8 Eylül 2014 Pazartesi

Şükretmek İçin Senin (Kimbilir) Kaç Sebebin Var?


Hatırlar mısınız; uzun yıllar önce posta kutularına bırakılan, “Bu mektubu fotokopiyle çoğaltıp sen de 10 kişiye göndermezsen şunlar şunlar olacak, başına da şöyle olaylar gelecek” şeklinde absürd finalleri olan ve günümüz spam e-posta’larının ataları sayılacak mektuplar vardı. İşte ben şimdi anlatacağım saadet zincirine benzeyen akımları da o mektup furyasıyla bir tutuyorum ve o yüzden genelde hep kayıtsız kalırım. Ancak bu tür davetler hayır diyemeyeceğim birilerinden gelince seçeneklerim tükeniyor.

Geçtiğimiz hafta, her daim sürprizlerle dolu arkadaşım Mine, Facebook’ta benimle birlikte 3 kişiyi etiketleyerek bize bir görev verdi. Buna göre, 3 gün boyunca her gün şükretmemize sebep olan üçer şeyi yazacak ve sonunda biz de 3 kişiyi görevlendirecektik. (Esasında bu iş doğrudan Mine’den çıkmış bile olabilir, şaşırmam!)

(Ekleme: Facebook'ta kendimce "görevlendirdiğim" ve yıllardır tüm yazdıklarını hayranlıkla takip ettiğim şahane arkadaşım Dilara da orada paylaştıklarını bloguna taşıdı. Mutlaka okumanızı öneririm.
Bir ekleme daha: İşte beklediğim buydu! Her yaptığından ve yazdığından ilham aldığım İmge'nin şükürleri de blogunda, kaçırmayın!)

Başlangıçta pek hevesli olmadığım bu görev, içine girdikçe ilginç bir yüzleşmeye dönüştü. Yazdıkça, etrafımdan birçok arkadaşım da benimle birlikte bu sürecin içine girip beni teşvik ettiler. Ben de esasında sadece Facebook sayfamda paylaştığım bu 9 maddeyi buraya da taşımak istedim.
Ne de olsa hepimizin hayatları birbirine fena halde benziyor çoğu zaman.


İlk gün ilk paragrafta belirttiğim gerekçem şuydu:

Bunları yazmanın ve herkesle paylaşmanın, bazı şeyleri daha net farketmemi sağlayacağını biliyorum. Ayrıca sonuna kadar inandığım bazı gerçekler der ki; bir kişi değişirse, herkes değişir. Dahası bir kişi hayatında biraz daha mutlu olursa bu herkesi etkiler, çünkü mutluluk bulaşıcıdır.

13 Ağustos 2014 Çarşamba

E-Bilet Sektöründe Destek Hattı Yönetmek!


Hatırlarsınız, bir dönem “Call Center Diyalogları başlığıyla internette dolaşan ve konuyla ilgili ilgisiz herkesi yerlere yatıran eğlenceli diyaloglar vardı. Çoğunuz o diyalogların bir kısmını Len atıyonuz, yemedik hadi ama komik neyse ki!” diyerek okudunuz ama aktif olarak o sektörün içinde olan bizler okurken biraz içimiz acıyordu. İnanmakta zorlansanız da Şimdi o pencereyi çift tıklatın ve açın” denildiğinde gerçekten bilgisayar masasının yanındaki oda penceresine çift tıklayarak ardından açan insanlar vardı. Size bunu söylemek istemezdim ama hala da varlar!

Çalışma hayatım boyunca çeşitli kurumlarda FAQ-SSS metinlerini bizzat hazırladığım ve Destek Hattı operasyonlarının yönetiminde aktif olarak görev aldığım zamanlar oldu. Keza çeşitli dönemlerde konser, tiyatro, sinema ve diğer etkinliklerden, otobüs-uçak bileti satışı yapan e-ticaret sitelerine kadar benzer kurumların aynı departmanlarını yöneten arkadaşlarımla paylaştığımız anlardan da bol malzemelerimiz var.
Özellikle e-bilet sektörü ağırlıklı aşağıdaki 33 sıradışı talepten oluşan listeyi Bilkent Üniversitesi’nde bir söyleşide kısmen kullanmıştım, burada da eklemelerle üzerinden geçmiş olalım.
(Aslında ilk soruda olduğu gibi bazıları gerçekten çok merak edilen ayrıntılar. Türkiye’de e-bilet sektörü ile ilgili bir yazıyı daha sonra eklemeyi planlıyorum.)

