Charlize Theron!…
Son okuduğun kitap... Erkekler Dile Gelse - Alon Gratch ve Mutluluk - Livaneli

Peki programlarının kilit noktaları var mı? 'İşte en çok bu anını seviyorum...' dediğin...

Öyküler gerçekten çok ilgi çekiyor ve merakla bekleniyor, öykünün bittiği tam o anda insanların akıllarından neler geçtiğini hayal etmeyi çok seviyorum. Bir de bazı olaylara kimsenin farkedemediği yerlerden baktığım oluyor, o ayrıntıları yayına taşırken gerçekten çok keyifleniyorum.
Ve, yıllar geçmiş olmasına rağmen hala ilk anonsuma girmeden önce kalbim daha hızlı çarpar. Bu heyecanın hiç geçmemesi en büyük dileğim, çünkü o zaman bu işin sonuna gelinmiş demektir…
Bir de kapanış: "amman hiç birşeyin keyfinizi bozmasına izin vermeyin!…"

Sürekli muzikle iç içe olmak ve işin ciddiyetini mesleğin olduğunu hissetmek özel yaşamında muziği hobi olarak dinlemeni de kısıtlıyor mu?

Müzik dinlemekten değil, ama radyo takip etmekten sıkıldığım oluyor, evet… Ama müzikten vazgeçmek mümkün değil. Allah'tan yayın sesime güvenerek şarkı söylemeye çalışmıyorum, ve yanımda müzik üzerine yorumlar paylaşabileceğim arkadaşlarım oluyor.
Ama gerçek müzik zevkimin Radyo Mydonose yayınından bir parça farklı olduğunu da itiraf etmem gerek!…

Herkesin gizli bir bahçesi vardır. Selim'in bahçesinde ne tür umutlar & hayaller besleniyor? İleriye dönük planların neler?
Internet sayfamızdaki seyir defterimde bir yazı var... Başladığım her işe hakkını vererek sıkı sıkı sarılırım kesinlikle; ama hiç bir zaman "star" olmak gibi bir hırsım olmadı, olmayacak da… Örneğin bir gün beni televizyonda program yaparken görürseniz mutlaka inanılmaz bir para teklif etmişler demektir(!), fakat mutlaka arka planda yapımcı, sorumlu, idareci gibi isimlerin arasında rastlayacaksınız.
Gerçekten çok çalıştım, ama çok da şanslıydım; Radyo ODTÜ ve Radyo Mydonose gibi çok çok iyi radyolarda gerçekleştirdim hayallerimi; reddettiğim cazip teklifler için de hiçbir zaman pişman olmadım.
Geriye bir tek şey kalıyor; sağlığım buna izin verdiği sürece yayınlarıma bıkmadan ama yenileyerek devam etmek, yazdıklarımı bir şekilde paylaşmak ve birilerinin de benim gibi hayallerini gerçekleştirebilmesi için onları yönlendirebilecek organizasyonların içinde yer almak…

Radyoların en yenisinin sıcak ses tonu ve sempatisiyle hiç eskimeyecek ismi Radyo Mydonose'un tatlı program yapımcısı & DJ Selim Karakaya'ya keyifli sohbeti, ayırdığı zaman ve ropörtaj için ilk mail attığımda gelen içten, bir o kadar tevazu gösteren sıcak yanıt için teşekkürler...

6 Haziran 2009 Cumartesi

Haftaya Paydos Derken...


5 haftayı geride bıraktık TRT Ankara Radyosunda Haftaya Paydos'ta...
Öncelikle şunu belirtmem gerek, Banu Tarancı'yla program yapmak benim için hem çok keyifli, hem de profesyonellik adına çok büyük bir şans. Yıllara yayılan dostluğun ve hayata bakış açısındaki ortaklığın bir kalıba bürünüyor olmasından ikimiz de çok memnunuz. Sadece kendi işimize bakıyor, programımızı son derece ciddiye alıyor, ve mikrofonda geçirdiğimiz her andan (geride kalan uzun yıllar boyunca hep yaptığımız ve hiç kaybetmediğimiz gibi) keyif almaya çalışıyoruz. En motive edici tarafı da, 5 haftayı geride bırakırken, 5 ayrı konuktan (sektöre çok hakiminden, pek yabancısına kadar) bu "program ortaklığı" için son derece olumlu ve önemli yorumlar duyuyor olmamız. Hayatımızda ilk defa bu tür iltifatlar alıyor değiliz belki, ancak birlikte yapmayı hep istediğimiz bir projenin amacına ulaşıyor olması bizi keyiflendiriyor.
İçimizdeki yayıncı çocuk hala oyunlar oynama hevesinde anlaşılan...

