Gece Yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gece Yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Temmuz 2010 Cumartesi

Aşk ve Cesaret

(Tam 1 yıl önce yayınlanmış bir cesaret yazısı...)


Aşk cesaret ister…
Aşık olmak da, aşka izin vermek de, o duygularla baş başa kaldığında kendinle açıkça konuşabilmek de ciddi bir meydan okumadır. En çok da kendine kurduğun cümlelerin açıklığından korkman gerekir aslında:

Zaafımı biliyorum...
Yine sessiz, yine ufak tefek, yine hayatı kenarından yaşamayı seçen birine kaptırdım kendimi.
Hiç şaşırmadım, ne bekliyordum ki zaten?
Ve yine kararsız kaldım.
Adım atmakla geride durmak arasında gidip geliyorum, hangi yana yöneleceğimden benim bile haberim yok...

Çok mu yaralanmışım acaba, ondan mı korkuyorum bu kadar,
Cesaretimin böylesine kırılgan olmasının, kafamın içinde bunca gel-git yaşanmasının sebebi bu mu acaba?
Yani aslında sen mi çok uzaksın bana, ben mi uzağa kaçıyorum senden, kendime bile farkettirmeden?
Bunca aşktan sonra, ve aslında aşk zannettiğim ve yanıldığım bunca umuttan sonra garip değil mi bu tedirginliğim? İlk aşkın çekingenliğinin üzerime şimdi çöküyor olmasının mantığını sen anlatabilir misin bana, yani beni ikna edebilecek bir açıklaman var mıdır acaba?

Seni mi kırmaktan korkuyorum, yoksa kendimi mi kaybetmekten?
Kendimle ne kadar tartışıyorum bir bilsen...
Ve bilsen ki her bir adımına ne çok anlam yüklüyorum. Bana nasıl baktığını çözümlemek istiyorum, ama gözlerinin içine bakacak cesareti bulamıyorum. Gizli gözlerle izliyorum seni, yakalanmaktan korkarak keşfetmeye çalışıyorum yüzünü, ellerini, saçlarını. Kollarıma alıyorum seni, haberin bile olmuyor, dudaklarına dokunuyorum, farketmiyorsun.
Sana hayatın boyunca kimsenin söylemediği aşk cümleleri kuruyor, sana kimsenin anlatamayacağı hikayeler fısıldıyorum kahramanları biz olan. Dinliyorsun beni sessizce, gözlerinden mutluluk pırıltıları yayılıyor her yana. Ben seni bedenime sararken, sen gülümsüyorsun ve ruhum senin oluyor. Sıkıcı aşk cümlelerine anlam yüklüyoruz, gerçeklerin hayallerin hemen yanıbaşında hazırda beklediğini keşfediyoruz.
Sana hayatımın en büyük hikayesini anlatıyorum sevgili, ve sana hayatımın en büyük adanmışlığını sunuyorum. Farketmeni istiyorum sadece, görmeni bekliyorum sadece. Zaman geçip de, hepimiz büyüdükten sonra keşfedilenlerin pişmanlıktan öteye gidemediğini görmüş biri olarak uyanmanı diliyorum. Kulağına fısıldıyorum, günaydın diyorum sessizce, ve geriye çekilip bekliyorum. Hadi sevgili diye haykırıyorum ardından, hadi sevgili, bir adım yaklaş bana, yaklaş ki elini tutabileyim. Elini tutabileyim ve seni bu dünyanın dışına götürebileyim. Sen ve ben olalım, hayata tavrımızı koyalım. Ha üç beş eksik, ha beş on fazla, ortada buluşalım, yolumuza bakalım.

Hayatımı değiştirmeye karar veriyorum, ama kendi hayatımın dizginleri bende değil.
Adım atmakla geride durmak arasında gidip geliyorum, hangi yana yöneleceğimden benim bile haberim yok...
Meydan okuyorum, bir yabancı gibi önce kendimle, sonra da seninle konuşuyorum,
belki hiç duymuyorsun bile,
ama şimdi sıra sende sevgili...

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Bir Şeyler Değişiyor Hayatta...


Birşeyler değişiyor hayatımda… Öyle somut anlamda değil, sizler göremezsiniz. Ben de göremiyorum aslına bakarsanız ama hissetmemek de mümkün değil.
Bir ağrı hissediyorum bazen tam şuramda… Siz göremediniz tabi, ben tarif edeyim; kalbimin bulunduğu yerden birazcık ortaya doğru bir yeri işaret ediyorum. Tatlı bir ağrı demeliyim ama, zaten ne zaman hayatımda bir şeyler değişmeye başlasa orası öyle inceden sızlar, ben de oradan anlarım genelde bir şeylerin artık çok başkalaşacağını.
Birşeyler zorluyor beni bu aralar. Daha tahammülsüz biri olduğumu fark ediyorum bazen, “insanlar nasıl bu kadar anlamsız şeyler yapabiliyorlar” diye sinirleniyorum. Ama sinirimin geçmesi o kadar kısa sürüyor ki, sizler göremiyorsunuz. Öte yandan, aynı oranda da sabır potansiyelim artmış, bunu ben de göremiyordum başlangıçta, yaşadıkça fark ediyorum.
Hep hızlı ve telaşlı yürüyen bir adamdım ben oldum olası. Ama ilginçtir, son zamanlarda adımlarım yavaşlamış, telaşım kalmamış ama sizler göremiyorsunuz. Göremiyorsunuz, çünkü yalnız yürümekten daha fazla keyif alır olmuşum artık, ben bile yeni yeni görmeye başladım zaten. Biliyor musunuz, o kocaman görünen sert darbeler, en yakınındakilerden yediğin zarif kazıklar kadar acıtmıyor insanın canını. Muhtemelen bundan dolayı bir “geride durma hali” hasıl olmuş üzerime. Siz bunu göremiyorsunuz, hatta başka şeylere yoruyorsunuz eminim ama ben de adını yeni koyuyorum zaten, dert etmeyin. Üzülmem ben böyle şeylere.
Doğru aslında, kin de tutmam zaten kimseye ama acaba az biraz sinirli bir adam olmam, kötülükleri biraz daha fazla hafızamda tutabilmem daha mı iyi olurdu diye sormadan edemiyorum. Böyle olunca biraz daha koruyabilirdim kendimi belki. Ama size açık olayım mı, bazılarınızdan bir fazla bildiğim bir sırrım var benim: Kimsenin kimseye kin tutmakla kaybedecek vakti yok!

Vaktin ne kadar çabuk geçtiğini hatırlamak için çocukluğunuzdan çok sevdiğiniz bir şeyleri getirin aklınıza. Şimdi tam karşımda bir televizyon olsaydı mesela ve Susam Sokağı başlasaydı, gülümserdim ben gizli gizli. “Altı… En sevdiğim sayı altı. Haydi şimdi altı şarkısını söyleyelim.” diye başlayıp ardından da renklere geçerlerdi Edi ve Büdü: “Mavi… En sevdiğim renk mavi. Gömleğim mavi. Kalemim de mavi.” Nedense Edi’nin haylazlığının faturasını hep iyi niyetli Büdü öderdi! Ne kadar iyi olursan, o kadar bedel ödersin! Yanlış bir hayat düsturu gibi mi göründü yoksa size oradan? Yanılıyorsunuz, siz göremediniz tabi. Edi ve Büdü gördüler bunu, ben de hayatın iyilere oynadığı oyunların insanı öyle çok da sert çarpmadığını öğrendim onlardan. Sizin göremediğinizi gördüm, çünkü siz etrafınızdaki kalabalıkla oyunlar oynayarak büyürken, benim hiç ilgim olmayan bir insan grubuyla dolu bir yatakhanede, sadece onlardan uzak olmak için seçtiğim en köşedeki ranzanın üst katında farklı bir manzara vardı; olanların arkasında saklananları görmeyi öğrenecek kadar çok boş vaktim oldu benim. Evet, sizin göremediğiniz bazı şeyleri ben görebiliyorum bazen. En sevdiğim renk gerçekten de mavi ama biliyor musunuz, ben 6 rakamını hiç sevmem. 6 dediğini ters çevirirsen başka bambaşka bir rakam olur ve sen ne ara değiştiğini anlamazsın bile! Ona güvenerek yaptığın bütün hesapların altüst olur. Dahası, kimseyi inandıramazsın 9 zannettiklerinin aslında 6 olduğuna. Hayat tombala değil ki numaraların altını çizip, sahtelerinin yerine güzel boncuklar koyasın…

Sayfayı yeniledim, daha açık renkler görmek istiyorum, biryerlerinde de mavi olsun dedim. Ve daha basit… Öyle çok da anlatacak hikayem yokmuş aslında, gerçekten çok basitmiş her şey. Eline kalem almayanlarla benim tek farkımız, benim biraz daha cesaret edebilmemmiş. Ve dahası, bu aslında dipten çıkan bir deniz taşı yazısı değil biliyor musunuz, ama ne yazık ki yine birçoğunuz göremediniz. Bu satırlar,hayatına etrafındaki birçok kişiden daha fazla tutunmuş, -başkalarına gösterebildim mi bilmiyorum ama- bunu kendisine çok net kanıtlamış birinin “hayat da çok güzel aslında bea!” yazısı.
Çünkü bir şeyler değişiyor hayatımda ve ben sıranın bana gelmesini bekliyorum. Büyük değişimler de hep hayatınızdaki küçük ayrıntıları değiştirmeye cesaret etmenizle başlamıyor mu aslında?…

24 Haziran 2010 Perşembe

Radyo için yaşamak, Yaşamak için radyo...


