Müzik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Müzik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Eylül 2010 Pazar

Gidiş...


Bir şarkı yayılıyor odaya müzik çalardan…

Böyle şarkılar radyoda pek çalmaz zaten, dolayısıyla çok iyi biliyorum ne zaman duyacağımı. Yani hesapsızca birden vurma şansı yok insanı; bile bile vuruluyorsun, sen ayarlıyorsun her şeyi ne de olsa!

Neden hep geçmişten hesap sorar ki insan?
Geleceğin bedelini ödetmek gerek aslında birilerine, bilmiyorsun aslında ama bana yaptıkların benim geleceğimi bitirdi, umutlarımı yerle bir etti.
Senden kalanlara anlam yüklemeye çalışmakla geçiyor hala hayatım.
Aynaya bakıyorum uzun uzun, yüzümdeki çizgilerin aslında senden kalma öyküler olduğunu fark ediyorum hep.
Sensizlik soluk alıyor hala, bitmiyor, geride kalmıyor bir türlü
ve özlemim sonsuz…

O meşhur kalabalık ege kasabasının kuytu bir koyunda iskelenin ucundayım…
Yunan adaları göz kırpıyor karşıdan, gecenin kör bir saati anlayacağın. Birazdan minderlere kurulup açık havada film izleyecek insanlar; hayallerin sınırı yok tabi kolunda sevdiğin olduğunda. Nefes almak bile olanca anlamını yükleniyor hal öyleyken. Bir güvenişin, “en güvenişin” keyfine tanık oluyorsun işte, hayatın anlamı… Daha ne olsun ki!
Kalabalığın içindeki yalnız oluyorum, hani şu kendilerine dokunulacağını anladığı anda çil yavrusu gibi dağılanlardan bir kalabalık ve hani şu herkesin “yok canım, sen mi!” dedikleri türden, genel geçer tariflere oturmayan bir yalnızlık. Yani ne anlatabilirsin kendini, ne de duyurabilirsin sesini.
Sen bulamazken nerede koptuğunu her şeyin, kime anlatabilesin ki…

Sahi, o noktaya nasıl geldiğimizi hiç hatırlamıyorum…
Söylesene, biz ne zaman kavga etmeye başladık ki, ilk fiskeyi kim kime vurdu, yani ilk kimin o taşınamaz ağırlıktaki lafıyla öğrendik bazen acımasız söz öbeklerinin okkalı fiskelerden daha çok acıttığını? Hesap tuttuk mu ardından, bir sen bir ben diye mi sıralandı telafisiz hakaretler, hiç mi dengeyi bozmaya çalışmadık, durmadık mı birimiz? O kadar bağırınca ne kadar çirkinleştiğimizi niye söylemedik, onca emeği nasıl da harcadık bedavadan, hafızamız mı durdu yoksa?
Yani söylesene küçük, hiç mi hatırlamadık okul bahçesinde sırtüstü güneşi izlerken parmaklarımızın birbirine dokunduğu o ilk anı ve ne çabuk unuttuk ilk öpücük için kaç takla attığımızı, “istemem yan cebime koy”larımızı?
Ne kadar da unutkan olmuşuz yahu, aferin bize!

Bir aferin de arkana hiç bakmadan gidişine…

Şarkının olmayan sözleri doluyor odama, buram buram ayrılık ve hüzün kokuyor, “she left home” diye susuyor hüzün sesli kadın.
Ben seni özlemeye dayanamıyorum.

Sabah olsun artık…


(Geceyarısı Öyküleri, Müziğin Peşinde bölümünden, Jane Birkin - She Left Home eşliğinde...)




24 Ağustos 2010 Salı

Never Love A Wild Thing!

(Bu yazı, filmi izlememiş olanlar için spoiler içerebilir.)



Truman Capote romanından Blake Edwards yönetmenliğinde sinemaya uyarlanan 1961 tarihli efsane Breakfast at Tiffany's filminde çılgınlıklarıyla dikkat çeken bir kadının yaşamından bölümler anlatılır. Önceki yaşamından kaçarak hayatındaki herşeyi tamamen değiştirmiş olan Holly Golightly, onu hala çok seven ve onu hala "Lula Mae" zanneden eski eşiyle son bir kez buluşur. Eski eş, Doc, onu eve getirmek için gelmiştir. Buna inanmasını sağlayan Holly, otobüs hareket etmek üzereyken (o günlerde hayatındaki tek gerçeklik olan Paul Varjak'tan izin isteyerek) Doc'a onunla gelmeyeceğini söyler...


Doc : I love you Lula Mae.
Holly : I know you do, and that's just the trouble. It's the mistake you always made, Doc, trying to love a wild thing. You were always lugging home wild things. Once it was a hawk with a broken wing... and another time it was a full-grown wildcat with a broken leg. Remember?
Doc : Lula Mae there's something...
Holly : You mustn't give your heart to a wild thing. Never love a wild thing... you can't give your heart to a wild thing: the more you do, the stronger they get. Until they're strong enough to run into the woods. Or fly into a tree. Then a taller tree. Then the sky. That's how you'll end up... If you let yourself love a wild thing. You'll end up looking at the sky.

(Asla vahşi bir şeyi sevme... Kalbini vahşi bir şeye veremezsin: ne kadar verirsen, onları o kadar güçlendirirsin. Ta ki ormana kaçacak kadar güçlü oluncaya kadar. Ya da bir ağaca uçacak kadar. Sonra daha büyük bir ağaca. Sonra gökyüzüne. Sonunda olacağı budur...
Eğer kendine vahşi bir şeyi sevme iznini verirsen, sonunda kendini sonsuz gökyüzüne bakarken bulursun...)

(Videoda kullanılan şarkı: Sia - Breath Me)

12 Ağustos 2010 Perşembe

Love is Blindness...

Dünya çapında tanınan bir rock yıldızı olmanın sorumluluğu ve ağırlığı altında,
dünyanın en çok tanınan gruplarından birinin -o grubun elemanlarının deyimiyle- beyni olmanın sorumluluğunda olan The Edge, deliler gibi aşık olduğu eşinden ayrılmak zorunda kalır. Arkadaşlarına her fırsatta onu hala sevdiğini söyleyen the edge için bu ayrılık ve dünyada her şeyden çok değer verdiği çocuklarından uzaklaşmak, kabullenilmesi çok zor bir travmayı da beraberinde getirir.
Bu süreçte U2, Achtung Baby albümü kayıtları için stüdyodadır. Albümdeki sert şarkılarda fazlasıyla göze çarpan "The Edge öfkesi", bu albümle birlikte tarihe geçen Who's gonna ride your wild horses, One, So cruel gibi şarkılarda başka bir boyuta taşınmaktadır.
Ancak, Bono'nun anlattığına göre The Edge içinde yaşadığı hüznü en çok bu şarkıda, Love is Blindness'de dışa vurur.
Stüdyoda bir türlü içlerine sinmeyen onlarca provanın ardından, The Edge'in elinde gitarıyla hiç ses çıkarmadan kenarda beklediğini görürler ve herhangi bir komut verilmeden kayıt başlar.
The Edge, kafasını bile kaldırmadan şarkıya eşlik eder. Sonra beklenen bölüm gelir, müzik tarihinin en can yakıcı sololarından biri dökülmeye başlar gitarından; en can yakıcıdır çünkü arkadaşları, The Edge'i gitarını ilk defa bu kadar hırsla ve bu kadar öfkeyle çalarken görmektedirler.
Kayıt biter, kimse tek kelime etmez, sanki o sahne hiç yaşanmamış gibi sessizce diğer şarkıya geçerler.

Achtung baby albümünde yer alan Love is Blindness işte hiç dokunulmamış olan bu kayıttır ve -dikkatle dinlenildiğinde farkedilen- şarkının sonuna doğru gitar tellerinden gelen "çıtırtı"lar bu sebeple temizlenmemiş, olduğu gibi albüme koyulmuştur.

Hayal kırıklığının sese dönüşerek tarihe geçişidir çünkü Love is Blindness...



Youtube izleyemeyenler için Dailymotion linki burada.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Bir Konserin Öncesinden Gelenler, Ardından Kalanlar...

(Bu okuyacağınız objektif bir konser yazısı değil, bir şarkının son derece bireysel tarihçesidir.)

1994 yılında, henüz radyo yayıncılığına başlayacağıma dair bir somut ibarenin olmadığı günlerde, okulda derslerin erken bitebildiği nadir günlerde kendimi eve atabilirsem, radyoda Emre Kuytu’yu yakalamaya gayret ederdim… Emre, bir iki defa “The Cranberries” adında bir gruptan bahsetmiş ve “Linger” isimli şarkısını çalmıştı. Linger, The Cranberries’in 1993 yılında piyasaya çıkardığı ilk albümünde yer alan ve onları yavaş yavaş dünyaya tanıtan şarkılarıydı. Bu şarkıyı ilk dinlediğim günlerde zar zor para biriktirerek aldığım o zamanların unutulmaz Now serisinin 27. albümü, “Now, That’s What I Call Music 27”, sonrasında albümlerini edinerek keyifle dinlediğim birçok isimle ilk kez buluşmamı sağlamıştır. O albümde arka arkaya iki şarkıyı defalarca dinlemiş olmamın bana yeni yollar açtığını çok net hatırlıyorum; “Richard Marx – Now and Forever” şarkılara hikayeler yazmamı, “The Cranberries – Linger” da ODTÜ’deki müzik topluluklarına (ve devamında o ekibin ortaya çıkardığı ODTÜ Radyo Topluluğu projesine) biraz daha ilgi göstermemi sağlamıştı. Bu iki şarkının ve dolayısıyla Now 27 albümünün hayatımda önemli bir yer edindiğini düşünmüşümdür hep.

Ben, The Cranberries’in şahane isimli albümü “Everybody else is doing it, so why can’t we” ile böyle tanışırken, grubun beyni Dolores O’riordan da yeni bir şarkıyı tamamlamak ve yeni albümle birlikte piyasaya sürmek üzereydi. 1993 Mart’ında The Cranberries İngiltere turnesindeyken Warrington’da IRA’nın bir bombalı eylemi gerçekleşmiş, 3 yaşındaki Johnathan Ball olay yerinde, 12 yaşındaki Tim Parry de olaydan 5 gün sonra hastanede hayatını kaybetmişti. Dolores, çok etkilendiği bu olaydan yola çıkarak yazdığı Zombie’yi 1994 tarihli No Need to Argue albümüne koymak üzere son düzeltmeleri yapıyordu. Tüm şarkılar tamamlandıktan sonra piyasaya çıkan albüm, Avrupa’da beklenen ilgiyi fazlasıyla görmüş, başta Zombie olmak üzere birçok şarkı listelerin üst sıralarında kendine yer bulmuştu.

