10 Ağustos 2010 Salı

Subjektif Çeşme Notları...


Tatil notları paylaşmak ve önerilerde bulunmak konusunda pek de iddialı olduğumu söyleyemem, zira benim tatil anlayışım çok da öyle bilindik tariflere uyanlardan değildir… En basit yerinden başlamak gerekirse, “yol tatile dahildir”cilerdenimdir ben. Yavaş yavaş giderek ve bolca mola verilerek yapılan yolculuk asla tatilden kaybedilen bir gün değildir benim için…
Çeşme’ye son gidişim, askere gitmeden çok kısa bir süre önce Radyo Mydonose adına gerçekleştirdiğimiz son partilerden biri içindi. Hemen akabinde, acemi birliğim olarak İzmir Narlıdere’nin çıkmasının hayatın boş bir anında bana oynadığı oyun olduğunu düşünüyorum. Görevli olduğum İstihkam Alayı tam olarak İzmir-Çeşme otobanının “kenarındaydı” ve biz akşamları tepedeki yemekhanemizin önünde içtima saatini beklerken otobanda Çeşme’ye doğru yol alan araçları görürdük.
Askerlik sonrası ilk defa o otobanda Çeşme’ye doğru yol alırken aklımdan bunlar geçiyordu açıkçası. Bir de The Cranberries konserinin nasıl olacağı, ki bu kendi başına bir yazı konusuydu.
Çeşme’deki birkaç gün boyunca –tamamen bana göre- ufak tefek bazı notlar aldım… “Zaten biliyordum”, “Hiç de öyle değil” ve “aaa, süpermiş”ler arasında seçim size kalmış…

Denize Kavuşturan Yollar… Çeşme’de bir tek istikamet dışında her yol denize çıkıyor! O da zaten geri dönüş yolu. Sağa sola dönmeden devam ettiğiniz her yol sizi mutlaka bir koya çıkartıyor. Bilinenlerin dışında birçok gizli saklı ve sakin koylar, plajlar var. Ve bunlar keşfetmeye değecek güzellikler…

İzmir Çeşme Otobanı… Bu kısa yolda huzur veren bir şeyler var diye düşünürdüm hep ve sonunda sebebini buldum; ulaşacağınız yer giderken Çeşme, dönerken İzmir ise o yolda nasıl mutsuz olabilirsiniz ki?!...

Rüzgar Türbinleri… Türkiye’de son yıllarda keşfedilen ve aslında ülke ekonomisi açısından son derece önem arzeden rüzgar türbinleri Çeşme’de her geçen gün sayıları artarak selamlıyor ziyaretçileri. İtiraf edeyim, bu türbinlerde beni rahatsız eden bir şey var, bir gün harekete geçip dünyayı ele geçireceklerini düşünüyorum, canlı gibiler!... Kaldığım otelde (Çeşme Altınyunus Otel) Türkiye’nin ilk özel rüzgar türbiniyle tanışmış olduğumu da belirtmem gerek.

Seaside Beach Club… Daha önce birkaç organizasyon için ziyaret ettiğimiz mekan bu defa The Cranberries konserine ev sahipliği yapıyordu ve ben yine müthiş bir keyifle attım kendimi oraya. Herşeyden önce, Seaside'a yol almak çok keyifli, her yer bitiyor ve karşınıza Seaside çıkıyor gibi bir durum var. Olur da yolunuz Çeşme’ye düşerse mutlaka bir gününüzü oraya ayırın, erken gidin, tadını çıkarın… (Bir not ekleyelim; konser gecesi her gelenden anlamsız bir park ücreti alarak araçları henüz greyderle kazılmakta ve düzeltilmekte olan bir alana yönlendirmeleri son derece rahatsız ediciydi. Zaten ben ve benim gibi birçok kişi araçlarımızı ne olduğu belli olmayan bir araziye bırakmak istemediğimiz için geri dönerek yol kenarını park yeri olarak kullandık. Peki, öte yandan, acaba o arazi kime ait ve orası “düzlenirken” biçilen çalı, çırpı, ağaç, kuş, böcek için birilerine açıklama yapılmış mıdır?...)

Zeytinyağı Mucizesi… Ege zeytin ve zeytinyağı için sürprizlerle dolu bir bölge zaten. Ama yine de her defasında insanı heyecanlandıran lezzetlerle buluşuluyor. Bildiğiniz en sıradan cacık üzerinde gezdirilen iki damlacık Çeşme zeytinyağı bile karşınıza bambaşka bir lezzet çıkartıyor. Ege’ye gidip de evinize bir şişe zeytinyağı almadan dönerseniz büyük hata yaparsınız! (Ama, yol üzerinde satılan zeytinler ve zeytinyağları için aynı şeyleri söyleyebilmem sözkonusu değil. Daha önce denenmiş ve yanılınmıştır!...)