Bilenler bilir, hayatının önemli bir döneminde radyo hayalinin peşinden koşmak için ciddi bir "vazgeçiş" yaşamış biriyim ben... Radyonun benim için özellikle o dönemde neden bu derece önemli olduğu ayrı ve çok uzun bir yazı konusu. Şartlar her zaman şu an olduğu gibi gitmeyebilir, hayatımın sonunda kadar radyo yayıncılığı yaşamımın içinde olamayabilir a o seçimimin hayatıma kattığı her ayrıntı için tarif edemeyeceğim kadar mutlu oldum hep. Ve "radyo işi"nin bana öğrettiklerinin önüme serdiği yeni yollardan sayesinde hiç pişmanlık yaşamadım.
En çok "hayatını bu işle geçindirebiliyor musun, ne zaman başka bir işin olacak" sorularıyla muhatap oldum. Doğru, bazen ek işlere ihtiyaç duydum ama çoğunlukla çalışma arsızlığımdan dolayı radyonun yanında (ve radyonun beni yönlendirdiği) işlerdi bunlar.
Ama tüm bunların ötesinde, o mikrofondan seslenebilmenin büyüsünü insanlara anlatabilmekte zorlandım. Evimin bir köşesindeki kutularda saklanmış zarflarda bazı dinleyicilerimizin yaşam öyküleri ve bizim o öykülere dokunma noktalarımız başka şeylerle karşılaştırılabilecek ve yeri doldurulabilecek sıradanlıktan çok çok ötede... Bir de, o zamanlar hiç sesini çıkartmadan her gece seni dinleyen insanların yıllar sonra onların hayatında neleri nasıl değiştirdiğini anlatmaları. Bu huzuru ve tatmini dünyevi hiçbir güçle elde edemezsiniz, bunun size bahşedilmiş çok özel bir armağan olduğunu hiç aklınızdan çıkartmamanız gerekir.

Ekşi Sözlük'te einherjer isimli yazar "Cavatina" başlığına bir yazı ekledi geçtiğimiz günlerde. Ben de 16. yılımda hala neden radyoya devam ettiğimi soranlara verilebilecek en güzel cevaplardan biriyle karşılaşmanın keyfini yaşadım (bir de, çok sevdiğim ekşisözlük'e neden uzun zamandır yazmadığımın açıklamasını bulmanın rahatlığını).
Her kim ise, "einherjer"e sonsuz sevgilerimle...

lisans yılları, izmir. elimde kitabım yatacağım yine birazdan, radyoda trt fm var ve bundan inanılmaz bir keyif alıytorum. sonlara doğru radyo mydonosea switch ediyorum, selim isminde bir dj, inanılmaz enerjik ve hayat dolu bir ses.
her gece, programının sonlarına doğru bir hikaye okuyor: "hafta içi her gece selim'den bir öykü ;)" diyor fragmandaki güzel sesli kadın ve hikaye aslında tam da burada başlıyor. aşklar, fedakarlıklar, olaylar ve kalıntıları üzerine birbirinden güzel ama klasik, her daim internette metnini bulabileceğiniz hikayeler, peki neden selim'den dinlenir? çünkü harikulade bir sesi vardır, neşeli, keyifli ve canlı bir ton, tabi bunda radyo mydonose'un görece üstün ses kalitesini de unutmamak gerekir.
peki tüm bunların cavatina'yla ne alakası var? anlattığı hikayelerin birçoğu cavatina fonuna kuruluydu ve bu şarkıya ne zaman denk gelsem izmir'e bedava gidip oradan canlı olarak ankara'ya bağlanıyorum, hayat adına yaşanmış ya da yaşanacak, belki göreceğim, belki de yanından dahi geçmeyeceğim, belki imkansız belki de olası, "insan" hikayeleri, "bizim" hikayeleri dinleyip tekrar geri geliyorum.
peki dinlediğim ilk hikayelerden biri neydi dersiniz?
ekşi sözlük'e merak saldığım yıllar, alımlar olacak, 6.nesil için (miğferdibi değil) ve birazdan da hikayesini okuyacak selim, önce her zamanki gibi referansını veriyor, ekşi sözlükten bir yazarın entrysini okuyacağını söylüyor. merakım cezbedildi, ancak yazarın isminin "terelelli temcik" olduğunu söyleyince bu birazcık da geri çekildi (kimdir nedir bilmiyordum o zamanlar). pür dikkat dinlemedeyim, okumaya başladı, gelişme ve sonuç. sonuç? işte sonuç: nasıl olduysa, senelerdir ağlayamayan ben, oracıkta, hikayenin son cümlesiyle birlikte gözlerimi dolu buldum.
o dönemlerde, her ne kadar yazarı ve dolayısıyla üyesi olmasam da, ekşi sözlük'ü özgürlük bezeli muhalif yapısıyla farklı bulup, her ortamda oraya ait bir yanım varmışçasına savunuyorum. ancak yaşadığım bu radyo macerasıyla ekşi'ye olan ilgim, gerek yazının kalitesiyle, gerekse de böylesi güzel bir ortama girme şevkiyle bir kat daha arttı ve üyesi olmak için extra bir çaba da sarfetmiştim, bunu hatırlıyorum.
benim için ekşi sözlük "bu"'yken, o'nunla olan arkadaşlığımı böylesi bir olayla perçinleyerek bugünlere getirmişken, nasıl olur da onun iyi olmasını istemem ve trash entrylerine karşı savaş vermem ey insanoğlu? kaliteli yazılar oralarda bir yerde.

bahsi geçen terelelli temcik yazısı burada.

22 Haziran 2010 Salı

Beni Bırakma...

Bir yıldönümü sebebiyle ve kahramanının izniyle, "Geceyarısı Öyküleri"nden...


Nedendir bilmiyorum, hep o kelimenin etrafında dönmüşsün durmuşsun;
bana onu miras bırakmış, anılarımızı o iki kelimenin üzerine kurmuşsun…

Seni gördüğüm ilk andı kalbimin o heyecanlı atışlarıyla ilk gerçek tanışmam.
Orada çimlerin üzerinde gülücükler dağıtıyordun etrafa… O kalabalığın içinde neydi bana doğru bakmana sebep, onca şatafatın içinde bendeki suskunlukta neyi fark etmiştin, nasıl dikkatini çekmiştim hala farkında değilim; ama bir anda göz göze gelmiş ve öyle kalmıştık.
Ben utangaçlıktan kızaran yanaklarımla uzaklaşırken oradan, hayatımda ilk defa ve tek defa; ne önce, ne sonra, o gün dışında hiç yapmadığımı becermiş, ve birden yolumu çevirerek yanına gelmiştim. Bugün olsa inan yapamam aynı şeyi, inan çıkmaz o cümleler, ama nasıl bir cesaretse o, söyleyivermiştim bir çırpıda: “Sakın yanlış anlama, ya da anla bilmiyorum; ama gerçekten çok çok güzel bakışların var… Ve yüzündeki gülümseme insana her şeyi yaptırır!”
Bir gülümseme daha armağan etmiştin bana, muhtemelen cesaretim için, ve ilk defa orada söylemiştin: “Öyleyse beni bırakma!...”