(Fotoğraf Düş Hekimi Yalçın Ergir ve Hayal Ötesi dergisinin genç kahramanlarının konuk olduğu 4. programdan...)

Bunlar sadece iç sesimin bir bölümünün deşifresiydi. Aslında yıllarca radyo yayıncılığının değişik kademelerinde görev yapmış iki insanın bu projeyi neden bu kadar ciddiye aldığını (iç sesleriyle) merak edenlere bir tatlı mesajdı...

Her hafta değişik bir (ya da birkaç, ya da dün akşam olduğu gibi birçok!) konuk alıyoruz Haftaya Paydos'a, ve her hafta yeni şeyler öğreniyor, yeni (ve harika) insanlar tanıyor, tanıdıklarla dostluğumuzu pekiştiriyoruz. Dün akşam programı blog yazarlarına ve internet tutkunlarına ayıralım dedik. Aslında bizim için oldukça riskli bir karardı, zira çoğunlukla güzel yazanların güzel konuşamadığı bir ülkede yaşıyoruz. Ne şanslıyız ki 4 harika blog yazarı ve 2 "gelecek vaadeden" heyecanlı gençle çok keyifli bir program yaptık. Ben de internet kurtlarına ve özellikle FriendFeed'de (tanımadığımız ama samimiyetinden keyif aldığımız tarzlarıyla) bize güzel yorumlar gönderen güzel insanlara onların mecrasından teşekkür göndermek istedim.

Bu arada, Türkiye'de yasal olarak hayata geçen ve sektörde ciddi bir oluşumun temellerini atan İnternet ve Blog Yazarları Derneği'nin kurulmuş olduğunu biliyor musunuz? Şundan eminim, kuru eleştiri yapmaktansa harekete geçenler Türkiye'yi daha ileriye götürecekler, lütfen onlara destek olun...
Halime'nin, Barış'ın, Erkut'un ve Dilara'nın bloglarına göz atın, Ali ve Aykut'un marro.ws projesine kulak verin.

Ve Cuma akşamları Haftaya Paydos'u kaçırmayın...

27 Mayıs 2009 Çarşamba

Yalçın Ergir

"Geceyarısı Öyküleri"nin alt başlığı "Her küçük iz, büyük bir öyküdür aslında..."nın bir anlamda çıkış noktasıdır Yalçın Ergir. Çünkü beni hayatım boyunca en çok etkileyen sözlerden birinin sahibidir:
"İnsanın vücuduna toplu iğne batsa izi kalır, ve senin göremiyor olman orada iz olmadığı anlamına gelmez!..."
Ve işte onu neden bu kadar çok sevdiğimizin kanıtı:

http://www.ergir.com/2009/konuk.htm

Bir davet ancak bu kadar şık, bu kadar zarif kabul edilebilirdi...

12 Mayıs 2009 Salı

Radyo Yayıncılığı

Mesela ölmek üzere olan babası için bir şarkı dinlemek istiyordu bir kız. DJ'ine söylüyordu "Babam duymayacak şarkıyı, çünkü haftalardır komada. Ama bu şarkıyı çok sever. Ben kulağımla dinlersem, belki o da ruhuyla dinler."
DJ diyordu ki kıza, "Haydi gülümse... Sen gülümsersen belki o da gülümser."

Nuriye Akman (Sabah, 26 Eylül 1998)

Aradan 10 yıldan fazla geçti, hala o hikayeyi hatırladığımda ürperiyorum.

Nuriye Akman'ın o zamanlar köşesinde yazarak tarihe not düştüğü bu sahne, aslında neden radyo yayıncılığından hiçbir şekilde kopamayacağımın belgesidir.

6 Mayıs 2009 Çarşamba

TRT Ankara Radyosundayız

Bir süredir bazı yeni projeler üzerine kafa yormaktayız. Bu yüzden biraz sessiz kaldım.
Bugün itibariyle TRT'nin yeni radyosu yayın hayatına başladı. Bir "talk radio" olarak planlanan radyo neredeyse hiç müzik çalmayacak ve Ankara'nın kent radyosu olarak yayın yapacak.
O radyoda Cuma günleri 20:00-22:00 arasında canım dostum Banu Tarancı'yla beraber haftayı değerlendireceğimiz bir program yapmaya başlıyoruz.