8 Ağustos 2014 Cuma

Sosyal Medyada İleti Beğenmenin 15 Altın Kuralı(!)


Doğrudan konuya girelim. Sosyal ortamlarda bir şeyler beğenilirken (“like”lamak!) emin olun akıllardan çok fazla şey geçebiliyor. Hayatın her yanında olduğu gibi burada da hassas dengeler var. “Yok canım!” dediğinizi duydum ama duymazdan geliyorum. Biraz ironiden kimseye zarar gelmez.

Ben “sen” diye anlatıyorum ama lütfen alınganlık yapmayın, sizin değil de, karşınızdaki insanların tanımlandığını düşünün ('bizim bi arkadaş" stayla!). Emin olun bu tiplerden etrafınızda zannettiğinizden de çok var…
Öte yandan lütfen sabırlı olun; bu sefer sosyal medya karakterleri yazımdaki kadar acımasız davranmadım, sonuncu madde tam sizsiniz!

Buyrunuz...

23 Temmuz 2014 Çarşamba

Amerika Seyahatinizi Kolaylaştıracak 12 İpucu



(Güncelleme - Ağustos 2017: Birkaç Amerika seyahatimin ardından 2014 yılında yazdığım bu yazı ve listelediğim notlar, geçen zaman içinde Google'da Amerika gezisi için blog tavsiyeleri arayanların ilk sayfada karşılarına çıkan bir popülerliğe ulaştı. Doğal olarak da yorumlarda ya da doğrudan e-postalarla çeşitli sorularla karşılaşmaya başladım. Zaman zaman bu başlığı kontrol ederek, önemini yitiren ya da eklenmesi gereken notlarla bu içeriği güncel tutmaya çalışıyorum. İlk birkaç paragraf kişisel bir giriş olduğu için dilerseniz doğrudan maddelere geçebilirsiniz. :) Umarım size de bir faydası dokunur. Sevgiler...)

Amerika’ya ilk seyahatim Radyo Mydonose’daki ilk dönemimizde bir eğitim için Boston’a gidişimizdi. O zaman elimizde bir program, havaalanında karşılamalar, her gün otelimizden alınmamız gibi belirli bir akış olduğu için her şey çok basitti. Tam 15 yıl sonra (evet, gerçekten ikinci seyahatim ilkinden tamı tamına 15 yıl sonra aynı güne rastladı!), yakın zamanda üç kez çeşitli sebeplerle Amerika seyahati gerçekleştirdim. İş için gittiğim de oldu, gezmek için gittiğim de. Yalnız da gittim, üç kişilik bir arkadaş grubumuz da vardı. Bu süreçte tahmin edebileceğiniz gibi bazen ön hazırlık yaparken, bazen de bizzat yaşarken karşılaştığım birçok konuda iyi ya da kötü tecrübeler edindim.

3 Temmuz 2014 Perşembe

Sen Sosyal Medyada Hangi Karaktersin?


Devir değişti hanımlar beyler. Artık sadece sosyal hayatta bir kimliğinizin olması yetmiyor, sosyal medyada da kendinizi tanımlamalısınız. ICQ ve MSN ile başlayan sosyal medya yaşamımız arada Yonja’larla 80630’larla değişik tarzlara evrilirken, lise arkadaşlarımızı bulma heyecanına kapıldığımız Facebook’la bambaşka bir boyuta geçti. Şimdi, ortalama bir dünya vatandaşı olarak hepimizin (en az) birer Facebook ve Twitter hesaplarımız, bonus olarak Instagram, Foursquare, Google+, Pinterest ve benzerlerimiz var. Ve sosyal medya dünyasıyla birlikte hayatımıza bir de takipçi kavramı girdi malum. Dolayısıyla, daha çok takipçi çekmek için bir şeyler yapmalıyız! İşte bu yüzden hepimiz bilinçli ya da farkında olmadan sosyal medyada kimlikler oluşturmaya, hatta kullandığımız sanal ortama göre değişik karakterlere bürünmeye başladık.