Cahillik başa bela, bugün olsa her bir anını yazar çizer, ne yapar, ne eder, kaydeder saklarım, ama başlangıçtaki en güzel anlarımızı nasıl geçirdiğimizi, neler yaptığımızı şimdi pek hatırlamıyorum. Aklımda kalanlar ancak senin etrafında nefes alabildiğim, ve ancak senin gülümseyişinle var olabildiğim.
Ha bir de o gün; o müthiş gün…
Ders çalışmaktansa senin yanında olmak niyetiyle adım atmıştım okul kütüphanesine. İkinci katta cam kenarındaki masada, karşımızda ucu bucağı gözükmeyen ormana bakarken kurmuştuk hayalini evimizin; bahçeli, teraslı kocaman evimizin. Ders notlarını kenara almış, boş bir sayfa çıkarmış, planını bile çizmiştik. Dahası, dayanamamış, yüzüm kızararak çıkarmıştım baklayı ağzımdan; senden bir bebeğim olmalıydı, senin kadar güzel gülümsemeli, hep senin gibi olağanüstü kalmalıydı.
İlk defa orada, ilk defa o gün yüzünün kızardığını, ilk defa elinin ayağının birbirine dolandığını görmüştüm. “Bebeğim,” demiştin,”sakın, sakın beni bırakma…”

Hayatımdaki ilk yaz tatilimdi seninle çıktığımız yolculuk. Kaç yerde dolanıp, kaç yerden vazgeçip de konaklamıştık o son kasabada. İskelesinden baktığımızda dibini görebildiğimiz tertemiz denizinde kulaç atmayı öğretmiştin bana. Denizin kendisi gibi pürüzsüz kumsalında el ele yürümüş, hiç yıkılmayacakmış gibi özene bezene kaleler yapmıştık incecik kumdan. Dalgayı beklemeden kendimiz yıkmıştık yine, nasıl olsa nicelerini yaparız diye. Son gecemizde şık elbiselerimizle dizlerimize kadar denize girdiğimizde fısıldamıştın kulağıma “Lütfen beni bırakma” diye…

Mikrofondan sesim yayılıyordu gecenin yalnız insanlarının odalarına. Kendi yaralarım ne kadar kapalıydı hesap etmeden, başkalarının dertleriyle muzdarip olma aptallığındaydım. Palyaçonun hikayesindeki gibi üzerime alınırken her hüznü, kendi ilaçlarımdan ölesiye uzaktım. Bir çözüm peşinde koşarken kurduğum acemi kelimelere sığınanlar şükran habercileri gönderirken gizli saklı, ben onların karmaşık cümlelerinin köleliğini sürüyordum belli etmeden. Bir gece “İsmini vermek istemeyen” konuk olmuş; hattın diğer ucundan hayatın güzelliklerinden bahsetmiş, dibimizdeki o gizli saklıların bazen ancak birileri “Orada” dediğinde fark edilebileceğini anlatmıştı, ama telefonu kapatırken de rumuzunu belli etmiştin zekice: “Bizi gecelerde yalnız bırakma…”

Okyanus ötesi ayrılık düşünce aramıza, ve kıvrak zekanla ince hesaplar yaparken, “Sen git başka şeyler organize etmeye uğraş, bak ben bizi buluşturma derdindeyim” demiştin.
Saçma sapan görünürdü, sadece filmlerde olduğunu zannederdim; tam kapıdan girmek üzereyken birden elindeki bavulu bırakmış, güvenlik görevlilerinin şaşkın bakışları altında koşarak yanıma gelmiş ve üzerime atlamıştın adeta. “Bak seni bırakıp gidiyorum sanma, sakın cesaret alma, beni bırakmaya kalkma!” derken gözlerinden düşen damlalar gülümseyen dudaklarının yanında aşağıya doğru iniyorlardı...

Ne çetin bir kış mevsimiydi o sene yaşanan. Ben olanca ciddiyetimle iş adamı olma çabasına erkenden girişmişken, sen hayatın ne başka güzelliklerinin var olduğunu kanıtlıyordun bana, sadece yanımda var olarak. O olgunluğumla tanışma derdindeyken, pas geçtiğim çocukluğumla buluşturmuştun beni bir gün. Karlarda yuvarlanırken umarsızca, kıpkırmızı olmuş yüzünde yakalamıştım o hikayeyi; örgü eldivenli çocuğun köşesine çekilip, kardan adam yapanları imrenerek seyredişini. Çocukluğum kadar kocamanlığımı da gözüne kestirmiştin belli ki, “Bırakmayacaksın beni, biliyorum” demiştin elindeki kartopunu yere bırakırken…

Ne kadar uzun zaman geçti gidişinden bu yana; biliyor musun ki ben aslında hala bırakmamışım, bırakamamışım seni…
Yerine kimseyi koyamayacağımı bile bile birilerini yeniden sevmeyi denemişim, ama senin saklandığın köşesini kalbimin özenle kapatmışım, kimseye vermemişim.
Hep kaçak olmuşum, bana yaşamını sunanlara bir adım geride kalmışım, çuvallamışım. “Ne olur beni bırakma” diyenleri duymazdan gelmişim.
Denemişim, çabalamışım, ama hep yerimde saymışım, kaşla göz arasında yine yalnızlığıma dalmışım.
Korkak demişler, eleştirmişler, çünkü seni hiç bilmemişler. Ne ben anlatmışım seni, ne anlamak istemişler beni.
Hayat olanca hızıyla devam etmiş, aşk hep beni pas geçmiş...

Bunca zaman sonra, bir film izlemişim, silkinmişim.
Geçmişlerinden ve birbirlerinden kurtulmaya çalışan bir çift, hafızasına kazınanları silmeye çabalıyor, ancak hatıraları hafızalarına karşı koyuyor. Bir buz parçasının üzerinde el ele yatarlarken, hayatının en mutlu anını yaşadığını söylüyor hüzün yüklü adam. Gözümün önünde bir kış günü karların üzerinde yan yana uzanmışken yanak yanağa gelişimiz canlanıyor.
Ardından hayranlık duyduğum yeteneğinle bizi bir kağıda karalayışın,
ve,
ve ertesi gün siren sesleri arasında elime tutuşturdukları kağıdın üzerinde senin elinden önceki gece yazılmış iki kelime: “beni bırakma!...”

Tüm cesaretimi toplayıp ilk defa buluşuyorum seninle o günden sonra.

Bir taş parçasının üzerinde adın var; toprak kurumuş, çiçekler solmuş,
onca zaman buraya gelmeyerek aştığımı sanmışım,
oysa öylesine derinmiş ki izler, ne ben ulaşabilmişim silmek için, ne de üzerine geçebilenler olmuş.
İsminin yazıldığı yere dokunuyorum parmaklarımın ucuyla, eskiden yanaklarına dokunduğum gibi;
gözlerinin içine bakıyormuş gibi yapıyorum,
ve mırıldanıyorum çaresiz, yıllar sonra:

“Beni bırakma…”

21 Haziran 2010 Pazartesi

Gökyüzü Sana Ağlarken...

"battaniyeye sarmalanmak kollarımın güvenini vermeyecek" dedi adam gökyüzü çığlıklar atarken.
"sensizlikten korkuyorum, şimşeklerden değil" diye cevapladı kadın.

Onlar sustu, yağmur damlaları ayrılığı mırıldanmaya devam etti; hayatları boyunca ne yaparlarsa yapsınlar kendilerine hep kucak açacağını zannettikleri bulutlardan biraz önce ayrılmak zorunda kalmış olan ve o kalabalık yolculuğun içinde her biri yapayalnız kalan yağmur damlaları...
Kaldi ki, hemen ardından pırıl pırıl renkleriyle gökkuşağı çıksa karşına kaç yazacaktı ki, sen bir defa sırılsıklam kalmışken...

26 Nisan 2010 Pazartesi

Lunapark

“Nerede çok fazla ışıltı, nerede göz kamaştıran parlak ışıklar varsa, orada hasıraltı edilen gizler var demektir...”

Başkentin tam da merkezi sayılabilecek yerlerden birinde, o büyük resmi binalardan birinin terasında akşam güneşi loşluğunda etrafı izlerken, çoktan geçmişte kalan bu cümle canlandı birden hafızasında... Politik görüşlerinin sertliğiyle dikkat çeken arkadaşı, bir 23 Nisan akşamında meclis binasının bahçesinde arka arkaya patlayan havai fişeklere bakarken söylemişti bunları. O yıl ilk defa gösterilere lazer oyunları da eklenmişti ve tam da o sırada bir ay-yıldız çiziliyordu meclisin duvarlarına. Herkes çığlıklar atarken onun dudak kıvırışı ve tam da bastonlu dedelerin “ben sizin yaşınızdayken” diye başlayan cümlelerinde var olan bir mimikle onları süzüşü kimilerinin gözünden kaçmamıştı. Muhtemelen bu yüzden edebi bir cümleyle ve yüksek sesle noktalamak istemişti o net tavrını: “Nerede çok fazla ışıltı, nerede göz kamaştıran parlak ışıklar varsa, orada hasıraltı edilen gizler var demektir... Bugünleri çok arayacaksınız ve sen haklıymışsın diye yanıma geldiğinizde ben de size ne kadar geç kaldığınızı anlatıyor olacağım!...”