Yıllarını birçok değişik kademede radyo yayıncılığına vermiş biri olarak çok heyecanlı bir ekiple ama bazı ciddi zorluklarla yayına başlayan bir radyo olduğunu açıkça söyleyebilirim. Önemli bir boşluğu doldurmayı hedefleyen bu radyo, doğru kararlarla birkaç ay içinde çok başarılı bir projeye dönüşebilir, ama bu benim işim değil. Biz Banu'yla yapacağımız programdan keyif almaya ve dinleyenlere keyif vermeye çalışacağız. TRT şartları elverdiğince, ve heyecanımız yerinde olduğunca oradayız.

Ankara'da 105.6 frekansından, internette http://www.trt.net.tr/Canli/anasayfa.aspx?kanal=KENT&slv=0 adresinden dinleyebilirsiniz.

20 Nisan 2009 Pazartesi

Her Şeyi Bilen Kadın!

Bilenler bir yana, sık görüşemediğim arkadaşlarım ve askere gidişimle birlikte izimi kaybetmiş dinleyicilerim için bir açıklama yapmakta fayda var; Şubat sonunda askerden döndüm ve Mart başı itibariyle artık MyBilet'te görevliyim. Radyo Mydonose'daki projelere hala kısmen destek vermekle birlikte (ne kadar süreceğini bilmediğimiz) bir süre boyunca yine aynı holdinge bağlı MyBilet.com'da marka geliştirmeye yönelik projelerin sorumlusuyum.
Hal böyle olunca, zaten meraklı olduğum internet macrasıyla daha yakından ilgilenmeye başladım. Şimdilerde güzel işler görmek beni daha da mutlu ediyor artık.

Son günlerde karşıma çıkan en keyifli çalışma Lipton'un "Herşeyi Bilen Kadın" projesi... Aslında yeni bir fikir değil, başlangıcı 1988 yılına dayanıyor ve 1990ların sonundan itibaren lisanslı olarak satılıyor. (http://www.20q.net/) Zaten temeli de matematiksel bir olasılık hesabı, ama yine de insanı şaşırtan, heyecanlandıran bir yanı var.


Ama yeni fikirler bulmak kadar, varolan fikirleri iyi projelere uygulamak da önemli. İşte Lipton da bunu yapmış. Kaliteli prodüksiyon, doğru oyuncu seçimi (Şenay Gürler), doğru mecra ve kesinlikle çok başarılı ürün yerleştirme...
Siz de deneyin, bakalım Herşeyi Bilen Kadın sizin de aklınızı okuyacak mı?

http://www.herseyibilenkadin.com/

7 Eylül 2007 Cuma

David Vendetta

Unidos Para La Musica, Love To Love You Baby, Break 4 Love...
Bu şarkılardan herhangi biri tanıdık geldiyse ve sizin için de birşeyler ifade ediyorsa anlatacak çok şeyim yok... Ama tanımayanlar için biraz iddialı bir yorum yapalım, 2007 yılının müzik adına en büyük yıldızlarından biri o kesinlikle. Aslında çok iddialı şarkılar, listlerde haftalarca kalmış parçalar yaptığı için değil, aksine 70lerden 80lerden aklımızda kalan ritmleri 2000lerin anlamsız müziğiyle çok güzel kaynaştırdığı, "insanın kafasını patlatmayan remixler" yapabildiği için...

Hit dans müziği çalan herhangi bir radyoyu birkaç saat dinlerseniz kesinlikle onun şarkılarından birini duyacak, müzik kanallarını birkaç saat izlerseniz onun kliplerinden birini izleyeceksiniz zaten. Ben bilindik şarkılarının dışına çıkıp -henüz "official" klibi yayınlanmamış olsa da- amatör bir "Bleeding Heart" videosu ekliyorum buraya. David Vendetta'ya vokalde muhteşem buğulu sesiyle Rachael Starr eşlik ediyor, ve -tamamen kişisel yorumumdur- parça aslında 4. dakikadan itibaren gerçek havasını bulmaya başlıyor... (Bu yaz İstanbul'a ve birkaç sahil beldesine konuk olan David Vendetta'nın Mart 2008'de İstanbul'da olacağını da meraklıları için not düşelim bu arada...)

14 Şubat 2007 Çarşamba

Eskilerden Bir Sayfa Ve...