14 Şubat 2014 Cuma

Adam Olmak!



Yıl 2001.

32. Avrupa Basketbol Şampiyonası Türkiye'de gerçekleştiriliyor.
Normalde güreşten ve futboldan başka bir spora ilgi göstermeyen güzel ülkemiz için bu ilginç bir fırsat. Sponsorlar da olayın içine giriyor, Türkiye Garanti’nin ‘12 Dev Adam’ şarkısıyla tanışıyor. Almışız coşkuyu, son derece iyi maçlar çıkartarak ilerliyoruz. Bir önceki şampiyon İspanya bile duramamış karşımızda.
Çeyrek finalde rakip Hırvatistan. Son çeyreğe 20 sayı farkla yenik girdiğimiz maçta müthiş bir geri dönüşle ve son saniye atışıyla maçı uzatmaya götürüyor, kazanıyoruz. Ardından yarı finalde Almanya’nın karşısındayız. Bu defa Hidayet’in son 3 saniyeye girerken attığı mucize 3’lük ve final...
Finalde Yugoslavya'ya karşı tutunamıyoruz. 78-69’luk mağlubiyetle Eurobasket 2001’de ikinci oluyoruz ama bu şampiyona adeta Türkiye’nin basketbol kaderini değiştiriyor. Oyuna ilgi artıyor, genç oyuncularımız NBA’in dikkatini çekmeye başlıyor, kulüp takımları Avrupa şampiyonalarında başarılar elde ediyor.

Biz şimdi şampiyonanın öncesine gidelim.
Belki biz henüz farkında değildik ama belli ki takım büyük işler yapacağına çoktan inanmıştı. Müthiş bir konsantrasyon vardı ve yöneticiler basketbolcuları medyadan özellikle uzak tutmaya gayret ediyorlardı. Büyük televizyon kanalları bile oyuncularla röportaj yapma şansını pek de kolay bulamıyordu. Biz de Radyo Mydonose olarak Türkiye’de yapılacak şampiyonaya dikkat çekmek için birşeyler yapma isteğindeydik ama elimiz kolumuz bağlanmış durumdaydı.
Türkiye’nin grup maçları Ankara’da yapılacaktı. Uzunca bir kamp döneminden sonra maçların başlangıcına kısa bir süre kala takım Ankara’ya gelerek bir otelde kampa girdi. Ben o dönem radyoda akşam yayınları yaptığım için günümü değerlendirmek amacıyla Sports International’da işe girmiştim ve merkez ofiste çalışıyordum. Bir gün tesiste bir hareketlenme oldu ve ofise tam da benlik bir bilgi ulaştı. Milli takım ertesi gün antrenman için Sports’a geliyordu! Bilgi dışarıyla paylaşılmayacaktı ama hazırlıklı olmak gerekiyordu.
Ne yapabileceğimizi düşünmeye başladım. O akşam radyodan kayıt cihazını aldım. Televizyonlara bile röportaj verilmezken şansımızın çok yüksek olmadığını biliyordum ancak doğru yaklaşımla bazı yapılmazların yapılabileceğini de daha önce öğrenme şansım olmuştu. Şansımı denemekle hiçbir şey kaybetmezdim.