Hikayenin buradan sonrasını paralel götürelim. ODTÜ Radyo Topluluğu Nisan 1994’te kuruldu ve Mayıs ayında kalabalık bir grup yıl sonuna kadar sürecek olan çalışmalara başladı. Her biri müziğin içinden gelen yönetim kurulunun teknik hazırlıklarının yanında o dönemler “Radyonun Delisi” ile Ankara’da bir efsane haline gelen Aykut Oğut bu ekibe destekleyici dersler vermeye başladı. Ekip yıl sonuna kadar hem “doğal seleksiyon” hem de çeşitli elemelere maruz kalarak iyice azalacak, Radyo ODTÜ Ocak 1995 sonunda ilk şarkılarını çalmaya başlayacaktı.

Özellikle kampüste ve mezunlar arasında büyük bir heyecanla karşılanan radyo, müzik tarzı olarak AC formatını benimsedi. Böylelikle ODTÜ’de hep varolan rock ruhundan uzaklaşılmayacak ama sert şarkılar çalınarak kitlenin kısıtlanmasının da önüne geçilmiş olacaktı. Bu ince çizgi bazen yönetimin ciddi tartışmalar yaşamasına sebep oluyordu. Bazı şarkıların çalınıp çalınmaması konusu gerçekten karar verilmesi en zor ayrımlardan biri olarak gündemi meşgul ediyordu.

Bu tartışmalar devam ededursun, 1995 MTV Müzik Ödülleri töreninde en iyi şarkı ödülünü Zombie ile The Cranberries kazandı. Ve o an itibariyle Türkiye’de de bu şarkı gerçek anlamda patladı. Her istek hattında karşımızda en az birkaç tane Zombie görüyorduk ancak yönetim, bu şarkının bizim rotasyonumuz için sert olduğu kararını verdiğinden dolayı çalamıyorduk. İşin ilginç tarafı, yayından çıkan herkesin walkman’inde Zombie dinlenmesiydi! Bu dönemde yayıncılar ve dinleyiciler yönetime Zombie isteklerini açıkça defalarca belirttiler ancak en hit döneminde Zombie uzunca bir süre Radyo ODTÜ yayınında çalınamadı.

Radyo ODTÜ yepyeni bir ekol olarak hızla yükselirken, biz de kendi adımıza yeniliklerle tanışmaya başladık. Yayında az çok tecrübe kazandıktan sonra sıra insanların önünde çalmaya gelmişti. ODTÜ’de o zamanlar efsane haline gelmiş parti olan Mimarlık Balosunda Oğuz Kaplangı’nın yüzlerce kişinin önünde “hadi, bu şarkıyı sen geç” dediği anın benim için ne kadar önemli bir dönüm noktası olacağını o zamanlar fark edememiştim. Devamında önce küçük partilerde kısa bölümler ve ardından da Radyo ODTÜ adına büyük partilerde çalmaya başladım. Aslında yavaş yavaş dans müziği çalınan çeşitli partilere de gidiyorduk ama ODTÜ’de o dönem çoğunlukla rock partileri gerçekleşir, insanlar rock’n roll dinlemek isterlerdi.
Bu dönemde  Zombie’nin başına gelenlerin bir benzeri Zombie’ye göre yayın için çok daha zor bir şarkı olan Spaceman’in de kaderi oldu. Babylon Zoo’nun bu şarkısı, Levis reklamında kullanıldığı için Türkiye’de de çok popüler oldu ancak o da yayında çalınamadı. Biz şarkının ne kadar güçlü olduğunu ancak gittiğimiz partilerdeki tepkileri görünce anlıyorduk.

Bu süreç keyifle devam ederken, İnşaat Mühendisliği bölümünden birkaç öğrenci beni -ilginçtir, çok az vakit geçirdiğim- bölümümde buldular. Geleneksel “Rock Ball” partisinde benim çalmamı istiyorlardı ve afişlerde adımı kullanacaklardı. Sahtekarlık yapacak değilim, gerçekten çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. Radyo zaten her geçen gün daha da popülerleşiyordu, yayıncıların hepsi kampüste az çok tanınmaya başlamışlardı ama adının yazılı olacağı bir afişin günlerce ODTÜ’nün her yerinde asılacak olması başka bir heyecandı benim için. Galiba sonunda oluyordu, istediğim yol karşımda görünmeye başlamıştı…

Ama bir sorun ortaya çıktı! Benim üç-beş tane CD ve Now 27 toplama albümünden başka kullanabileceğim arşivim yoktu. Biz partilere radyo adına gittiğimiz için Radyo ODTÜ’nin eşsiz arşivini kullanırdık. Konuyu hemen yönetime ilettim, ortaya Rektörlük’ün de onayıyla çok pratik ve akıllıca bir karar çıktı: Artık DJ’ler kendi isimleriyle partilerde çalabileceklerdi. Ancak tüm görsellerde radyonun adının da kullanılması şart koşulacaktı. Öte yandan, radyo kendi arşivini de kullanıma sunacaktı ama DJ organizasyondan alacağı ücretin yarısını hem isim hakkı hem de arşiv kullanımı karşılığı radyoya verecekti. Aslında, aradan biraz vakit geçip de topluluk yönetimine girdiğim zaman, bunun yoğun çalışan DJ’lere radyodan olmasa da radyo dolayısıyla para kazanma yolunu açması sebebiyle herkesi büyük bir sıkıntıdan kurtaran yasal bir çözüm olduğunu ve mutlu ettiğini anlayacaktım.
13 Nisan 1996 günü tüm hazırlıklar yapıldı ve parti başladı. Adı üstünde, 60lara ithaf edilmiş partide önce o dönemlerin klasiklerinden çaldım bolca. Zaten eğlenmeye hazır gelen kitle -tekrarı yapılmamış, yapılamamış- dönem müzikleriyle iyice kendinden geçmişti. Ardından güncel hit müzikler çalmaya başladım. Sıra Spaceman’e geldiğinde kitledeki hareketlenme gözle görünmeyecek gibi değildi. Bir yandan miksere konsantre olup diğer yandan gözucuyla masaların üstünden zıplayan, alkolün etkisiyle birbirini iteleyen öğrencileri takip ediyordum. Tam o noktada zamanı geldiğini düşünerek Zombie’yi girdim. Zombie’nin ilk davul bölümü başladığı anda aşağı kattan sesler gelmeye başladı. Aşağıyı göremiyordum ama üst katta da insanların bira bardaklarını havaya savurmaları, çığlıklar atmaları durumun iyice koptuğunu açıkça gösteriyordu. Zombie’nin yarısı geçmişken bodyguard’lar ve bir jandarma görevlisinin yanıma yaklaştığını gördüm. O gürültüde kulağıma yanaşarak “Hocam, biraz yavaş çalar mısınız? Milleti kontrol edemiyoruz!” dediklerinde gülümsemeye başlamıştım! Sonradan öğrendiğime göre Zombie başladığında öğrenciler çığlıklar atarak şarkıyı söylemenin yanında camlara ve kapılara çarpmaya (aslında tabir “girmeye” olacak) başlamışlar. Daha ilginç olan da kırılan camlardan dışarı düşenlerin (giriş kat) hiçbir şey olmamış gibi içeri gelip kaldıkları yerden devam etmeleriydi…

Partinin o şekilde daha fazla devam edebilmesi mümkün değildi elbette. Tempoyu yavaşlattık ve birkaç parça sonra partiyi bitirdik. Benim için her şeyden önce özellikle Zombie’nin gücünü keşfetmemi sağlayan o parti bir anlamda da yolumu açan bir gece oldu. “Rock Ball’da bir DJ çalmış, …” diye başlayan cümleler sayesinde o yıl sağlam bir gelir elde ettiğimi kolay kolay unutamam!

Aradan geçen yıllar bende de, tanıdığım, bildiğim insanlarda da Zombie’nin gücünü hiç kaybettirmedi. Her duyduğunuzda işinizi gücünüzü bırakıp bir anlık es vermenizi sağlayan şarkılardandır Zombie... Elbette The Cranberries benim için Zombie’den ibaret değil. Free to Decide, Ridiculous Thoughts, Salvation, I Can’t Be With You, Linger, Animal Instinct, Promises, Just My Imagination, Ode To My Family ama en çok ve en çok da When You're Gone hayat arşivimde kendilerine çok sağlam yerler edinmiş şarkılardır. Bu yüzden, The Cranberries konsere gelecekse mutlaka gidilmeli, mümkün olan en yakın mesafeden şarkılar dinlenmeli, grup elemanlarının mimikleri izlenmelidir.

Biraz bu isteğim, biraz da üç-beş günlük tatil kaçamağı özlemi beni geçtiğimiz hafta Çeşme yoluna düşürdü. The Cranberries, İstanbul’un hemen ardından 23 Temmuz 2010 Cuma gecesi Çeşme Seaside’da bir konser verecekti. Seaside’a daha önce Radyo Mydonose’un bir promosyon dağıtım kampanyası dahilinde görüşmek için gitmiş ve ortamdan çok etkilenmiştim. Bu yüzden, Unilife’ın konser için çok doğru bir seçim yaptığını düşünüyorum. Yolculuk ve Çeşme notları ayrı bir yazı konusu... Konserle ilgili teknik ayrıntılardan bahsetmem çok da mümkün değil, zira sahnenin hemen dibinde duruyorsanız ses kalitesini ya da seyircilerin şarkılara nasıl eşlik ettiğini anlayabilme şansınız yok. Dahası, bir süre sonra duymamaya başlıyorsunuz, geçici duyma kaybınız da tam bir gün boyunca sürüyor. Ama grubun işini ne kadar iyi yaptığını da uzak mesafeden bu kadar net anlayamayabilirsiniz. Dolores’in hala bitmeyen enerjiyle sahnenin her yerini dolaşması ve durmaksızın dans etmesinin yanında, vokallerin adeta CD’den dinlenir gibi kusursuz kullanıldığına şahit oluyorsunuz. Bir ayrıntının altını çizmekte fayda var; hani “kendileri de çok eğleniyorlar ve bu enerji izleyicilere de geçiyor” şeklinde tanımlanan gruplar vardır ya, The Cranberries öyle değil. Onlar sahnede o kadar da eğlenmiyorlar ama eğleniyor görünmenin ve enerjik olmanın izleyicileri nasıl coşturacağını çok iyi biliyorlar ve bunu çok iyi yapıyorlar.

