Deneyim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Deneyim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Bir Konserin Öncesinden Gelenler, Ardından Kalanlar...

(Bu okuyacağınız objektif bir konser yazısı değil, bir şarkının son derece bireysel tarihçesidir.)

1994 yılında, henüz radyo yayıncılığına başlayacağıma dair bir somut ibarenin olmadığı günlerde, okulda derslerin erken bitebildiği nadir günlerde kendimi eve atabilirsem, radyoda Emre Kuytu’yu yakalamaya gayret ederdim… Emre, bir iki defa “The Cranberries” adında bir gruptan bahsetmiş ve “Linger” isimli şarkısını çalmıştı. Linger, The Cranberries’in 1993 yılında piyasaya çıkardığı ilk albümünde yer alan ve onları yavaş yavaş dünyaya tanıtan şarkılarıydı. Bu şarkıyı ilk dinlediğim günlerde zar zor para biriktirerek aldığım o zamanların unutulmaz Now serisinin 27. albümü, “Now, That’s What I Call Music 27”, sonrasında albümlerini edinerek keyifle dinlediğim birçok isimle ilk kez buluşmamı sağlamıştır. O albümde arka arkaya iki şarkıyı defalarca dinlemiş olmamın bana yeni yollar açtığını çok net hatırlıyorum; “Richard Marx – Now and Forever” şarkılara hikayeler yazmamı, “The Cranberries – Linger” da ODTÜ’deki müzik topluluklarına (ve devamında o ekibin ortaya çıkardığı ODTÜ Radyo Topluluğu projesine) biraz daha ilgi göstermemi sağlamıştı. Bu iki şarkının ve dolayısıyla Now 27 albümünün hayatımda önemli bir yer edindiğini düşünmüşümdür hep.

Ben, The Cranberries’in şahane isimli albümü “Everybody else is doing it, so why can’t we” ile böyle tanışırken, grubun beyni Dolores O’riordan da yeni bir şarkıyı tamamlamak ve yeni albümle birlikte piyasaya sürmek üzereydi. 1993 Mart’ında The Cranberries İngiltere turnesindeyken Warrington’da IRA’nın bir bombalı eylemi gerçekleşmiş, 3 yaşındaki Johnathan Ball olay yerinde, 12 yaşındaki Tim Parry de olaydan 5 gün sonra hastanede hayatını kaybetmişti. Dolores, çok etkilendiği bu olaydan yola çıkarak yazdığı Zombie’yi 1994 tarihli No Need to Argue albümüne koymak üzere son düzeltmeleri yapıyordu. Tüm şarkılar tamamlandıktan sonra piyasaya çıkan albüm, Avrupa’da beklenen ilgiyi fazlasıyla görmüş, başta Zombie olmak üzere birçok şarkı listelerin üst sıralarında kendine yer bulmuştu.

Hikayenin buradan sonrasını paralel götürelim. ODTÜ Radyo Topluluğu Nisan 1994’te kuruldu ve Mayıs ayında kalabalık bir grup yıl sonuna kadar sürecek olan çalışmalara başladı. Her biri müziğin içinden gelen yönetim kurulunun teknik hazırlıklarının yanında o dönemler “Radyonun Delisi” ile Ankara’da bir efsane haline gelen Aykut Oğut bu ekibe destekleyici dersler vermeye başladı. Ekip yıl sonuna kadar hem “doğal seleksiyon” hem de çeşitli elemelere maruz kalarak iyice azalacak, Radyo ODTÜ Ocak 1995 sonunda ilk şarkılarını çalmaya başlayacaktı.

Özellikle kampüste ve mezunlar arasında büyük bir heyecanla karşılanan radyo, müzik tarzı olarak AC formatını benimsedi. Böylelikle ODTÜ’de hep varolan rock ruhundan uzaklaşılmayacak ama sert şarkılar çalınarak kitlenin kısıtlanmasının da önüne geçilmiş olacaktı. Bu ince çizgi bazen yönetimin ciddi tartışmalar yaşamasına sebep oluyordu. Bazı şarkıların çalınıp çalınmaması konusu gerçekten karar verilmesi en zor ayrımlardan biri olarak gündemi meşgul ediyordu.

Bu tartışmalar devam ededursun, 1995 MTV Müzik Ödülleri töreninde en iyi şarkı ödülünü Zombie ile The Cranberries kazandı. Ve o an itibariyle Türkiye’de de bu şarkı gerçek anlamda patladı. Her istek hattında karşımızda en az birkaç tane Zombie görüyorduk ancak yönetim, bu şarkının bizim rotasyonumuz için sert olduğu kararını verdiğinden dolayı çalamıyorduk. İşin ilginç tarafı, yayından çıkan herkesin walkman’inde Zombie dinlenmesiydi! Bu dönemde yayıncılar ve dinleyiciler yönetime Zombie isteklerini açıkça defalarca belirttiler ancak en hit döneminde Zombie uzunca bir süre Radyo ODTÜ yayınında çalınamadı.

Radyo ODTÜ yepyeni bir ekol olarak hızla yükselirken, biz de kendi adımıza yeniliklerle tanışmaya başladık. Yayında az çok tecrübe kazandıktan sonra sıra insanların önünde çalmaya gelmişti. ODTÜ’de o zamanlar efsane haline gelmiş parti olan Mimarlık Balosunda Oğuz Kaplangı’nın yüzlerce kişinin önünde “hadi, bu şarkıyı sen geç” dediği anın benim için ne kadar önemli bir dönüm noktası olacağını o zamanlar fark edememiştim. Devamında önce küçük partilerde kısa bölümler ve ardından da Radyo ODTÜ adına büyük partilerde çalmaya başladım. Aslında yavaş yavaş dans müziği çalınan çeşitli partilere de gidiyorduk ama ODTÜ’de o dönem çoğunlukla rock partileri gerçekleşir, insanlar rock’n roll dinlemek isterlerdi.
Bu dönemde  Zombie’nin başına gelenlerin bir benzeri Zombie’ye göre yayın için çok daha zor bir şarkı olan Spaceman’in de kaderi oldu. Babylon Zoo’nun bu şarkısı, Levis reklamında kullanıldığı için Türkiye’de de çok popüler oldu ancak o da yayında çalınamadı. Biz şarkının ne kadar güçlü olduğunu ancak gittiğimiz partilerdeki tepkileri görünce anlıyorduk.

Bu süreç keyifle devam ederken, İnşaat Mühendisliği bölümünden birkaç öğrenci beni -ilginçtir, çok az vakit geçirdiğim- bölümümde buldular. Geleneksel “Rock Ball” partisinde benim çalmamı istiyorlardı ve afişlerde adımı kullanacaklardı. Sahtekarlık yapacak değilim, gerçekten çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. Radyo zaten her geçen gün daha da popülerleşiyordu, yayıncıların hepsi kampüste az çok tanınmaya başlamışlardı ama adının yazılı olacağı bir afişin günlerce ODTÜ’nün her yerinde asılacak olması başka bir heyecandı benim için. Galiba sonunda oluyordu, istediğim yol karşımda görünmeye başlamıştı…

Ama bir sorun ortaya çıktı! Benim üç-beş tane CD ve Now 27 toplama albümünden başka kullanabileceğim arşivim yoktu. Biz partilere radyo adına gittiğimiz için Radyo ODTÜ’nin eşsiz arşivini kullanırdık. Konuyu hemen yönetime ilettim, ortaya Rektörlük’ün de onayıyla çok pratik ve akıllıca bir karar çıktı: Artık DJ’ler kendi isimleriyle partilerde çalabileceklerdi. Ancak tüm görsellerde radyonun adının da kullanılması şart koşulacaktı. Öte yandan, radyo kendi arşivini de kullanıma sunacaktı ama DJ organizasyondan alacağı ücretin yarısını hem isim hakkı hem de arşiv kullanımı karşılığı radyoya verecekti. Aslında, aradan biraz vakit geçip de topluluk yönetimine girdiğim zaman, bunun yoğun çalışan DJ’lere radyodan olmasa da radyo dolayısıyla para kazanma yolunu açması sebebiyle herkesi büyük bir sıkıntıdan kurtaran yasal bir çözüm olduğunu ve mutlu ettiğini anlayacaktım.
13 Nisan 1996 günü tüm hazırlıklar yapıldı ve parti başladı. Adı üstünde, 60lara ithaf edilmiş partide önce o dönemlerin klasiklerinden çaldım bolca. Zaten eğlenmeye hazır gelen kitle -tekrarı yapılmamış, yapılamamış- dönem müzikleriyle iyice kendinden geçmişti. Ardından güncel hit müzikler çalmaya başladım. Sıra Spaceman’e geldiğinde kitledeki hareketlenme gözle görünmeyecek gibi değildi. Bir yandan miksere konsantre olup diğer yandan gözucuyla masaların üstünden zıplayan, alkolün etkisiyle birbirini iteleyen öğrencileri takip ediyordum. Tam o noktada zamanı geldiğini düşünerek Zombie’yi girdim. Zombie’nin ilk davul bölümü başladığı anda aşağı kattan sesler gelmeye başladı. Aşağıyı göremiyordum ama üst katta da insanların bira bardaklarını havaya savurmaları, çığlıklar atmaları durumun iyice koptuğunu açıkça gösteriyordu. Zombie’nin yarısı geçmişken bodyguard’lar ve bir jandarma görevlisinin yanıma yaklaştığını gördüm. O gürültüde kulağıma yanaşarak “Hocam, biraz yavaş çalar mısınız? Milleti kontrol edemiyoruz!” dediklerinde gülümsemeye başlamıştım! Sonradan öğrendiğime göre Zombie başladığında öğrenciler çığlıklar atarak şarkıyı söylemenin yanında camlara ve kapılara çarpmaya (aslında tabir “girmeye” olacak) başlamışlar. Daha ilginç olan da kırılan camlardan dışarı düşenlerin (giriş kat) hiçbir şey olmamış gibi içeri gelip kaldıkları yerden devam etmeleriydi…

Partinin o şekilde daha fazla devam edebilmesi mümkün değildi elbette. Tempoyu yavaşlattık ve birkaç parça sonra partiyi bitirdik. Benim için her şeyden önce özellikle Zombie’nin gücünü keşfetmemi sağlayan o parti bir anlamda da yolumu açan bir gece oldu. “Rock Ball’da bir DJ çalmış, …” diye başlayan cümleler sayesinde o yıl sağlam bir gelir elde ettiğimi kolay kolay unutamam!

Aradan geçen yıllar bende de, tanıdığım, bildiğim insanlarda da Zombie’nin gücünü hiç kaybettirmedi. Her duyduğunuzda işinizi gücünüzü bırakıp bir anlık es vermenizi sağlayan şarkılardandır Zombie... Elbette The Cranberries benim için Zombie’den ibaret değil. Free to Decide, Ridiculous Thoughts, Salvation, I Can’t Be With You, Linger, Animal Instinct, Promises, Just My Imagination, Ode To My Family ama en çok ve en çok da When You're Gone hayat arşivimde kendilerine çok sağlam yerler edinmiş şarkılardır. Bu yüzden, The Cranberries konsere gelecekse mutlaka gidilmeli, mümkün olan en yakın mesafeden şarkılar dinlenmeli, grup elemanlarının mimikleri izlenmelidir.

