18 Ocak 2015 Pazar

Radyoya Bir Tost, Bir Portakal Suyu!...


Bundan altı yıl öncesiydi. Askerden yeni dönmüştüm, kafalar fena halde karışıktı! Geri geldiğimde daha önceki görevime kaldığım yerden devam etmek üzere holding CEO’su ile sözleştiğimiz Radyo Mydonose’da işler pek de iyi gitmemiş, satılma dedikoduları dolaşmaya başlamıştı. Biraz sert ve acımasız olmasıyla tanınan ama birebir çalıştığımız üç yıllık süre içinde onlarca yıllık eğitimle edineceğimden çok daha fazlasını öğrenmemi sağlamış olan yöneticimle holding ofisinde buluştuk. Bana eğer istersem sözünün hala geçerli olduğunu ama aslında yine aynı holdinge bağlı olan ve o dönemde hızlı bir yapılanmaya giren MyBilet’te görev almayı düşünüp düşünmeyeceğimi sordu. Bu tür sorular esasında pek de soru cümlesi değildir, yöneticinizin size duyduğu saygının ve nezaketin bir göstergesidir. İnternet sektörü gerçekten çok ilgimi çekiyordu. Kendisine büyük memnuniyetle yapacağımı ama tek bir şartım olacağını belirterek onun şaşkın bakışları altında şunu söyledim:

“Ama lütfen benim bir radyoda düzenli program yapmama izin verin, radyoyu bırakmak istemiyorum!”

Hayatımda bazı değişim süreçleri var. Bir önemli sürecin de böyle başladığına inanıyorum. Şu anda yapmakta olduğumu işimi de o dönemde edindiğim internet sektörü bilgim kadar, yayından kopmamış olmama da borçluyum.

Bu konuşmadan, yani benim MyBilet’te çalışmaya başlamamdan birkaç ay sonra TRT’nin Ankara’da bir kent radyosu kurmayı planladığını haber aldık ve devamında hikayesini Ankara The Best dergisinin Sonbahar-Kış 2012 sayısında yayınlanan bu röportajda okuyacağınız Haftaya Paydos süreci başladı. Önce TRT’de, ardından da röportajın gerçekleştirildiği süreçte Radyo ODTÜ’de Banu Tarancı ile birlikte yıllardır süregelen ve artık kardeşlik yakınlığına dönüşen dostluğumuzu sonunda frekanslara taşıma fırsatı bulmuş olduk.

Bir süre ara verdikten sonra, 12 Ocak 2015 günü itibariyle TRT’nin yeniden hayata geçen Kent Radyo Ankara projesinde hafta içi her gün 17:00-19:00 saatleri arasında yayındayız. Bizi Ankara’da FM 105.6 frekansından ya da internet aracılığıyla dinleyebilirsiniz. Ayrıca Facebook, Instagram ve Twitter hesaplarımızda da birlikteyiz.

Biz yeniden radyoda olmayı gerçekten çok özlemişiz, sizi de bekliyoruz.

(Röportajı dergiden okumak için sayfanın en altındaki görsellerin üzerine tıklamanız yeterli.) 


RADYOYA BİR TOST, BİR PORTAKAL SUYU!...

Banu Tarancı ve Selim Karakaya 16 yıllık radyocular... Ayrı ayrı başladıkları kariyerleri 1998’de Radyo Mydonose’un kurulmasıyla kesişir. Yıllarca birbirlerine yayın devrederken yaptıkları sohbetlerin ardından, bir gün “Neden birlikte bir program da yapmıyoruz!” deyip soluğu genel müdürün odasında alırlar. Lakin ümit ettikleri yanıtı alamazlar. Ancak günlerden bir gün yine yayında aralarındaki bir espri sonrasında bir cafeden gelen tostları ve portakal suları birlikte program yapmaları gerektiğinin teyidi olur!

Selim bir gece önce, Banu’ya şöyle bir not bırakır:
En iyi dostum kaşarlı tostum, içine bir dilim domates, yanında taze portakal suyuyla... İyi yayınlar :)
Banu sabah yayında şu yanıtı verir:
Sabahın bu erken saatinde yayına başlayan insana yapılır mı bu haksızlık!.. Madem dost; hiç düşünmez mi nereden bulur kaşarlı tost!