Dolores’in konserin başında konseri denize girerek izleyenleri gülümseyerek grup elemanlarına göstermeye çalışması, ilk şarkının hemen ardından ertesi gün çocuklarını Disneyland’a götüreceği için çok heyecanlı olduğunu söylemesi, Çeşme’yi çok çok sevdiğini ve mutlaka tatil için de gelmek istediğini belirtmesi, seyircilerin açtığı pankartları görmesi ve yorumlaması, şarkı aralarında “thank you”dan öteye de gidip bir şeyler anlatması, seyirciyle konuşması konserden aklımda kalan küçük ayrıntılar… Bir de VIP alanına konser başladıktan sonra gelen bazı VIP çocukların etraftaki kimseyi dikkate almaksızın şımarıkça “eğlenmeleri”, sahnenin en önündeyken “parasıyla değil mi kardeşim” modunda demir parmaklıklara çıkarak, sırtlarını sahneye dönerek ve insanların görüş açısını tamamen kapatarak fotoğraflar çektirmeleri… Ne çok para kazanan insanlara ne de şımarık insanlara asla bir sözüm olmaz, herkes kendi hayatını yaşar ama bu iki özellik bir araya gelince gerçekten ortaya rahatsız edici bir tablo çıkıyor…

Ve bir not, malum konser boyunca sürekli cep telefonlarına görüntüler kaydediliyor ve fotoğraflar çekiliyor. Bazı ortamlarda söylendiği gibi bunun yerine konserin tadını çıkartmak gerekebilir belki de… Gelin görün ki, insanlar o anı ölümsüzleştirmek istiyorlar, bu kadar basit. Bunun da gereksiz yere eleştirildiğini düşünüyorum.

Her insanın hayatında önemli dönüm noktaları vardır, her insanın size sıradan görünen bazı anlara kaldırabileceğinden fazla anlam yüklemek için haklı gerekçeleri olabilir. Bilenler çok sever; Turgut Uyar’ın bir şiirini Sezen Aksu seslendirirken şöyle söyler;
“hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
hiçbirinizle dövüşemem
benim bir gizli bildiğim var…”

The Cranberries’i, hem de öyle bir ortamda ve Dolores’in mimiklerini görebilecek kadar yakından izlemek, benim için burada anlattıklarım kadar “gizli bildiklerim” doğrultusunda hayatımın en heyecan verici anlarından biriydi. Gerçekleşti, mutluyum…

Bazen, şarkıların basit sözlerine onu kamburlaştıracak kadar fazla anlamlar yükleriz ne de olsa:
“and in the day, everything's complex
there's nothing simple, when i'm not around you…”

8 Haziran 2010 Salı

Bir Çaresi Bulunur Elbet...

bir çaresi bulunur elbet yarın yeniden yaşamanın,
bir çaresi bulunur elbet canım bir uyuyup uyanalım...

Sertab'ın en ağır şarkılarında bile insanın içinde küçük bir kıvılcım bırakabilen bir hava olmuştur hep... Muhtemelen ses rengidir sebebi, ya da kariyeri boyunca hiç "acıların çocuğu" resmi vermemesi, hiç "yakışmayan" görüntülerle ortaya çıkmamasıdır en geçerli açıklama.
"Aşk Ölmez"de henüz tam hazır olmadığı söz ve beste çalışmalarına girmesi kariyerinin tek yanlış adımıydı bana göre. Şimdi daha olgunlaşmış haliyle parmağını dokundurduğu şarkılarda doğru zamanlama tınıları hissediliyor.
Hani hep pozitif hissettirebilme gücünden bahsediyoruz ya Sertab'ın, işte şimdi bunu taçlandırma zamanı; adından melodilere kadar herşeyiyle sıcacık bir albüm var karşımızda: Rengarenk!
Artık müzik piyasasında "yaz albümü" kavramı çok kullanılıyor malum ve nedense en elektronik ritimli ve en "bakkal" şarkılara yakıştırılıyor bu sıfat ama Sertab'ın yeni albümü tam ezberbozan konumunda. Alta yorucu elektronik ritmleri doldurmadan hazırlanmış duru bir yaz albümü Rengarenk... Yormuyor, sıkmıyor, enerji veriyor ve gülümsetiyor; yani yaza ve güneşe gerçekten çok yakışıyor, biraz düştüğünüzde sizi yeniden ayağa kaldırıyor. Bir yaz albümünden başka ne beklenir ki zaten?
Daha önce uzun uzun dinlediğimiz Açık Adres, Bu Böyle ve Koparılan Çiçekler, eskiye selam gönderen İkimiz Bir Fidanın, Une Belle Histoire cover'ı Asla, "Televole"lere kurban olmazsa çok tutulacak İstanbul ve Nil Karaibrahimgil sözlerinden oluşan Rengarenk hep keyifli şarkılar ama özellikle benim favorim Bir Çaresi Bulunur ve Bir Damla Gözlerimde zamanla diğerlerinin arasından sıyrılacak şarkılar.
Albümde biraz 1997 tarihli "Sertab Gibi" biraz da 2001 tarihli "Turuncu" havası var belki ama "Rengarenk" tam da bugünlerde eksik kalan boşluğu dolduracak pozitif bir albüm. Keyfini çıkarmakta fayda var...

sesimde söyleyemediğim sözler var
gizleyemediğim gözyaşlarım
silip de unutamadığım sabahlar
kokladığım eşyaların...

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Gripin ve M.S. Bir Tarih...

"kendimi kaybettiğim asmalı'nın sokakları kadar dar yüreğim..."

Albüm adı bir pazarlama taktiğiydi aslında... Ama malum, burası Türkiye; plak şirketi planlamalarını tutturamayabilir, albüm planlanan tarihte çıkamayabilir ve sen tüm hazırlıklarında ortada kalıverir, dahası az biraz da komik duruma düşersin. Bana anlatılan, Gripin'in albüm ismi böyle bir "stratejisizliğe" kurban gitti.
Sanırım biraz zamansızlık, biraz da albümün çıkış parçasının beni çok yakalayamaması yüzünden oldukça geç dinlemeye başladım Gripin'in M.S. 05 03 2010 albümünü. Ama gerçek olan şu ki, son 2-3 haftadır sadece bu albüm var benim için. (Tek ihanet Emre Aydın'ın yeni albümü oldu. Sanırım Emre'nin en yorucu yanı da vokalde hep aynı tonları duyuyor olmamız.)
Gripin'in albümü yormayacak, baş ağrıtmayacak ama hem sözler hem de tarzıyla bolca hüzünlendirecek ve biraz karanlığa kayan bir albüm. Biraz daha net söylemek gerekirse, özellikle tarzın meraklıları için kaçırılmaması gerekn bir albüm yapmış Gripin. Her albümlerinde, her yeni şarkılarında çok daha ileri gittiklerini ve her adımda durdukları yerde biraz daha diğerlerinden farklılaştıklarını, biraz daha yalnızlaştıklarını düşünüyorum..
Albümde özellikle Beş ve Gözyaşlarım Değil Onlar tek kelimeyle müthiş... Gidenin Dostu Olmaz ve Müsait Bir Yer de onların ardından ilk göze çarpanlar. Elbette çıkış parçası Durma Yağmur Durma'ya da haksızlık etmemek gerek.



İlk dinlendiğinde çabucak yakalayacak albümlerden değil belki ama biraz fırsat verirseniz Türkiye'de de o özlediğimiz müziği birilerinin yaptığını göreceksiniz. Ve sabrettikçe şarkı sözlerinde basit sözcük dizilerinin arasına sıkıştırılmış çarpıcı satırlarla tanışacaksınız:

"her birimizin içinde biraz aşk var;
en az yalnızlık olduğu kadar..."

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Moulin Rouge!

Radyo Mydonose'un ilk yıllarında Irmak bir müzikal programı hazırlardı. Onun programı hazırlarken yaşadığı heyecanı gördükçe ben de ondan -çaktırmadan- birşeyler öğrenmeye çalışırdım. O dönem (biraz da Türkiye'nin müzikaller konusundaki malum eksikliğinden dolayı) hayallerimin bir köşesinde eksilip kaybolan bu heves, 2000li yılların başında bir haftasonu gecesi geceyarısı seansında sadece birkaç kişiyle izleme şansını bulduğum Moulin Rouge ile bambaşka bir boyuta taşınmıştı. O zamanki Tepe Cinemaxx'te görüntü ve ses sistemiyle benim için hala en keyifli sinema olma özelliğini koruyan meşhur Salon 1'deki favori F sıramızda izlediğim film hayatıma öylesine girmişti ki, filmin DVD'sini piyasaya ilk çıktığı gün satın aldığımı çok net hatırlıyorum.
Biraz yakın zamanda sinemada izlediğim Nine'ın etkisi, biraz da yeni bir evin verdiği heyecanla kendime planladığım bir Moulin Rouge akşamı, elimi attığım DVD kutusunun boş olduğunu farketmemle birlikte noktalandı.
Bundan sonraki süreci sıralamak çok zor değil ama biraz sıkıntılı; D&R'a gidilir, Moulin Rouge'un sadece tek DVD'lik versiyonu olduğu öğrenilince başka mağazalara uğranır (sinema konusunda arsız bir "kamera arkası" ve "special features" tutkunu olmam başlı başına ayrı bir yazı konusu), hiçbiryerde 2 DVD'lik özel versiyon bulunamaz, internet siteleri araştırılmaya başlanır, sonuca varılamaz, başta Sendit olmak üzere mantıklı yurtdışı seçeneklerine bakılır, her yerde "not available now" ibarelerine üzülerek bakılır ve sonunda Amazon'da aranan DVD bulunur. Kargo ücreti diğerlerine göre biraz daha fazla olsa da toplama bakıldığında Türkiye'de (satışta olduğu zamanlarda) varolan benzerlerinden daha ucuza geldiği gerçeğiyle yüzleşilir (neden Türkiye'de korsan var diyenlere selam olsun!), sipariş verilir ve sadece birkaç gün içinde sorunsuz bir şekilde Moulin Rouge'a kavuşulur.
Herkesin kendine göre takıldığı şarkılar, kitaplar, filmler vardır. Bazen size sıradan görünen "sahne"ler ya da hikayeler, sizin asla bilemeyeceğiniz bazı sebeplerle kimilerine hayatın ta kendisini ifade ediyor olabilir.
Benim için Moulin Rouge hayatımın filmidir, evimde salonumun duvarında varolan tek "asılı şey" orijinal bir Moulin Rouge posteridir örneğin. Zaman zaman izler, biraz hüzünlenir, çokça gülümser, çoğunlukla da ardından kalem-kağıda sarılırım. İşin teknik kısımlarını pas geçer, hikayenin anlatımındaki ve kurgudaki şiirselliğe, oyunculuktaki ve koreografideki tanrısallığa, müziklerdeki ve repliklerdeki eşsizliğe kapılırım sadece. Filmi izleyip de çok sıkıcı bulanlara "siz hiç benim gözlerimle bakmadınız ki" der gibi yapıp duymazdan gelirim.