Biraz bu isteğim, biraz da üç-beş günlük tatil kaçamağı özlemi beni geçtiğimiz hafta Çeşme yoluna düşürdü. The Cranberries, İstanbul’un hemen ardından 23 Temmuz 2010 Cuma gecesi Çeşme Seaside’da bir konser verecekti. Seaside’a daha önce Radyo Mydonose’un bir promosyon dağıtım kampanyası dahilinde görüşmek için gitmiş ve ortamdan çok etkilenmiştim. Bu yüzden, Unilife’ın konser için çok doğru bir seçim yaptığını düşünüyorum. Yolculuk ve Çeşme notları ayrı bir yazı konusu... Konserle ilgili teknik ayrıntılardan bahsetmem çok da mümkün değil, zira sahnenin hemen dibinde duruyorsanız ses kalitesini ya da seyircilerin şarkılara nasıl eşlik ettiğini anlayabilme şansınız yok. Dahası, bir süre sonra duymamaya başlıyorsunuz, geçici duyma kaybınız da tam bir gün boyunca sürüyor. Ama grubun işini ne kadar iyi yaptığını da uzak mesafeden bu kadar net anlayamayabilirsiniz. Dolores’in hala bitmeyen enerjiyle sahnenin her yerini dolaşması ve durmaksızın dans etmesinin yanında, vokallerin adeta CD’den dinlenir gibi kusursuz kullanıldığına şahit oluyorsunuz. Bir ayrıntının altını çizmekte fayda var; hani “kendileri de çok eğleniyorlar ve bu enerji izleyicilere de geçiyor” şeklinde tanımlanan gruplar vardır ya, The Cranberries öyle değil. Onlar sahnede o kadar da eğlenmiyorlar ama eğleniyor görünmenin ve enerjik olmanın izleyicileri nasıl coşturacağını çok iyi biliyorlar ve bunu çok iyi yapıyorlar.

Dolores’in konserin başında konseri denize girerek izleyenleri gülümseyerek grup elemanlarına göstermeye çalışması, ilk şarkının hemen ardından ertesi gün çocuklarını Disneyland’a götüreceği için çok heyecanlı olduğunu söylemesi, Çeşme’yi çok çok sevdiğini ve mutlaka tatil için de gelmek istediğini belirtmesi, seyircilerin açtığı pankartları görmesi ve yorumlaması, şarkı aralarında “thank you”dan öteye de gidip bir şeyler anlatması, seyirciyle konuşması konserden aklımda kalan küçük ayrıntılar… Bir de VIP alanına konser başladıktan sonra gelen bazı VIP çocukların etraftaki kimseyi dikkate almaksızın şımarıkça “eğlenmeleri”, sahnenin en önündeyken “parasıyla değil mi kardeşim” modunda demir parmaklıklara çıkarak, sırtlarını sahneye dönerek ve insanların görüş açısını tamamen kapatarak fotoğraflar çektirmeleri… Ne çok para kazanan insanlara ne de şımarık insanlara asla bir sözüm olmaz, herkes kendi hayatını yaşar ama bu iki özellik bir araya gelince gerçekten ortaya rahatsız edici bir tablo çıkıyor…

Ve bir not, malum konser boyunca sürekli cep telefonlarına görüntüler kaydediliyor ve fotoğraflar çekiliyor. Bazı ortamlarda söylendiği gibi bunun yerine konserin tadını çıkartmak gerekebilir belki de… Gelin görün ki, insanlar o anı ölümsüzleştirmek istiyorlar, bu kadar basit. Bunun da gereksiz yere eleştirildiğini düşünüyorum.

Her insanın hayatında önemli dönüm noktaları vardır, her insanın size sıradan görünen bazı anlara kaldırabileceğinden fazla anlam yüklemek için haklı gerekçeleri olabilir. Bilenler çok sever; Turgut Uyar’ın bir şiirini Sezen Aksu seslendirirken şöyle söyler;
“hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
hiçbirinizle dövüşemem
benim bir gizli bildiğim var…”

The Cranberries’i, hem de öyle bir ortamda ve Dolores’in mimiklerini görebilecek kadar yakından izlemek, benim için burada anlattıklarım kadar “gizli bildiklerim” doğrultusunda hayatımın en heyecan verici anlarından biriydi. Gerçekleşti, mutluyum…

Bazen, şarkıların basit sözlerine onu kamburlaştıracak kadar fazla anlamlar yükleriz ne de olsa:
“and in the day, everything's complex
there's nothing simple, when i'm not around you…”

9 Temmuz 2010 Cuma

Bir Koli Olmak İstemek!


Bu gördüğünüz, İngiltereden sipariş verdiğim bir kolinin DHL web sitesinden an be an izlediğim kıskandırıcı yolculuğunun dökümü...

Sonuç 1: Yurtdışı siparişlerinde DHL biraz yavaş çalışıyor ancak online takip sistemi bunu gözardı etmenizi sağlıyor ve daha önemlisi kargonuz sorunsuz bir şekilde elinize ulaşıyor.
Sonuç 2: Yorucu bir dönem geçirdiyseniz ve iç sesiniz "tatil tatil!" diye çığlıklar atıyorsa böyle bir sipariş vermeyin, verirseniz de her gün siteye girip durumunu kontrol etmeyin; fazlasıyla sinir bozucu olabiliyor.

Esas Sonuç: Raki şişesinde balık olamıyorsan, kargo kolisinde paket olmak varmış aslında...

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Bir Şeyler Değişiyor Hayatta...


Birşeyler değişiyor hayatımda… Öyle somut anlamda değil, sizler göremezsiniz. Ben de göremiyorum aslına bakarsanız ama hissetmemek de mümkün değil.
Bir ağrı hissediyorum bazen tam şuramda… Siz göremediniz tabi, ben tarif edeyim; kalbimin bulunduğu yerden birazcık ortaya doğru bir yeri işaret ediyorum. Tatlı bir ağrı demeliyim ama, zaten ne zaman hayatımda bir şeyler değişmeye başlasa orası öyle inceden sızlar, ben de oradan anlarım genelde bir şeylerin artık çok başkalaşacağını.
Birşeyler zorluyor beni bu aralar. Daha tahammülsüz biri olduğumu fark ediyorum bazen, “insanlar nasıl bu kadar anlamsız şeyler yapabiliyorlar” diye sinirleniyorum. Ama sinirimin geçmesi o kadar kısa sürüyor ki, sizler göremiyorsunuz. Öte yandan, aynı oranda da sabır potansiyelim artmış, bunu ben de göremiyordum başlangıçta, yaşadıkça fark ediyorum.
Hep hızlı ve telaşlı yürüyen bir adamdım ben oldum olası. Ama ilginçtir, son zamanlarda adımlarım yavaşlamış, telaşım kalmamış ama sizler göremiyorsunuz. Göremiyorsunuz, çünkü yalnız yürümekten daha fazla keyif alır olmuşum artık, ben bile yeni yeni görmeye başladım zaten. Biliyor musunuz, o kocaman görünen sert darbeler, en yakınındakilerden yediğin zarif kazıklar kadar acıtmıyor insanın canını. Muhtemelen bundan dolayı bir “geride durma hali” hasıl olmuş üzerime. Siz bunu göremiyorsunuz, hatta başka şeylere yoruyorsunuz eminim ama ben de adını yeni koyuyorum zaten, dert etmeyin. Üzülmem ben böyle şeylere.
Doğru aslında, kin de tutmam zaten kimseye ama acaba az biraz sinirli bir adam olmam, kötülükleri biraz daha fazla hafızamda tutabilmem daha mı iyi olurdu diye sormadan edemiyorum. Böyle olunca biraz daha koruyabilirdim kendimi belki. Ama size açık olayım mı, bazılarınızdan bir fazla bildiğim bir sırrım var benim: Kimsenin kimseye kin tutmakla kaybedecek vakti yok!

Vaktin ne kadar çabuk geçtiğini hatırlamak için çocukluğunuzdan çok sevdiğiniz bir şeyleri getirin aklınıza. Şimdi tam karşımda bir televizyon olsaydı mesela ve Susam Sokağı başlasaydı, gülümserdim ben gizli gizli. “Altı… En sevdiğim sayı altı. Haydi şimdi altı şarkısını söyleyelim.” diye başlayıp ardından da renklere geçerlerdi Edi ve Büdü: “Mavi… En sevdiğim renk mavi. Gömleğim mavi. Kalemim de mavi.” Nedense Edi’nin haylazlığının faturasını hep iyi niyetli Büdü öderdi! Ne kadar iyi olursan, o kadar bedel ödersin! Yanlış bir hayat düsturu gibi mi göründü yoksa size oradan? Yanılıyorsunuz, siz göremediniz tabi. Edi ve Büdü gördüler bunu, ben de hayatın iyilere oynadığı oyunların insanı öyle çok da sert çarpmadığını öğrendim onlardan. Sizin göremediğinizi gördüm, çünkü siz etrafınızdaki kalabalıkla oyunlar oynayarak büyürken, benim hiç ilgim olmayan bir insan grubuyla dolu bir yatakhanede, sadece onlardan uzak olmak için seçtiğim en köşedeki ranzanın üst katında farklı bir manzara vardı; olanların arkasında saklananları görmeyi öğrenecek kadar çok boş vaktim oldu benim. Evet, sizin göremediğiniz bazı şeyleri ben görebiliyorum bazen. En sevdiğim renk gerçekten de mavi ama biliyor musunuz, ben 6 rakamını hiç sevmem. 6 dediğini ters çevirirsen başka bambaşka bir rakam olur ve sen ne ara değiştiğini anlamazsın bile! Ona güvenerek yaptığın bütün hesapların altüst olur. Dahası, kimseyi inandıramazsın 9 zannettiklerinin aslında 6 olduğuna. Hayat tombala değil ki numaraların altını çizip, sahtelerinin yerine güzel boncuklar koyasın…

Sayfayı yeniledim, daha açık renkler görmek istiyorum, biryerlerinde de mavi olsun dedim. Ve daha basit… Öyle çok da anlatacak hikayem yokmuş aslında, gerçekten çok basitmiş her şey. Eline kalem almayanlarla benim tek farkımız, benim biraz daha cesaret edebilmemmiş. Ve dahası, bu aslında dipten çıkan bir deniz taşı yazısı değil biliyor musunuz, ama ne yazık ki yine birçoğunuz göremediniz. Bu satırlar,hayatına etrafındaki birçok kişiden daha fazla tutunmuş, -başkalarına gösterebildim mi bilmiyorum ama- bunu kendisine çok net kanıtlamış birinin “hayat da çok güzel aslında bea!” yazısı.
Çünkü bir şeyler değişiyor hayatımda ve ben sıranın bana gelmesini bekliyorum. Büyük değişimler de hep hayatınızdaki küçük ayrıntıları değiştirmeye cesaret etmenizle başlamıyor mu aslında?…

24 Haziran 2010 Perşembe

Radyo için yaşamak, Yaşamak için radyo...


Bilenler bilir, hayatının önemli bir döneminde radyo hayalinin peşinden koşmak için ciddi bir "vazgeçiş" yaşamış biriyim ben... Radyonun benim için özellikle o dönemde neden bu derece önemli olduğu ayrı ve çok uzun bir yazı konusu. Şartlar her zaman şu an olduğu gibi gitmeyebilir, hayatımın sonunda kadar radyo yayıncılığı yaşamımın içinde olamayabilir a o seçimimin hayatıma kattığı her ayrıntı için tarif edemeyeceğim kadar mutlu oldum hep. Ve "radyo işi"nin bana öğrettiklerinin önüme serdiği yeni yollardan sayesinde hiç pişmanlık yaşamadım.
En çok "hayatını bu işle geçindirebiliyor musun, ne zaman başka bir işin olacak" sorularıyla muhatap oldum. Doğru, bazen ek işlere ihtiyaç duydum ama çoğunlukla çalışma arsızlığımdan dolayı radyonun yanında (ve radyonun beni yönlendirdiği) işlerdi bunlar.
Ama tüm bunların ötesinde, o mikrofondan seslenebilmenin büyüsünü insanlara anlatabilmekte zorlandım. Evimin bir köşesindeki kutularda saklanmış zarflarda bazı dinleyicilerimizin yaşam öyküleri ve bizim o öykülere dokunma noktalarımız başka şeylerle karşılaştırılabilecek ve yeri doldurulabilecek sıradanlıktan çok çok ötede... Bir de, o zamanlar hiç sesini çıkartmadan her gece seni dinleyen insanların yıllar sonra onların hayatında neleri nasıl değiştirdiğini anlatmaları. Bu huzuru ve tatmini dünyevi hiçbir güçle elde edemezsiniz, bunun size bahşedilmiş çok özel bir armağan olduğunu hiç aklınızdan çıkartmamanız gerekir.