Ve o sabah onları dinleyen Ankara'nın meşhur sandviç kafelerinden birinden tıpkı yayında konuştukları gibi aynı tarifte, ancak ikişer tane, tostlar ve portakal suları gelir radyoya... Üzerinde de bir not vardır: "Güne sizinle başlamak hep çok güzel. Bu küçük ikramı kabul edin lütfen, tam tarif ettiğiniz gibi! :)"

Banu ve Selim ne bu keyifli anıyı unutur ne de, ne de birlikte yayın yapma arzularını... Bu fırsatı ilk kez TRT Ankara Kent Radyosu’nda bulurlar. Şimdilerde ise; Radyo ODTÜ’de her Cuma akşamı 19:00-21:00 arasında Haftaya Paydos’u hazırlayıp sunuyorlar.

Selim Karakaya: Biz Mydonose’da kendi çapımızda havalı bir ekip kurmuştuk, hepimizin ayakları yerden kesik bir şekilde dolaşırken bir gün yukarıda kahve içtiğimiz mola odamıza biri geldi. Aslında o zaman bu kadının kahve tutkusunu anlamalıydım! Hiç kahvesiz yayına girdin mi Banu? (Gülüşmeler...)

Banu Tarancı: Hayır, hiç hatırlamıyorum. Kimmiş o kadın!

S.K: İlk kurulurken oluşturulan çekirdek ekip dışında radyoya transfer olan ilk kişisin... Yönetim bize sürekli “Siz Türkiyenin en iyi radyo ekibisiniz, herkes sizi konuşacak!” diyordu ki, birgün sen çıktın bir anda karşımıza.

B.T: En iyi ekipte demek ki mühim bir eksiğiniz varmış ki ben geldim!

S.K: Gerçekten ekip o zaman tamamlandı aslında ve yıllarca Türkiye’nin en çok dinlenen radyosunda çok güzel günlerimiz ve harika dostluklarımız oldu.

B.T: Peki, Selim radyo virüsü ilk ne zaman girdi kanına?


“...Radyo ODTÜ kuruluyor! yazıyordu o afişte ve işte o an benim hayatımı değiştiren an oldu.”


S.K: Bir gün yine her zamanki gibi derse geç kalmış koşturuyordum ama iyi ki geç kalmışım, yoksa panoya tam o esnada asılan afişi göremeyecektim. “Radyo ODTÜ kuruluyor” yazıyordu o afişte ve işte o benim hayatımı değiştiren an oldu. Ardından eleme süreçleri... 300 kişiyle Nisan 1994’te başlayan ve yaz tatilini kapsayan eğitim süreci ve ardından doğal eleme, yani tatilden fedakarlık edebilenler ve geriye sadece 5 kişi kalmıştık. Aslında şimdi anlıyorum ki o esnada yaptıkları en iyi yayıncılardan ziyade en dayanıklıları seçmekmiş! (Gülüyor)

B.T: İlk yayın gününü ve mikrofona ilk kez bastığın anı hatırlıyor musun peki?

S.K: Kesinlikle çok net! Galiba bu hep kullanılan bir yöntem: “Gel sana mikseri gösterelim. Hadi şu parçayı da sen geç!” diye çıkıp tekrar stüdyoya döndüklerinde aradan iki saat geçmişti! Hiç o kadar gerildiğimi hatırlamıyorum. Gerçi sonradan beni stüdyonun hemen yanından takip ettiklerini öğrendim ama o korku yetti bana. Sonrasında Radyo Topluluğu Başkanlığı yaptığım dönemde bu yöntemin çok işe yaradığını da öğrencilere uygulayarak öğrenmiş oldum.. Gülüyorsun ama sen nasıl bulaştın peki bu işlere?

“... mikrofona ilk bastığım anda kalbim o kadar hızlı ve gürültülü atıyordu ki sesi herkesin duymasından korkmuştum...”