Çemberimde Gül Oya dizisinin ilk günleriydi... Uzunca zamandır beni televizyon karşısına oturtabilen ilk projeydi Çağan Irmak'ın bu dizisi... O zamanlar diziyle ilgili herşeyi izlemeye çalışıyordum. Derken bir gece Zaga'da dizi ekibini gördüm. Herkese normal sorular sorulurken, nedense Özge Özberk'in üzerine diğerlerinden daha fazla yükleniyorlardı. Ortada "o dönemin bir karakterini canlandıran birinin o dönemle ilgili herşeyi bilmesi" gibi bir zorunluluk yoktu elbette, ama Özge yine de konuya gösterdiği ilginin ve daha da önemlisi rolüne gösterdiği emek ve saygının görülmesi için uğraşıyordu...
Birden gözümde Televizyon Çocuğu programının popüler olduğu dönemlerde Okan Bayülgen'e konuk oluşumuz canlandı. ODTÜ Radyo Topluluğu başkanıydım o zamanlar, oldukça güzel ve dikkat çekici işler yapıyorduk. İlk büyük organizasyonumuz için de Okan Bayülgen söyleşisi düzenlemiştik. İçtiği özel sigara markasına kadar tüm ayrıntıları düşünmüş olmamız ve ODTÜ'de bu işi son derece profesyonel bir şekilde yürütmemiz onun da dikkatini çekmişti. Bunun devamında da bizi programına konuk etmek ve Türkiye'yle tanıştırmak fikrini bizimle paylaşmıştı, ve devamında bir gece kendimi o dönemlerin en çok izlenen televizyon programında Okan Bayülgen'in karşısında bulmuştum...
Elbette çok heyecanlıydım, ama birileri gereksiz bir şekilde "sizin böyle popüler işler yapmanız ODTÜ ruhuna yakışıyor mu" imalarına girişince biraz canım sıkılmıştı... Evet, bir şekilde onları da cevapladığımı, ve açıkçası ODTÜ'yü orada gayet güzel temsil ettiğimizi hatırlıyorum, ama anlamsız yere gerilmiştim...
Özge'nin üzerine -üstelik yine aynı programda- gelindiğini görünce ona birşeyler söylemek istedim. Genelde uzaktan izlemeyi ve karışmamayı tercih ederim, ama aklımdan geçenleri toparladım ve ona bir mail gönderdim. Ne bir cevap, ne bir takip kaygım yoktu, sadece paylaşmak ve onu anlayan birilerinin olduğunu belirtmek istemiştim... Belki de bu yüzden sonrasında ne olduğunu, mail'in ona ulaşıp ulaşmadığını merak bile etmedim, kayıtlarımdan silindi gitti...
Derken, Selma aradı Pazar sabahı... (Selma BKM kahramanlarından biridir... Kendisinden habersiz onu burada daha fazla deşifre edemem, ama her İstanbul seyahatimde görmem gereken birkaç kişiden biri olduğunu söylersem, pek sevdiğim bir arkadaşım olduğu anlaşılır sanırım.) Ankara'da olduğunu duymak güzeldi, Özge Özberk'in imza günü için burada olduklarını duymak ilginç oldu!... Sözleşildi, AnkaMall'de imza gününde Özge'nin yanında bodyguard edasıyla duruldu, Özge imza dağıtırken Selma'yla kahve kaçamakları yapıldı, özlem giderildi, geri dönüldüğünde yıllar öncesinden akıllarda kalan bu anı paylaşıldı, yorumlar yapıldı, laf lafı açtı... (İşin magazin ve "deşifrasyon" boyutuna girmeme isteğindeyim, ama Özge Özberk'in hayran kitlesiyle ilgisi ve profesyonelliği takdirle takip edildi) (Şu "profesyonellik" kelimesi de bu tür konuşmalarda ne kurtarıcı bir kelimedir!!!) İmzalar bitirildi, yemekler yenildi, ilk fırsatta görüşmek üzere sözleşildi...
Her aynı ortamda bulunduğum insanı buraya yazıyor, ya da onlarla ilgili herşeyi burada anlatıyor değilim, aksine asla suistimal etmem o samimiyeti, ama yıllar sonra böyle bir tesadüfle karşılaşmak, ve yıllar sonra bunu ona karşı dile getirebilmek benim için oldukça keyifliydi açıkçası... Böylelikle Özge'yi de bir şekilde bu sayfaya konuk etmiş olduk.

Yolu açık olası bir insan; dilerim hep iyi işlerle gündemde olma şansını yakalar Özge...