Ertesi sabah erken bir saatte milli takım otobüsü tesise yanaştı. O gün spora gelmek için o saatleri seçenler muhtemelen hayatlarının sürprizini yaşamışlardır. Kolay değil, milli takım oyuncularıyla yanyana kondisyon çalışıyorsun! Biz, Sports’un ofis çalışanları da heyecanımızı bastırmaya çalışarak kendilerine başarılar diledik ve kenardan antrenmanlarını izlemeye başladık. Herkes oyuncuların peşindeyken ben tek bir kişiye odaklanmıştım. Sürekli telefonla birileriyle görüşmeler yapan menajer Doğan Hakyemez’in konuşmalara ara verdiğini gördüğüm anda yanına gittim. Önce kendimi ve Sports’taki görevimi tanıttım, ardından da aslında Radyo Mydonose’un yayın ekibinde olduğumu belirttim. Kimseyi rahatsız etmek ya da prensiplerini zorlamak gibi bir niyetim olmadığını ancak oyunculardan birkaçından radyoda yayınlanmak üzere kısa kayıtlar almamın mümkün olup olamayacağını sordum. O dönemler Radyo Mydonose ulusal olarak da çok güçlüydü ancak bizi herkes Ankara’da tek olarak görürdü. Önce durakladı, bir an kafasında durumu değerlendirmeye çalıştığını farkettim ve hemen araya girdim. Sadece onun izin verdiği ölçüde olacağını, tamam dediği anda da kaydı bitireceğimi net olarak belirttim. Bana doğru baktı ve benim için o anda on kaplan gücündeki cümleyi fısıldadı:

‘Mydonose’u seviyoruz biz. Antrenman bittiğinde otobüse bin, hareket edene kadar istediğin kayıtları al. Ama otobüs hareket edince ineceksin.’

(Burada bir not: Radyo Mydonose olarak TED Kolejliler takımının sponsorluğuyla basketbola destek veriyorduk ve o dönemde bu tür sponsorluklar çok fazla olmadığı için basketbol camiasının bize karşı ayrı bir sempatisi vardı.)

İtiraz mı edeceeğim! Bundan daha fazlasında gözümüz yok zaten. İhtiyacım olan sadece birkaç isimden ID almak. (Bilmeyenler için: Hani radyolarda duyduğunuz ‘Hi, this is Madonna and you are listening to Radio Mydonose’ tanıtımları vardır, işte yayın dilinde onlar ID olarak geçer.)

Sonrası hem olayın heyecanı, hem de birazdan anlatacağım (ve onca hevesin neredeyse boşa gitmek üzere olması sebebiyle) yaşanan stresin sonucunda benim için adeta kontrolüm dışında yaşanmış olaylar dizisi gibi!

Antrenman sonrası oyuncular otobüse doğru yöneliyorlar. Ben de elimde kayıt cihazıyla hemen yanlarına gidiyorum. Kapıdaki görevli doğal olarak durduruyor. Doğan Hakyemez’le gözgöze geliyoruz, bir işaretiyle izin çıkıyor. Otobüsteyim ve muhtemelen en fazla 5 dakikam var, 10 bile değildir. Özellikle dikkat çeken oyuncuları yakalamam gerek ama o sırada diğerlerini pas geçmek gibi bir ayıba da düşmemeliyim.

Oyuncular çoğunlukla otobüsün arka tarafına yığılmışlar, ortadan itibaren sırayla mikrofonu uzatmaya başlıyorum. Herkes çok canayakın, çok samimi, kimse kapris yapmıyor. Önce Harun Erdenay güzel bir konuşma yapıyor, sonra biraz bozuk (ama her maç sonrasında memleketine selam gönderirken hepimizi duygulandıran) Türkçesiyle Mirsad Türkcan ‘Ben de Mydonose’u dinliyorum.’ diyor. Kerem Tunçeri, Orhun Ene, her şey şahane.

Derken sıra İbrahim Kutluay’a geliyor. O dönemde antrenmanlara bile jöleli saçlarla çıkmasıyla dikkat çeken İbrahim bir türlü konuşmuyor, oysa söyleyeceği tek şey "Merhaba ben ibrahim Kutluay, herkese sevgiler" benzeri bir basit cümle.

