Bundan altı
yıl öncesiydi. Askerden yeni dönmüştüm, kafalar fena halde karışıktı! Geri geldiğimde daha önceki görevime kaldığım yerden devam etmek üzere holding CEO’su ile sözleştiğimiz Radyo
Mydonose’da işler pek de iyi gitmemiş, satılma dedikoduları dolaşmaya
başlamıştı. Biraz sert ve acımasız olmasıyla tanınan ama birebir çalıştığımız
üç yıllık süre içinde onlarca yıllık eğitimle edineceğimden çok daha fazlasını
öğrenmemi sağlamış olan yöneticimle holding ofisinde buluştuk. Bana eğer istersem
sözünün hala geçerli olduğunu ama aslında yine aynı holdinge bağlı olan ve o
dönemde hızlı bir yapılanmaya giren MyBilet’te görev almayı düşünüp
düşünmeyeceğimi sordu. Bu tür sorular esasında pek de soru cümlesi değildir,
yöneticinizin size duyduğu saygının ve nezaketin bir göstergesidir. İnternet
sektörü gerçekten çok ilgimi çekiyordu. Kendisine büyük memnuniyetle yapacağımı
ama tek bir şartım olacağını belirterek onun şaşkın bakışları altında şunu
söyledim:
“Ama lütfen
benim bir radyoda düzenli program yapmama izin verin, radyoyu bırakmak
istemiyorum!”
Hayatımda bazı değişim süreçleri var. Bir önemli sürecin de böyle
başladığına inanıyorum. Şu anda yapmakta olduğumu işimi de o dönemde edindiğim
internet sektörü bilgim kadar, yayından kopmamış olmama da borçluyum.
Bu konuşmadan, yani benim MyBilet’te çalışmaya başlamamdan birkaç ay
sonra TRT’nin Ankara’da bir kent radyosu kurmayı planladığını haber aldık ve devamında
hikayesini Ankara The Best dergisinin Sonbahar-Kış 2012 sayısında yayınlanan bu
röportajda okuyacağınız Haftaya Paydos süreci başladı. Önce TRT’de, ardından da
röportajın gerçekleştirildiği süreçte Radyo ODTÜ’de Banu Tarancı ile birlikte
yıllardır süregelen ve artık kardeşlik yakınlığına dönüşen dostluğumuzu sonunda
frekanslara taşıma fırsatı bulmuş olduk.
Bir süre ara verdikten sonra, 12 Ocak 2015 günü itibariyle TRT’nin yeniden
hayata geçen Kent Radyo Ankara projesinde hafta içi her gün 17:00-19:00
saatleri arasında yayındayız. Bizi Ankara’da FM 105.6 frekansından ya da internet aracılığıyla dinleyebilirsiniz. Ayrıca Facebook,
Instagram ve Twitter hesaplarımızda da birlikteyiz.
Biz yeniden radyoda olmayı gerçekten çok özlemişiz, sizi de bekliyoruz.
(Röportajı dergiden okumak için sayfanın en altındaki görsellerin üzerine
tıklamanız yeterli.)
RADYOYA BİR TOST, BİR PORTAKAL SUYU!...
Banu Tarancı
ve Selim Karakaya 16 yıllık radyocular... Ayrı ayrı başladıkları kariyerleri
1998’de Radyo Mydonose’un kurulmasıyla kesişir. Yıllarca birbirlerine yayın
devrederken yaptıkları sohbetlerin ardından, bir gün “Neden birlikte bir
program da yapmıyoruz!” deyip soluğu genel müdürün odasında alırlar. Lakin ümit
ettikleri yanıtı alamazlar. Ancak günlerden bir gün yine yayında aralarındaki
bir espri sonrasında bir cafeden gelen tostları ve portakal suları birlikte
program yapmaları gerektiğinin teyidi olur!
Selim bir
gece önce, Banu’ya şöyle bir not bırakır:
En iyi
dostum kaşarlı tostum, içine bir dilim domates, yanında taze portakal
suyuyla... İyi yayınlar :)
Banu sabah
yayında şu yanıtı verir:
Sabahın bu
erken saatinde yayına başlayan insana yapılır mı bu haksızlık!.. Madem dost;
hiç düşünmez mi nereden bulur kaşarlı tost!