Ekşi Sözlük'te einherjer isimli yazar "Cavatina" başlığına bir yazı ekledi geçtiğimiz günlerde. Ben de 16. yılımda hala neden radyoya devam ettiğimi soranlara verilebilecek en güzel cevaplardan biriyle karşılaşmanın keyfini yaşadım (bir de, çok sevdiğim ekşisözlük'e neden uzun zamandır yazmadığımın açıklamasını bulmanın rahatlığını).
Her kim ise, "einherjer"e sonsuz sevgilerimle...

lisans yılları, izmir. elimde kitabım yatacağım yine birazdan, radyoda trt fm var ve bundan inanılmaz bir keyif alıytorum. sonlara doğru radyo mydonosea switch ediyorum, selim isminde bir dj, inanılmaz enerjik ve hayat dolu bir ses.
her gece, programının sonlarına doğru bir hikaye okuyor: "hafta içi her gece selim'den bir öykü ;)" diyor fragmandaki güzel sesli kadın ve hikaye aslında tam da burada başlıyor. aşklar, fedakarlıklar, olaylar ve kalıntıları üzerine birbirinden güzel ama klasik, her daim internette metnini bulabileceğiniz hikayeler, peki neden selim'den dinlenir? çünkü harikulade bir sesi vardır, neşeli, keyifli ve canlı bir ton, tabi bunda radyo mydonose'un görece üstün ses kalitesini de unutmamak gerekir.
peki tüm bunların cavatina'yla ne alakası var? anlattığı hikayelerin birçoğu cavatina fonuna kuruluydu ve bu şarkıya ne zaman denk gelsem izmir'e bedava gidip oradan canlı olarak ankara'ya bağlanıyorum, hayat adına yaşanmış ya da yaşanacak, belki göreceğim, belki de yanından dahi geçmeyeceğim, belki imkansız belki de olası, "insan" hikayeleri, "bizim" hikayeleri dinleyip tekrar geri geliyorum.
peki dinlediğim ilk hikayelerden biri neydi dersiniz?
ekşi sözlük'e merak saldığım yıllar, alımlar olacak, 6.nesil için (miğferdibi değil) ve birazdan da hikayesini okuyacak selim, önce her zamanki gibi referansını veriyor, ekşi sözlükten bir yazarın entrysini okuyacağını söylüyor. merakım cezbedildi, ancak yazarın isminin "terelelli temcik" olduğunu söyleyince bu birazcık da geri çekildi (kimdir nedir bilmiyordum o zamanlar). pür dikkat dinlemedeyim, okumaya başladı, gelişme ve sonuç. sonuç? işte sonuç: nasıl olduysa, senelerdir ağlayamayan ben, oracıkta, hikayenin son cümlesiyle birlikte gözlerimi dolu buldum.
o dönemlerde, her ne kadar yazarı ve dolayısıyla üyesi olmasam da, ekşi sözlük'ü özgürlük bezeli muhalif yapısıyla farklı bulup, her ortamda oraya ait bir yanım varmışçasına savunuyorum. ancak yaşadığım bu radyo macerasıyla ekşi'ye olan ilgim, gerek yazının kalitesiyle, gerekse de böylesi güzel bir ortama girme şevkiyle bir kat daha arttı ve üyesi olmak için extra bir çaba da sarfetmiştim, bunu hatırlıyorum.
benim için ekşi sözlük "bu"'yken, o'nunla olan arkadaşlığımı böylesi bir olayla perçinleyerek bugünlere getirmişken, nasıl olur da onun iyi olmasını istemem ve trash entrylerine karşı savaş vermem ey insanoğlu? kaliteli yazılar oralarda bir yerde.

bahsi geçen terelelli temcik yazısı burada.

7 Haziran 2010 Pazartesi

Bir Londra Yolculuğunun Ardından...

Hani hayatının önemli bir dönemini yurtdışı seyahatlerinde ve yoğun iş görüşmelerinde geçiren takım elbiseli işadamları vardır ya (hiç özenmedim) ya da çeşitli tanıtım organizasyonları sebebiyle yeni bir şeyler keşfetmek için kısa ama sık seyahatlere çıkan basın insanları vardır ya (bunlara özendim işte);
hiçbir zaman hayatında sürekli yurtdışı yolculukları bulunan biri olmadım… Hayatımdaki ilk Türkiye ötesi yolculuğum Amerika’ya olduğu için o heyecanım biraz törpülenmişti sanırım. Sonrasında hep yaşamak istediğim şehirle, Londra’yla tanıştım. Bundan 10 yıl öncesindeki birkaç günlük bir basın gezisinden ibaret olan Londra yolculuğum benim için çok karamsar bir dönemde adeta piyangodan çıkmış ve yeniden uyanarak hem kendime güvenimi, hem de hayattan keyif alan yanımı tazelememi sağlamıştı. Onlar hiç farkında olmasalar da, sadece “normal” davranarak ve beni sadece “olduğum gibi” görerek kendime gelmemi sağlayan Pınar ve Selma ile tanışmamız da o seyahat sayesinde olmuştu (ki hep söylerim, her ikisi de bu ülkenin en şahane insanlarındandır benim için!... Bir şekilde hayatımda olmaları büyük şans.)
Aradan geçen uzun zaman sonrasında Londra’ya önce Şubat ardından da Mayıs ayında iki yolculuğum oldu. (Vizeye o kadar para verdik, hakkını verelim bari durumu!) İlkinde abi-kardeş ikilisinden sonradan arkadaş çıkamayacağını uygulamalı olarak test ettik, ikincisi ise ilkinde yapılamayanlar için oradaki şahane arkadaşım Özge ile bir telafi niteliğindeydi. Şansınız varsa Londra’yı onun gibi biriyle gezer, “Eyes Wide Shut” havasındaki son derece VIP etkinliklere katılır, şehrin göbeğinde kimsenin bilmediği mahsenvari pub’larda şarap yudumlarsınız.
Hayatımdaki hiçbir seyahatim “turist” formatında olmadığı ve hatta en favori eylemim “bilmediğin caddelerde sokaklarda saatlerce yürüyerek ortalığı kendince keşfetmek” olduğu için Londra’da 3 gün boyunca güneşin hiç kaybolmamasının bana sunulmuş bir şans olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden burada Thames nehri kenarında yürümekten, Tate Modern’i ziyarete, Kensington Park’ta piknikten, Hyde Park’ta uzun yürüyüşe anlatacağım şeyler kimseye cazip gelmeyecektir. Ya da Londra hala Avrupa’nın en pahalı şehirlerindenken bana 10 yıl öncekinden çok daha ucuz gelmesinin sebebinin Türkiye’de hayatın ne kadar pahalılaştığını göstermesi çok da orijinal bir tespit olmayabilir. Ya da her köşebaşında bir Türk görmek ve oraya yerleşmiş Türkler çaktırmadan yola devam etmeye çalışırken turistik amaçla gelenlerin nedense birbirleriyle bağıra çağıra konuşuyor olması da tahmin edilemeyecek bir durum değildir. Ya da HMV’de geçirilen 1 saatin London Eye için sırada beklemekten daha değerli olduğunu burada kimseye anlatamayabilirim. Genelde bilindik tatillerden farklı formatlara büründüğüm için bu tür tavsiyelerde pek de iyi olduğumu düşünmüyorum zaten.
Ama tüm bunların ötesinde, bundan 10 yıl önce beni silkeleyip kendime getiren bir şehirde tek başıma yürüdüğüm anlarda bir tek şeyi çok iyi anladım; arada bir uyanmak ve kendi değerinizi fark edebilmek için somut ikazlara ihtiyacınız varsa (ki emin olun herkesin var) ve bunun ne olduğunu bilmiyorsanız kendiniz yaratın. Hayatınızdaki en cesur adımlarınızı atacağınızda o günü arka fonda sevdiğiniz bir cafe ile bir fotoğraf karesiyle belgeleyin, ya da bir şarkıyla o güne eşlik edin, ya da üzerinizde hep sevdiğiniz bir tişört olsun, ya da bir arkadaşınızdan gelen cesaretlendirici mesajı bir kağıda yazıp buzdolabınıza asın,
ya da bir arkadaşınızsa sizi o noktaya –çaktırmadan- iten, onunla hep bağlantıda kalın, ya da bir şehirse size o cesareti veren, bazen onu ziyaret edin. Ve aslında hayatın her aşamasında o kadar da fazla hesap kitap yapmayın; “oraya” gitmek istiyorsanız hemen bileti alın ve gidin, o paraya değecek inanın… o elbise sizi gerçekten çok mutlu edecekse saatlerce düşünmeyin, sadece bir kez bile giyseniz değecek inanın… konserde o şarkıya bağıra çağıra eşlik etmek geliyorsa içinizde, insanların ne diyeceğini düşünmeyin, utanmanız gerekmeyecek inanın… o yemeği ne zamandır yemek istiyorsanız, biraz fazla kalori almak telafisi imkansız değil inanın…
Ve aklınızdan geçenleri kağıda dökmek, hafızanızdakileri kayıtlara düşmek istiyorsanız, okuyanların ne düşüneceğini o kadar da sorgulamayın, sizin geri dönüp baktığınızda neler hatırlayacağınız çok çok daha önemli inanın. İnsanların aklından geçenleri düşündüğümüz kadar kendi iç sesimizi dinlemeyi de öğrendikçe gerçek anlamda yol alabileceğiz…
Ve yürümeyi hakediyoruz, inanın...

13 Nisan 2010 Salı

Taşınmak Volume 1

Bundan kaçarınız olduğunu düşünmeyin. Hayatınızın –en az- bir döneminde mutlaka siz de “ev taşıyan zavallılar” kervanına katılacaksınız. Türkçe kullanımı sizi yanıltmasın ama kolaya da kaçırmasın; fiziksel olarak eşyaları taşıyan olmasanız da aslında evi taşıyan sizsiniz, bunu sakın unutmayın! Sorumluluğu kimseye atamıyor, bu işi kimseye satamıyorsunuz…
Yaşadığım süreçte kelimenin tam anlamıyla “deneme-yanılma” yöntemiyle öğrendiklerimin gelecek nesillerin selameti açısından kayıtlara geçmesini istedim. Internete hala güvenemediğim için, önerilerimin asırlar sonra da konuşulmasını sağlamak amacıyla evin duvarlarına da şekiller şeklinde durumu aktarmayı planlıyorum. Evet, ev sahibimin henüz haberi yok. Olmayacak...
1. Eski evin için aldığın ya da yaptırdığın perdelerin hiçbir işe yaramayacak. Dolayısıyla eve aldığın perdelerin daha sonra nevresim, kanepe örtüsü ya da hiçbiri olamıyorsa yer bezi olabilecek kumaştan seçilmesine dikkat et.

2. Eve yeni malzemeler alacaksın. Bazıları için internet alışverişi yapmaktan korkma ama kargo şirketlerinden kork! Asla sana söyledikleri saatte verdiğin adreste olmayacaklar! Zaman doğruysa adres yanlış olacak, adres doğruysa söyledikten bilmem kaç saat sonra gelecekler. Onların söylediklerine güvenerek işten izin almaya kalkışma! Öte yandan, nasıl olsa geç geliyorlar diye söyledikleri saatten 3-5 saat sonrayı planlama, emin ol ki o zaman da vaktinde gelecekler.

3. Kapıcıyla tanış ama samimi olma. İyi insan tablosu çizersen, sabah herkesin siparişlerini alırken seninkini görmezden gelir. Sen de kapıdaki dikiz deliğinden kapıcıyı izleyerek sinirlerini bozduğunla kalırsın.

4. En üst kattaysan asansörsüz bir ev olsun. Sana kesinlikle iyi gelecektir ama eşya taşıyanların hepsinin içinden tüm akrabalarını hatırlayacakları gerçeğiyle yüzleş. Ayrıca vazgeçtim kendini kandırma, o kadar kat her gün yürüyerek çıkılmaz!

5. Şehrinde IKEA yoksa da eline bir IKEA katalogu al, istediğin ürünleri seç, web sitesine gir ve siparişi ver. Hem süper bir hizmet, hem iyi ürünler almış ol, hem de eklenecek kargo ücretine rağmen daha uygun fiyatlı bitir. (Vay be, advertorial gibi karıştırdım araya IKEA’yı!)