O günlerden bugünlere nelerin değiştiğini sorgulamak gibi bir niyeti yoktu... Zaten tam da şimdi tüm bunları hatırlıyor olmasının da tek bir sebebi vardı:
Işıltılı Lunapark ve güneş gibi parlayan dönme dolap!..

Gece olup da hava tamamen karardığında bu kadar güzel görünmüyordu Lunapark ama başkentin serin akşamları ilk sinyallerini göndermeye başlarken ve şehre kelimenin tam anlamıyla gri renk çökerken, bir asi ruh gibi yüceliyordu ışıkları. Çocukluk dönemlerindeki bayramlarda en şık “bayramlık” giysiler giyilip, ilk günün sonuna doğru toplanan tüm harçlıklarla koşa koşa oraya gitmenin başka bir açıklaması olabilir miydi? Ya da tozlu albüm sayfalarında tüm ailenin mutlu olduğu birçok siyah beyaz fotoğrafın Lunaparkın hemen kıyısındaki çay bahçelerinde çekilmiş olmasının?
Gerçekten, daha mı coşkulu kutlanırdı acaba bayramlar o zamanlar? Dini bayramların aileselliği, milli bayramların ulusallığı daha mı sessiz yaşanıyordu artık acaba?

O meşhur Ankara ayazı gecelerinin başlamasının hemen öncesindeki son teras sefalarından birinde bunlar geçiyordu aklından. Işıltılı dönme dolaba artık yeni modern başka oyuncaklar da eşlik ededursun, onun gözünün dönme dolaptan başkasını seçmemesinin, sevmemesinin anlaşılabilir bir sebebi vardı aslında...

İşte tam da böyle serin bir sonbahara akşamında ve dönme dolap onlar en tepedeyken durduğunda başlamıştı herşey... Ankara insana sınırlı ama samimi başlangıçlar sunar zaten. O zamanlar daha da sınırlıydı herşey; günlerce, haftalarca hatta aylarca uzaktan izlediğin platonik aşkından bir buluşma koparır, onunla Kızılay’da buluşur, Yüksel caddesinde bir tur atar, Konur sokaktaki kitapçılara girer, bir uyduruk hamburgercide saatler geçirirdi insanlar. Etrafta öyle çok da süslü dünyalar olmazdı dikkat dağıtacak ve sen bu yüzden sadece yanındaki insanın renklerini keşfetmeye çabalardınn. Şansın yardım ederse gri başkent sokaklarına bir gün bir güneş doğar ve sen de o aydınlıktan aldığın cesaretle atardın adımını... Belki de bu yüzden başka şehirlerinkilere benzemezdi Ankara aşkları ve belki de bu yüzden daha gerçek yaşanırdı.
Ankara’da ilk aşklarıyla hayatını geçirenler oranlansa ne kadar şaşırtıcı bir sonuç çıkacağını tahmin bile edemezsiniz!
Kaçamak buluşmalardan sonra bir Lunapark eğlencesinde dönme dolap en tepeye geldiğinde sert bir darbeyle durmuştu. Belli ki süresi dolup da yerini yeni gelenlere bırakanlar vardı aşağıda. Dört kişilik yerde ikisi de yanyana oturdukları için bir dengesizlik vardı haliyle. Küçük bir sarsıntıda kız bir çığlık attı, o korkuyla elini erkeğin koluna attı, erkek diğer eliyle onun elini tuttu...
Ve zaman durdu...
Üç-beş saniyelik sessizliklerin ölçülemeyecek uzunlukta sürdüğü anlardan biriydi o. Kız erkeğe baktı, erkek kıza baktı. Aylara biriktirilen cümleler aktı gözlerinden birbirlerine ve kısık sesi duyuldu kızın:
“Ne olur beni bırakma!”

Hikayelerde başlangıçların uzun uzun anlatılıp da bitişlerin birkaç satırla geçiştirilmesinin çok mantıklı gerekçeleri vardır, burun kıvırmayın lütfen! Yazan, kahramana yaşatmak zorunda kaldığı hüzünleri çabuk geçmek ister. Okurken en çok onun canı yanacaktır çünkü...
Bir de, hayat başlatırken gösterdiği hüneri devam ettirirken göstermiyor maalesef.
Yaşam yolu öyle ya da böyle Lunapark kahramanlarını bambaşka yollara sürükledi geçen yıllarda. Hüzünlere yeni yaralar eklendi, mutluluklar bitmeyen umutlarla beslendi. Eskiyen zaman biriken yaralarıyla onları yeniden buluşturdu bir sonbahar akşamında.
Şehirler kadar hayatlar da değişiyor zamanla. Artık ilişkiler eskiden olduğu gibi özenli yaşanmıyor, Kızılay’da buluşulup saatlerce sokaklarda yürünemiyor, kitapçılarda vakit geçirilemiyor. Başkentin sessiz sokakları da çoktan yerini görkemli, ışıltılı dünyalara bırakmış durumda. Eskileri yaşayanlara bu şatafat yorucu gelse de onlar da hayata ucundan tutunmaya çabalıyorlar. Loş sokaklara yazılan anıları tazelemek mümkün olamıyor ama aslında herkes biraz da yıllarını çocukluğunun peşinden koşarak geçiriyor. Belki de bu yüzden kendileri bile farkında olmadan artık her geçen gün daha da yoğunlaşan trafikte zar zor ilerleyerek kendilerini başkentin eski merkezine, Gençlik Parkına yönlendiriyorlar. Erkek kocaman girişe uzaktan bakarken gözleri ışıklarla yapılmış Atatürk silüetini arıyor. Gülümsüyor, belki de arkadaşı haklıydı, o günleri nasıl da özlüyor şimdi...

Birbirlerine o kadar yakın ama birbirlerine bu kadar yabancı bir çift onlar artık. Yıllar önce burada birbirlerine verdikleri sözleri ikisi de çiğneyeli ne kadar uzun zaman olmuş. Hava yavaş yavaş kararmaya başlıyor ve onlar uzaktaki dönme dolaba bakıyorlar. İkisinin de yüzlerine mahçup bir gülümseme oturmuş. Erkek gişeye doğru uzanıyor “İki kişi lütfen.” Ne kadar yabancı aslında “kişi”. Oysa onlar hep “bir” olmak istemişlerdi, hayat nasıl da bambaşka yerlere savurdu ikisini bir çırpıda. Şimdi “iki kişi”ler, iki yabancı kişi sanki. Kız hala eskisi gibi, hala korkularını kendine saklıyor. Adımını dönme dolaba atarken ellerinin titrediğini görüyor erkek, gülümsüyor ama belli etmiyor. Dönme dolap yavaşça ilerliyor, duruyor, yeni yolcular alıyor, kısa bir mesafe daha dönüyor, yeni yolcular, biraz daha, yeni yolcular, biraz daha, yeni yolcular, biraz daha derken en tepeye geliyorlar. Başkente karanlık çökmek üzere. Ne kadar da benziyorlar aslında bu şehre; kendi sakin dünyaları içinde ne büyük kavgaları var onların da... O kavgalarını başkalarına anlatmaya hiç niyetleri yok, anlatsalar da kimsenin onları anlayamayacağını biliyorlar.
Son yolcular için dönme dolap bir kısa tur daha dönüyor ve tam da durduğu anda sallanmaya başlıyorlar. Kız korkuyla elini erkeğin koluna atıyor, birbirlerine bakıyorlar ve zaman duruyor... Bir anlık sessizlik ve gözgöze geliyorlar. Bu defa kız yılların yükünü almış ama bambaşka anlam yüklenmiş bir cümle mırıldanıyor:
“Bu defa sana gitme demeyeceğim...”

Kimseye kal demeyen bir şehrin şahitliğinde gözgöze geliyorlar.
Hem zaten, “Kal!” demeyenlere de bir çırpıda elveda diyebiliyor muyuz ki? Bu şehirde yaşıyor olmamızın başka bir açıklaması olabilir mi sözgelimi?

Dönme dolap tam tepede durmuşken, karşıdan ışıkları henüz yanmaya başlayan bir başka silüet görünüyor. Bir şehri güzel yapanın, vazgeçilmez yapanın ışıltılar değil, yaşanmışlıklar olduğunu söylüyor adam Anıtkabir’e doğru bakarken. Bizim gibi yani diye mırıldanıyor kadın... O anda büyüdüklerini anlıyorlar.
Ve anlıyorlar ki, bazı şeyler birbirine gerçekten çok yakışıyor aslında; korku cesarete, hayaller gerçeklere, hayal kırıklığı ümitlere,
ve Ankara tertemiz, yıpranmamış, yaralanmamış, unutulmayacak aşklara...