Ve o sabah
onları dinleyen Ankara'nın meşhur sandviç kafelerinden birinden tıpkı
yayında konuştukları gibi aynı tarifte, ancak ikişer tane, tostlar ve portakal
suları gelir radyoya... Üzerinde de bir not vardır: "Güne sizinle başlamak
hep çok güzel. Bu küçük ikramı kabul edin lütfen, tam tarif ettiğiniz gibi! :)"
Banu ve
Selim ne bu keyifli anıyı unutur ne de, ne de birlikte yayın yapma
arzularını... Bu fırsatı ilk kez TRT Ankara Kent Radyosu’nda
bulurlar. Şimdilerde ise; Radyo ODTÜ’de her Cuma akşamı 19:00-21:00 arasında
Haftaya Paydos’u hazırlayıp sunuyorlar.
Selim Karakaya: Biz Mydonose’da kendi
çapımızda havalı bir ekip kurmuştuk, hepimizin ayakları yerden kesik bir
şekilde dolaşırken bir gün yukarıda kahve içtiğimiz mola odamıza biri geldi. Aslında o zaman bu kadının kahve tutkusunu anlamalıydım! Hiç kahvesiz
yayına girdin mi Banu? (Gülüşmeler...)
Banu Tarancı: Hayır, hiç
hatırlamıyorum. Kimmiş o kadın!
S.K: İlk kurulurken oluşturulan
çekirdek ekip dışında radyoya transfer olan ilk kişisin... Yönetim bize sürekli
“Siz Türkiyenin en iyi radyo ekibisiniz, herkes sizi konuşacak!” diyordu ki,
birgün sen çıktın bir anda karşımıza.
B.T: En iyi ekipte demek ki
mühim bir eksiğiniz varmış ki ben geldim!
S.K: Gerçekten ekip o zaman
tamamlandı aslında ve yıllarca Türkiye’nin en çok dinlenen radyosunda çok güzel
günlerimiz ve harika dostluklarımız oldu.
B.T: Peki, Selim radyo virüsü
ilk ne zaman girdi kanına?
“...Radyo ODTÜ kuruluyor!
yazıyordu o afişte ve işte o an benim hayatımı değiştiren an oldu.”
S.K: Bir gün yine her zamanki
gibi derse geç kalmış koşturuyordum ama iyi ki geç kalmışım, yoksa panoya tam o
esnada asılan afişi göremeyecektim. “Radyo ODTÜ kuruluyor” yazıyordu o afişte
ve işte o benim hayatımı değiştiren an oldu. Ardından eleme süreçleri... 300
kişiyle Nisan 1994’te başlayan ve yaz tatilini kapsayan eğitim süreci ve
ardından doğal eleme, yani tatilden fedakarlık edebilenler ve geriye sadece 5
kişi kalmıştık. Aslında şimdi anlıyorum ki o esnada yaptıkları en iyi
yayıncılardan ziyade en dayanıklıları seçmekmiş! (Gülüyor)
B.T: İlk yayın gününü ve
mikrofona ilk kez bastığın anı hatırlıyor musun peki?
S.K: Kesinlikle çok net!
Galiba bu hep kullanılan bir yöntem: “Gel sana mikseri gösterelim. Hadi şu
parçayı da sen geç!” diye çıkıp tekrar stüdyoya döndüklerinde aradan iki saat
geçmişti! Hiç o kadar gerildiğimi hatırlamıyorum. Gerçi sonradan beni stüdyonun
hemen yanından takip ettiklerini öğrendim ama o korku yetti bana. Sonrasında
Radyo Topluluğu Başkanlığı yaptığım dönemde bu yöntemin çok işe yaradığını da
öğrencilere uygulayarak öğrenmiş oldum.. Gülüyorsun ama sen nasıl bulaştın peki
bu işlere?
“... mikrofona ilk
bastığım anda kalbim o kadar hızlı ve gürültülü atıyordu ki sesi herkesin
duymasından korkmuştum...”
B.T: Aslında Selimcim şu ana
kadar yaptığım her işe bakıyorum da hepsi birer tesadüften ibaret. Kasım’ın
1’inde tatilden Ankara’ya dönmem, sabah 9’da Radyo Net’in ilanını görmem, eve
sadece 100 metre mesafede olduğunu farketmem ve ilk başvuran olmam... Aslında
üniversitenin ilk yıllarında TRT Dış Haberler’de çalıştığım için itiraf
ediyorum haber spikeri olarak başvurdum
radyoya. Ancak radyonun genel yayın koordinatörü benden haber spikeri
olmayacağını ama iyi bir program yapımcısı olacağımı söylemesiyle aylar süren
eğitim sürecimiz başladı ve Mart ayında mikrofona ilk bastığım anda kalbim o
kadar hızlı ve gürültülü atıyordu ki sesi herkesin duymasından korkmuştum.