İbrahim inatla söylemiyor, bekletiyor, vakit geçiyor. Deli oluyorum. Bir yandan vakit kaybetmemek için onu geçmeyi düşünüyorum ama bir yandan da yayıncılık dürtüsüyle popüler bir isimden de bir şeyler duyma isteğindeyim. Ben orada oyalanırken kabusum gerçekleşiyor ve otobüs manevra yapmaya başlıyor. Gözüm arkaya takılıyor, Hüseyin Beşok, Kaya Peker ve Mehmet Okur’un hazırlanmış ve gülümser gözlerle bana bakarak sıralarını beklediklerini görüyorum. Herkes ibrahim'e dönüyor, takım arkadaşları kızmaya başlıyorlar, arada "artistliğin ne lüzumu var oğlum, söylesene işte"ler bile duyuluyor. Ne yapmam gerektiğinden emin değilim ama geriliyorum. Ve korktuğum başıma geliyor. Doğan Hakyemez otobüse biniyor, kapı kapanıyor ve tam hareket edilecekken beni görüyor. Haklı olarak kızıyor. ‘Ben otobüs hareket edene kadar demedim mi Selim!’ cümlesi bana hakedilmiş bir küfür gibi geliyor adeta. Kızgınım. Bir söz verdim ve tutmalıyım. Arkada sesini duymak istediğim isimler de var ama inmeliyim. ‘İniyorum Doğan Bey, çok teşekkürler’ diyebiliyorum sadece...

İşte tam da o anda arkadan Mehmet Okur'un sesi duyuluyor. "Kızma kızma, onun bir suçu yok..." Yaşadığım hayal kırıklığını farketmiş olmalı, düzeltmek için bir şeyler yapmak istediği belli. Uzanarak mikrofonu alıyor, "Merhaba, ben Mehmet Okur" diye başlayarak söylenmesi istenen herşeyi sıralıyor ve samimi gözlerle gülümseyerek "başka bir şey lazım mı" diye soruyor.  Onun cümlesi biterken ibrahim dışındaki tüm takım oyuncularının ‘Radyo Mydonose, Radyo Mydonose!’ diye jingle’ımızın tonlamasıyla bağırdıklarını duyuyorum. Tezahüratlarla ve eğlenen isimlerle birlikte şahane bir kayıt çıkıyor ortaya!

Bu kayıtla hazırlanan spot, şampiyona boyunca defalarca yayına giriyor. Hatta şampiyonluk maçı kaybedildikten sonra bile... Gururla!

Yıllar hızla ilerliyor. O zamanlar sıradan bir "Türk Milli Takımı oyuncusu" olan Mehmet Okur bir dünya yıldızı oluyor, NBA’de tarih yazan Türklerin arasına giriyor ve inanılmaz paralar kazanıyor. Ve birileri, O başarılar kazandıkça içinden hep "helal olsun, hep kazansın, daha da çok kazansın" cümlelerini geçiriyor.

Şu anda da takip edenler bilir, Mehmet Okur’un adamlığı sadece böyle hikayelerle , sportif başarılarıyla kalmadı. Doğruları korkmadan söylemekten, yanlışa cesurca yanlış demeye, adam olmak başka bir şey.

İyi ki vardın, iyi ki varsın Mehmet Okur!


Fotoğraf www.ntvmsnbc.com arşivinden.

(Önemli Not: Bu bir İbrahim Kutluay değil, bir Mehmet Okur yazısıdır. Yani mesele İbrahim'i kötülemek değil, Mehmet'i anlatmak. Ben İbrahim'i hayatımda sadece bu sahnede gördüm ve oradaki tavırlarına göre yorum yaptım. Eğer yanıldıysam, maksadımı aştıysam ve haksızlık ettiysem lütfen yorumunuzu ekleyin. Yayınlamaktan memnuniyet duyacağım.)


7 Şubat 2014 Cuma

Freelance Çalışmak (Serbest Zamanlı?)


Çalışma arsızı insanlardan biriyim. Hayatımın neredeyse her döneminde hep en az iki farklı işte çalıştım. Bazen biraz daha para kazanmaya ihtiyacım vardı, bazen sevdiğim ekstra işlere zaman ayırma isteğimdi sebep. Elbette bu beraberinde hep yorucu bir tempo getirdi ama beynimin aynı anda farklı mecralarda farklı işlerle meşgul olmasının hep bana katkı sağladığına inandım.