(Ankara The Best İlkbahar-Yaz 2010 sayısından...)

26 Şubat 2010 Cuma

Susarak Meydan Okumak Hayata!...



“Sessizliğim ürkütür bazen, tıpkı hiç susmayan hallerim gibi…”

Kalabalıktan kaçan, konuşmaktansa susan biri olarak hayatımı radyo yayıncılığının esaretine vermem bana bile garip gelmiştir hep. Ama hayatı susarak yaşamanın hep daha çok şey anlatmak olduğuna inanmışımdır oldum olası. Sessizlik yorgunluktandır çoğunlukla, anlatacak hikayelerin olmadığından değil!
Konuşacak, konuşabilecek çok şeyin varken ve anlatarak birilerinin hayatında çok şey değiştirebilecekken sessiz kalabilmektedir maharet. Fısıldayarak yaşamayı becerebilmektir yani aslolan.
İyi bir dinleyici olmak, sır tutmakla kapı komşudur. Seni bilenler, seninle paylaşırlar en mahremlerini. Önce dinlediklerinle biriktirirsin, sonrasında okumaya başlarsın hayatları. Aptallığı iyi oynamaya başladığından mıdır, sessizliğinin seni küçük göstermesinden mi bilinmez, konuşmalarıyla üzerine basmayı deneme çabasına girer insanlar. Oysa hiç tanımamışlardır seni. Özellikle de en çok ahkam kesenlere gülümsersin dudaklarının kenarından. Onlar sana acıma derdindeyken, sen onlara üzülüyorsundur fark ettirmeden…

Başkalarının yaşamlarının merkezinde olursun, bir sözünle hayatlarını altüst edecek güç verirler eline, ama sen susarsın…
Zayıflıklarına seni meze yapmak ister kimileri, senin üzerine basarak ayakta kalmaya çabalarlar. Tek sözünle altlarındaki tüm dayanak yıkılacaktır, onu tek bir gerçekle, “zayıflığıyla” yüzleştirmek yetecektir, ama sen susarsın…
Hayatını adarsın birilerine, onun için yaşarsın adeta. Hatalarını görmezden gelir, yanlışlarına gözlerini kapatırsın. Suskunluğunun üzerine oynamaya başlar, ama sen susarsın…
Birileri senden daha çok şey bildiğini kanıtlama derdine düşer. Sana karşı hayat standartlarını yükseltmeye çabalarken, geldiği yerlerin üzerine sinmişliği okunur, ama sen susarsın…
Sahtekar yüzlerle yalancı samimiyetleri sunar kimileri, hem de en yakınındayken. Her şeyin farkındayken, değilmiş gibi yaparsın, onun küçük oyununu izlersin kenardan. Sen dibe vuran kaybeden sıfatını yersin, oysa onu ona yansıtıyorsun sadece, ama sen susarsın…

Konuşarak anlatabileceğinden çok daha fazlası sessizliğinde gizlidir aslında. Konuşarak yerinde sayarken o “birileri”, sen susarak meydan okursun hayata. Varsın “yazık” olsun sana onların baktığı yerden, sen dudak kenarı bir gülümsemeyle devam edersin bildiğin yoluna.

Hem zaten;
“Sessizliğim ürkütür bazen. Tıpkı hiç susmayan hallerim gibi...”

Bir ateşim aslında ben de Yasemin’in söylediği gibi,
Küle sözümü sönerek tutarım…

24 Kasım 2009 Salı

Eymir

(Ankara The Best, Yaz-Sonbahar 2009 sayısından...)
Başkentin en yükseklerinde, yeni yeni oluşmaya başlayan o yüksek evlerden birinin modern terasında, gözlerini ışıldatan şehrin gece ışıklarını süzüyordu sessizce… Gözlerinin parlaması ıslaklığındandı aslında. Kimileri o eşsiz yeşilini ortaya çıkarırken damlaların, kimisi yanaklarına doğru ilerleyen rimel izleri bırakmıştı.

Kim bilir kaçıncı kez bozuyordu “artık ne olursa olsun ağlamayacağım” yeminini. Hatta bir defasında, Bestekar sokaktaki o neredeyse herkesin herkesi tanıdığı mekanlardan birinde, yine böyle bir gecede, ve yine yanaklarında bu tanıdık izler varken gülümsemiş, “bu makyaj bir daha böyle bozulmayacak, görürsünüz siz!” diye söylenmişti, ”hadi bakalım, oturmaya mı geldik!” diye şakımadan önce.
Nasıl olsa kimse yoktu şimdi yanında ve nasıl olsa yanaklardaki izleri de gören olmayacaktı. Hala sözünün arkasında durduğunu söyleyebilirdi herkese, yarın sabah hiç birşey olmamış gibi “günaydın güzellikler!” derken…

Geceyarısını geride bırakıp da gecenin zifiri karanlığıyla buluşmaya çok kalmamıştı. Kaç saattir böyleydi acaba? Yani, “başkentin şerefine” diye kadeh kaldırışlarının üzerinden ne kadar geçmişti ki? Peki ya, o kadehi “sen ne zaman bana güvenmeyi öğreneceksin!” diyerek yere savurmasının üzerinden? Sahi, bir kadehin kaderi nasıl da bu kadar çabuk değişebilmişti?

Aşk böyledir zaten… Her bir harekete, sıradan mimiklere anlamlar yükleyerek başlar her şey, etrafınızdaki cisimlerle konuşmaya çalışıyorsunuzdur sona gelindiğinde…

“Sana da hiç güvenilmezmiş yani” diye mırıldandı birden. Duvarın dibindeki ufalanmış cam parçalarından biri, daha iriceydi diğerlerine göre. Bir ayna gibi kendi silüeti görünüyordu yansımasından. Camın üzerinde, uzun dalgalı saçları omuzlarının üzerinden bir kenara toplanmış, yüz hatları çok hafif bir makyajla belirginleştirilmiş, üzerindeki kısa elbisesiyle hiç de otuzları karşılamak üzere gibi görünmeyen alımlı bir genç kız vardı. Alımlı, ama yüzü düşmüş, mutsuz bir genç kız…
Camdan cevap alamayacağını anlaması için çok beklemesi gerekmedi. Uzaklarda, kayarak uzaklaşan bir minik kırmızı ışığa takıldı gözleri. Bu saatte bir uçak, olsa olsa yurtdışına gidiyordu kesinlikle. Çok değil, sadece birkaç hafta önce onlar da bu saatlerde evden çıkmış, sessiz havaalanı yolundaki yıkık camilerin ayakta bırakılmış minarelerini süzerek yol almış, modern havaalanında yıllar önceki ilk seyahatlerini konuşarak kahkahalarla uçuş saatini beklemişlerdi. Öyle çiftlerdendi işte onlar, gecenin bir saatinde de gülmek için sebep bulabilirlerdi.
“Aslında bu şehir yaptı bizi böyle farkında mısın?” demişti sevgilisi o gece, “elinde hiç birşey olmadığını zannettiğin zamanlarda da eğlenmeyi bileceksin! Çünkü yok zannettiklerin, vardır aslında.” Gerçi, okuldan sonra vakit geçirmeden İstanbul’a yerleşen arkadaşları onlar kadar gece çıkmıyor, onlar kadar eğlenceye fırsat bulamıyorlardı, ama yine de idareli olmayı öğrenmişlerdi bu şehirde.

İkisi de yabancısıydı aslında başkentin… Okullarının en başarılı öğrencileri olarak ODTÜ’yü kazanmış, endişeli bir bekleyişin ardından Ankara’ya gelmiş, okulun tanıtım turunda Eymir’de karşılaşmışlardı ilk kez…
O anda ilginç bir ayrıntıyı fark etti. Ayrı bölümlerdelerdi, ve o ayrı gruplar tesadüfen aynı otobüsle götürülmüştü Eymir’e. Yan gruptaki bermudalı, karışık saçlı, sakal olamamış tüylerle dolu yanaklı toy delikanlının sürekli ona baktığını fark etmiş, önceleri görmezden gelmeye çalışmış, ama sonunda dayanamayıp “Ne var, ne bakıyorsun öyle ters ters!” diye kızmıştı. Birbirleriyle ilk karşılaştıkları anda kurulan o ilk cümlenin, bu geceki son cümle olduğunu anladığında ürperdi. Duvarlar üzerine geliyor gibiydi, daha fazla duramayacaktı orada. Dışarı çıktı, arabasını çalıştırdı ve fazla hız yapmadan ilerlemeye başladı.