Sadece biraz bile ilgi alanınıza giriyorsa bu filmin içindeki satırbaşları ve şimdiye kadar kayıtsız kaldıysanız bu sizin için küçük bir hatırlatma olsun. Benim için de yeni bir Moulin Rouge akşamından önce bir kısa giriş...
Malum;
"The greatest thing you'll ever learn is just to love and be loved in return."


Moulin Rouge - El Tango de Roxanne by Rockdilkem

Never fall in love with a woman who sells herself. It always ends bad.
We have a dance in the brothels of Buenos Aires. It tells the story of the prostitute and a man who falls in love with her. First, there is desire. Then, passion. Then, suspicion. Jealousy. Anger. Betrayal. When love is for the highest bidder, there can be no trust. Without trust, there can be no love. Jealousy, yes, jealousy will drive you mad.

4 Mart 2010 Perşembe

En "Bedük" Bedük ve Büyük Eğlenmek!

Bu yazıya başlamadan önce başlığı analiz etmemiz gerek:
Başlıkta kullanılan “bedük”lerden biri sıfat, biri özel isimdir. İsim olan, bildiğimiz Serhat Bedük. Sıfat olan ise yerine koyulacak ve dolduracak başka bir sıfat bulunamadığı için oraya yazıldı. Enerjik ama sakin, mütevazı ama kendini beğenmiş, büyük bir yıldız ama muhabbet bir arkadaş... Bu zıtlıkları birarada bulundurmak –özellikle de böyle şişkin egolar gerektiren bir iş için- çok da kolay değil. O yüzden onu “en bedük Bedük” diye tanımlamak gerekti.
“Büyük eğlenmek” kavramı onunla girdi hayatımıza. Önceleri çok anlam veremeyenler, onu sahnede sadece birkaç dakika izlediklerinde eğlenmenin de büyüğü ve küçüğü olduğunu bir anda öğreniveriyorlar.

Bedük önceleri uzaktan şarkılarını keyifle dinlediğimiz bir isimdi. Sonrasında Haftaya Paydos’ta onu konuk ettiğimiz gün tam bir muhabbet adamı olduğunu ama bununla beraber ne yaptığının da tam anlamıyla farkında olduğunu anladık. Yayında tüm samimiyetiyle sorularımızı cevaplayan arkadaş Bedük, sözkonusu işi olduğunda tüm ciddiyetiyle yaptığı işin ayrıntılarından bahsediyordu. (Tabi burada ciddiyet kelimesinin anlamını zorlamamak gerek, işini yaparken keyif aldığını farketmek hiç de zor değil.)
Artık eskimiş bir kelime ama yeri geldi kullanalım, Bedük gerçekten çok “Avrupai” iş yapıyor. Müzikleri gerçekten muhteşem. Vokaller son derece melodik. Şarkılar insanı peşine takıyor. Son albüm Go’da Bedük kendi şarkılarının yanında Franz Ferdinand hiti “This Fire”a da yer vermiş. Onun da söylediği gibi bu artık kelimenin tam anlamıyla bir Bedük şarkısı olmuş. (Şarkının içinde “son, ki, üç, dört” diye Türkçe bir geçiş olması da ince bir espri aslında.) Konserlerin en çok konuşulan şarkılarından birini albümde görmek güzel. Yenilerinin de yolda olduğunu hatırlatalım. (Daha fazla bilgi için Haftaya Paydos sitesini ziyaret ederek program kayıtlarını dinleyebilirsiniz.)
Bedük sahnesine ayrı bir paragraf:
Öncelikle en merak edilen konu; hayır Bedük sahnede playback yapmıyor! Sadece altyapılar bilgisayardan geliyor ama onun dışındaki tüm enstrümanlar canlı çalınıyor. Eğer playback hissi veriliyorsa, bunu grubun çok iyi çaldığına bağlamanız gerek. Sahnede çok rahat ve çok enerjikler. Ve itiraf edeyim, bu Cumartesi 312 Arena sahnesinde Bedük’ü izlerken sadece şu geçiyordu aklımdan: Son zamanlarda hiçbir konserde bu kadar çok insanın bir bütün olarak bu kadar eğlendiğini, bu kadar dans ettiğini görmedim ben. Bir de sahneye, sahne arkasında görüntülere ve hatta şarkıya göre ortalığa saçılan konfetilere kadar sağlam bir ekip işi var. Bedük’ü sahnede izlememek büyük eksiklik!

Son söz, bu ülkede bir dans müziği kitlesi şekilleniyor yeniden ve bu insanlar Bedük’ün çevresinde an be an kalabalıklaşıyor... Kayıtsız kalmayın.

(Tayfun Ergin imzalı fotoğraf İstanbul Refresh, Bedük Go albüm tanıtım konserinden.)

20 Aralık 2009 Pazar

Hiç Konuşmadan Anlaşabilir Miyiz Acaba?

Baştan söylemem gerek,
Kimselerin sevmediği, duygusal olarak çok yüklü filmlere tutulmakta üzerime yoktur; özellikle de ilişkilerin arka bahçesini gerçek sertliğiyle anlatan filmlere... Closer, Eternal Sunshine Of The Spotless Mind, Moulin Rouge, O Kadın gibi filmleri hayatımı en çok etkileyenler listesinde ilk sıralara almam bundandır.

Sanırım bu yüzden fragmanını izlediğim an vuruldum bu filme. Hatta bu yüzden Cuma yayınımızda herkes gibi biz de Avatar'dan bahsederken, "Evet, haftanın filmi Avatar olabilir, ama ben hayatımda ilk defa izlemeden bir film öneriyorum size... Başka Dilde Aşk, mutlaka izleyin!" gibi iddialı bir cümle kurabildim.


"Hiç konuşmadan anlaşabilir miyiz acaba?" diyordu filmin fragmanında. Cevabını çok iyi bildiğim bir soruyla karşılaşmak beni heyecanlandırdı öncelikle aslına bakarsanız... Aşk iletişim kurmaktır derler ya hani, iletişimi çok konuşmak zannederiz hepimiz. Oysa aşkın dili sessizliktir bence; çünkü aşkta en çok konuşmadığımız zamanlarda anlaşır ve aşkta en çok konuşmadığımız zamanlarda kavga ederiz. Aynı evde, yanında onun da olduğunu bilmenin huzuruyla sessiz kalabilmektir aşk kimi zamanlar...

İlişkiler üzerine yine çokça kafa yormaya başladığım günlerde ve bu düşüncelerle izledim Başka Dilde Aşk'ı... Filmler hakkında iddialı sözler söylemek, film önermek hiç tarzım olmasa da -beni anlayabilecek takipçilere ve arkadaşlarıma- kesinlikle görmelisiniz diyorum bu filmi. İnsan ilişkileriyle, hayatla, aşkla ilgili bildiğiniz doğrular ve yanlışlar, iyiler ve kötüler, masumiyet ve suçluluk olanca çıplaklığıyla karşınıza çıkacak. Bu yüzleşmeye hazır değilseniz, bu yazı da, bu film de sizi ilgilendirmiyor kesinlikle... Ama o cesareti gösterecekseniz kayıtsız kalmayın.

Oyuncu kadrosu son derece başarılı, zaten film için ciddi bir hazırlık dönemi geçirdiklerini anlamak hiç de zor değil. Görüntü yönetmenliğinden müziklere kadar her ayrıntı için özenle çalışılmış. Filmin karakterlerinden birinin işitme engelli olmasında yola çıkılarak filmin sinemalarda altyazılı gösterilmesine kadar düşünülmüş ince ama önemli dengeler var. (Altyazılarda dünyadaki örneklerine bakarak şarkı sözlerini yazarken yanına bir nota karakteri koysalardı daha doğru olurdu aslında...)

Ama tüm bunların ötesinde, başroldeki Onur karakterine hayat veren Mert Fırat'a ayrı bir paragraf açmak gerek, çünkü zor bir rolde şapka çıkartılacak bir oyunculuk sergiliyor. Onu izlerken bir gerçekle yüzleşiyorsunuz; konuşabiliyor olmak pek de birşey değiştirmiyor aslında, sen de onun gibi aşık oluyor, sen de onun gibi öfkeleniyor ve sen de onun gibi üzülüyorsun...

Filmin sonuna doğru bir sahne izleyeceksiniz; ve aslında erkeklerin de bazen hayatı, ilişkileri ve sizi, yani sevdikleri kadınları tahmin ettiğinizin, zannettiğinizin de ötesinde önemsediğini, kimilerinin aslında gerçekten sevme yeteneği olabildiğini göreceksiniz...

Filmin son güzel notu da, bilmeyenleri Louis Aragon'la tanıştırması:

Sana büyük bir sır söyleyeceğim korkuyorum senden
korkuyorum yanın sıra gidenden
pencerelere doğru akşam üzeri el kol oynatışından
söylenmeyen sözlerden
korkuyorum hızlı ve yavaş zamandan

korkuyorum senden
sana büyük bir sır söyleyeceğim kapat kapıları
ölmek daha kolaydır sevmekten
bundandır işte benim yaşama katlanmam
sevgilim...