7 Şubat 2007 Çarşamba

Aydilge

EMI Music'ten sürekli bültenler gelir adresime... Önceleri oradan aşinalık oluşmuştu onun adına... Daha sonra basın sponsorluğunu yaptığımız AnkiRockFest'in katılımcılarından biri olarak görmüştüm... Ama hiç dinlememiş, aslında dinlemeye de gerek duymamıştım nedense...

Derken İstanbul'daki Gepgenç Festival'in sponsoru olduk. Bilgi Üniversitesi tarafından organize edilen festivalle yaptığımız anlaşma gereği kapanış partisinde DJ'lik yapmam gerekiyordu. 10 Aralık Pazar günü partide çalmak için Studio Live'a ulaştığımda benim dışımdaki program konusunda inanın hiçbir fikrim yoktu, tüm akışı unutmuştum.

İşte Aydilge'yi ilk defa orada dinledim. Önceleri sahnedeki kıpır kıpır genç kız ilgimi çekti (hayır, tahmin ettiğiniz gibi değil, gerçekten çok pozitifti sahnede...), ardından da şarkıları... İlk defa dinlediğim şarkılarını çok beğendim, ve Ankara'ya döner dönmez yaptığım ilk şey albümü telefonuma yükleyerek dinlemeye başlamak oldu...

Belki sözler herkesi tatmin etmeyebilir, belki besteler kimilerine zayıf gelebilir, ve birçok yerde söylendiği gibi belki Aydilge'nin sesi sizi rahatsız bile edebilir, ama canlı performansını gördükten sonra inanılmaz bir keyifle dinlemeye başlıyorsunuz "Küçük Şarkılar Evreni"ni...

(Meraklısına bir not; Aydilge Sarp'ın daha önce yayınlanmış "Bulimia Sokağı" ve "Altın Aşk Vuruşu" adında iki kitabı var...)

30 Ocak 2007 Salı

Smokie

Uzunca bir zamandır yazamadım, böyle giderse bir o kadar daha yazamam sanırım... Bu yüzden hazır bir ara yakalamışken, yazabildiğim kadar anlatayım neler olmuş dedim. hemen düşününce aklıma gelen birkaç ayrıntıyı anlatmak niyetindeyim, tabi aklıma geldikçe, ve yazabildiğimce...

Neler yaptım bunca zaman; evet hayatım İstanbul Ankara arasında mekik dokuyarak geçti, araya bir de Antalya ekleyebiliriz... Radyonun işlerinin yoğunluğunu da eklediğimiz zaman nefes almadan geçmiş bir "yılın son iki ayı"ndan bahsedebilirim... Ayrıca bu süreç sonunda Istanbul'a yerleşme sebeplerimin ben istemesem de hızla arttığını, çok yakında bunu ciddi ciddi düşünmeye başlayacağımı da eklemeliyim...:)

Nereden başlamalı acaba...

En tarihi olanı anlatayım; Antalya'daki muhteşem Smokie konserini...

Antalya'da daha önceki seyahatler sırasında BeachPark yakınlarında dikkatimi çeken bir mekandı Jolly Joker Pub. Smokie vesilesiyle mekanı görmüş oldum. Ankara'daki Newcastle'lar havasında bir pub, ama gerçekten çok başarılı. Eski Ankara'lı Hakan işletiyor mekanı ve çok ciddi bir yatırımla dikkat çekici bir hale geliş mekan... (ben her zamanki gibi iş peşinde koşturduğum için mekanın içinin fotoğraflarını çekmek aklıma gelmedi, dışarıdan bol Mydonose balonlu fotoğraflarla idare edeceksiniz.)

Konsere gelince... Aslında takipçiler bilir, grupta gitarist dışında hiçkimse orjinal Smokie elemanı değil, ama vokalden enstrümanlara kadar herşey dört dörtlük. I'll meet you at midnight, Livin' next door to Alice, Oh Carol ve daha birçok Smokie şarkısı, muhteşem bir sahne performansı ve muhteşem bir kitle...

Geriye kalan iki şey var aklımda; Antalya'da mutlaka daha fazla organizasyon gerçekleştirmek, ve yaz mevsimi dışında da zaman zaman Antalya'ya gitmek... (hatta mümkünse bir kış tatili için Antalya'ya yol almak, The Marmara'da huzurlu bir kaçamak yapmak...)