Adı büyükşehir olsa da, aslında hiç de adı gibi olmadığını, aslında küçücük bir şehir olduğunu düşündü Ankara’nın… Her sokakta tanıdık izler vardı. Işıkları görünen Kocatepe’nin hemen altındaki sinemaya gitmek için buluşmuşlardı ilk defa, güzel sanat filmlerini bir tek Kızılırmak Sineması oynatırdı o zamanlar çünkü.
Atakule bütün ihtişamıyla şehri süzüyordu uzaktan. Bir gün Atakule’nin meşhur kumpircilerinden paket yaptırmış, görevliye çaktırmadan asansörle kuleye çıkarmış, şehri tepeden izleyerek manzara eşliğinde yemeklerini yemişlerdi. Döner restorana verecek paraları olmasa kaç yazardı ki!
Anıtkabir’in ışıklarının hala sönmemiş, sönememiş, söndürülememiş olması içini ısıttı bir an. Bir 10 Kasım’da, inatla sınav yapmaya kalkışan hocaya karşı nasıl da tüm sınıfı kışkırtmışlardı. Onların bölümde olmayan sevgilisi herkese birer bayrak getirmiş, Anıtkabir’e gitmeye ikna etmişti hepsini. Üzerlerinde kırmızı tişörtleri, ellerinde bayraklarıyla aslanlı yolda çekilmiş fotoğrafları salonun hemen girişinde, en çok görünen yerde asılıydı.
Şu “A” otelle ne dalga geçmişlerdi başlarda, acaba harfler devam edecek miydi? Sonra bir gün çalıştıkları ofiste kullanılacak saksıların sadece orada olduğunu ve orada görmeleri gerektiğini öğrenince utana sıkıla içeri girmiş, kendilerini gülmemek için tutmaya çabalayarak, zor bela dışarı atmışlardı. Başka bir şehir bu kadar anı saklayabilir miydi acaba? Bu şehrin her köşesinden tarihe not düşülmüş fotoğrafları vardı, ve fotoğraflarla kayıtlara geçilen anıları. Sakarya caddesindeki çiçekçiler, Karanfildeki bankta oturan metalden yapılma ayakkabıcı, ODTÜ’nün girişindeki amblem, Ulus’taki Atatürk heykeli (atın bütün ayaklarının yerde olduğunu kanıtlayacak açıdan çekilmiş şekilde!), Karum’un kenarındaki merdivenler, trafiğe kapalı olduğu zamanlarda Tunalı Hilmi caddesinin tam ortasında bağdaş kurmuş okul arkadaşları, Kızılay’ın merkezinde metro inşaatı sırasında getirilmiş vagon cafeler, Ahlatlıbel’de tam da oturma bölümünün sonundaki büyük kayalar, ve Eymir…

Ne çok aşkın başlangıcına tanıklık etmiştir aslında Eymir... Şehir hayatının o kadar dışında, ama yaşam coşkusunun bu kadar içinde, büyülü bir tapınak. İlk karşılaşma, ilk elele tutuşma, ilk öpücük, ortak hayata dair ilk planlar, bir kadının gözlerine anne, bir adamın gözlerine baba olmasını ister gibi ilk bakışlar…
Aracını neden Eymir’e yönlendirdiğini anlamak hiç de zor değildi yani. Yine usta bir manevrayla kapıdaki görevliye selam gönderip hızlıca devam etti yoluna. Geç saatte geldiklerinde böyle yaparlardı hep. Anlaşılan artık tanınıyorlardı, peşlerine takılan olmadığına göre. Bir iki park alanını geçtikten sonra yol ikiye ayrıldı, sağdan biraz daha yukarıya çıkıp da tam tepeye yakın bir noktaya geldiğinde arabasını soldaki boşluğa çekecek, biraz müziğin sesini açarak eşsiz göl manzarasını izleyecekti. Hava böyle açık olduğu zamanlarda ayın yansıması gölde kendini gösterir, özellikle loş bir ışık verilmiş gibi olağanüstü bir görsel şölen haline gelirdi Eymir’i oradan izlemek. Öylesine sahiplenmişlerdi ki o kuytu köşeyi, başkalarının da oraya gelmeye başladığını görünce bozulmuşlardı fena halde. Şimdi kimse olmamalıydı, bu akşam yaşadıklarından sonra sadece biraz yalnızlık ve huzur istiyordu. Biraz da anıları katsa yalnızlığına ne olurdu ki sanki? Hem bilinçaltı ona bir oyun oynayıp da onu sevgilisiyle en mutlu olduğu yere getiriyorsa kime neydi ki!

Kıvrılan Eymir yolu tepeye yaklaştığında orada bir araba silüeti gördü. Canı sıkıldı, ama dönme şansı yoktu artık. Yaklaştıkça arabanın yanında ayakta duran biri ortaya çıkmaya başladı… Ve, yaklaştıkça, onu oraya neyin sürüklediğini anladığını fark etti.
Hayat ne kadar ilginç sürprizleri sahneliyor aslında, kendinizi bir anda o çok dalga geçip, çok güldüğünüz Türk filmlerindeki sahnenin içinde buluveriyorsunuz!
Yan yana geldiklerinde ikisi de aynı anda aynı cümleye başlamaya yeltendiler, oysa kimsenin kimseden özür dilemesi gerekmiyordu. Konuşmaya vakit yoktu, bir an durakladılar, ve sımsıkı sarıldılar, yıllar önce burada ilk defa sarıldıkları gibi…

“Bu şehri seviyorum ben yahu” dedi adam, “kendini atıyorsun dışarı, şehrin yolları bir dostun kolları oluveriyor, seni kucaklayıp tam da olman gereken yere bırakıveriyor…”
Kim bilir kuruluşundan bu yana kaçıncı aşk acısına arabuluculuk yapıyordu Eymir, sanki üzerine vazifeymiş gibi!

* * *

Başkentin en yükseklerinde yeni yeni oluşmaya başlayan o yüksek evlerden birinin modern terasında, gözlerini ışıldatan şehrin gece ışıklarını süzüyor genç kadın sessizce. Yanında, hayat onları nereye savurursa savursun hep en yakınında olmaya söz verdiği hayat arkadaşı var... Tam da bugün kaçıncı yıldönümü Eymir’de ilk karşılaştıkları ve kızın “Ne var, ne bakıyorsun öyle ters ters!” diye çocuğu tersleyişinin bilinmez, ama ikisi de farkındalar hayatlarının en büyük güzelliğini bu gri şehre borçlu olduklarının.

“Başkentin şerefine” diye kaldırdıkları kadehlerinin camına Ankara’nın yalnız gölgeleri yansıyor. Bir yanda Atakule, bir diğer tarafta Anıtkabir göz kırpıyor… Birazdan Ankara’nın tüm güzelliklerini, her sokağına işlenmiş anılarını unutacak, sonradan pişman olacakları bir tartışmanın içine girecekler. Ama bu şehirde bütün yollar yine onlara çıkacak, çünkü Ankara tüm misafirlerine yaptığını onlara da yapacak, yaşamdaki öncelikli değerlerini fark edebilmeleri için bir şans sunacak, hata yapan gururunu bir kenara bırakacak, hesap tutmaya gerek duymadan geri adım atacak…

Evet, belki söyledikleri gibi, bu şehrin merkezindeki yaşam öykülerin rengi kolay kolay grinin ötesine geçemeyecek, ama denizsiz Ankara’nın Eymir’i varoldukça, okyanuslara sığmayacak hikayeler onun patika yollarında renk bulmaya devam edecek.

(Eymir fotoğrafı: Aykut Erda)

17 Kasım 2009 Salı

Dip.....


Dibe vurursun bazen...
Evet, gerçekten “bazen”, “zaman zaman” der gibi yani. Öyle hayatında bir kere yaşayıp, sıranı savıp yürüdüğün bir “nefessizlik arası” değildir dibe vurmak! Ve aslına bakarsan, öyle senin başarınla, başarısızlığınla, becerinle, beceriksizliğinle, yalnızlığınla, kalabalıklığınla ilgili değildir. Hatta, aslına bakarsan, tam da “sonunda hayatımda herşey yolunda gidiyor, başardım galiba” dediğin an çıkar karşına dip canavarı!
Sersem anında yakalandığın için anlamazsın önce, algılamaya başladığında inkar süreci başlar... İnkardan kabule geçmen çok zaman almaz.