16 Aralık 2009 Çarşamba

Ne Hikayeler Var...

kimbilir neler neler geçti başından
kimse böyle yalnız olamaz
anlat birer birer tut ellerimden
kimse böyle küskün olamaz

çizgi çizgi yüzünde
gölgeli gözlerinde
ağır sessizliğinde
neler neler var
ne hikayeler var


En baştan şunu söylemem gerek; bazı isimlerin bende bitmez kredileri vardır... Ne yaptıklarını görmeden de destek olur, yaptıkları iş hayalleri kadar büyük sonuçlar doğuramasa bile en iyiyi yaptıklarını düşünürüm. Şebnem Ferah'ın da benim için o isimlerden biri olduğunu daha önce senfonik albümünden bahsederken anlatmıştım.
İşte tam da bu sebeple, uzun zamandır ilk defa bir albümün piyasaya çıkmasını heyecanla bekledim.

Şebnem Ferah'ın Benim Adım Orman albümü bugün piyasaya çıktı. Albümü dinlemeden önce internet sitelerindeki yorumlara bakarken önyargıların insanlara neler kaybettirebileceğiyle bir kez daha yüzleşmiş oldum. Yorumların arasında son derece negatif eleştiriler vardı. Oysa albüm daha bugün piyasaya çıkmıştı, yani başka hiçbirşeyle uğraşmadan sadece albümü baştan sona dinleyenler bile tüm şarkıları en fazla üçer kez dinleyebilmişken yaftayı yapıştırabiliyorlardı. Kaldı ki, 4.5 yıl aradan sonra piyasaya çıkan, sadece kayıt aşaması bile 6 ay süren bir albümün şarkılarına dinledikçe alışabilecekleri öylesine aşikardı ki...
Albüm birkaç saattir elimde... Ve ben albümü henüz ikinci kez dinleyememişken bile ne kadar yanıldıklarını görebiliyorum. Tüm albümü ikinci kez dinleyemedim, çünkü 3. şarkı "Yalnız"ı geçip diğerlerine devam edemedim henüz.

Eleştirilerin sebebini anlamak güç değil; Benim Adım Orman albümünde ilk bakışta biraz yorgunluk, biraz bezginlik, biraz hayal kırıklığı, biraz da vazgeçmiş bir hava seziliyor. Ancak yaşama en büyük tutunuş aslında zayıflıklarımızla en çok yüzleşebildiğimiz, onları en cesurca ifade edebildiğimiz zamanlar ortaya çıkmıyor mu? Bence Şebnem'in yaptığı tam olarak bu, ve bu albüm bu yüzden yine çok iş yapacak.

Ve dahası, kimileri asla onun kadar cesur olamayacakları için onu bu kadar acımasız eleştirmeye devam edecekler.
Şebnem de aşina olduğumuz en basit kelimelerle yaşamın en ağır yaralarına dokunmaya devam edecek:

uzaklara dalıp gitme
gözlerin de dolmasın
kimse böyle yalnız olmasın

25 Temmuz 2009 Cumartesi

Bir Klip Yapmak, Ve Çok Güzel Yapmak!

Son zamanlarda izlediğim en başarılı prodüksiyon. Üstelik öyle ciddi profesyonel firmaların eline düşmeden, kendi büyüklüğünde bir prodüksiyon... İzleyin, anlayacaksınız:



(Youtube izleyemeyenler için Dailymotion linki: burada).

İzlediğinize göre klibin yapım hikayesini merak etmeye başlamışsınızdır. "kasimzorlu" isimli kullancı twitter'da hikayeyi şöyle anlatmış (yazıyı aynen kopyalıyorum, yazım hataları da yazara aittir!):

"Klibin yönetimi ve prodüksiyonu 2 kişi tarafından yapılmış; Hal Kirkland, Masa Kawamura, Hal ve Masa Bartle Boogle Hegarty NewYork şubesinde reklamcılık yapıyorlar.
Projeye başlarken aşmaları gereken birkaç önemli zorlukla karşılaşmışlar.
1.si 0 bütçe; ellerinde klibi çekmek için hiç para yokmuş.
2. si filmi çekecek yönetmenlerin NewYork'ta olmaları Sour grubu üyelerinin ise Tokyo'da yaşıyor olmaları
3. ve en önemlisi ise Yönetmenlerin BBH de tam zamanlı olarak çok yoğun çalışıyor olmaları.
Yukarıdaki sınırlılıklar klibin çekilmesine engel olması yerine klibin çekileceği ortamı yaratmış ve klibi webcamler aracılığı ile çekmeye karar vermişler. Sour grubunun çok sadık bir üye kitlesine sahip bir forumu bulunuyor. Forumda grubun hayranlarına klip çekiminde gönüllü olmaları için çağrı yapılmış ve dünyanın heryerinden bir sürü hayran gönüllü olmak için sıraya girmiş bunlardan en şaşırtıcı olanı ise Portekiz’in küçük bir kasabasından çekime katılan hayran olmuş.
Takip eden birkaç ay çekimlerle sürmüş 80den fazla insan aktif olarak çekimlere webcamleri aracığı ile katılmış. Herbir bölümle yönetmenler bizzat ilgilenmişler ve kaydetmişler.
Şarkı ise hayatta kendine özgü sesini ve rengini keşfetmeyi ve insanın ancak bireyselliği benimseyerek dünyanın geri kalanının ona sunduklarını anlayabileceğini anlatıyor. Şarkının anlamı ile klibinin çekilme yöntemi ayrıca bir ahenk oluşturmuş."

Son bir not da benden; adamların üretkenliği böyle hayata geçerken, biz Türklerin üretkenliği de onların ürettiklerini yayınlarken ortaya çıkıyor. Grubun adı "Sour", şarkının adı "Hibi no neiro". Bu şarkı Facebook'ta "vay hibinolar, süper video yapmışlar" diye dolaşıyor! Türküz değil mi?...

11 Temmuz 2009 Cumartesi

United Breaks Guitars!

Son zamanlarda gördüğüm en eğleneceli "tepki", hem de tam anlamıyla "based on a true story"!
Önce Radikal gazetesindeki haber metni:

MONTREAL - Kanadalı müzisyen, gitarını kırdığını iddia ettiği Amerikan havayolu şirketinden hıncını, YouTube’da büyük ses getiren eleştirel şarkısıyla aldı. Dave Carroll adlı müzisyen, klipte United Airlines şirketinin bagaj görevlilerinin geçen sene Chicago Havalimanı’nda 3 bin 500 dolarlık özel gitarına zarar verdiğini alaycı bir dille anlatıyor.
“Grubumuz uçağın kuyruk kısmında oturuyordu. Bizim müzisyen olduğumuzu bilmeyen bir kadının ‘Aaa, gitarları fırlatıyorlar!’ dediğini duyduk. Pencereden bakınca olanları gördük” diyen Carroll, zararının tazmin edilebilmesi için şirketin peşinde dokuz ay koştuğunu fakat bir sonuç alamadığını anlatıyor.
“Ben de ‘United Gitarları Kırıyor’ adını verdiğim şarkıyı yazdım” diyen Carroll’ın siteye koyduğu şarkı, dört günde yarım milyondan fazla kişi tarafından tıklanarak olay yarattı. Televizyonlardan gelen söyleşi taleplerinin ardı arkasının kesilmediğini söyleyen Carroll, internetteki başarısı karşısında kendisini iki kez arayan havayolu şirketiyle konuşmaya ‘fırsat bulamadığını’ söylüyor!

Siz kırdınız, siz düzeltmelisiniz
Bundan mesulsünüz, kabul edin
Başka bir şirketle uçmalıydım
Ya da arabayla gitmeliydim
Çünkü United gitarları kırıyor.

Ve işte o video:


(Youtube izleyemeyenler buraya tıklayarak videoyu Dailymotion'dan izleyebilirler.)

7 Temmuz 2009 Salı

Gone Too Soon...

born to amuse,
to inspire, to delight
here one day
gone one night.

like a sunset
dying with the rising of the moon
gone too soon...


They keep on talking, 'cause you are a great star,
a great star that they will not see once again...

Whatever they say,
RIP MJ...

4 Temmuz 2009 Cumartesi

Mojo, In Yer Face ve Dib Sahne

Başlıktaki sıranın tersinden başlayalım.

Dib Sahne:
Başkentten uzak kaldığım yaklaşık 1.5 yıllık sürecin ardından geri döndüğümde (öncesinde ve sonrasındaki "uyum" sürecini de katarsak 2 yıl diyebiliriz aslında) itinalı bir "hayata adaptasyon süreci" yaşamaya başladım. Bu dönemde dikkatimi ilk çeken şey Ankara'daki bilindik mekanların popülaritesini kaybetmesi, ortaya yeni cazibe merkezleri çıkmaya başlamasıydı. Hakkında onca şey duymuş, onca etkinlikte adını görmüş olmama rağmen Dib Sahne'yle bir türlü tanışamamıştım. Mojo gecesi, herşeyden önce mekanı görmemi sağlamış oldu. Ve söyleyebileceğim tek şey var, Tunalı-Esat kesişimindeki o "karanlık" kapıdan içeri girerken böyle bir mekanla karşılaşmak aklınızdan bile geçmiyor. Erdal Beşikçioğlu'nun mekanı küçük olmasına rağmen çok şık olmasının ötesinde, güzel tasarlanmış sahnesi ve son derece başarılı ses sistemi hemen göze çarpıyor.

"In Yer Face" Akımı:
Gündelik yaşamı konu edinen, seyirciyi kullandığı dil ve imgelerle şaşırtan her türlü kötülüğün olasılığını sergileyen, tabuları yıkmayı amaç edinen "dolaysız" tiyatro anlayışı olan In Yer Face (ya da In "Your" Face), adını da "herşeyi seyircinin suratına tokat gibi inen" formatta anlatmasından alıyor. En dikkat çekici özellik ise kayda değer derecede müstehcenlik ve şiddet öğeleri de barındırıyor olması. Kökeni 1960'lı yıllara kadar uzanan bu akım, 80'li yıllardan sonra hızlı bir ivme kazanıyor ve özellikle Avrupa'da dikkat çekici oyunlar ortaya çıkmaya başlıyor.