S.K: Şu an birlikte yayın
yapıyoruz ve her ikimizde de aslında o heyacanı hala görüyorum.
B.T: Çok doğru ama daha
kontrollü bir heyecan demek lazım. Ve işin güzel yanı o heyecanı kaybetmemek.
Galiba biz o heyecan olduğu sürece yayıncı olmaya devam edeceğiz.
S.K: Kesinlikle, aslında
bence bizi buluşturan da bu. Yaptığımız işe heyecanla ve keyifle sarılmamız.
Düşünsene Mydonose’daki 5 dakikalık program geçişlerinde yaptığımız
sohbetlerimiz bizi 2 saatlik bir programa taşıdı.
B.T: Hem de ezberimizi bozan
bir radyoda... Mydonose’da öğrendiğimiz herşeyi unutturan bir tecrübe yaşadık.
Mydonose’da “az çoktur!” olarak konuşurken, bir sohbet kanalı olarak kurulan TRT
Ankara Kent Radyosu’nda bize “konuş!” dediler. Hem de 2 saat süresince
aralıksız.
S.K: Başta aslında kolay
gibi gelmişti bu fikir kulağımıza, ancak “dur bakalım iki saat nedir?”
maiyetinde bir hazırlık metni yazdığımızda 5 sayfalık metnin sadece birkaç
dakika konuşma süresi tuttuğunu görünce hatırlıyor musun yaşadığımız paniği?
B.T: Selim gerçekten deli
işiydi yaptığımız; haftanın 5 günü konuşmak, kendini ve kentini anlatmak.
S.K: Banu tam burada Amber
Hanım’ın (Türkmen) hakkını teslim etmek gerek. TRT’de tamamen sohbetten oluşan
bir radyo açmak onun projesiydi. Radyoculuk adına heyecan veren bu proje hem
önemli eksiği doldurdu, hem de bizi yeniden biraraya getirdi. (Gülüşmeler)
“...Ankara insanlara
sınırlı fırsatlar sunan bir şehir. Böyle olunca da sen kendi fırsatlarını dostluklarınla
kurmak durumunda kalıyorsun.”
B.T: Aslında ne çok
ihtiyacımız varmış sohbet etmeye ve bir sohbetin parçası olmaya. O dönem
dinleyicilerimizin katılımları da bunu çok açıkça gösteriyordu aslında. Çünkü
nihayetinde Ankara insanlara sınırlı fırsatlar sunan bir şehir. Böyle olunca da
sen kendi fırsatlarını dostluklarınla kurmak durumunda kalıyorsun.
S.K: Sen bunu söyleyince
benim aklıma senin yayında çok sık kullandığın o meşhur Ece Temelkuran cümlesi
geliyor: “İnsanlar denizi olan şehirlerde denize, denizsiz şehirlerde yüzyüze
bakarlar.” Ne dersin Banu, yayına konuk ettiğimiz o ünlü isimlerin hepsinin iki
saat aralıksız konuştuktan sonra “ne çabuk bitti program!” demesi Ankara’nın
etkisi midir?
B.T: Bizim de etkimiz olsa
gerek. (Gülüşmeler) Gerçekten ne kadar çok güldük. Haftaya Paydos’ta kahkaha
atmadan stüdyodan çıkan bir konuğumuz oldu mu Selim, sen hatırlıyor musun?
S.K: Kayıtlarda öyle bir durum
yok. Kaldı ki biz bir mizah programı yapmıyoruz. Ama gülmekten sandalyeden
düşen var!
B.T: Cem’i (Adrian) konuk
ettiğimiz programdı. Mecazi anlamda değil, gerçekten gülmekten sandalyeden yere
düşmüştük ve biz kriz halinde gülerken sen orada programı kurtarmaya
çalışıyordun.