6. Eski televizyonunu annenlere verdiysen ya da taşıma esnasında –hay Allah- camı kırıldıysa (“abi pardon ya, bizim arkadaşlar taşırken sizin plazmayı kırmışlar, kusura kalma” gibi bir cümle duymak hayal değil, emin ol!) ve sen yeni bir TV almaya niyetlendiysen sakın internete, forumlara, elektronik marketlere dalma. Gözlerini kapat, bir alışveriş merkezine dal, gözünü açtığında gördüğün ilk televizyonu al. Fazla araştırma yapınca da sonunda bu noktaya geliyorsun bana inan.

7. Visco yatak deneyimiyle yüzleş, ama bu süreçte kendini kaybetme! “Bir yatağa bu kadar verilir mi, oha!” cümlesindeki “oha” sınırını aklından çıkartma.

8. Eski eşyaları kolilerden çıkartmanın yenilerini almaktan daha zor ve masraflı olacağını bil. Kendine göre bir taktik geliştir; mesela kolinin en üstündeki paketi aç, çıkan bardağı sevmediysen bütün koliyi at gitsin. Ha bir de şu ihtimal var; koliden ilk çıkan maddeyi hayatında ilk defa görüyorsan bil ki o sana taşımacı firmanın hediyesidir. Ama her hediye karşılığında senden de bir koli gurbet ellerde yabancı yatak odalarını süslüyordur. (Yazı ilgi çeksin diye biraz erotizm katmayı deniyorum ama olmadı galiba. Kontes konsepti çalışmam gerek…) Dua et ki, gelenler gidenler parabolik eğrisinin kuyruğu sana dönmüş olsun. (iyi bir şey söylemeye çalıştım galiba.)

9. Sürprizlerin tadını çıkartmayı ihmal etme. Örneğin kolilerden aynı filmin paketi açılmamış iki adet DVD’si çıkıyorsa bunu aptallığın ya da hafıza geriliğin olarak yorumlama, yorma kendini… Durumdan vazife çıkart, eline takvimi al ve en yakın hangi arkadaşının doğum günü varmış onu öğren. Gerisi sana kalmış, her şeyi de ben anlatamam!

10. Elinde bir metreyle yaşamayı öğren. Evin her köşesini ölç ve sonra metreyi topladığın anda ölçüyü unut. Yeniden ölç, bir kenara not al, sonra nereye not aldığını unut. Biraz akıllan, yeniden ölç, cep telefonunun not bölümüne yaz, başlığını yazmayı unuttuğun için hangisinin ne ölçüsü olduğunu anlama. Yeniden ölç, her şeyi doğru not et, yapı markette gerekli malzemeyi al, eve geldiğinde tezgahtarın sana ters ölçü verdiğini gör. Beklentilerini küçültmeyi, tesadüflere inanmayı öğren, hayatını yönlendiren cümleler değişsin: “Ya usta, benim bi pencere var şöyle 2-3 metre filan, perde de yere kadar gelmesin, ne bileyim böyle kalorifer peteğinin ucun dokunsun ama ben pencereyi açarken o uçtan hafifçe süzülerek kapı pervazlarına doğru kıvrılsın… Ne lazım bize?” tanımıyla istediğin perde pencerelerine “cuk” otursun.

11. İnternet ve telefon bağlatırken sürprizlere açık ol. Neredeyse yalvara yakara “vallahi işimden izin aldım, bugün ya da cumartesi gelmezseniz bir daha evde bulunamam ben ” nidalarına “valla 3 gün içinde gelirler” cevabı aldığında sakın “cumartesi dahil mi, yani 3 gün mü, 3 iş günü mü? Peki cumartesi bir iş günü müdür ha?” sorusuyla karşı saldırıya geçme. Çünkü sonuçta kaybeden yine sen olacaksın ve “valla, aslında cumartesi çalışmıyorlar ama gelebilirler… bazen pazartesi’ye iş bırakmamak için cumartesi de çalışıyorlar.” gibi bir nokta atışıyla cevaplanacaksın. Rahat ol, böyle şeyleri kendine dert etme, çünkü zaten sana “arayıp randevu alın” diye verdikleri numara asla cevap vermeyecek, “sizi mutlaka gelmeden arayarak haber verecekler” bilgisi şaka olacak ve sen cumartesi günü öylesine eve uğramışken kapı çalacak: “abi iyi günler, buradan geçiyorduk da bi uğrayalım dedik. Telefona başvurmuşunuz?” durumu vuku bulacak. Ha zaten sonrasında bağlanan internetin çalışmayacak, destek hattı bin tane laf söyleyip hiç işlem yapmayacak, aptal muamelesi yaparak sana işlemleri anlatmaya çalışan callcenterablası’na “vipiay’ı buldum, 80 yazıyor” dediğinizde o sert tıonlamalarla size “hayır beyefendi, size vepeı diyorum, dikkatli bakın lütfen” fırçası çekecek, daha da ilginç olan “ben arıza kaydı alıyorum, sizi arayacaklar” hanımefendisi telefonu kapattığında “yok canım” diyerek sağdaki “internete bağlan” butonuna tıkladığında aslında internete zaten bağlanmış olduğunu fark edeceksin.

12. En basit ama gerekli zamazingoların zamanla aklına geleceği ve genelde ilk ihtiyaç anında orada olmayacakları gerçeğini kabullen. Paspası almayı yeni temizlediğin eve usta ayakkabılarıyla daldığında, banyo sabununu almayı duşa girip de suyu açtığında, tırnak makasını almayı tırnakların iyice uzayıp toplantıda birilerinin gözleri oraya takıldığında, kağıt havluyu almayı masaya yemek döküldüğünde, ütüyü almayı çamaşırları makineye attığında, “açacak”ı almayı miden çatlayıp da soda içmeye niyetlendiğinde, “kerata”yı almayı ayakkabıyı bir türlü giyemediğinde, damacanayı almayı gecenin saat bilmemkaçında için yandığında ve su bulamadığında, çöp poşetini almayı uyduruk market poşeti alttan su damlatınca hatırlayacaksın. Dert etme, her şey bir şekilde yoluna girecek, ölmeyeceksin…

Eve az çok yerleştiğine göre artık “hayatta kalma kılavuzu” altbaşlıklı “Taşınmak Volume 2” bölümünü beklemeye başlayabilirsin. Call Center ablası bir üstün yetenek göstermez ve çalışan sistem bozulmazsa, evimdeki körpecik internet bağlantımın dokunulmamış megabaytlarıyla o bölümü de gururla tamamlamayı planlıyorum.

Kaming suun…

11 Mart 2010 Perşembe

Gerginlik!


Etrafımdaki herkeste fena halde gerginlik havaları seziyorum son günlerde... Öyle ince göndermeler peşinde değilim, tanıdık tanımadık birçok insandan bahsediyorum aslında.

Dün öğleden sonra Bilkent Real’de atıştırmalık birşeyler alırken farkettim bu durumu. Ben orada “çok az pilav, birkaç parça da tavuk alabilir miyim. Ama paket olsun lütfen.” derken yemekleri veren görevli kasadaki diğeriyle ciddi ciddi tartışıyordu. Açıldığından bu yana çizgisiyle diğerlerinden farklı bir yerde olduğu için hep öncelikli tercihim olan bir “hiper”markette bile çalışanların müşterinin önünde tartışıyor olmasını garipsememeyi öğrendim artık galiba ama yine de rahatsız oldum açıkçası. İnsanların –hem de başkalarının yanında- hiç çekinmeden birbirlerini kırmaları, cümleleri anlamlarını ve ağırlıklarını hiç hesap etmeden kullanmaları artık “modern hayat”ın rutinlerinden biri olmuş gibi. Ama ben o rutinin içinde hala kendime yer bulamıyorum, bulmayı da istemiyorum...
Markette çalışanlar önümüzde birbirleriyle tartışıyorlar, kitabevinde yetkili personel kasiyeri önümüzde eleştiriyor, otobüste dolmuşta şoför yolcuyu, yolcu şoförü önümüzde arsızca fırçalıyor, trafikte “hem suçlu hem güçlü” insandışı varlıklar ağızlarının kenarlarından salyalar akarak önümüzde bağırıp çağırıyor, işyerinde patron, okulda öğretmen, evde aileden biri, yanıbaşında sevgili hayata kusamadığı öfkesine önümüzde birilerini –bazen de seni- meze yapıyor;
ama sen her bir cümleni itinayla seçmeye gayret ediyorsun, kimseyi kırmamaya çabalıyorsun, söylenecek sözlerin bırakabileceği izleri aklından hiç çıkarmıyorsun, sakin olmaya gayret ediyorsun... Gel gör ki, sonunda hiç bir şey kazanamıyorsun. Bu ağır “alttan alma” yükünün, yorucu “görmezden gelme” çabanın sana bıraktığı yegane huzur vicdan rahatlığı oluyor. O vicdan rahatlığı da zaten diğer yüklerin altında eziliyor kalıyor.

İtiraf etmemde fayda var, Geceyarısı Öyküleri’nde olduğu gibi başkalarının öykülerini yazarken biraz ajitasyon yapıyor gibi görünebilirim; ve evet, insanların en acıyan yerlerine işaret ederek “işte tam orası bak” demeyi ve onları saklandıkları dünyadan çıkartmayı seviyorum. Ama iş kendime geldiğinde bunu hiç yapmadım. Bunun verdiği rahatlıkla bu defa “o insanlar”a şunu söylemek isterdim:
Emin olun, bizim de en az sizin kadar, hatta çoğu zaman sizden çok daha büyük yüklerimiz, mücadelelerimiz var ve eğer birileri etrafındakileri umursamaksızın hayatla kavga etme hakkına sahip olacaksa, sıra size gelmeden araya alınması gereken insanlarız bazılarımız. Ama bizim sıramızı pas geçmemiz, size bizim üzerimize basma hakkı vermiyor...
Şimdi uyanmak bile hepimize çok şey kazandırabilir, boşa geçen zamanını telafi edebilir;
Günaydın!

26 Şubat 2010 Cuma

Susarak Meydan Okumak Hayata!...



“Sessizliğim ürkütür bazen, tıpkı hiç susmayan hallerim gibi…”

Kalabalıktan kaçan, konuşmaktansa susan biri olarak hayatımı radyo yayıncılığının esaretine vermem bana bile garip gelmiştir hep. Ama hayatı susarak yaşamanın hep daha çok şey anlatmak olduğuna inanmışımdır oldum olası. Sessizlik yorgunluktandır çoğunlukla, anlatacak hikayelerin olmadığından değil!
Konuşacak, konuşabilecek çok şeyin varken ve anlatarak birilerinin hayatında çok şey değiştirebilecekken sessiz kalabilmektedir maharet. Fısıldayarak yaşamayı becerebilmektir yani aslolan.
İyi bir dinleyici olmak, sır tutmakla kapı komşudur. Seni bilenler, seninle paylaşırlar en mahremlerini. Önce dinlediklerinle biriktirirsin, sonrasında okumaya başlarsın hayatları. Aptallığı iyi oynamaya başladığından mıdır, sessizliğinin seni küçük göstermesinden mi bilinmez, konuşmalarıyla üzerine basmayı deneme çabasına girer insanlar. Oysa hiç tanımamışlardır seni. Özellikle de en çok ahkam kesenlere gülümsersin dudaklarının kenarından. Onlar sana acıma derdindeyken, sen onlara üzülüyorsundur fark ettirmeden…

Başkalarının yaşamlarının merkezinde olursun, bir sözünle hayatlarını altüst edecek güç verirler eline, ama sen susarsın…
Zayıflıklarına seni meze yapmak ister kimileri, senin üzerine basarak ayakta kalmaya çabalarlar. Tek sözünle altlarındaki tüm dayanak yıkılacaktır, onu tek bir gerçekle, “zayıflığıyla” yüzleştirmek yetecektir, ama sen susarsın…
Hayatını adarsın birilerine, onun için yaşarsın adeta. Hatalarını görmezden gelir, yanlışlarına gözlerini kapatırsın. Suskunluğunun üzerine oynamaya başlar, ama sen susarsın…
Birileri senden daha çok şey bildiğini kanıtlama derdine düşer. Sana karşı hayat standartlarını yükseltmeye çabalarken, geldiği yerlerin üzerine sinmişliği okunur, ama sen susarsın…
Sahtekar yüzlerle yalancı samimiyetleri sunar kimileri, hem de en yakınındayken. Her şeyin farkındayken, değilmiş gibi yaparsın, onun küçük oyununu izlersin kenardan. Sen dibe vuran kaybeden sıfatını yersin, oysa onu ona yansıtıyorsun sadece, ama sen susarsın…

Konuşarak anlatabileceğinden çok daha fazlası sessizliğinde gizlidir aslında. Konuşarak yerinde sayarken o “birileri”, sen susarak meydan okursun hayata. Varsın “yazık” olsun sana onların baktığı yerden, sen dudak kenarı bir gülümsemeyle devam edersin bildiğin yoluna.