İlk kez yaşıyorsan, daha ötesi olmadığını düşünüyorsundur, bu yüzden o kadar unutulmaz bir acıdır belki de. Sonrasındakilerde ise öğrenmiş olursun, en acısı bile sırasını savıp gidiyordur bir şekilde. Hayat efendi bazen yapar bunu sana ve kısa ya da uzun, kafasına göre bir süre belirler, sen ne yaparsan yap o süreyi ne uzatabilirsin ne de kısaltabilirsin; yaşarsın ve biter.
Çamurla dolu bir birikintiye düşmek gibidir biraz, efendice beklersen vakti geldiğinde biri çeker çıkarır seni, emin ol çıkacaktır elini tutacak biri, bir eski dost ya da yeni bir ten... Ama çok debelenirsen olduğun yerde, biraz daha saplanırsın çamur deryasında dibe, seni çekmeye gelecek olanların işini zorlaştırırsın en fazla; hem emin ol çıkacaktır elini tutacak biri, bir eski dost ya da yeni bir ten...
Betimlemeler sıkıcıdır aslına bakarsan, ben sana çamura batmak derken senin ruhun daralıyor olabilir. Ama dibe vurmak da işte tam bu ruh halidir. Kalbin sıkışır, etrafındaki herşey, bomboş gökyüzü bile üzerine üzerine bastırır... Bütün dünya üstüne gelir, her şey ters gider, kimseye güvenemez, kimseye gülümseyemezsin. Yüzüne yakışmayan, kalıbı oturmayan sahte gülücükler seni senin kadar önemseyenleri ikna edemez.
“Seni senin kadar önemseyenler!”
Öyle birilerinin varolduğuna inanınca ya da aslında varlığını hatırlayınca çıkmıyor muydun zaten dipten?

Dibe vurursun bazen...
Evet, gerçekten “bazen”, “zaman zaman” der gibi yani. Öyle hayatında bir kere yaşayıp, sıranı savıp yürüdüğün bir “nefessizlik arası” değildir dibe vurmak. Ve aslına bakarsan, öyle senin başarınla, başarısızlığınla, becerinle, beceriksizliğinle, yalnızlığınla, kalabalıklığınla ilgili değildir. Hatta, aslına bakarsan, tam da “sonunda hayatımda her şey yolunda gidiyor, başardım galiba” dediğin an çıkar karşına dip canavarı!

Ama yıllarla öğrenirsin ki geçer, o da geçer... Belki hayata karşı eskisi kadar coşku dolu bakmaz, belki hayatın ucundan o kadar sıkı tutmaz olursun, ama yürümeyi öğrenmişsindir işte... Ağır adımlarla... Bir adım at, durakla sağa sola bak, devam, bir adım daha, durakla, önüne bak, devam, bir adım daha, yavaşla, yanındakinin çelmesini kontrol et, devam, bir adım daha, yavaşla, sırtını dayadığın destek hala orada mı, devam, bir adım daha, yavaşla, nefes al, nefes al, nefes al, biliyorum zorlanacaksın ama nefes al, devam.....

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Yeniden Aşık Olabilmek...

Selim yazdı, Banu canlı yayında okudu:



önceleri farketmediğin, ihtimal vermediğin, ya da aslında görmezden gelmeye çalıştığındır,
sonra aşama aşama kendindeki değişimleri izlerken fark edersin yeniden aşık olduğunu…

onunla aynı ortamda bulunduğunda elin ayağın birbirine dolanmaya başlar. saçma sapan konuşur, ortaya ilgisiz laflar atar, hep dikkatini sana vermesini sağlamaya çalışırsın. güzel cümleler kurma yeteneğine sahip olan sen gider, diplerde saklanan utangaç insan ortaya çıkar. heyecanlanırsın, hızlı konuşursun, cümlelerin yarısına gelmeden tonlamaların bitmeye başlar. kaldı ki, belki o zaten seni dinliyordur, ama hep gözüne batmaya çabalarsın işte...
kılık kıyafetin bambaşka bir düzene bürünmeye başlar. pantalonlarınla tişörtlerin uyumlu, gömleklerin temiz olmasına her zamankinden daha çok dikkat etmeye, sabahları evden çıkmadan önce ayna karşısında daha fazla zaman geçirmeye başlarsın. kıyafetler akşamdan seçilir, ama yine de sabah üçüncü, dördüncü denemeyi bulduğun olur. dişlerini fırçalama alışkanlığın pekişir, bitip birikmiş parfüm şişelerini yenileriyle değiştirirsin. büyük iş toplantılarına bile geniş kargo pantalonunla, dağınık saçlarınla katılmayı kabullendirtmişken patronuna, gönüllü bakımlılık giriverir ansızın hayatına. berbere, kuaföre gitme sıklığı artar, giyim kuşam alışverişin yükselir, kendini sık sık gözucuyla son trendleri takip ederken yakalarsın...
onunla aynı ortamlarda daha fazla zaman geçirmek için taklalar atmaya başlarsın. günde 15 dakikacık görüyorsundur belki, onu 20 dakika yapabilmek için koşturursun çoğu zaman. yüzüne şımarık gülümsemeni takınarak girdiğin ortamda onunla gözgöze gelirsin, yüz kasların sana ihanet etmeye başlar, gergin misin, mutlu musun anlayamazsın, yüzün şekilden şekile girer. hem zaten ona da fazla bakamazsın o saatten sonra. gözgöze gelirseniz açık vereceğinden korkuyorsundur.
heyecanla gidip de onu göremediğin zamanlarda bir ağırlık çöküverir üzerine, hem de ne ağırlık! dünya durdu zannedersin, ve bir daha hiç dönmeyeceğine inanırsın. insanlar birşeyler söyler birşeyler anlatırlar, ama sen o hikayenin içinden yavaşça çekilip uzaklaştırılan filmin esas kahramanı gibisindir. ne söylediklerini duyabilirsin, ne de seslenmelerine bakabilirsin. gelmişsindir, görememişsindir ve bitmiştir, sen oracıkta kaybolmuşsundur artık.
ilgisiz görünüp, tesadüf taklaları atarak ortamlar oluşturmaya çabalarsın. tesadüfen telefon numarasını alır, tesadüfen aynı projede buluşur, tesadüfen aynı arkadaş grubuyla eğlenceye çıkar, tesadüfen onunla yanyana oturur, tesadüfen onunla başbaşa kalırsın. gel gör ki, için sana uçsuz bucaksız çığlıklar atarken "seviyorsun, seviyorsun işte!" diye, sen onun yanıbaşındaki "yeni tanışılan iyi arkadaş" rolünde ödüle gidersin. kimbilir, belki oradan da seni heyecanlandıracak mesajlar giriyordur aralara, ama korkaklığın cesaretine açık ara üstünlük sağlamıştır. reddedilmeyi erteliyorsundur aslında kendi kafanda, insanın kendine en ama en güvensiz olduğu süreçtir çünkü içine düştüğün, kimsenin uyandıramadığı, kimsenin cesaretlendiremediği...
kendi eksiklerini keşfetmeye başlar, kendi suratına çarparsın hatalarını. yalancılığınla yüzleşirsin en çok. karşı koyamadığın heyecanını inkar eder, üzerine oturmayacak kılıflarla süsleyip kapatırsın benliğini. hep bir kavga vardır iç dünyanda. en kendinden kaçabildiğin anlarda, en onunla yüzleşebildiğin anları yakalarsın. internet sitelerinde onun adına komik yorumlar yapar, telefonuna dostane mesajlar yazar, hasbelkader eline ulaşan fotoğraflarını süzmeye başlarsın. liseli saf aşıklar gibi fotoğrafla konuşurken bulursun kendini, kimse farketmeden kendine geldiğin için şükredersin. gülümseyerek poz verdiği fotoğraflarına bakarken heyecenlanır, onun mekanlarına onunla gittiğinizi hayal edersin. kolkola girdiği arkadaşlarına burun kıvırır, elini omzuna atan karşı cinslere sinir olursun. sanki onu umursamıyormuş gibi, onunla ilgisi yokmuş gibi, ama aslında tamamen ona hitaben mesajlar yazarsın iletilerine. hem ilgilenmiyor görünüp, hem de delicesine dikkatini çekme çabasına girersin. onlarca satır yazışırsınız, aradan cımbızla çekip çıkarttığın bir cümleyi yorgan yaparsın gecelerine. belki karşılık bulursun bir an, ondan sana doğru yarım adım gelir, inanmaz, sen kaçmaya başlarsın bu defa. sen de değişirsin o süreçte, hep sorgular, hep korkak yanının ardına saklanır bir insana dönmüşsündür çünkü.onunla yaşamayı istediğin hayallerin yönetmeye başlar hayatını. güne onun gülümseyen fotoğrafıyla başlar, günü arabanda onun adını haykırarak bitirirsin. çocukça bir meraktır işte, onun adı senin sesine yakışıyor mu, duymak istersin.
yakışır, gülümsersin...