S.K: Gerçi bunun fani bir
çaba olduğunu anlamam da çok zaman almadı. Galiba programın bu kadar çok
tutmasının sebebi de bu. Her konuğumuzun kendini evinde gibi rahat hissetmesini
sağlamaya çalışıyoruz. Yayına geç kalan Bedük’ün stüdyoya dalarak “Geciktim
biraz, nerede kaldık?” diye sohbete girmesinin sebebi de bu aslında. Ya da her
konuğun ilk 10 dakika sonrasında gözlerini şaşkınlıkla açarak programın heyecanına
kapıldığını izlemek de! Bizim farklı yaptığımız ne sence?
B.T: İşimize de, gelen
konuğa da saygı duyuyoruz ve mutlaka dersimize çok iyi çalışıyoruz.
S.K: Bir de kulağa klişe
gibi gelse de biz radyoculuğa gerçekten çok tutkuyla bağlıyız. Düşünsene,
radyocuların herkesten köşe bucak kaçıp yüzlerini gizlediği dönemden buralara
geldik. Gerçi sen artık ekranda da görünüyorsun ama radyocu gizemli mi kalmalı,
görünmemeli mi?
B.T: O galiba eskidendi, artık
görsel bir çağda yaşıyoruz. Aynı zamanda dinleyecilerin seni Facebook ve
Twitter’dan da takip ediyor. Saklanma şansın yok... Bir de galiba ne kadar
erken ortaya çıkarsan o kadar az hayal kırıklığı yaratıyorsun, çünkü her
dinleyicide farklı bir görüntüydün eskiden, senin sesine bir görsel kimlik
yüklüyorlardı ve gerçek seni gördüklerinde o görüntüyle uyuşmadığın için
mutlaka bir hayal kırıklığı oluyordu. Halbuki şu an seni ne kadar erken
görürse, sesin kendi görüntünle özdeşleşiyor. Sen daha mı farklı düşünüyorsun?
“.... işin sahne arkasında
kalmayı tercih ettim ben hep. Gizli kahraman olmayı seviyorum galiba...”
S.K: Biliyorsun ben aslen
çok yakışıklı bir adamım (gülüyorlar) ama yine de beğendiremiyorum kendimi!
Fakat gerçekten radyoda dinlerken dinleyicilerimiz her birimizi öyle kalıplara
yerleştiriyorlar ki ne olursa olsun sonunda bir parça hayal kırıklığı oluyor.
Belki de bu yüzden işin sahne arkasında kalmayı tercih ettim ben hep. Gizli
kahraman olmayı seviyorum galiba.. Aslında sektör de çok değişti, özellikle
ulusal radyolarda durmaksızın yayın ekibinin değişiyor olmasını ve aynı
isimlerin sürekli değişik radyolarda karşımıza çıkmasını doğru bulmuyorum
mesela.
B.T: Bu biraz da talep
edilmen ve başarınla ilgili. Elbette işin içine maddi konular da giriyor.
S.K: Tabi artık işin ticari
boyutunun ciddi boyutlara ulaşması da sektörü çok etkiliyor. Büyük medya
grupları önemli paralar ödeyerek radyoları satın alıyor, hal böyle olunca
yöneticilerin sabırsızlığı ön plana çıkıyor. Çok kısa sürede önemli gelirlere
ulaşılması bekleniyor ama alışkanlıkların bozulması o kadar da kolay değil.
İtiraf edeyim, büyük grupların yayın işine girmesiyle radyo yayıncılığının daha
şık bir hal alacağını düşünürdüm ben ama birkaç istisna dışında böyle
olmadığını izliyoruz. Bu yüzden yerel radyolara ilgi her geçen gün daha da
artıyor, aynen tematik televizyon kanallarının daha çok izlenmeye başlanması
gibi.
“.... Büyük medya
gruplarıyla aslında radyoculuğun masumiyeti de öldü!”
B.T: Büyük medya gruplarıyla
aslında radyoculuğun masumiyeti de öldü diyebiliriz. Artık ulusal radyolarda,
radyocuların omuzlarında hiç olmadığı kadar rating stresi bulunuyor, çok ağır
bir yük ve özgürlüğünün yanı sıra işin keyfini de kaçırıyor. Başladığım ilk
günden bu yana yerel radyoculuktan yana oldum. En basitinden Ankara’da o sırada
kar yağıyorsa bunu paylaşmalısın ve İstanbul’da günlük güneşlik havada seni
dinleyen “bana ne” dememeli! Ben böylesi bir dönemin ardından radyoyu bırakma
kararı alıp bir kaç yıl uzaklaşmıştım. Senden istenilenle, yapmak istediğin şey
örtüşmediği noktada her şey anlamsızlaşıyor. O dönem yazı girdi işte hayatıma.