Hem zaten;
“Sessizliğim ürkütür bazen. Tıpkı hiç susmayan hallerim gibi...”

Bir ateşim aslında ben de Yasemin’in söylediği gibi,
Küle sözümü sönerek tutarım…

8 Ekim 2009 Perşembe

2 Ekim 2009 Cuma

Nick Vujijic: "I love living life, I am happy!..."

Hayatın size en acımasız davrandığı (yani aslında sizin öyle zannettiğiniz) anlarda Nick Vujijic'i hatırlayın:



(Türkçe altyazılı versiyonu için buraya tıklayın.)

Sonra da onun web sitesini ziyaret ederek bizim "tüm sahip olduklarımız"la yaptıklarımızı onun "eksiklikleri" ile yaptıklarının yanına koyun...
Sonra biraz daha düşünün...

29 Eylül 2009 Salı

Gemi Beklemek

Bundan uzun yıllar önce (1999 diyelim), henüz sadece sürücü ehliyeti sahibi ama sürücü becerisi yoksunu bir heyecanlı gençken, bir araba almak üzere yola çıkmıştık. Önümüzde iki seçenek vardı, Peugeot 106 ya da Fiat Palio arasında seçim yapmaya çalışıyordum. Peugeot biraz ağır bassa da hayatımda ilk defa duyduğum bir kavram, kararımı yeniden gözden geçirmek zorunda bırakmıştı beni:
"Kusura bakmayın, sizden şimdi peşinat almam gerek ama arabanın elinize geçmesi 1 ayı bulur. Gemi bekliyoruz şu anda..."
Hiç anlam verememiş, hatta kapıdan girdiğimiz andan itibaren son derece ilgisiz davranan "tok satıcı"nın bizi sallamaya çalıştığını, "gemi beklemek" gibi komik bir kavramın gerçek gerekçe olamayacağını düşünmüştüm...
Kimse içime sinmeyen bir şeyi yapmam için ikna edemez beni! Üstüne bir de diğer taraftan bize son derece uygun fiyatlı bir seçenek sunulunca hemen kararımızı vermiştik ve bir anda bir Palio sahibi olmuştum...

O gemiye uzaktan el sallayışımızın üzerinden 10 yıl geçti...
Askerlik dönüşü bir geçici mobillik dönemim vardı, onu tazelemek de tam planladığım gibi sonbahara, yani 2010 model araçların piyasaya çıkış dönemine rast geldi. Birtakım seçenekler değerlendirildi (ki ben bu araştırma sürecinin uzamasından gerçekten çok rahatsız oluyorum, keşke hemen olsa bitse hızlıca her şey!) ve sonunda bir modele karar kılındı. Bir yandan da ÖTV indirimini yakalama çabasında olduğum için, ben tüm işlemleri hızlıca tamamlamaya niyetlenmişken yine o sihirli cümleyle karşılaştım:

"İşlemleri yapalım, indirimi de yakalayalım, ama arabanın gelişi ay sonunu bulur. Gemi bekliyoruz..."


"Hayat aynı şeyleri tekrar tekrar yaşamaktan ibarettir aslında..." gibi bir özlü söz var mı acaba? Yoksa da artık oldu! Muhtemelen o an odada bulunan hiç kimse benim neden gülümsediğimi anlamamıştır, en fazla 3 hafta nasıl bekleyeceğimi düşündüğüm gelmiştir akıllarına... Oysa hayatın tam ortasında hep karşımıza çıkan "dejavu" diye bir kavram var, ben de bir kez daha onunla yüzleşiyorum işte.
3 haftanın dolmasına birkaç gün kaldı. Eğer yolda batmadıysa, gemi limana yanaşmış olmalı! Emin değilim ama büyük ihtimalle şimdi de "tırlara yüklendi, yoldalar" süreci vardır... Bekleyelim ve görelim bakalım...

Bir de son not; hayatınızın her anında (ya da herhangi bir anında) küçük ya da büyük farketmez, bir şeyler isterken dikkatli olun, gerçek olabilirler!

(Fotoğraflar: Gemi yolculuğunu tamamlayarak karayla buluşan New Ford Fiesta'lar...)

22 Eylül 2009 Salı

Bayram Sabahları...

Kimine yaşamın en önemli günleri, kimine sadece kısa bir tatilken,
birçoğumuza iki nesil ortasında, arada derede kalmaktır, bazen de aidiyet yoksunluğudur aslında bayramlar ve özellikle de bayram sabahları…
Çocukluk masumiyetiyle sabah ne giyeceğine akşamdan karar vermek, sabah erkenden kalkıp duş almak, traş olmak,
ama baba sabah namazına camiye giderken kaytarmaktır...

Ramazan sonrası ilk kahvaltıya heyecanla oturmak, koca bir ay boyunca her gece senden önce uyanıp senden sonra uyuyan annene çay koymak,
ama sevgilinin mesajıyla kahvaltı masasında onu yalnız bırakıp konuşmak için kuytu odaya kaçmaktır...

Bayram gelenekleriyle abinin elini öpüp, şaka olsun diye ondan beş lira harçlık almak,
ama yeğenine cebindeki son yirmi lirayı verirken, arkadaşlarla buluştuğunda cebindeki "abi beş lirasıyla" rezil olmadan ne içebileceğini hesap etmektir...

Yıllar boyunca koca sülalenin gururla senden mühendislik, doktorluk, öğretmenlik beklemesinin karşılığını veremediğin halde hep "iyi evlat" olarak sunulmaktan keyif almak, bayram ziyaretlerinin gözbebeği olmak,
ama onların hiç kabullenemeyeceği, anlayamayacağı bir işte hasbelkader iyi yerlere geldiğini anlatamayacağın için erkenden evden kaçmaya çalışmaktır...

Ev baklavasıyla, yaprak sarmasıyla, dişlerine yapışıp bir türlü çıkmayan bayram şekerleriyle dünyada aslında güzel ve masum şeylerin de hala varolabildiğini hatırlamak,
ama o masumiyet üzerine yapıştığı için saçma salak dünyada ne kadar çok ezildiğini, kimse için kötülük düşünmemenin sana nasıl da ağır bedellerle geri döndüğünü farketmektir...

Birbiriyle uyumsuz, yamalı ama tertemiz bayramlık kıyafetleriyle akraba, eş dost ziyaretine giden "sözde varoş"u imrenerek izlemek, çocukluğuna geri dönmek istemek, herşeyi en baştan yaşamaya yeltenmek, bayram harçlığıyla lunaparka gitmek, sinemada ne zamandır beklenen filmi izlemek, hesapsız arkadaşlarla bir kola eşliğinde bilmemkaç saat kafede oturmak, bayram gününe mahsus "akşam ezanından sonra da dışarıda kalabilme" lüksünü sömürmek, eve döndüğünde amcanın dizlerine oturup gözlükleriyle oynamak, akraba ziyaretinden dönerken dolmuşun arka koltuğunda babanın kucağında uyuyakalmaktır...

Ve hafızan sana tüm bu eski ama eskimemesi gereken ayrıntıları hatırlatırken, cep telefonun hiç susmazken, ardarda aynı cümlelerle mesafeli, birbirinin aynı, soğuk bayram kutlama mesajları gelirken, gerçekten samimi bir "nice bayramlara" özlemine hasret olduğunu fark etmektir artık bayram sabahları…

Nice bayramlara…

9 Temmuz 2009 Perşembe

Bir "Çalma" Hikayesi...

Bir hevesle başlamıştır herşey....
Hesap kitap tutmadığı halde matematiğinize ihanet eder, ailenizden ayrı bir eve çıkarsınız. Aslında bir 37 ekran televizyon, bir çift kişilik yatak, ve anneden kapılmış birkaç tavadan oluşmaktadır evin ilk eşyaları, ama dünyayı değiştirecek güce sahip olduğunuzu düşünmeye başlamışsınızdır artık. Ne de olsa en kıymetli hazineniz yanınızdadır; yıllar boyu harçlıklarınızı yönlendirdiğiniz yegane kaynak, müzik setiniz ve eşsiz müziklerle dolu arşiviniz... Kimileri special edition, kimisi size özel imzalı, kimisini şimdi almaya kalkışsanız paranız yetmez.

Öyle bir heyecandır ki o ilk günler, sanki hayatınızın her boş anını evde geçmek zorundaymış gibi hissedersiniz.
Bir gün, bir öğlen vakti dışarı çıkar, normalde restaurantta yemek varken güzel güzel, yemekleri paket yaptırır, hevesle eve dönersiniz. Elinizdeki torbalarla binbir manevra yaptıktan sonra tam da anahtarı kapıya doğru uzatırken bir ayrıntı dikkatinizi çeker. Kapının kenarından normalde olması gerektiğinden daha fazla ışık süzülmektedir apartman koridoruna. Filmlerdeki gibi hafifçe itersiniz parmağınızla, ve ağır çekimde açılıverir kapı...
Gözlerinize daha bavuldan çıkartılıp dolaba yerleştirilmemiş olarak bıraktığınız kıyafetleriniz ilişir önce; annenizin ütüsü bozulmasın diye özene bezene katladığı gömleklerinizin üzerinde çamurlu ayak izleri vardır... Sevgilinizin yazdığı mektuplar, hani kokusu kaybolmasın diye binbir özenle sakladığınız mektuplar yırtılıp yerlere saçılmıştır; muhtemelen para aranmış ve bulunamadığı için öfkeye kurban edilmiş şekilde.
Siz henüz şoku üzerinizden atamamışken, gözleriniz tam köşedeki boşluğa ilişir. Müzik seti... Ve müzik arşivi...
Komşular kapıdan kafalarını uzatıp "iyi iyi, aman iyi ki birşey bulamamışlar, aman geçmiş olsun, kaset maset, sidi midi önemli diil" tadında, tatsızlığında cümleler kurarken, siz onların asla anlayamayacağı bir hüzne gömülürsünüz. İki damla gelir tıkanır gözlerinizin ucuna, anlamayacaklar diye tutarsınız kendinizi. Kime inandırıcı gelecektir ki bir insanın her biri için başka hikayeler yüklediği müziklerinin artık kaybolmasının böyle yaralayıcı olabileceği...

Prosedür işler, polis gelir. Evden neyin eksik olduğunu sorar,lar “CD arşivim” dersiniz, cevabınızı duyunca gülümserler, üstüne bir de vakitlerinin gereksiz yere gasp edildiği düşüncesiyle fırça yersiniz. Sözde parmak izleri alınır, o esnada cebinden walkmaninin ucu görünen genç polis yanaşır sessizce;
"Arkadaşım, seni çok iyi anlıyorum ama altın, para filan olmadıkça sen bu işi unut..."
Siz unutmuş, unutacakmış gibi yaparsınız...
Polisler gider, tek demirbaş plastik sandalyeye oturup evi baştan aşağı gözden geçirirsiniz. Gözünüz bir kenara bırakılmış paket içindeki yemeklere ilişir. Poşeti çöp yapar, çamurlu gömlekleri doldurursunuz içine. Keyfiniz alt-üst olmuştur, ama işte tam da öyle anlarda dinlemek istediğiniz, sizi tedavi edecek müzikleriniz de yoktur artık...
Ne yemeğin tadı kalır, ne müziğin, ne de daha bir gün öncesinde hayatınızı değiştirdiğini düşündüğünüz yeni evinizin. Kendi eviniz yabancı olur size, siz küskün hayata.