şansın varsa, yolun bir gün gerçekten ona çıkar, ve şansın varsa o yolun ucunda en baştan bu yana seni bekleyen insan sana kucak açar.yok eğer hayal gücün çok fazla girdiyse yaşam yoluna, suratını asar, hayatın sıkıcı, durağan temposuna geri dönersin. yaşadıkların yanına kar kalır, yeniden aşık olabildiğini, duygularının sana yeniden aynı heyecanı yaşatabildiğini, yediğin kazıkların seni hiç de hayattan koparamadığını farketmenin keyfini yaşarsın. yüzüne aptal bir gülümseme yapıştırır, yoluna devam edersin. "ya olsaydı" diye mırıldanır, sadece o ihtimali hissetmeye bile değdiğini söylersin kendine.
çünkü önceleri farketmediğin, ihtimal vermediğin, ya da aslında görmezden gelmeye çalıştığındır, ama nefes alabildiğini hatırlamanı sağlayandır yeniden aşık olmaya başlayabildiğini farketmek...

20 Temmuz 2009 Pazartesi

İlk Defa...

...
Kafası allak bullaktı...
Bir tarafta eğer denemezse asla öğrenemeyeceği bir aşk, diğer yanda o adımı atarsa parmaklarının arasından süzülerek kayboluşunu an be an izleyeceği ve durdurmak için hiçbir şey yapamayacağı, yılların hızla kayboluşuna meydan okuyabilmiş bir dostluk...
Birini kaybetmeyi göze alamazken, diğerinin göz kırpışlarına karşı koyamıyor, adım atmayıp da kaçırma ihtimalinden ölesiye korkuyordu. Ne de olsa, anlatılamamışların, denenememişlerin, hasıraltı edilmişlerin bıraktığı yaralar hep daha derine gidiyor, kabuk bağlayamıyor, iyileşemiyordu bir türlü. Kapanmamış izlerle yaşamaya daha fazla tahammül edemeyeceğini öğreneli de çok fazla olmuyordu açıkçası, malum, yıllar sanki öğrenilmesi gereken tüm gerçeklerin öğretici acılarını tam da mutluluğu yakaladığın anların yanıbaşına serpiştiriyordu itinayla...

Bir insanın asla yapmamalıyım dediği bir hareketin ilk adımını atabilmesi için öyle zannettiğiniz gibi ciddi karar aşamaları yaşanmaz iç dünyalarda. Bir anlığına kontrolü kaçırırsın ve kendini “hayır yapmamalıyım” cümlesini duymazken ve artık çıktığın o yolda durmazken, duramazken bulursun...

“Aslında planladığım birşey değildi bu, hatta şu ana kadar hiç aklımda bile yoktu, belki bedeli çok ağır olacak, ama bunu yapmak zorundayım...” dedi adam.
Sesi titriyor muydu acaba? Hay Allah, oysa bu cümleyi çok kendinden emin bir tonlamayla söylemeliydi, hiç böyle cılız bir sesle konuştuğunu duymamış, böylesine fısıldar gibi cümleler kurmamıştı daha önce.
Geri dönüş yoktu artık. Gözleri ışıl ışıl parlayan kıza yaklaştı, küçücük vücuduna nazire yaparmışçasında dolgun ve şekilli dudaklarını kendi titrek dudaklarıyla buluşturmak üzereydi artık. Ne yaptığından çok da emin değil gibiydi aslında, kelimenin tam anlamıyla korkuyordu!
Haylazlık yaptıktan sonra cezasını öğrenmek üzere eve babasının gelişini bekleyen çocukların ürkekliğinde geçirmişti geride kalan son -sadece- birkaç dakikayi, ona tarihin sil baştan yazıldığı binyıllar gibi gelen birkaç dakikayı. Hayatının en azından son birkaç yılı, o kızla çok çok daha fazlasını hayal etmekle geçmişti geçmesine ama elindekini kaybetmeyi, yani nefes almaktan vazgeçmeyi göze alamıyordu...
Kalp atış ritmleri heyecanla ona gerilim filmlerinin korkutucu fon müziğini yapadursun, kızın gözlerine baktı dudaklarını ona yöneltirken.
İşte tam o anda gülumsediğini farketti kızın. Tüm dünyanın başına yıkıldığını gördü kızın gözlerindeki kendi yansımasında... Evet, alenen gülümsüyordu! O kadar mı uzaktı adamın iç dünyasının hayalleri kızın dünyasına? O kadar mı çocukça, o kadar mı komik görünüyordu acaba karşıdan? Durup geri mi çekilmeliydi? Zararın burasından dönse kar olur muydu, doğru muydu neresinden dönülürse kurtarılacağı efsanesi?
Duramadı, dönemedi,
Ve dudaklar buluştu...
Kız geri çekilmemişti belki ama, pek karşılık vermiş gibi de değildi. Hem aslına bakarsanız, adamın bunu farkedebilme güdüsü yerle bir olalı da asırlar geçmişti; ya da doğrusunu söyleyelim, ona asırlar gibi gelmiş üçbeş saniye daha!

Şimdi hiç hatırlayamadığı o oniki yaşındaki ilk öpücüğünde de böyle birşey olmuş olmalıydı muhtemelen. Ne kendisi farkındaydı ne yaptığının, ne de “öpücük” dediklerinin ne olduğunu tanımlayabilecek durumdaydı. İçi tir tir titriyordu ve belki de bu gerçek olanca çıplaklığıyla farkedilebiliyordu dışarıdan! Bittiğim an dedikleri tam da bu ana yakışan bir kalıpmış demek ki!
O bunları düşünedursun, kızın gülümsemesi büyüdü, ve kız gülümsedikçe küçüldü, küçüldü, kayboldu adam...
Ölüm sessizliğini bozan da o ana kadar tek kelime etmeyen kız oldu zaten:
“Salak,” dedi artık ağız dolusu gülmeye başlamışken, “artık gerçekten bunu yapmaktan vazgeçtiğinden şüphelenmeye başlamıştım!... Ne kadar uzun zamandır bunu beklediğimin hiç farkında değilsin, sana nasıl da tutulduğumla ilgili hiç bir fikrin yok değil mi! Gel buraya!...”
...
Sonunda yazım aşamasına gelebildiğim ikinci kitaptan bir bölüm... (Yazım aşaması demek, önümüzde hala uzun bir vakit olduğu anlamına geliyor. belki de 1 sene kadar, kimbilir...)

7 Haziran 2009 Pazar

Yazma Cesareti...

Bir zamanlar, mizah dergisi Hıbır'da Atilla Atalay'ın yazdığı, Ergün Gündüz'ün çizdiği ayrılık öyküleri yayınlanırdı her hafta...
Onların birinde, bir ayrılık sonrası delikanlının yaşadıkları çarpıcı bir gerçeklikle anlatılmıştı.

Delikanlı, ayrılığın ardından bambaşka birisi oluyor, birden daha önce hiç zaman ayıramadığı şeylerle ilgilenmeye başlıyordu. Yeni hobiler ediniyor, spor yapmaya başlıyor, okulda kimsenin veremediği dersi ilk alışında geçiyor, ağır kitapları bir çırpıda bitiriyor ve insanların zorlandığı her şeyi kısacık süreler içinde çözümleyiveriyordu.Oysa, ayrılık sonrası ilk geliş hiç de öyle olmuyordu...

Delikanlı, evini en ince ayrıntısına kadar "terkeden"i etkileyeceğini umduğu şekilde düzenlemiş, kendisini onun karşısında "yıkılmamış, güçlü ve zevkli" göstermek için ne gerekiyorsa yapmıştı. Fakat son bir görüşme ve son gidişin ardından, o ana kadar görmezden geldiği gerçekle yüzleşiyor ve asıl çöküşü o an yaşıyordu genç adam...

Yazdığı öyküler kadar, öykülerden sonra okuyucuların aklına gelebilecek sorulara da hakim olan yazar, şu cümleyle yapmıştı kapanışı:

Gerçekten başından geçti mi diye sorarsınız öykücüye,
Oysa anlatılanlar sizin hikayelerinizdir hep...

Hiç kimse yalnız değil dünyada, ve sadece bize olduğunu zannettiğimiz her şey, bir başkasının yaşamında da yer buluyor aslında…
Ve, “anlatmazsam, üstesinden gelemem” diye başlananlar, başkalarının öykülerine dönüyor bir süre sonra.
Kelimenin tam anlamıyla “öykü” olmasa da, bir kenarından dokunulmuş yaşam gerçekleriyle karşılaşacaksınız “Geceyarısı Öyküleri”nde. Belki bir hayalden ibaret, belki yazan yaşadı, belki siz, farkına bile varmadan…
(Geceyarısı Öyküleri Giriş bölümünden bir alıntı...)