B.T: Aslında Selimcim şu ana kadar yaptığım her işe bakıyorum da hepsi birer tesadüften ibaret. Kasım’ın 1’inde tatilden Ankara’ya dönmem, sabah 9’da Radyo Net’in ilanını görmem, eve sadece 100 metre mesafede olduğunu farketmem ve ilk başvuran olmam... Aslında üniversitenin ilk yıllarında TRT Dış Haberler’de çalıştığım için itiraf ediyorum  haber spikeri olarak başvurdum radyoya. Ancak radyonun genel yayın koordinatörü benden haber spikeri olmayacağını ama iyi bir program yapımcısı olacağımı söylemesiyle aylar süren eğitim sürecimiz başladı ve Mart ayında mikrofona ilk bastığım anda kalbim o kadar hızlı ve gürültülü atıyordu ki sesi herkesin duymasından korkmuştum.

S.K: Şu an birlikte yayın yapıyoruz ve her ikimizde de aslında o heyacanı hala görüyorum.

B.T: Çok doğru ama daha kontrollü bir heyecan demek lazım. Ve işin güzel yanı o heyecanı kaybetmemek. Galiba biz o heyecan olduğu sürece yayıncı olmaya devam edeceğiz.

S.K: Kesinlikle, aslında bence bizi buluşturan da bu. Yaptığımız işe heyecanla ve keyifle sarılmamız. Düşünsene Mydonose’daki 5 dakikalık program geçişlerinde yaptığımız sohbetlerimiz bizi 2 saatlik bir programa taşıdı.

B.T: Hem de ezberimizi bozan bir radyoda... Mydonose’da öğrendiğimiz herşeyi unutturan bir tecrübe yaşadık. Mydonose’da “az çoktur!” olarak konuşurken, bir sohbet kanalı olarak kurulan TRT Ankara Kent Radyosu’nda bize “konuş!” dediler. Hem de 2 saat süresince aralıksız.

S.K: Başta aslında kolay gibi gelmişti bu fikir kulağımıza, ancak “dur bakalım iki saat nedir?” maiyetinde bir hazırlık metni yazdığımızda 5 sayfalık metnin sadece birkaç dakika konuşma süresi tuttuğunu görünce hatırlıyor musun yaşadığımız paniği?

B.T: Selim gerçekten deli işiydi yaptığımız; haftanın 5 günü konuşmak, kendini ve kentini anlatmak.

S.K: Banu tam burada Amber Hanım’ın (Türkmen) hakkını teslim etmek gerek. TRT’de tamamen sohbetten oluşan bir radyo açmak onun projesiydi. Radyoculuk adına heyecan veren bu proje hem önemli eksiği doldurdu, hem de bizi yeniden biraraya getirdi. (Gülüşmeler)


“...Ankara insanlara sınırlı fırsatlar sunan bir şehir. Böyle olunca da sen kendi fırsatlarını dostluklarınla kurmak durumunda kalıyorsun.”


B.T: Aslında ne çok ihtiyacımız varmış sohbet etmeye ve bir sohbetin parçası olmaya. O dönem dinleyicilerimizin katılımları da bunu çok açıkça gösteriyordu aslında. Çünkü nihayetinde Ankara insanlara sınırlı fırsatlar sunan bir şehir. Böyle olunca da sen kendi fırsatlarını dostluklarınla kurmak durumunda kalıyorsun.

S.K: Sen bunu söyleyince benim aklıma senin yayında çok sık kullandığın o meşhur Ece Temelkuran cümlesi geliyor: “İnsanlar denizi olan şehirlerde denize, denizsiz şehirlerde yüzyüze bakarlar.” Ne dersin Banu, yayına konuk ettiğimiz o ünlü isimlerin hepsinin iki saat aralıksız konuştuktan sonra “ne çabuk bitti program!” demesi Ankara’nın etkisi midir?

B.T: Bizim de etkimiz olsa gerek. (Gülüşmeler) Gerçekten ne kadar çok güldük. Haftaya Paydos’ta kahkaha atmadan stüdyodan çıkan bir konuğumuz oldu mu Selim, sen hatırlıyor musun?

S.K: Kayıtlarda öyle bir durum yok. Kaldı ki biz bir mizah programı yapmıyoruz. Ama gülmekten sandalyeden düşen var!

B.T: Cem’i (Adrian) konuk ettiğimiz programdı. Mecazi anlamda değil, gerçekten gülmekten sandalyeden yere düşmüştük ve biz kriz halinde gülerken sen orada programı kurtarmaya çalışıyordun.