Zaman ilerledikçe kafamda bazı şeyler değişmeye başladı. Buna isterseniz yılların yorgunluğu deyin, isterseniz bireysel isteklerin sıkıştırmaya başlaması, 2012 yılıyla birlikte freelance çalışma düşüncesi aklımda iyice şekillendi. Yıllar içinde biriktirdiğim deneyimi artık daha verimli kullanma isteği, daha çok gezmek ve daha çok yazmak gibi kendimle ilgili hep sonraya ertelediğim planlarımı gerçekleştirme hayalleri arasında dolaşırken şartlar kıvama geldi ve işimden ayrıldım. 4 ay kadar yatma ve gezme sürecinden sonra (ki bence bu gerekli bir rehabilitasyon sürecidir!) bazı arkadaşlarımın da katkılarıyla freelance dünyaya adım attım.

Şu anda hayatımı bu şekilde devam ettiriyorum. Yurtdışı firmalarıyla çalışıyorum ve sabit olmayan mesai saatlerim var. Ve bu şekilde çalışarak yaklaşık bir yılı tamamlamaya doğru yol alırken, freelance çalışmanın artıları ve eksileri konusunda oldukça fazla fikrim oluştu.

Açık konuşalım, herkesin hayalinde bir dönem bu şekilde bir çalışma hayatı isteği yer alıyor. Oh ne rahat değil mi, hayat da bana güzel! Hayallerini yıkmak istemem ama pek de öyle değil dostum!!
Dikkatini yeterince çekebildiysem durumu açıklayayım. Evet, aldığım karardan son derece memnunum ve beni heyecanlandıracak çok ekstrem bir iş olmazsa ya da hayat beni birden sınamaya karar vermezse, artık yaşamımın hiçbir döneminde ‘mesaili bir işte’ çalışmak niyetinde değilim. Ama işin içine girdiğinizde boşa geçen yıllara sitem ettiğiniz kadar, aslında hiç de dışarıdan öyle görünmeyen zorluklarla da karşılaşıyorsunuz. Bu yüzden sözkonusu hayalleri kurarken paketi daha doğru kavrayabilmeniz için iyi/kötü bunları sıralamakta fayda gördüm. (Gözümden kaçanlar varsa yorum bölümüne ekleyerek tablonun daha da netleşmesine katkıda bulunabilirsiniz.)

Velhasıl-ı kelam, freelance çalışmaya başladığınızda bakın neler olur:

•      Başta ailen ve yakınların olmak üzere herkes aslında hiç iş yapmadığını düşünür, akşama kadar laylaylom gezip tozup yatıyorsundur. Dolayısıyla her türlü getir-götür, al-getir işlerde akla sen gelirsin. Her arandığında telefona çıkmak, her istendiğinde gelmek zorundasındır. ‘Ama işim var’ senin için geçerli bir cevap değildir. İşin olduğuna ikna olsalar bile (ki aslında olmazlar, tonlamalarda hep ‘hadi öyle olsun bakalım’ tadı vardır), işi tam da o zaman yapmak gibi bir zorunluluğun yoktur, sonra yaparsın. Niye gelemeyesin ki, çok saçma!

•      Bunun bir değişik şekli de arkadaş buluşmaları için geçerlidir. İnsanları gerçekten işin olduğuna inandırmakta zorlanırsın. Yemekler, buluşmalar, görüşmeler kafadan senin uygun olduğun prensibiyle planlanır. Hayır diyebilmek için onları ikna etmek zorundasındır. ‘İşteyim, çalışıyorum’ kalıbının yerine aynı güç ve kabul görücülükte bir kalıp bulmakta çok zorlanacaksın.