Mojo:
Jezz Butterworth tarafından yazılan, İlham Yazar'ın yönettiği Nusret Şenay, İnanç Konukçu, Ali Yoğurtçuoğlu, Doruk Nalbantoğlu, Berkan Şal ve Sertaç Teker'in sahne aldığı Mojo için önce klasik bir tanıtım:

Olay Londra Soho’da Atlantic adlı bir gece kulübünde geçer. Sokakta şarkı söylerken keşfedilen 17 yaşındaki Parlak Johnny, Atlantik Klüp’ün sahibi olan Ezra tarafından himaye edilmektedir, ancak giderek büyüyen bir hayran kitlesine sahip olan Johnny için başka kulüp sahiplerinin de planları vardır ve gerektiğinde şiddete baş vurmaktan çekinmezler.
Soho’nun gece hayatına, kaybolmuş umutsuz insanlarına, müziğe, uyuşturucuya, cinselliğe ve şiddete hiç de alışık olmadığımız bir dille yaklaşıyor MOJO.
Dib Sahne'nin tamamının oyun alanı olarak kullanıldığı Mojo, Ankara seyircisine tiyatroyu bambaşka bir açıdan seyretme olanağı tanıyor.

Dürüst olmak gerekirse arsız bir tiyatro tutkunu olmadım hiçbir zaman, ama zaman zaman "show tarafı" kuvvetli yapımları organizasyon gözüyle izlemekten çok keyif aldım. Banu'yla beraber yaptığımız programda sıkça bahsettiğimiz ve mekan sahibi Erdal Beşikçioğlu'yu önümüzdeki haftalarda programda konuk edeceğimiz için oyunu görmek istedik. İlgililere ön bilgi olması açısından şu notu da iletmekte fayda var; ilk gün saat 21:00'da başlayan oyuna 21:02'de gelebildiğimiz için mekana giremedik. Yani, mekanın tamamı oyun sahnesi olarak kullanıldığı için kesinlikle geç kalmamanız gerekiyor. (Kapıdaki görevlilerin bu "içeri alamama" sürecinde son derece pozitif ve nazik davrandıklarını da belirtmemiz gerek. Öte yandan, bu geç kalma durumu sayesinde de yıllar sonra ilk defa eski dost efsane mekan Papsi'de bir akşam geçirme şansını yakaladık!)
İkinci gün tüm program ekibi olarak (Banu, Selim, Tamer, Kurtuluş, Miray) tedbirli ve vaktinde oradaydık elbette. Kısa bir bekleme sürecinin ardından biz de tüm konuklarla beraber koltuklara "paylaştırıldık" ve aslında tüm hikaye orada başladı.

Yukarıda da belirttiğim gibi, bir tiyatro oyununu yorumlayacak ve eleştirecek kapasitem de, lüksüm de, niyetim de yok, ama "sahne arkası" ayrıntılardan birkaç not düşmem gerek.
Oyun döner sandalyelerde izleniyor ve aslında olayın en büyük esprisi burada. Mekanın tamamı kullanıldığı ve değişik sahneler mekanın değişik yerlerinde oynandığı için sandalyenizle sürekli değişik yerlere dönüyor ve oyunu değişik açılardan izliyorsunuz. Yani aslında siz de bir şekilde oyunun interaktivitesinin içine katılıyorsunuz. Oyunda (ve oyuncularda) müthiş bir enerji var. Her sahne, her bölüm öylesine tempolu oynanıyor ki bazen hangi tarafı izleyeceğinizi ya da nerede kaldığınızı takip edemez hale geliyorsunuz (bunu negatif anlamda söylemiyorum). Oyun bittiğinde gerçekten kelimenin tam anlamıyla yorulmuş ve "In Yer Face"in iddialı söyleminde olduğu şekliyle "tokat yemiş gibi" oluyorsunuz. Ama oyun o kadar akıcı ve tempolu ki, izlerken aklınıza başka hiç birşey gelmiyor, elinizdeki içki bardağının hala aynı dolulukta olduğunu farkedip hatırlamanız için bile dakikalar geçmesi gerekiyor.
Kendi adıma eleştirebileceğim tek şey çok ama çok fazla küfür kullanılması. Evet, hem oyunun hem de "in yer face"akımının içinde varolan bir kavram bu, ve hayır ben sütten çıkmış ak kaşık değilim, ancak bazı sahnelerde ve kimi repliklerde küfürler sadece oyunun o havasını güçlendirmek için oraya sıkıştırılmış ve eğreti kalmış gibi görünüyor... Ancak, sonuçta bu da o formatın dahilinda varolan bir kavram, kabullenmek gerek.

Oyunla ilgili en önemli notlardan biri de karşınıza tam anlamıyla bir "prodüksiyon" çıkması. Giriş jeneriğinden, çıkış jeneriğine, arada oyuncular tuvalette birşeyler tartışırlarken "gizli" kameradan görüntülerin ve konuşmaların ekrana yansımasına kadar çok keyifli ayrıntılar var. (Görüntüler deyince aklınıza başka şeyler gelmesin, konuyu zorlamayın lütfen!)

Ve müzikler!... Daha önce söylediğim gibi mekandaki ses sisteminin başarısı, seçilen müziklerin "şahaneliğiyle" bir araya gelince tam bir müzik şöleni çıkıyor ortaya. Yani tam anlamıyla "Rock'n Roll Lives Forever" durumu var.

Bunlar bir anlamda ön gösterimlerdi. Oyun, Eylül'den itibaren mekanda düzenli olarak sahnelenmeye başlanacak. Kesinlikle izleyin, kayıtsız kalmayın. Biz mutlaka bir kez daha izleyeceğiz, size de öneriyoruz...

29 Haziran 2009 Pazartesi

Cuma Akşamları...


Haftaya Paydos gerçekten çok keyifli gidiyor... Banu'yla her program sonrasında birbirimize bakıp gülümsemeye başlıyoruz. Doğru insan, doğru proje! Daha önce belirtmiştim, bizi radyonun genel çizgisi ya da "başarısı" şu anda çok ilgilendirmiyor, yaptığımız işin hakkını vermeye ve keyif almaya bakıyoruz...
Önümüzdeki hafta Ekşi Sözlük yazarlarını konuk edeceğiz. Benim için çok ilginç olacak, hem tarafsız, hem tarafım... Belki de programı tamamen Banu'ya bırakıp konuk yazarlar tarafına geçebilirim, neden olmasın:) Ama o heyecanın öncesinde hala Cem Adrian rüzgarının etkisindeyiz. Bunun iki sebebi var; birincisi Cem Adrian hayranlarının ona bağlılığı gerçekten çok takdire şayan bir yoğunlukta, ikincisi ise Cem'in gerçekten son derece pozitif, son derece "gerçek" biri olması...
Yaptığımız en keyifli programlardan birisiydi. Benim için de "belli etmeden durumu kurtarma" çalışmalarını sergilediğim anlara sahne oldu:) Şu kadarını söyleyebilirim, programın içinde gayet sakin bir şekilde "o zaman şimdilik bir parça daha dinleyelim, birazdan devam ediyoruz" tadında bir cümle kuruşum, ardından da mikrofonun kapandığı an itibariyle stüdyodaki 5 kişinin birden (ben de dahil elbette!) kahkahalarla yere düştüğü anlar bile oldu... Evet, o derece!...
Cem Adrian'la birlikte onun süper ekibini, yani Erkan Tatoğlu ve Hümeyra Uçan'ı da konuk ettiğimiz ve bizim çok keyif aldığımız bu özel programı Mixcloud sayfamızda dinleyebilirsiniz.

(imeem'in durup dururken kayıtları sadece üyelerin kullanımına açmaya başlaması sebebiyle şu anda dinlenemeyen "Geceyarısı Öyküleri" program kayıtlarını da orada toplamayı planlıyorum, ilgililerin bilgisine:) )

25 Haziran 2009 Perşembe

"Gidemem"... "Unut"... "O Kadın"...

Haziran'a çok yakışan "Kırkikindi" yağmurları,
Yağmura çok yakışan "O Kadın" şarkıları...

ben bu yüzden hiç kimseden gidemem gitmem
unutamam acı tatlı ne varsa hazinemdir
acının insana kattığı değeri bilirim küsemem
acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir


SEZEN AKSU - GİDEMEM (O KADIN)

o sevgiler ki yoktular
onlar ümitlerimizdi
ne ümitler yaşlandı gel zaman git zaman


SEZEN AKSU - UNUT (O KADIN)

17 Haziran 2009 Çarşamba

Nostalji...


Ocak 2003...

Radyo Mydonose'da 22:00-24:00 arası "Night Fever" isimli bir program yapıyorum. Radyo Mydonose'un çok popüler olduğu, benim de öykülerle dikkat çekmeye başladığım dönemler... Söyleşilerden, röportajlara yoğun bir trafiğimiz var. Gazi Üniversitesi İİBF, internet sitesinde bir online dergi yayınlıyor ve Özlem Şahin benimle röportaj yapmak istediklerini söylüyor. Ben de sanki işi yokuşa sürüp de o kadar nazlanan ben değilmişim gibi uzun uzun cevaplar veriyorum Özlem'in sorularına. (Muhtemelen bunda soruları e-mail yoluyla alıp cevaplamamın etkisi vardır.)

Hiç beklemediğim bir yerden karşıma çıktı bu kayıtlar, ve benim için gerçekten çok ilginç oldu. Bazı bölümleri çıkartmam belki de daha iyi olacaktı, ama aslına sadık kalmakta fayda var. Birkaç dakikalık zaman yolculuğu yapmaktan kimseye zarar gelmez...

* * *
Ve yeni bir yıla merhaba dediğimiz bugünlerde Türkiye'nin en yeni ve daima yeni kalacak olan tek radyo istasyonu Radyo Mydonose’un hiç eskimeyecek ismi Selim Karakaya bu ayki konuğum.

Türkiye'nin en yenisi Radyo Mydonose'da eskiyen gün yerini geceye bırakmaya hazırlanırken dinleyicilerine pozitif bulaştıran gizemli sesinle akşamları daha da keyifli yapanlardansın. Belki de radyoculuğun renginin yansımasıyla iyimser bir kisiliğin olduğu sinyallerini sesindeki gizemden anlayabiliyoruz. Peki evdeki Selim nasıl biri? Selim'in hikayesi nedir?