S.K: Gerçi bunun fani bir çaba olduğunu anlamam da çok zaman almadı. Galiba programın bu kadar çok tutmasının sebebi de bu. Her konuğumuzun kendini evinde gibi rahat hissetmesini sağlamaya çalışıyoruz. Yayına geç kalan Bedük’ün stüdyoya dalarak “Geciktim biraz, nerede kaldık?” diye sohbete girmesinin sebebi de bu aslında. Ya da her konuğun ilk 10 dakika sonrasında gözlerini şaşkınlıkla açarak programın heyecanına kapıldığını izlemek de! Bizim farklı yaptığımız ne sence?

B.T: İşimize de, gelen konuğa da saygı duyuyoruz ve mutlaka dersimize çok iyi çalışıyoruz.

S.K: Bir de kulağa klişe gibi gelse de biz radyoculuğa gerçekten çok tutkuyla bağlıyız. Düşünsene, radyocuların herkesten köşe bucak kaçıp yüzlerini gizlediği dönemden buralara geldik. Gerçi sen artık ekranda da görünüyorsun ama radyocu gizemli mi kalmalı, görünmemeli mi?

B.T: O galiba eskidendi, artık görsel bir çağda yaşıyoruz. Aynı zamanda dinleyecilerin seni Facebook ve Twitter’dan da takip ediyor. Saklanma şansın yok... Bir de galiba ne kadar erken ortaya çıkarsan o kadar az hayal kırıklığı yaratıyorsun, çünkü her dinleyicide farklı bir görüntüydün eskiden, senin sesine bir görsel kimlik yüklüyorlardı ve gerçek seni gördüklerinde o görüntüyle uyuşmadığın için mutlaka bir hayal kırıklığı oluyordu. Halbuki şu an seni ne kadar erken görürse, sesin kendi görüntünle özdeşleşiyor. Sen daha mı farklı düşünüyorsun?


“.... işin sahne arkasında kalmayı tercih ettim ben hep. Gizli kahraman olmayı seviyorum galiba...”


S.K: Biliyorsun ben aslen çok yakışıklı bir adamım (gülüyorlar) ama yine de beğendiremiyorum kendimi! Fakat gerçekten radyoda dinlerken dinleyicilerimiz her birimizi öyle kalıplara yerleştiriyorlar ki ne olursa olsun sonunda bir parça hayal kırıklığı oluyor. Belki de bu yüzden işin sahne arkasında kalmayı tercih ettim ben hep. Gizli kahraman olmayı seviyorum galiba.. Aslında sektör de çok değişti, özellikle ulusal radyolarda durmaksızın yayın ekibinin değişiyor olmasını ve aynı isimlerin sürekli değişik radyolarda karşımıza çıkmasını doğru bulmuyorum mesela.

B.T: Bu biraz da talep edilmen ve başarınla ilgili. Elbette işin içine maddi konular da giriyor.

S.K: Tabi artık işin ticari boyutunun ciddi boyutlara ulaşması da sektörü çok etkiliyor. Büyük medya grupları önemli paralar ödeyerek radyoları satın alıyor, hal böyle olunca yöneticilerin sabırsızlığı ön plana çıkıyor. Çok kısa sürede önemli gelirlere ulaşılması bekleniyor ama alışkanlıkların bozulması o kadar da kolay değil. İtiraf edeyim, büyük grupların yayın işine girmesiyle radyo yayıncılığının daha şık bir hal alacağını düşünürdüm ben ama birkaç istisna dışında böyle olmadığını izliyoruz. Bu yüzden yerel radyolara ilgi her geçen gün daha da artıyor, aynen tematik televizyon kanallarının daha çok izlenmeye başlanması gibi.


“.... Büyük medya gruplarıyla aslında radyoculuğun masumiyeti de öldü!”


B.T: Büyük medya gruplarıyla aslında radyoculuğun masumiyeti de öldü diyebiliriz. Artık ulusal radyolarda, radyocuların omuzlarında hiç olmadığı kadar rating stresi bulunuyor, çok ağır bir yük ve özgürlüğünün yanı sıra işin keyfini de kaçırıyor. Başladığım ilk günden bu yana yerel radyoculuktan yana oldum. En basitinden Ankara’da o sırada kar yağıyorsa bunu paylaşmalısın ve İstanbul’da günlük güneşlik havada seni dinleyen “bana ne” dememeli! Ben böylesi bir dönemin ardından radyoyu bırakma kararı alıp bir kaç yıl uzaklaşmıştım. Senden istenilenle, yapmak istediğin şey örtüşmediği noktada her şey anlamsızlaşıyor. O dönem yazı girdi işte hayatıma.