S.K: Söz uçar, yazı kalır
durumu yani! Ama artık söz uçuyor, yazı da koşturarak arkasından gidiyor! Malum
internet çağındayız, o kadar çok çeşitli mecra ve yayın kanalı var ki, artık
yazdıkların da bir görünüyor, sonra arada kayboluyor gidiyor. Ama yazmanın da
ayrı bir keyfi var kesinlikle. Daha uzun cümleler kurabiliyorsun, insanların
geri dönüp bir kez daha okumak isteyeceği şeyler yazabiliyorsun. Gerçi artık
bunun da kriterleri değişti; yazdığın cümleler twitleniyorsa başarılı demektir
gibi bir durum oluştu! Twitter’ı sen de aktif olarak kullanıyorsun, nedir
sosyal medya hakkındaki düşüncelerin?
B.T: Aramızdaki mesafeleri
kaldırdık diyebilirim! (Gülüyorlar...) Fakat yine de özellikle de Twitter’dan
konuşuyorsak, çoğunlukla yaptığım işlerle ilgili kullanıyorum ve çok fazla özel
hayatımı deşifre etmiyorum. TRT Türk’de aynı zamanda hava durumu sunduğum için
mesela sıkça hava tahminlerini ve radyo programlarımızla ilgili şeyleri
yazıyorum. Kişisel olarak doğrusunun bu olduğunu düşünüyorum. Aslında sosyal
medyayla işi gereği her zaman daha fazla ilgili olan sen oldun!
“... Son iki yıl içinde
sosyal medya kendi kendini bitiren isimlere şahit oluyor...”
S.K: Evet, işim gereği sosyal
medyayı aktif olarak kullanmak durumundayım. Bir e-ticaret kurumunun tüm sosyal
medya projeleri ve kanal kullanımları da benim sorumluluğumda. O yüzden mesleki
olarak bir zorunluluğum var ama dürüst olmak gerekirse, zaten çok keyif
alıyorum sosyal medyanın içinde yer almaktan. Bu konuda yapacağım en net yorum
da, kendi ismini ve markasını yönetmeyi beceremeyen isimlere menajerleri, basın
sorumluları, yapımcıları vakit geçirmeden müdahele etmeli, hemen şifreleri
değiştirip ondan saklamalılar! Son iki yıl içinde sosyal medya kendi kendini bitiren
isimlere şahit oluyor.
B.T: Böyle bir sosyal! mesajla bitirelim bu sohbeti o
zaman... (Gülüşmeler...)
S.K: Ve ekleyelim eğer
sıradan anonslarla, sıradan radyo programları dinlemekten sıkıldıysanız, Cuma akşamları
Radyo ODTÜ’de Haftaya Paydos’a bekleriz...
Banu Tarancı Kimdir?
Ankaralı. 20 yıldır medya sektöründe. Radyo Net, Radyo Mydonose, TRT Ankara
Kent Radyosu ve Radyo ODTÜ’de programlar hazırlayıp sundu.
Sabah Pazar Extra’ya insan portreleri hazırladı. MAG ve Ankara The Best
Dergisi’nin Editörlüğünü yaptı.
Radyo yayınlarının yanında TRT TÜRK’te Hava Nasıl ve Dünyanın Havası
programlarını sunuyor.
(Şu anda TRT Haber Meteoroloji Editörü)
Selim Karakaya Kimdir?
Almanya’da doğmuş, 1 yaşındayken ailesiyle Türkiye’ye dönmüş bir Ankaralı.
ODTÜ’de mühendislik okurken yolunu değiştirip radyo dünyasına girdi. Radyo ODTÜ
ve Radyo Mydonose’da programlar yaptı, yöneticilik pozisyonlarında bulundu. TRT
Ankara Kent Radyosu ve TRT FM’in yayın ekiplerinde görev aldı.
Üniversitede LeMan dergisinde duvar yazıları yazarak başladığı yazma
hikayesine denemelerden oluşan Geceyarısı Öyküleri kitabını ekledi.
Radyo yayınlarının yanında MyBilet’te Operasyon Direktörü olarak görev yapıyor.
(Şu anda
TuneIn Türkiye Sorumlusu)