Klişe bir cevap ama, aslında evdeki Selim yayındakinden çok da farklı değil… Elbette çıkıp da orada yaşamımı anlatmıyorum, ama yayına yansıyan herşey kendi hayatımın yansımaları… Özellikle de hayata bakış açısı olarak… Ben de herkes kadar sorunlarla uğraşıyorum, benim de son ödeme günü bekleyen faturalarım, zaman zaman ağrılarıyla beni çıldırtan bir midem, bir gün söylediğini diğer gün unutan arkadaşlarım ve içinde hüzünler de barındırmış bir geçmişim var; ama hayat birşeylere ya da birilerine kızarak geçmiyor, geçmemeli… Ben kontrolün kesinlikle herkesin kendi elinde olduğuna inanıyorum, ve bunu uygulamaya çalışıyorum hayatımda da, yayınlarımda da…
Çok sevdiğim, yayınlarımda da sık sık tekrarladığım bir söz vardır: "Güzel bakan güzel görebilir, ve ancak güzel görebilen hayatından keyif alabilir…" herşeyin sırrı burada… Hayat her zaman kolay olanı sunmayacak bize, biz ayırdedebilmeyi, ve seçmeyi öğrenebilmeliyiz herşeyden önce… Ben hayatın keyfini çıkarmaya ve canımı sıkanları da görmemeye çalışıyorum, yayına yansıyan da bu aslında.

Radyo tutkusu Selim için ne zaman başladı?
Aslında ben bir mizah yazarı olma niyetindeydim… Bir mizah dergisine duvar yazıları yazdığım sırada dinlediğim radyolara ve programcılara kızarak "Ben bunun daha iyisini yaparım" dememle, "Radyo ODTÜ kuruluyor" afişini görmem aynı zaman rastladı… (O dönemde başvurduğum ve benimle ilgilenmeyen 2 radyodan birinin beni tek sorumlu, bir diğerinin de yüksek bir rakamla program yapımcısı olarak işe almak istediklerini, benim de bir Türk filmi edasıyla "bi zamanlar bi genç vardı…." repliklerini sıraladığımı anlatmalı mıyım acaba?… zamanla birtakım şeyler değişiyor!…)
1994'te Radyo ODTÜ kuruluş çalışmalarına başladı, ve ben de o ekipte kendime bir yer buldum; radyonun aşama aşama kurulmasıyla hayatımın aşama aşama değişmesini eşzamanlı yaşadım… Yani geç kaldığım bir derse yetişmeye çalışırken birilerinin asmaya çalıştıkları ve o sırada yere düşen afişi görmem hayatımın değiştiği andır!…
Sonrasında 1997'de aldığım bir telefonla bu defa Radyo Mydonose'un kuruluş ekibine geçtim. Zaten aslına bakarsanız bir radyonun en yorucu ama en keyifli dönemleri kuruluş zamanlarıdır. Herşeyin tek tek şekillendiğini izlemek ve orada bir rol alıyor olmak dünyanın en güzel şeyi…

ODTÜ Radyo Toplulugunda uzun ve yorucu eğitimden geçenlerdensin, sonrasında topluluk başkanlığı ve gecen yıl topluluk derslerine Banu Tarancı'yla birlikte konuk olarak katıldın. Neler hissettin? -Çok keyifli bir söyleşiydi doğrusu-

ODTÜ Radyo Topluluğu bence bu işi Türkiye'de yapan en iyi "özel" kurum… Orada derslere katılırken sadece radyo yayıncılığı adına değil, hayatımla ilgili de çok fazla şey öğrendim… Belki de bu yüzden hala gönülden bağlıyım, ve bir gün sektörün içindeki çıkmazlardan çok sıkılırsam yeniden oraya dönüp başladığım yerde bu işi bitirmek hep aklımda kalacak… Biz orada bir üniversitede hiç gerçekleşmemiş şeyleri başlattık, ve şimdilerde yeni gelen ekipler bizim yaptıklarımızdan çok daha fazlasını, çok daha iyi bir şekilde yürütüyorlar… Başlangıç noktasını bütün sıkıntılarıyla birlikte yaşamış birisi için şu anki durumu görmek gerçekten gurur verici…
Topluluk her yıl Radyo Dersleri kapsamında derslere konuk ediyor beni, ben de her seferinde bir başka programcı arkadaşımla gerçekten büyük keyif alarak gidiyorum deneyimlerimi paylaşmaya… Çok klasik olacak belki ama, ben o sıralarda otururken en az onlar kadar istekli ve heyecanlıydım, ve o anda benim önümde "bir zamanlar bu sıralarda oturan birisi şimdi orada" ikonu yoktu. O sıralarda oturan yüzlerce kişiden sadece bir tanesinin hayatında bir tek şeyi iyiye götürebilecekse söylediklerim, inanın bana herşeye değer. Aynen yayında söylediklerimle o gece bir tek kişinin bi parça gülümsemesini sağladıysam herşeye değeceği gibi.
Bir de o söyleşilerde şunu belirtmeye çalışıyorum; evet dışarıdan göründüğünden kesinlikle daha zor ve uğraş gerektiren bir meslek bu, ama dünyanın en keyifli, en mutluluk veren işlerinden birisi yayıncılık.

Türkiye'nin önde gelen üniversitelerinden ODTÜ'den Kimya Mühendisi sıfatıyla mezun olup, farklı bir dünyada yer almak riskli bir karar değil miydi sence de? Risk almayı sevenlerden misin?

İnsanın oturup düşünerek ve isteyerek yapmaya karar verdiği hiç birşey risk değildir bence. Sonunda ne olacağını tahmin edemeyebilirsiniz ama istiyorsanız, denemelisiniz. Denememek daha büyük bir risk aslında.
Dürüst olalım, ben henüz mezun değilim. ODTÜ'nün tarihine geçecek bir öğrenci olma yolunda son basamaktayım. Kimya Mühendisliği yapmayacağımı 2. sınıfa başlarken anladım zaten. Fakat, Türkiye'de yayıncılık anlamında özel sektörü destekleyebilecek bir eğitim veren üniversite ya da bölüm bulamadım o dönem. Şimdilerde üniversitelerde ilgili bölümlerin daha iyi eğitim vermeye başladığını düşünüyorum, ama o zaman şartlar bana uygun değildi. İkincisi de, bu kadar emek verdiğim ve hayatımı bu kadar değiştiren bir okulun mezunu olmak ve diplomasını almak istedim, bu yüzden okula devam ettim.
Zaten bir gün bir şekilde yayıncılıktan vazgeçsem bile fabrikaya kapanmak gibi bir niyetim yok. Ortaokul başlangıcıyla birlikte okulla aynı zamanda sürekli yapmış olduğum işler, ve kazanmış olduğum "mesleki tecrübeler" var, onları şu anda da zaman zaman değerlendiriyorum… Bir kebapçı açarak herşeyden önce para tasarrufu yapabilirim mesela.

Biraz da Night Fever'dan bahsedelim istersen. Hafta içi her akşam 22-24 arası eskiyen gün yerini geceye bırakmaya hazırlanırken iyimser, sıcak sesinle bize özel dakikaları daha da keyifli yapanlardansın. Her akşam anlatığın hüzünlü ya da çarpıcı, bazıları belki başka hiçbir yerde duyamayacağımız, öyküler Night Fever'ın olmazsa olmazlarından. Kendi yazdığın öyküler de var mı?
Başlangıçların ve bitişlerin çok önemli olduğuna inanıyorum. İnsanlar günü "gülümseyerek" bitirebilmeliler, çünkü keyifli uyursanız, güzel uyur, ve keyifli uyanırsınız.
Yanımda sürekli bir not defteri taşımıyorum, ama gün boyunca bana keyifli görünen şeyleri -mutlaka onu "benim anlattığımı" ayrıdettirecek bir yorumla- yayına dahil ediyorum, yani bir anlamda "yaşayan" bir program yapıyorum. Ama marifet gazeteden gündemdeki ilginç bir haberi alıp da okumak, duymayanlara duyurmak değil; onu "sizin yorumladığınızı" insanların aklında bırakabilecek şeyler yapabilmek. Yoksa Türkiye'nin neredeyse tamamı okur-yazar artık. Bu ülkede yaşıyorum, ve bu ülkenin insanlarını ilgilendirecek herşey beni de ilgilendiriyor.
Öykülere gelince… Bu konuda tevazu göstermek istemiyorum, kimse böyle şeylerden haberdar değilken öyküler okuyordum yayınlarımda, şimdilerde sabah programcıları bile dahil etmeye başladılar programlarına. Yine bir fark var ama; elbette bilindik öyküleri de birtakım şeyleri tekrar farkedebilmemiz, yeniden hatırlayabilmemiz adına zaman zaman yeniden okuduğum oluyor, ama genelde yayındaki iki öyküden bir tanesi kendi yazdıklarımdan seçiliyor. (Ve açıkçası bunu duyanların şaşırıyor olması da beni çok keyiflendiriyor.) Bir sır verelim; istisnaları tabi ki vardır, ama ne zaman yayında isim vermeden "yazar demiş ki…." diye başlayan bir anons varsa, Selim'in yazdığı birşeyler geliyor demektir.
Ve en çok sorulan sorulardan birinin cevabı; evet, o öyküleri kitaplaştırmak gibi bir proje var, ama çalışmalar biraz zaman alıyor. Belki de yakında...

Türkiye'nin en yenisinde Radyo Mydonose'da Selim on air... Radyo kanallarını degiştirirken Radyo Mydonose frekansına bakmadan, nerede oldugumuzu anlayabiliyoruz. Sence bunun sebebi ne? Hep aynı çizgide (latin ağırlıklı) müzik yapmak avantaj mı?