Derken yatağınızın başucunda, her gece uyumadan önce eşsiz gülümseyişine bakarak uyukladığınız sevdiğinizin fotoğrafı gelir aklınıza. Bir korku, bir heyecan bastırmaya başlar, duvarlar üzerinize gelir, korkarak yönelirsiniz odaya. Ve, ne mutlu ki, onu bütün güzelliğiyle o fotoğrafta yine size gülümseyerek bakarken görürsünüz.
Heyecanınız o anda yavaşça yatışır, yüzünüzde aptal bir gülümseme oluşur.
Bir insana tüm saflığıyla aşık olmanın, bir sevdayı tüm saflığıyla paylaşmanın dünyadaki en sınırsız güç, en büyük keyif olduğunu hatırlarsınız...
Gülümseyerek evdeki demirbaş sandalyeye oturur, elinize lütfedilerek size bırakılmış telefonu alırsınız. Numaraları ezberden çevirirken, yeni arşivinizin ilk şarkısını bulmuşsunuzdur çoktan;
hayat devam ederken tüm güzelliğiyle,
herşeye rağmen...
(son günlerde etrafta çokça konuşulmaya başlanan hırsızlık olayları üzerine yakın geçmişten bir hikaye...)

4 Temmuz 2009 Cumartesi

Mojo, In Yer Face ve Dib Sahne

Başlıktaki sıranın tersinden başlayalım.

Dib Sahne:
Başkentten uzak kaldığım yaklaşık 1.5 yıllık sürecin ardından geri döndüğümde (öncesinde ve sonrasındaki "uyum" sürecini de katarsak 2 yıl diyebiliriz aslında) itinalı bir "hayata adaptasyon süreci" yaşamaya başladım. Bu dönemde dikkatimi ilk çeken şey Ankara'daki bilindik mekanların popülaritesini kaybetmesi, ortaya yeni cazibe merkezleri çıkmaya başlamasıydı. Hakkında onca şey duymuş, onca etkinlikte adını görmüş olmama rağmen Dib Sahne'yle bir türlü tanışamamıştım. Mojo gecesi, herşeyden önce mekanı görmemi sağlamış oldu. Ve söyleyebileceğim tek şey var, Tunalı-Esat kesişimindeki o "karanlık" kapıdan içeri girerken böyle bir mekanla karşılaşmak aklınızdan bile geçmiyor. Erdal Beşikçioğlu'nun mekanı küçük olmasına rağmen çok şık olmasının ötesinde, güzel tasarlanmış sahnesi ve son derece başarılı ses sistemi hemen göze çarpıyor.

"In Yer Face" Akımı:
Gündelik yaşamı konu edinen, seyirciyi kullandığı dil ve imgelerle şaşırtan her türlü kötülüğün olasılığını sergileyen, tabuları yıkmayı amaç edinen "dolaysız" tiyatro anlayışı olan In Yer Face (ya da In "Your" Face), adını da "herşeyi seyircinin suratına tokat gibi inen" formatta anlatmasından alıyor. En dikkat çekici özellik ise kayda değer derecede müstehcenlik ve şiddet öğeleri de barındırıyor olması. Kökeni 1960'lı yıllara kadar uzanan bu akım, 80'li yıllardan sonra hızlı bir ivme kazanıyor ve özellikle Avrupa'da dikkat çekici oyunlar ortaya çıkmaya başlıyor.

Mojo:
Jezz Butterworth tarafından yazılan, İlham Yazar'ın yönettiği Nusret Şenay, İnanç Konukçu, Ali Yoğurtçuoğlu, Doruk Nalbantoğlu, Berkan Şal ve Sertaç Teker'in sahne aldığı Mojo için önce klasik bir tanıtım:

Olay Londra Soho’da Atlantic adlı bir gece kulübünde geçer. Sokakta şarkı söylerken keşfedilen 17 yaşındaki Parlak Johnny, Atlantik Klüp’ün sahibi olan Ezra tarafından himaye edilmektedir, ancak giderek büyüyen bir hayran kitlesine sahip olan Johnny için başka kulüp sahiplerinin de planları vardır ve gerektiğinde şiddete baş vurmaktan çekinmezler.
Soho’nun gece hayatına, kaybolmuş umutsuz insanlarına, müziğe, uyuşturucuya, cinselliğe ve şiddete hiç de alışık olmadığımız bir dille yaklaşıyor MOJO.
Dib Sahne'nin tamamının oyun alanı olarak kullanıldığı Mojo, Ankara seyircisine tiyatroyu bambaşka bir açıdan seyretme olanağı tanıyor.

Dürüst olmak gerekirse arsız bir tiyatro tutkunu olmadım hiçbir zaman, ama zaman zaman "show tarafı" kuvvetli yapımları organizasyon gözüyle izlemekten çok keyif aldım. Banu'yla beraber yaptığımız programda sıkça bahsettiğimiz ve mekan sahibi Erdal Beşikçioğlu'yu önümüzdeki haftalarda programda konuk edeceğimiz için oyunu görmek istedik. İlgililere ön bilgi olması açısından şu notu da iletmekte fayda var; ilk gün saat 21:00'da başlayan oyuna 21:02'de gelebildiğimiz için mekana giremedik. Yani, mekanın tamamı oyun sahnesi olarak kullanıldığı için kesinlikle geç kalmamanız gerekiyor. (Kapıdaki görevlilerin bu "içeri alamama" sürecinde son derece pozitif ve nazik davrandıklarını da belirtmemiz gerek. Öte yandan, bu geç kalma durumu sayesinde de yıllar sonra ilk defa eski dost efsane mekan Papsi'de bir akşam geçirme şansını yakaladık!)
İkinci gün tüm program ekibi olarak (Banu, Selim, Tamer, Kurtuluş, Miray) tedbirli ve vaktinde oradaydık elbette. Kısa bir bekleme sürecinin ardından biz de tüm konuklarla beraber koltuklara "paylaştırıldık" ve aslında tüm hikaye orada başladı.

Yukarıda da belirttiğim gibi, bir tiyatro oyununu yorumlayacak ve eleştirecek kapasitem de, lüksüm de, niyetim de yok, ama "sahne arkası" ayrıntılardan birkaç not düşmem gerek.
Oyun döner sandalyelerde izleniyor ve aslında olayın en büyük esprisi burada. Mekanın tamamı kullanıldığı ve değişik sahneler mekanın değişik yerlerinde oynandığı için sandalyenizle sürekli değişik yerlere dönüyor ve oyunu değişik açılardan izliyorsunuz. Yani aslında siz de bir şekilde oyunun interaktivitesinin içine katılıyorsunuz. Oyunda (ve oyuncularda) müthiş bir enerji var. Her sahne, her bölüm öylesine tempolu oynanıyor ki bazen hangi tarafı izleyeceğinizi ya da nerede kaldığınızı takip edemez hale geliyorsunuz (bunu negatif anlamda söylemiyorum). Oyun bittiğinde gerçekten kelimenin tam anlamıyla yorulmuş ve "In Yer Face"in iddialı söyleminde olduğu şekliyle "tokat yemiş gibi" oluyorsunuz. Ama oyun o kadar akıcı ve tempolu ki, izlerken aklınıza başka hiç birşey gelmiyor, elinizdeki içki bardağının hala aynı dolulukta olduğunu farkedip hatırlamanız için bile dakikalar geçmesi gerekiyor.
Kendi adıma eleştirebileceğim tek şey çok ama çok fazla küfür kullanılması. Evet, hem oyunun hem de "in yer face"akımının içinde varolan bir kavram bu, ve hayır ben sütten çıkmış ak kaşık değilim, ancak bazı sahnelerde ve kimi repliklerde küfürler sadece oyunun o havasını güçlendirmek için oraya sıkıştırılmış ve eğreti kalmış gibi görünüyor... Ancak, sonuçta bu da o formatın dahilinda varolan bir kavram, kabullenmek gerek.

Oyunla ilgili en önemli notlardan biri de karşınıza tam anlamıyla bir "prodüksiyon" çıkması. Giriş jeneriğinden, çıkış jeneriğine, arada oyuncular tuvalette birşeyler tartışırlarken "gizli" kameradan görüntülerin ve konuşmaların ekrana yansımasına kadar çok keyifli ayrıntılar var. (Görüntüler deyince aklınıza başka şeyler gelmesin, konuyu zorlamayın lütfen!)

Ve müzikler!... Daha önce söylediğim gibi mekandaki ses sisteminin başarısı, seçilen müziklerin "şahaneliğiyle" bir araya gelince tam bir müzik şöleni çıkıyor ortaya. Yani tam anlamıyla "Rock'n Roll Lives Forever" durumu var.

Bunlar bir anlamda ön gösterimlerdi. Oyun, Eylül'den itibaren mekanda düzenli olarak sahnelenmeye başlanacak. Kesinlikle izleyin, kayıtsız kalmayın. Biz mutlaka bir kez daha izleyeceğiz, size de öneriyoruz...

28 Haziran 2009 Pazar

Bir ÇGHB hikayesi...


Hiç şüphesiz bu yıl "show biz" sektöründeki en önemli iş "Çok Güzel Hareketler Bunlar"...
Bu akşam sezon finaliyle tatile giren proje, televizyondaki başarısının yanında, turnelerde Türkiye'de uzun zamandır görülmemiş bir etki ve güç yakaladı. Bir süre önce tek gecelik gösteri için Ankara'ya geldiklerinde gördüğüm manzara gerçekten inanılmazdı. BKM Basın İlişkilerinden sorumlu Selma Semiz'in de söylediği gibi, Tarkan'ın en zirve zamanları da dahil olmak üzere birçok organizasyona şahit olduk, ama böylesine çılgınca bir hayranlık hiç görmedik şimdiye kadar...

Size durumu şöyle özetleyebilirim:
Solda gördüğünüz çanta ve hırka Büşra Pekin'e ait. Anadolu Gösteri Merkezi'nde oyun bittikten sonra ekip hayranlarla buluşacak ve imza dağıtılacak, fotoğraf çekilecek. Öylesine ciddi (ve çılgın) bir kalabalık var ki, oyuncuları onların arasına göndermenin en doğru yolu bulunmaya çalışılıyor. Bazı oyuncular ellerindeki çantaları ne yapacaklarını düşünürken, Selma "O benim arkadaşım, merak etmeyin" diyerek elime birkaç çanta tutuşturuyor. Zaten beni aralarda sahne arkasında da gördükleri için içleri rahat. Kapı aralığından bizim kalabalığı görüyor olmamıza rağmen, bulunduğumuz yer loş olduğu için ben de rahatım, herşey kontrol altında... Oyuncular kapıdan göründüğü an itibariyle belki ancak yıllar önce Elvis'in konsere çıkarken karşılaştığı gibi bir çılgınlık çıkıyor ortaya. Abarttığımı düşünmeyin, orada olsaydınız bana hak verirdiniz. Ben o karambolde sessizce kenara çekilip beklemeye başlıyorum. Derken yanımdan koşarak geçen gruptan bir kız duruyor ve bana bakarak söylenmeye başlıyor:
"Aaaa, inanmıyorummm! Büşra'nın çantasıyla hırkası bu di mi, di mi!!! Yaaa, ben gördüm senii, bu onun hırkasııı! Aman Tanrım!..."
Yani, evet, bu onun çantası ve hırkası, da ne yapabilirim ki?...
Kızlar çantaya ve bana bakıyorlar, ben duymamış ve anlamamış gibi şaşkın şaşkın kafamı tavanda dolaştırıyorum. Hayır, durum da öylesine garip ki, ortada sadece iki seçenek var:
Birincisi, hırka ve çanta bana ait olabilir, ki bu seçeneği düşünmek bile istemiyorum!
İkinci seçenek de, hırka ve çanta kız arkadaşıma ait, ve ben artık kaç yaşında biriyle birlikteysem kız çığlıklar atarak oradaki kalabalığa karışmış! Evet, bu da hiç uygun bir durum değil!
Allahtan şanslı günümdeyim, ben ne yapacağımı ve kutsal emanetleri nasıl koruyacağımı düşünürken yanda Ersin ve kalabalık bir güruh beliriyor, kızlar "Eeersiiiinnn!" diye hedef değiştiriyorlar. Ben de fırsattan istifade hemen kapının kenarına ve karanlık bir bölgeye kaçıyorum. (Ve başıma ne iş açtıklarını unutmamak için Büşra'nın çantası ve hırkasını fotoğraflıyorum!:) )

Devamında ekiple yemek, If Performance Hall'da Bora Uzer izlemeye teşebbüs etmek, kalabalık ve birtakım sarhoş hayranlardan dolayı erkenden çıkmak durumunda kalmak, otel lobisinde geç saate kadar süren keyifli bir sohbet. Ve ekibin neden bu kadar başarılı olduğunu bir kez de "kamera arkası"ndan görmek, o derece yoğun tempoyu idare edebilmelerini ve çalışkanlıklarını takdir etmek...
Birkaç ismi yeri gelmişken yazmam gerek; Büşra, Oğuzhan, Eser, İbrahim, Zeynep ve Gülhan'a özel teşekkürler ve sevgiler samimiyetleri için... (Ve elbette Selma! Her zaman!)
Ve yine yeri gelmişken yapmadan geçmek istemediğim bir de BKM Mutfak eleştirisi; akraba, hemşehri, eş dost kontenjanından ekibe girenlerin (Ersin dışında) aralarında çok eğreti durduğunu düşünüyorum. Gerek sahnede, gerekse sahne arkasında...