S.K: Söz uçar, yazı kalır durumu yani! Ama artık söz uçuyor, yazı da koşturarak arkasından gidiyor! Malum internet çağındayız, o kadar çok çeşitli mecra ve yayın kanalı var ki, artık yazdıkların da bir görünüyor, sonra arada kayboluyor gidiyor. Ama yazmanın da ayrı bir keyfi var kesinlikle. Daha uzun cümleler kurabiliyorsun, insanların geri dönüp bir kez daha okumak isteyeceği şeyler yazabiliyorsun. Gerçi artık bunun da kriterleri değişti; yazdığın cümleler twitleniyorsa başarılı demektir gibi bir durum oluştu! Twitter’ı sen de aktif olarak kullanıyorsun, nedir sosyal medya hakkındaki düşüncelerin?

B.T: Aramızdaki mesafeleri kaldırdık diyebilirim! (Gülüyorlar...) Fakat yine de özellikle de Twitter’dan konuşuyorsak, çoğunlukla yaptığım işlerle ilgili kullanıyorum ve çok fazla özel hayatımı deşifre etmiyorum. TRT Türk’de aynı zamanda hava durumu sunduğum için mesela sıkça hava tahminlerini ve radyo programlarımızla ilgili şeyleri yazıyorum. Kişisel olarak doğrusunun bu olduğunu düşünüyorum. Aslında sosyal medyayla işi gereği her zaman daha fazla ilgili olan sen oldun!  


“... Son iki yıl içinde sosyal medya kendi kendini bitiren isimlere şahit oluyor...”

S.K: Evet, işim gereği sosyal medyayı aktif olarak kullanmak durumundayım. Bir e-ticaret kurumunun tüm sosyal medya projeleri ve kanal kullanımları da benim sorumluluğumda. O yüzden mesleki olarak bir zorunluluğum var ama dürüst olmak gerekirse, zaten çok keyif alıyorum sosyal medyanın içinde yer almaktan. Bu konuda yapacağım en net yorum da, kendi ismini ve markasını yönetmeyi beceremeyen isimlere menajerleri, basın sorumluları, yapımcıları vakit geçirmeden müdahele etmeli, hemen şifreleri değiştirip ondan saklamalılar! Son iki yıl içinde sosyal medya kendi kendini bitiren isimlere şahit oluyor.

B.T: Böyle bir sosyal! mesajla bitirelim bu sohbeti o zaman... (Gülüşmeler...)

S.K: Ve ekleyelim eğer sıradan anonslarla, sıradan radyo programları dinlemekten sıkıldıysanız, Cuma akşamları Radyo ODTÜ’de Haftaya Paydos’a bekleriz...


Banu Tarancı Kimdir?

Ankaralı. 20 yıldır medya sektöründe. Radyo Net, Radyo Mydonose, TRT Ankara Kent Radyosu ve Radyo ODTÜ’de programlar hazırlayıp sundu.
Sabah Pazar Extra’ya insan portreleri hazırladı. MAG ve Ankara The Best Dergisi’nin Editörlüğünü yaptı.
Radyo yayınlarının yanında TRT TÜRK’te Hava Nasıl ve Dünyanın Havası programlarını sunuyor.
(Şu anda TRT Haber Meteoroloji Editörü)

Selim Karakaya Kimdir?

Almanya’da doğmuş, 1 yaşındayken ailesiyle Türkiye’ye dönmüş bir Ankaralı. ODTÜ’de mühendislik okurken yolunu değiştirip radyo dünyasına girdi. Radyo ODTÜ ve Radyo Mydonose’da programlar yaptı, yöneticilik pozisyonlarında bulundu. TRT Ankara Kent Radyosu ve TRT FM’in yayın ekiplerinde görev aldı.
Üniversitede LeMan dergisinde duvar yazıları yazarak başladığı yazma hikayesine denemelerden oluşan Geceyarısı Öyküleri kitabını ekledi.
Radyo yayınlarının yanında MyBilet’te Operasyon Direktörü olarak görev yapıyor.
(Şu anda TuneIn Türkiye Sorumlusu)