Sakız… Özellikle Alaçatı’da "sakızlı her şey" var. O ne demek diyenlere açıklayalım, sakızlı un kurabiyesinden sakızlı çilek reçeline kadar içinde sakız olan birçok ürün var. En azından tattıklarımın şahane olduğunu söyleyebilirim. Gemici’den aldığım damla sakızlı çilek reçeli evimin en nadide köşesinde (ki mutfak oluyor) sırasını bekliyor.

Yusuf Usta Ev Yemekleri… Çeşme artık birbirinden önemli mekanlara ev sahipliği yapıyor. Bu mekanları başta magazin programları olmak üzere medyada yoğun bir şekilde duyuyorsunuz zaten. Ama ben size bir mucizeyi tarif etmek üzereyim; Alaçatı’ya döndüğünüz anda merkeze girmeden hemen sağda “salaş” diye tanımlanabilecek bir “lokanta” Yusuf Usta’nın Yeri. Akşam saatleri tıklım tıklım olması zaten yeterli bir gösterge, ben yine de müthiş lezzetteki yemeklerini tatmanız gerektiğini belirteyim. Hayatında son birkaç yıldır patlıcan tutkusu ve egemenliği yerleşmiş olan ben, bir patlıcan yemeğinin nasıl o kadar “yağsız” ve lezzetli olabileceğini orada gördüm. Üstelik –özellikle de Alaçatı’nın yeni standartları düşünüldüğünde- son derece hesaplı fiyatlarla karşılaşıyorsunuz. Bir de, bence çok daha önemli olan bir ayrıntıyı belirtmem gerek: Bir mekanda masaya adisyon açma gereği duyulmuyorsa ve hesap istediğinizde garsonlar son derece hesapsız, kitapsız, samimi gözlerle  “abi, ne var sizin?” diye soruyorlarsa, orası güzel insanların yeridir, koşulsuz severim…

Kumrucu Şevki… Kim ne derse desin Çeşme deyince akla gelen ilk yemek kumrudur. Benim için  Mavi Köşe “Kömürde Karışık Sandviç” ile İzmir’deki daimi uğrak yerlerimden biridir. Çeşme’de ise karışık kumru yemeden dönülmez, dönülmemelidir. Çeşme’nin her noktasında karşınıza çıkan Kumrucu Şevki’lerin hepsinde aynı lezzeti ve aynı servisi bulabilirsiniz. (Buraya bir ekleme yapalım: Ben, kendi denediklerim ve deneyenlerden duyduklarım doğrultusunda bu yorumu yapmıştım. Ancak sözgelimi, Çeşme Marina'ya açılan şubede yaşananları anlatan bir yorum var Ekşi Sözlük'te ve olayın ekibin ve yöneticinin beceriksizliği yüzünden ne kadar can sıkıcı boyutlara geldiği anlatılıyor. Bu durumda bildiğiniz şubelerini kullanmanızı önermem gerekiyor.) Ben dönüş günümde Alaçatı girişindekinde bu eşsiz manzarayla karşı karşıya kaldım. Bunca turşudan ve sıcak havadan sonra dönüş yolumda bir damacana kadar su tüketmiş olmamın tutkuma bir parçacık bile zarar vermediğini belirtmeliyim!

Ve, Alaçatı… Enteresan bir durum oluşmaya başlamış Alaçatı’nın Arnavut kaldırımlı dar sokaklarının akşamlarında; İstanbul’daki büyük markaların minik şubelerinde yemeklerini yiyen “high society” insanlar ve sokaklarda biraz da ünlüleri yakalamak umuduyla onları dikizleyerek yürüyen “sıradan” insanlar. Tatil beldelerindeki bu tür sokaklar bana hep sevimli gelmiştir, bu yüzden çok da eleştirecek değilim ama benim asıl Alaçatı’m onun dışındaki sokaklar oldu. Sörf konusunda küçücük bir ilgim bile –en azından şimdilik- sözkonusu değil ama rüzgarıyla, caddeleriyle, ara sokaklarıyla ve en çok da minik sokak cafeleri ve taş evleriyle Alaçatı uzun zamandır beni ilk defa “acaba” noktasına getiren yer oldu. Askerden önceki gelişlerimde de çok sevmiştim ama bir kez daha anladım ki erkek milleti bütün tutkularını askerlik sonrasına bırakıyormuş ve daha somut, daha ciddi cümleler hep sonrasına kalıyormuş! Bodrum’u bilemem ama Alaçatı’ya gerçekten yerleşilir…

Tatil notları konusunda pek de iddialı olduğumu söyleyemem demiştim ama hayatı bir ucundan yakalamayı iyi bilirim! Yolunuz kısa bir tatil için Çeşme’ye düşecekse bu notlar aklınızda bulunsun…

(İlk ve son fotoğraf, yazılarını ve fotoğraflarını hayranlıkla izlediğim şahane arkadaşım Dilara'nın Alaçatı & Mavi Kapı yazısından... Diğer fotoğraflar tarafımca IPhone 3GS ile tamamen amatörce ve durumu belgelemek için çekilmişlerdir, beklentileri ona göre ayarlayın lütfen!...)

0 comments:

Yorum Gönder