Sezon finali yaptılar ama onlar boş durmayacaklar bu arada. Eser ve İbrahim'in öncülüğünde uzun zamandır akıllarında olan senaryoyu yazabilmek için birkaç haftalığına bir sahil kasabasına kapanmayı planlıyorlardı, umarım yapabilirler. Zira bu tempoyu yakalamışken iyi bir senaryoyla o rüzgarı arkalarına alarak kariyerlerinin en büyük adımlarını atmalılar, aksi takdirde ne bu rüzgarı ne de aynı ekip ruhunu bir daha bulamayacaklardır.

Bu durumda bana düşen, 2010'un da onların yılı olmasını dilemek...

20 Haziran 2009 Cumartesi

Tarih Yazmak


İlgili aramalar:  galatasaray -  arena

Bir önceki yazımda Galatasaraylılığımın şeklini ve sınırını açıkça belirtmiştim. (Bir çocuk 5-6 yaşında Galasaraylı olmaya karar verdiyse ve 13 yaşına kadar şampiyonluk görmemesine rağmen takımından vazgeçmediyse ne yaptığını biliyor demektir). O yüzden bu videoyu bir fanatik taraftar olarak değil, son derece başarılı bir PR çalışması ürünü ve önemli bir belge olarak buraya eklemek istedim.

(Hagi'nin golünde kale arkasında sevinen top toplayıcı çocuğu tanıdınız mı?)

Fanatik ve Taraftar

tarih: 4 kasım 1992
yer: ali sami yen stadyumu
sebep: galatasaray-eintracht frankfurt karşılaşması

iki kardeş, ikisi de üniversite öğrencisi, ikisi de iyi birer galatasaray taraftarı (ama kör fanatik değil!)
o dönemler avrupa başarıları henüz hayalden bile uzak, dolayısıyla bir alman takımını eleme şansı yakalamış olmak, insanın hayatında bir defa görebileceği bir sahne.
(diye düşünülüyor yani o zamanlar...)
harçlıklar son damlaya kadar biriktiriliyor, okullar bir şekilde asılıyor, trene biniliyor ve soğuk trende ankara-istanbul yolculuğu yapılarak, ardından da hiç vakit harcanmayarak stadyuma gidiliyor.
mahşer günü gibi, inanılmaz bir kalabalık.
maçın başlamasına saatler var, ama biletler bitmiş, bilet alanlar bile içeri girmekte zorlanıyorlar. ama günlerdir kurulmuş bir hayal var, görevliler "bilet kalmadı" diye bağıradursun, inatla sıra yapıyor insanlar gişelerin önünde.
derken bir karaborsacı dolaşmaya başlıyor ortalıkta.
abi kardeş son paralarını çıkartıyorlar, ama iki bilet için yeterli değil para. tüm cepler itinayla kontrol ediliyor, yemek parası da dahil ediliyor, ama hala eksik var...
oflayıp puflayıp ağlamaklı gözlerle boşluğa bakarken iki kardeş, sıranın hemen arkasından bir adam cüzdanını çıkarıyor. cüzdanında görünen son para bilet için gerekli farkı tamamlayacak, ama başka parası yok adamın. kardeşler itiraz ediyorlar, adamın son parasını alamayacaklarını söylüyorlar inatla, ama adam ısrar ediyor.
"ben izmit'ten geldim, siz ta ankara'dan gelmişsiniz bu maça, benim dönüş tren biletim var hem, yemek de yemeyiveririz, noolacak ki" diyor.
gönülsüz, ama çaresiz alınıyor para, ve hasbelkader içeriye girebilen son kişiler oluyor o üç kişi.

saatler geçmek bilmiyor, güneş altında karınlar acıkıyor, bünye su istiyor.
bir süre sonra yukarıdan bir ses duyuluyor "ankaralı, izmitli!... alın şunları kardeşler, afiyet olsun..."
elden ele sandviçler ve içecekler geliyor, yani herkes herşeyin farkında.
yani aslında futbol bahane, insanlık heryerde...

maç başlıyor, henüz 5. dakika. uğur tütüneker gol atıyor, yanda rastgele birilerine sarılıyor kardeşler, tesadüf ya, izmitliyi buluyorlar yine...
gülümsüyorlar...
"kardeş," diyor izmitli mutlulukla,
"ben fenerliyim aslında biliyor musun... ama milli davadır bu, cimbom kazansın biz de seviniriz. hem hikaye bunlar yahu, insanlık öldü mü.."

yıllar geçiyor, insanlar galatasaray fenerbahçe diye salyalar akıtarak birbirlerini bıçaklıyorlar... az önceki hikayenin kahramanı olan sizin gözünüzde sağlam bir galatasaraylı, ama herşeyin öncesinde doğru düzgün bir adam olarak (olmaya çalışarak) yıllar öncesinin izmitli adamı canlanıyor;

"insanlık öldü mü?..."

17 Haziran 2009 Çarşamba

Mikrofon Kardeşliği!

Banu'yla birlikte program yapıyor olmamız, tamamen konuşma üzerine kurulu bir radyoda birbirimize sırtımızı çekinmeden dayayabiliyor olmamız boşuna değil... Programdan aldığımız keyif de, deneyimli konuklarımızdan duyduğumuz övgüler de aslında mikrofonun karşısına doğru insanla çıkmaya, uzun yıllara dayanan iş arkadaşlığına ve dostluğa dayanıyor...

Tozlu yapraklar şahittir:)

Nostalji...


Ocak 2003...

Radyo Mydonose'da 22:00-24:00 arası "Night Fever" isimli bir program yapıyorum. Radyo Mydonose'un çok popüler olduğu, benim de öykülerle dikkat çekmeye başladığım dönemler... Söyleşilerden, röportajlara yoğun bir trafiğimiz var. Gazi Üniversitesi İİBF, internet sitesinde bir online dergi yayınlıyor ve Özlem Şahin benimle röportaj yapmak istediklerini söylüyor. Ben de sanki işi yokuşa sürüp de o kadar nazlanan ben değilmişim gibi uzun uzun cevaplar veriyorum Özlem'in sorularına. (Muhtemelen bunda soruları e-mail yoluyla alıp cevaplamamın etkisi vardır.)

Hiç beklemediğim bir yerden karşıma çıktı bu kayıtlar, ve benim için gerçekten çok ilginç oldu. Bazı bölümleri çıkartmam belki de daha iyi olacaktı, ama aslına sadık kalmakta fayda var. Birkaç dakikalık zaman yolculuğu yapmaktan kimseye zarar gelmez...

* * *
Ve yeni bir yıla merhaba dediğimiz bugünlerde Türkiye'nin en yeni ve daima yeni kalacak olan tek radyo istasyonu Radyo Mydonose’un hiç eskimeyecek ismi Selim Karakaya bu ayki konuğum.

Türkiye'nin en yenisi Radyo Mydonose'da eskiyen gün yerini geceye bırakmaya hazırlanırken dinleyicilerine pozitif bulaştıran gizemli sesinle akşamları daha da keyifli yapanlardansın. Belki de radyoculuğun renginin yansımasıyla iyimser bir kisiliğin olduğu sinyallerini sesindeki gizemden anlayabiliyoruz. Peki evdeki Selim nasıl biri? Selim'in hikayesi nedir?

Klişe bir cevap ama, aslında evdeki Selim yayındakinden çok da farklı değil… Elbette çıkıp da orada yaşamımı anlatmıyorum, ama yayına yansıyan herşey kendi hayatımın yansımaları… Özellikle de hayata bakış açısı olarak… Ben de herkes kadar sorunlarla uğraşıyorum, benim de son ödeme günü bekleyen faturalarım, zaman zaman ağrılarıyla beni çıldırtan bir midem, bir gün söylediğini diğer gün unutan arkadaşlarım ve içinde hüzünler de barındırmış bir geçmişim var; ama hayat birşeylere ya da birilerine kızarak geçmiyor, geçmemeli… Ben kontrolün kesinlikle herkesin kendi elinde olduğuna inanıyorum, ve bunu uygulamaya çalışıyorum hayatımda da, yayınlarımda da…
Çok sevdiğim, yayınlarımda da sık sık tekrarladığım bir söz vardır: "Güzel bakan güzel görebilir, ve ancak güzel görebilen hayatından keyif alabilir…" herşeyin sırrı burada… Hayat her zaman kolay olanı sunmayacak bize, biz ayırdedebilmeyi, ve seçmeyi öğrenebilmeliyiz herşeyden önce… Ben hayatın keyfini çıkarmaya ve canımı sıkanları da görmemeye çalışıyorum, yayına yansıyan da bu aslında.

Radyo tutkusu Selim için ne zaman başladı?
Aslında ben bir mizah yazarı olma niyetindeydim… Bir mizah dergisine duvar yazıları yazdığım sırada dinlediğim radyolara ve programcılara kızarak "Ben bunun daha iyisini yaparım" dememle, "Radyo ODTÜ kuruluyor" afişini görmem aynı zaman rastladı… (O dönemde başvurduğum ve benimle ilgilenmeyen 2 radyodan birinin beni tek sorumlu, bir diğerinin de yüksek bir rakamla program yapımcısı olarak işe almak istediklerini, benim de bir Türk filmi edasıyla "bi zamanlar bi genç vardı…." repliklerini sıraladığımı anlatmalı mıyım acaba?… zamanla birtakım şeyler değişiyor!…)
1994'te Radyo ODTÜ kuruluş çalışmalarına başladı, ve ben de o ekipte kendime bir yer buldum; radyonun aşama aşama kurulmasıyla hayatımın aşama aşama değişmesini eşzamanlı yaşadım… Yani geç kaldığım bir derse yetişmeye çalışırken birilerinin asmaya çalıştıkları ve o sırada yere düşen afişi görmem hayatımın değiştiği andır!…
Sonrasında 1997'de aldığım bir telefonla bu defa Radyo Mydonose'un kuruluş ekibine geçtim. Zaten aslına bakarsanız bir radyonun en yorucu ama en keyifli dönemleri kuruluş zamanlarıdır. Herşeyin tek tek şekillendiğini izlemek ve orada bir rol alıyor olmak dünyanın en güzel şeyi…

ODTÜ Radyo Toplulugunda uzun ve yorucu eğitimden geçenlerdensin, sonrasında topluluk başkanlığı ve gecen yıl topluluk derslerine Banu Tarancı'yla birlikte konuk olarak katıldın. Neler hissettin? -Çok keyifli bir söyleşiydi doğrusu-

ODTÜ Radyo Topluluğu bence bu işi Türkiye'de yapan en iyi "özel" kurum… Orada derslere katılırken sadece radyo yayıncılığı adına değil, hayatımla ilgili de çok fazla şey öğrendim… Belki de bu yüzden hala gönülden bağlıyım, ve bir gün sektörün içindeki çıkmazlardan çok sıkılırsam yeniden oraya dönüp başladığım yerde bu işi bitirmek hep aklımda kalacak… Biz orada bir üniversitede hiç gerçekleşmemiş şeyleri başlattık, ve şimdilerde yeni gelen ekipler bizim yaptıklarımızdan çok daha fazlasını, çok daha iyi bir şekilde yürütüyorlar… Başlangıç noktasını bütün sıkıntılarıyla birlikte yaşamış birisi için şu anki durumu görmek gerçekten gurur verici…
Topluluk her yıl Radyo Dersleri kapsamında derslere konuk ediyor beni, ben de her seferinde bir başka programcı arkadaşımla gerçekten büyük keyif alarak gidiyorum deneyimlerimi paylaşmaya… Çok klasik olacak belki ama, ben o sıralarda otururken en az onlar kadar istekli ve heyecanlıydım, ve o anda benim önümde "bir zamanlar bu sıralarda oturan birisi şimdi orada" ikonu yoktu. O sıralarda oturan yüzlerce kişiden sadece bir tanesinin hayatında bir tek şeyi iyiye götürebilecekse söylediklerim, inanın bana herşeye değer. Aynen yayında söylediklerimle o gece bir tek kişinin bi parça gülümsemesini sağladıysam herşeye değeceği gibi.
Bir de o söyleşilerde şunu belirtmeye çalışıyorum; evet dışarıdan göründüğünden kesinlikle daha zor ve uğraş gerektiren bir meslek bu, ama dünyanın en keyifli, en mutluluk veren işlerinden birisi yayıncılık.