•      Telefonla ilişkin başka bir boyuta geçer. Bir işyerinde çalışırken toplantıların ya da yoğunluğundan dolayı telefonlara cevap veremeyebilirsin ve saatler sonra geri döndüğünde hep bir anlayışlılık vardır. Şu anda da çalışıyorsun ve bazı saatler işe konstantre olmak için telefonu sessize alacaksın. Ama daha sonra geri dönüş yaptığında ‘evdesin, neden açmıyorsun ki’ tonlamalarına maruz kalacaksın. Küsen arkadaşların olacak. Başta üzülürsün ama daha sonra bunun sana da bir haksızlık olduğunu anlarsın, o kadar umursamamayı öğrenirsin.

•      Yaptığın danışmanlıkta, çalıştığın işte çok önemli bir pozisyonun olsa bile insanları aslında öyle bir konumun olduğuna inandıramazsın. Sanki sokağın başındaki markette paketçi olarak işe başlamışsın muamelesi yapılır. (Google da dahil olmak üzere bir yılda 50 milyon dolar civarı yatırım almış firmanın ülke temsilcisi olursun mesela, yine kesmez! Her yerde ve herkeste bitmek bilmeyen bir memuriyet coşkusu.) İşi bilenler farkındayken, yeni tanıştığın kimi insanlara toplumun alışık olmadığı bu işi anlatmakta zorlanırsın, bazen ortalama çalışanlar kadar bile saygı görmezsin. Buna alış.

•      Şehrin 'free wifi' mekanlarını hız/yoğunluk performansına kadar öğrenirsin. Eve alternatif aradığın anlarda kah bir Starbucks, kah bir Nero ofisin olur. Nerede bağlantı kuvvetli, nerede sıkıntılar var, hangi mekanda (veya hangi şubede) bilgisayarıyla çok zaman geçirenlere of-puf yapılıyor, hangisinde saygı gösteriliyor ayırd etmeye başlarsın. Misal, Starbucks’ta sık sık kesintiler yaşanır, Kafes Fırın candır!

•      Sürekli evde tek başına olmak ruh sağlığını bozacağından, değişik ve yeni mekanlarda senin gibi insanlarla karşılaşmaya başlarsın. Bazı mekanlarda küçük çaplı bir freelance grubu komünü oluşur ve seni tam olarak anlayabilecek yeni insanlarla tanışırsın. Bu yeni tanışıklıkların iyi dostluklar (ve bazen güzel ilişkiler) yanında sana yeni iş fırsatları oluşturmaya başlamasını keyifle izlersin.

•      Sabit ve SGK'lı bir işin olmadığı için hastane, vize, kredi gibi bazı basit işler senin için kabusa dönüşür. Vize almak eziyettir, hesabına her ay bilmemnekadar dolar para giriyor olsa bile banka kredi vermeye yanaşmaz. Ya da sözgelimi, zamanında ‘asgari ücret, yemek, yol, SGK’ esprilerine konu olan SGK’nın esasında hastalık hali için ne kadar değerli bir ayrıntı olduğunu anlarsın.

•      Kiminle iş yaptığın önemlidir. Dahası, mesela Amerika’nın hangi eyaletinden/şehrinden  bir firmaya danışmanlık yaptığın bile önemlidir. Eğer merkez New York’taysa, bir nebze dengeli çalışma saatleri uydurabilirsin ama benim gibi San Francisco merkezli bir firmanın danışmanıysan, dengen biraz bozulabilir. Orada sabah saat 9 olup da mesai başladığında bizde akşam 7 oluyor, bilmem anlatabildim mi...

•      Sosyal hayatında bazı sekmeler olabilir. Akşam için sinema planı yapacakken karşına çıkacak bir ‘deadline’li iş ile eve dönmek durumunda kalabilirsin. Buna alışacaksın, nankörlük etmeyeceksin, onlar çalışırken de sen özgür takılıyorsun ne de olsa!

•      Sosyal ortamlarda telefona (başkalarından farklı bir sebeple de olsa) çok sık bakmak durumunda kalırsın. Gecenin saat 2’sinde rakının üçüncü kadehinde fasılın müzeyyenindeyken, telefondan gelen bir sesle masaya dönüp, gelen postayı değerlendirip, resmi bir dille sana zaman kazandıracak makul bir cevap yazmak durumunda kalabilirsin. Sonra da sabaha yapacak iş çıkmış olmasının farkındalığıyla hız kesersin. Artık coşkuyla oynayan dostlarını masadan sakince alkışlayan efendi adamsın, yavaş gel.