İstanbul seyahatlerinden akılda kalanlardan birkaç not; Hisar'daki Cafe Nar'dan bahsetmeliyim, ama orayı fotoğraflarıyla ve daha ayrıntılı anlatmayı planlıyorum... Ankara kökenli bir ailenin işlettiği cafe gerçekten harika... Hem çalışanların ilgisi, hem de yemekleriz lezzeti karşı konulmaz güzellikte... Ama bunların yanında bizim anılarımızda yer edinen, burnumun dibinde Bergüzar Korel kahvaltı yaparken işletmecilerin "aaa, bakın burada ünlü bir konuğumuz var, Mydonose'dan Selim burada" demesiydi... Ne kadar güldük eğlendik siz tahmin edin:) Yolunuz düşerse mutlaka orada bir Pazar kahvaltısı tavsiye ediyorum, fotoğraflar ve ayrıntı ilk Istanbul seyahatimin ardından gelecek...


Yılın sonuna doğru bir kez daha Anadolu Üniversitesi'ne davet edildik. Yonca, Kemal ve ben oldukça kalabalık bir söyleşide gençlerin sorularını cevapladık (bu "gençlerin" tabirini de biryerde kullanmış oldum ya, sırtım yere gelmez benim artık!!!). Oldukça iyi ağırlandığımız ve çok misafirperver bir ekiple karşılaştığımız bu ziyareti akşam saatlerindeki unutulmaz çiğ börek ziyafetiyle tamamlamış olduk. Bu vesileyle Özlem Hanım'a ve tüm Radyo A ekibine de teşekkürlerimizi iletmek isterim...

Yılbaşı gecesi yine çalışıyordum... Ankara Hilton'daki Doritos New Year Party'de hem sponsor olduğumuz için, hem de DJ'lik yapacağım için sürekli koştururken görüldüm:) Bir de üstüne kullanılan ekipmandaki ufak aksaklık ve biraz kayan program akışı sonrasında saat 12'de kendimi elimde mikrofon, sahnede herkese geri sayım yaptırırken buldum... Sözde sahneye çıkmaktan, ön planda olmaktan hoşlanmayan adamım, buyrun buradan alın bakalım:) Yine de keyifli bir parti olduğunu söyleyebilirim. Bir de gece saat 5'e doğru eve dönerken kendimi koruyabilseydim, yılın ilk 3 gününü yataklarda sürünerek geçirmeyecektim:)


Bir de teknolojik not; telefon merakım yakınımdakiler tarafından bilinir. Aslında Sony Ericsson W800i aldığımda benim için nokta koyulmuştu, ama telefonumun çalınması, ardından aldığımın çabucak bozulması derken Nokia'ya dönmüştüm... Ama itiraf ediyorum, N72'yi aldığım an itibariyle yeniden Sony'nin Walkman telefonlarına dönme hayali kurdum ve gözüme kestirdiğim W850i'nin çıkışını beklemeye başladım. Sanırım Türkiye'de bu telefonu alan ilk kişilerden biriyim, o derece emindim tam istediğim gibi bir telefon olduğundan... Şu anda Sony Ericsson W850i kullanıyorum ve son derece memnunum. Elbette herkesin istekleri başkadır, ama bu aralar kararsız kalanlara mutlaka bu telefonu incelemelerini öneririm...

Gündüzlerim bu aralar radyo yoğunluğundan dolayı pek nefes almadan geçiyor... Akşamları arada derede kaçamak yapabilirsem bir yemek, kahve zamanı ayırıyorum kendime... Hoş, Selen ve Zeynep tarafından hayatımda hiçbirkadın tarafından reddedilmediğim kadar çok reddedildiğimi de eklemeliyim bu noktada ama:)) (anladınız siz, hep mi işi olur insanın yahu!!!) Bazı akşamları kendime saklıyorum (Moulin Rouge ve City of Angels izlenerek, hafif çakırkeyif bir akşam, yanında da başka kimsnein anlayamayacağı bir boyutta senin için önemli biriyle geçirilirse keyfin yerinde olmaz mı...) (evet, biraz gizem yaptım eğlence olsun diye...)



aslında anlatacağım şu; eve gittiğim zamanlarda hayatım tamamen şu yandaki ufaklıkla geçiyor bu aralar, ve dünyanın en güzel şeyinin ne olduğunu hatırlıyorum yeniden... (bu benim yeğenlerimden küçük olanı, Elif...) ha, tabi bir de zamane dünyasında bir kız çocuğu büyütmenin ne zor olduğunu...
Şimdlik bu kadar, aslında çok şey var anlatacak, aklıma geldikçe sıralarım...
Tüm ziyaretçilere bir kez daha merhaba demiş olayım bu arada...