Türkiye'nin önde gelen üniversitelerinden ODTÜ'den Kimya Mühendisi sıfatıyla mezun olup, farklı bir dünyada yer almak riskli bir karar değil miydi sence de? Risk almayı sevenlerden misin?

İnsanın oturup düşünerek ve isteyerek yapmaya karar verdiği hiç birşey risk değildir bence. Sonunda ne olacağını tahmin edemeyebilirsiniz ama istiyorsanız, denemelisiniz. Denememek daha büyük bir risk aslında.
Dürüst olalım, ben henüz mezun değilim. ODTÜ'nün tarihine geçecek bir öğrenci olma yolunda son basamaktayım. Kimya Mühendisliği yapmayacağımı 2. sınıfa başlarken anladım zaten. Fakat, Türkiye'de yayıncılık anlamında özel sektörü destekleyebilecek bir eğitim veren üniversite ya da bölüm bulamadım o dönem. Şimdilerde üniversitelerde ilgili bölümlerin daha iyi eğitim vermeye başladığını düşünüyorum, ama o zaman şartlar bana uygun değildi. İkincisi de, bu kadar emek verdiğim ve hayatımı bu kadar değiştiren bir okulun mezunu olmak ve diplomasını almak istedim, bu yüzden okula devam ettim.
Zaten bir gün bir şekilde yayıncılıktan vazgeçsem bile fabrikaya kapanmak gibi bir niyetim yok. Ortaokul başlangıcıyla birlikte okulla aynı zamanda sürekli yapmış olduğum işler, ve kazanmış olduğum "mesleki tecrübeler" var, onları şu anda da zaman zaman değerlendiriyorum… Bir kebapçı açarak herşeyden önce para tasarrufu yapabilirim mesela.

Biraz da Night Fever'dan bahsedelim istersen. Hafta içi her akşam 22-24 arası eskiyen gün yerini geceye bırakmaya hazırlanırken iyimser, sıcak sesinle bize özel dakikaları daha da keyifli yapanlardansın. Her akşam anlatığın hüzünlü ya da çarpıcı, bazıları belki başka hiçbir yerde duyamayacağımız, öyküler Night Fever'ın olmazsa olmazlarından. Kendi yazdığın öyküler de var mı?
Başlangıçların ve bitişlerin çok önemli olduğuna inanıyorum. İnsanlar günü "gülümseyerek" bitirebilmeliler, çünkü keyifli uyursanız, güzel uyur, ve keyifli uyanırsınız.
Yanımda sürekli bir not defteri taşımıyorum, ama gün boyunca bana keyifli görünen şeyleri -mutlaka onu "benim anlattığımı" ayrıdettirecek bir yorumla- yayına dahil ediyorum, yani bir anlamda "yaşayan" bir program yapıyorum. Ama marifet gazeteden gündemdeki ilginç bir haberi alıp da okumak, duymayanlara duyurmak değil; onu "sizin yorumladığınızı" insanların aklında bırakabilecek şeyler yapabilmek. Yoksa Türkiye'nin neredeyse tamamı okur-yazar artık. Bu ülkede yaşıyorum, ve bu ülkenin insanlarını ilgilendirecek herşey beni de ilgilendiriyor.
Öykülere gelince… Bu konuda tevazu göstermek istemiyorum, kimse böyle şeylerden haberdar değilken öyküler okuyordum yayınlarımda, şimdilerde sabah programcıları bile dahil etmeye başladılar programlarına. Yine bir fark var ama; elbette bilindik öyküleri de birtakım şeyleri tekrar farkedebilmemiz, yeniden hatırlayabilmemiz adına zaman zaman yeniden okuduğum oluyor, ama genelde yayındaki iki öyküden bir tanesi kendi yazdıklarımdan seçiliyor. (Ve açıkçası bunu duyanların şaşırıyor olması da beni çok keyiflendiriyor.) Bir sır verelim; istisnaları tabi ki vardır, ama ne zaman yayında isim vermeden "yazar demiş ki…." diye başlayan bir anons varsa, Selim'in yazdığı birşeyler geliyor demektir.
Ve en çok sorulan sorulardan birinin cevabı; evet, o öyküleri kitaplaştırmak gibi bir proje var, ama çalışmalar biraz zaman alıyor. Belki de yakında...

Türkiye'nin en yenisinde Radyo Mydonose'da Selim on air... Radyo kanallarını degiştirirken Radyo Mydonose frekansına bakmadan, nerede oldugumuzu anlayabiliyoruz. Sence bunun sebebi ne? Hep aynı çizgide (latin ağırlıklı) müzik yapmak avantaj mı?

Bence istikrar her konuda çok ama çok önemli. Elbette dünyadaki gelişmelere kayıtsız kalınamaz, kalınmamalı, ama her radyonun bir karakteri olmalı. İnsanlar ne olacağını merak etseler de, nasıl şeylerle karşılaşabileceklerini bilmeliler, "kötü" sürprizlere yer olmamalı. Türkiye'de sektör yeni yeni oturuyor, ve yasanın çıkmasıyla birlikte bir doğal seleksiyon başlayacak. Bu işi gerçekten hakkını vererek yapamayan radyolar mecburen kapanacaklar, ve sektör işi bilerek ve hakkını vererek yapanlara kalacak. Ardından da Amerika'da olduğu gibi Türkiye'de de çok yakında sadece belirli müzik türlerinin yayının yapan radyolar oluşacak, bu kaçınılmaz bir gerçek.
Radyo Mydonose bu anlamda zaten bir adım önde gidiyor. Ama dahası, biz Dünyadaki Latin müzik akımın Türkiye'de ilk keşfeden radyo istasyonu olduk ve öncülük yaptık. Aslında Radyo Mydonose "Middle of the Road" tarzında yayın yapıyor, yani her tarzın en iyilerine yer veriliyor yayında, ama latin ağırlıklı olduğumuz da bir gerçek. Sonuçta bu bir seçimdir, ve biz bir Akdeniz ülkesine en çok yakışacak müzik tarzını seçtiğimize ve bunu başarıyla uyguladığımıza inanıyoruz; araştırma sonuçları da bunu gösteriyor…

Peki Selim nelere maydonoz olur?

Son aldığın albüm... St. Germain-Tourist
Son gittiğin film... Elbette Harry Potter (herkes gibi!…) ve Kızıl Ejder
En sevdigin yemek... Bilimum kebaplar ve salatalar, ama annemin biber dolması, ve kız arkadaşımın spesiyal sucuklu yumurtası!…
Favori aktristin... Bir dakika bile düşünmeden Charlize Theron!…
Son okuduğun kitap... Erkekler Dile Gelse - Alon Gratch ve Mutluluk - Livaneli

Peki programlarının kilit noktaları var mı? 'İşte en çok bu anını seviyorum...' dediğin...

Öyküler gerçekten çok ilgi çekiyor ve merakla bekleniyor, öykünün bittiği tam o anda insanların akıllarından neler geçtiğini hayal etmeyi çok seviyorum. Bir de bazı olaylara kimsenin farkedemediği yerlerden baktığım oluyor, o ayrıntıları yayına taşırken gerçekten çok keyifleniyorum.
Ve, yıllar geçmiş olmasına rağmen hala ilk anonsuma girmeden önce kalbim daha hızlı çarpar. Bu heyecanın hiç geçmemesi en büyük dileğim, çünkü o zaman bu işin sonuna gelinmiş demektir…
Bir de kapanış: "amman hiç birşeyin keyfinizi bozmasına izin vermeyin!…"

Sürekli muzikle iç içe olmak ve işin ciddiyetini mesleğin olduğunu hissetmek özel yaşamında muziği hobi olarak dinlemeni de kısıtlıyor mu?

Müzik dinlemekten değil, ama radyo takip etmekten sıkıldığım oluyor, evet… Ama müzikten vazgeçmek mümkün değil. Allah'tan yayın sesime güvenerek şarkı söylemeye çalışmıyorum, ve yanımda müzik üzerine yorumlar paylaşabileceğim arkadaşlarım oluyor.
Ama gerçek müzik zevkimin Radyo Mydonose yayınından bir parça farklı olduğunu da itiraf etmem gerek!…

Herkesin gizli bir bahçesi vardır. Selim'in bahçesinde ne tür umutlar & hayaller besleniyor? İleriye dönük planların neler?
Internet sayfamızdaki seyir defterimde bir yazı var... Başladığım her işe hakkını vererek sıkı sıkı sarılırım kesinlikle; ama hiç bir zaman "star" olmak gibi bir hırsım olmadı, olmayacak da… Örneğin bir gün beni televizyonda program yaparken görürseniz mutlaka inanılmaz bir para teklif etmişler demektir(!), fakat mutlaka arka planda yapımcı, sorumlu, idareci gibi isimlerin arasında rastlayacaksınız.
Gerçekten çok çalıştım, ama çok da şanslıydım; Radyo ODTÜ ve Radyo Mydonose gibi çok çok iyi radyolarda gerçekleştirdim hayallerimi; reddettiğim cazip teklifler için de hiçbir zaman pişman olmadım.
Geriye bir tek şey kalıyor; sağlığım buna izin verdiği sürece yayınlarıma bıkmadan ama yenileyerek devam etmek, yazdıklarımı bir şekilde paylaşmak ve birilerinin de benim gibi hayallerini gerçekleştirebilmesi için onları yönlendirebilecek organizasyonların içinde yer almak…

Radyoların en yenisinin sıcak ses tonu ve sempatisiyle hiç eskimeyecek ismi Radyo Mydonose'un tatlı program yapımcısı & DJ Selim Karakaya'ya keyifli sohbeti, ayırdığı zaman ve ropörtaj için ilk mail attığımda gelen içten, bir o kadar tevazu gösteren sıcak yanıt için teşekkürler...

15 Haziran 2009 Pazartesi

What Goes Around...

Hayatım boyunca şuna inandım;
Hep iyi olmak gerek hayatta...

Kuru kuruya "ben iyi bir insanım, yaşasın çiçekler, böcekler..." gibi değil.

Gerçekten iyi olmak, iyi niyetli olmak gerek hayatta... Evet, belki yaptığınız tüm iyilikler size bir şekilde geri dönmeyecek, ama emin olun yaptığınız her kötülük size bir şekilde geri dönecek... Belki hayatınıza kötü şeyler katmayacak, ama bir gün aklınızın bir köşesine düşecek, dar bir zamanınızda içinizi sıkacak, suratınızı asacak, peşinizden gelecek...

Hep inandım;
iyi olmak gerek hayatta herkese karşı,
ve kendine karşı...

(Bu fotoğraf Irak Savaşını protesto edenlerin sembolü haline geldi; "what goes around, comes around". Bu kadar...)