Bence istikrar her konuda çok ama çok önemli. Elbette dünyadaki gelişmelere kayıtsız kalınamaz, kalınmamalı, ama her radyonun bir karakteri olmalı. İnsanlar ne olacağını merak etseler de, nasıl şeylerle karşılaşabileceklerini bilmeliler, "kötü" sürprizlere yer olmamalı. Türkiye'de sektör yeni yeni oturuyor, ve yasanın çıkmasıyla birlikte bir doğal seleksiyon başlayacak. Bu işi gerçekten hakkını vererek yapamayan radyolar mecburen kapanacaklar, ve sektör işi bilerek ve hakkını vererek yapanlara kalacak. Ardından da Amerika'da olduğu gibi Türkiye'de de çok yakında sadece belirli müzik türlerinin yayının yapan radyolar oluşacak, bu kaçınılmaz bir gerçek.
Radyo Mydonose bu anlamda zaten bir adım önde gidiyor. Ama dahası, biz Dünyadaki Latin müzik akımın Türkiye'de ilk keşfeden radyo istasyonu olduk ve öncülük yaptık. Aslında Radyo Mydonose "Middle of the Road" tarzında yayın yapıyor, yani her tarzın en iyilerine yer veriliyor yayında, ama latin ağırlıklı olduğumuz da bir gerçek. Sonuçta bu bir seçimdir, ve biz bir Akdeniz ülkesine en çok yakışacak müzik tarzını seçtiğimize ve bunu başarıyla uyguladığımıza inanıyoruz; araştırma sonuçları da bunu gösteriyor…

Peki Selim nelere maydonoz olur?

Son aldığın albüm... St. Germain-Tourist
Son gittiğin film... Elbette Harry Potter (herkes gibi!…) ve Kızıl Ejder
En sevdigin yemek... Bilimum kebaplar ve salatalar, ama annemin biber dolması, ve kız arkadaşımın spesiyal sucuklu yumurtası!…
Favori aktristin... Bir dakika bile düşünmeden Charlize Theron!…
Son okuduğun kitap... Erkekler Dile Gelse - Alon Gratch ve Mutluluk - Livaneli

Peki programlarının kilit noktaları var mı? 'İşte en çok bu anını seviyorum...' dediğin...

Öyküler gerçekten çok ilgi çekiyor ve merakla bekleniyor, öykünün bittiği tam o anda insanların akıllarından neler geçtiğini hayal etmeyi çok seviyorum. Bir de bazı olaylara kimsenin farkedemediği yerlerden baktığım oluyor, o ayrıntıları yayına taşırken gerçekten çok keyifleniyorum.
Ve, yıllar geçmiş olmasına rağmen hala ilk anonsuma girmeden önce kalbim daha hızlı çarpar. Bu heyecanın hiç geçmemesi en büyük dileğim, çünkü o zaman bu işin sonuna gelinmiş demektir…
Bir de kapanış: "amman hiç birşeyin keyfinizi bozmasına izin vermeyin!…"

Sürekli muzikle iç içe olmak ve işin ciddiyetini mesleğin olduğunu hissetmek özel yaşamında muziği hobi olarak dinlemeni de kısıtlıyor mu?

Müzik dinlemekten değil, ama radyo takip etmekten sıkıldığım oluyor, evet… Ama müzikten vazgeçmek mümkün değil. Allah'tan yayın sesime güvenerek şarkı söylemeye çalışmıyorum, ve yanımda müzik üzerine yorumlar paylaşabileceğim arkadaşlarım oluyor.
Ama gerçek müzik zevkimin Radyo Mydonose yayınından bir parça farklı olduğunu da itiraf etmem gerek!…

Herkesin gizli bir bahçesi vardır. Selim'in bahçesinde ne tür umutlar & hayaller besleniyor? İleriye dönük planların neler?
Internet sayfamızdaki seyir defterimde bir yazı var... Başladığım her işe hakkını vererek sıkı sıkı sarılırım kesinlikle; ama hiç bir zaman "star" olmak gibi bir hırsım olmadı, olmayacak da… Örneğin bir gün beni televizyonda program yaparken görürseniz mutlaka inanılmaz bir para teklif etmişler demektir(!), fakat mutlaka arka planda yapımcı, sorumlu, idareci gibi isimlerin arasında rastlayacaksınız.
Gerçekten çok çalıştım, ama çok da şanslıydım; Radyo ODTÜ ve Radyo Mydonose gibi çok çok iyi radyolarda gerçekleştirdim hayallerimi; reddettiğim cazip teklifler için de hiçbir zaman pişman olmadım.
Geriye bir tek şey kalıyor; sağlığım buna izin verdiği sürece yayınlarıma bıkmadan ama yenileyerek devam etmek, yazdıklarımı bir şekilde paylaşmak ve birilerinin de benim gibi hayallerini gerçekleştirebilmesi için onları yönlendirebilecek organizasyonların içinde yer almak…

Radyoların en yenisinin sıcak ses tonu ve sempatisiyle hiç eskimeyecek ismi Radyo Mydonose'un tatlı program yapımcısı & DJ Selim Karakaya'ya keyifli sohbeti, ayırdığı zaman ve ropörtaj için ilk mail attığımda gelen içten, bir o kadar tevazu gösteren sıcak yanıt için teşekkürler...

15 Haziran 2009 Pazartesi

"Yürüyorum Düş Bahçeleri'nde..."

Yüzünüz ne kadar da aşina
Avucumun içine alıp öpmüş olabilirim
Gözünüz öyle uzak bakmasa
Sizi tanıdığıma yemin ederim

Biraz şımarıklık yapsam, albümü piyasaya çıkmadan dinleyebilen şanslılardanım desem, (muhtemelen siz de bana "ne var ki, kesin internete düşmüştür" deseniz... ve ben susma hakkımı kullansam...),

Ve, bu yaz herkesin ne dinleyeceği, özellikle de gece sohbetlerinde "rakıya meze"nin ne olacağı Sezen Aksu'nun bu albümü dinlenince açıkça anlaşılıyor desem...

Bir de "yüzün ne kadar aşina, avucumun içine alıp öpmüş olabilir miyim?" diye sorsam...
(Bir de not; bu albümü ve piyasaya yeni çıkan birçoklarını herkesten önce "exclusive" olarak gnçplay'de dinleyebilirsiniz. Bu işin "ortaya çıkarıcısı" Özgecim, seninle gurur duyuyorum desem?...)

20 Nisan 2009 Pazartesi

Scott D. Davis & Nothing Else Matters

Bugünlerde müzik dinlediğim her yerde, bilgisayarımda, mp3 playerımda, arabamda, heryerde o var...
Tek kelimeyle, olağanüstü:

(en az aşağıda gördüğünüz, ya da gününe göre göremediğiniz video kadar olağan-dışı- olan şey de benim hala mantığa oturtmakta zorlandığım site yasakları. Youtube sözde yasak, ama herkes bir yolunu buldu ve izliyor. E o zaman ne anladık bu yasaktan?
Ben yine de kuralcı bir adam olarak sevdiğim bir başka video sitesi olan Dailymotion kullandım. Baktım ki o da yasaklanmış. Diyeceğim şudur ki; aşağıda bir video görebilir ya da göremezsiniz. Bu tamamen ülkemizdeki teknolojik yasaların yönetim zihniyetiyle doğru orantılıdır. Zihniyet ne kadar doğruysa, sayfa da o kadar doğru olacak ve çalışacaktır.)


Nothing Else Matters - Scott D. Davis
Yükleyen Anna_c

U2 3D

Hiç bir zaman hiçbir isim ya da gruba "fanatiklik" derecesinde hayranlık beslemedim. Ancak iki grubun hayatımda önemli bir yeri var; Dire Straits ve U2!
Dire Straits'ten "Private Investigations" ne zaman bir yerde karşıma çıksa herşeyi bir kenara bırakırım. "On every street" ya da "You and Your Friend"in içindeki soloların kıymetini bile biriyle karşılaştığımda sarılasım gelir. (tamam, biraz abarttım kabul.)
Ya da, U2'nun "Rattle and Hum" albümü özgürlüğe kaçış albümü gibidir benim için, hayatımın değişim dönemine fon olmuş, hepsini ezberlediğim şarkılarla bana "yol arkadaşlığı" yapmış bir albümdür. O yüzden benim için herkes gelir geçer (hayatımda satın aldığım ilk kasetin sahibi, Chris de Burgh bile!), ama U2 hep baki kalır...

İşte o U2'yu birkaç yıl gecikmeli de olsa, canlı (gibi) izleme fırsatı yakaladık U23D sayesinde. Onları Türkiye'de canlı görme şansımız yakın zamanda görünmüyor. Örneğin bu yaz turnedeler, Bulgaristan'a kadar geliyorlar. Ama bırakın teklifleri reddetmeyi, dinlemiyorlar, görüşmüyorlar bile. İşte bu yüzden çok önmeliydi benim için U23D. Çok iyi şeyler bekledim, beklediğimden de fazlasını buldum.
Evet, o kadar yakın ve 3 boyutlu görünce, aşağıdaki fotoğraftaki garip hallerinde olduğu gibi onların da normal insanlar gibi olduğunu farkediyorsunuz gerçekten. Belki ifade ederken garip geliyor ama Bono'nun pantalonundaki kırışıklar, The Edge'in bizim sosyete pazarlarında satılan türden eşofmanı, Larry Mullen'ın her an uzatıp alacakmışsınız gibi yakın duran ve parlayan bagetleri, Adam Clayton'ın uzanıp dokunabileceğiniz kadar yakında duran parmakları, ya da önünüzde sevgilisinin omzuna çıkan genç kızın buruşuk tişörtü... (Sahne biraz uzayınca elinizle dokunup, azcık kayar mısınız demeye niyetleniyorsunuz, o kadar gerçek.)
Ama tüm bu anlattıklarımın ötesinde, muhteşem bir ses kalitesi ve konserde olsanız tadını bu kadar çıkaramayacağınız görsel bir şölen... Pride başladığında gerçekten kalbiniz duracak gibi oluyor, Sunday Bloody Sunday'de çığlık atmaya niyetleniyorsunuz. With or without you'yu Bono sanki o akşam eve misafir olmuş size mırıldanıyor, One söylenirken The Edge'den gitarı alıp iki tıngırdatacak gibi oluyorsunuz...
Çok geç geldi, ve çok çabuk bitti... İkinci, üçüncü defa izlemeye niyetlenirken bittiğini duymak hayal kırıklığıydı, ama kaderde hiç görememek de vardı, o yüzden ziyadesiyle mutluyum efendim. Dünya gözüyle Bono'nun kemerinin tokasını gördüm, elimi uzatsam dokunacaktım, daha ne olsun!
Şimdi sırada turnenin bir ayağını izleme planları var. Tabi askerden henüz gelen, işe henüz başlayan biri dünyanın sıradanlaşmış kurallarından ne kadar kaçabilir, ne kadar kaytarabilirse...