•      Eposta jargonun, yazışma dilin değişir. Özellikle Amerika merkezli bir firmayla çalışıyorsan cümle sonlarında ünlemler kullanır, en küçük tespitleri bile ‘Wow, you are great!’ şeklinde abartırken bulursun kendini. Normalde birkaç dakikada şipşak yaptığın ve aslında çok sıradan olan işlerin abartılı coşkularla karşılanmasına bir süre sonra sen de alışırsın, kendine güvenin artar.  Avrupa neyse ki daha makul, daha bize benzer...

•      Değerini farkedersin. Önceden belirlenen saatlerin dışında çalışmanı asla istemezler, çalışırsan da hakkını son kuruşuna kadar öderler. Yaptığın tüm ekstralar değerlidir, sözgelimi gazeteden işle ilgili bir makale okuduğunda da onu çalışma süresi olarak kaydetmeni isteyecek ve ödemesini yapacaklardır.

•      Her şeyi karşılıklı güven üzerine kurarlar. Sen o hafta kaç saat çalıştığını söylüyorsan, doğru odur. Çok suistimal hissedilmediği sürece sorgulamazlar. Ancak aynı dürüstlüğü ve disiplini senden de beklerler. İki günde bitebilecek bir projeye beş gün dediğinde seni sorgulamazlar ama beşinci günün sonunda o proje bitmiş olacaktır. Planlara uyulması konusunda son derece titizdirler.

•      Skype hayatında önemli bir yer edinir. Plaza dilindeki ‘Toplantı var’ın freelance hayattaki karşılığı ‘Bu akşam Skype’ım var’ olur. Tabi doğal olarak hangi açıdan iyi göründüğünden, sesinin hangi mesafeden iyi çıktığına, hatta evin hangi noktasında arka fonun havalı olduğuna kadar birçok şeyi tespit etme şansın olur. Görüşme yaptığın kişiye göre değişik arka fonlar oluşturursun.

•      Herkes ‘sen’dir, istisnai bir durum olmadıkça kimse Mr-Mrs olmaz. CEO ‘Hi John’, VP ‘Summer, how are you’ normalliğindedir.

•      Hayatında da daha disiplinli bir insan olmaya başlarsın. İlk zamanlarda ‘nasıl olsa akşam yaparım’ ya da ‘sabaha bakarım’ türü yaklaşımların işe yaramadığını ve seni zorladığını farketmenle birlikte daha planlı bir hayat zorunluluğun başlar. Sabah 8’de yürüyüşe çıkıp, 10’da masaya oturmak, 13’te yemek arası vermek gibi bazı kurallar tanımlarsın. Ama her zaman öyle sıkıcı görünmez bu durum, mesela ofise geçmek senin için yatak odasından pijamanla salona seyahat anlamındadır bazen. Dağınık saçla, kirli sakalla, çorba lekeli tişörtle iş yapmak şahanedir. Yorulunca ara verip yatağa dönmek de! Ya da araya bir film sıkıştırmak da...

•      Öte yandan, sosyal iş iletişimiyle ilgili özlemini duyduğun şeyler de olacaktır. İş yeri arkadaşlarıyla sabah sohbeti, öğlen yemek programı gibi basit şeylerin aslında değerli ayrıntılar olduğunu farkedersin. İbrahimoviç’in akşam attığı manyak golü abartarak konuşmanın tadı şirket kapısı önünde sigara molasındayken keyiflidir, dışarıda kahve içerken aynı tadı vermez. Ya da işe yeni başlayan güzel kızın sevgilisi var mı acaba gibi sorunsalları özlediğin iddiaları doğru olabilir.

(Edit: Ayhan Şahin bir ayrıntıyı hatırlattı ve haklı. Ben yurtdışı firmalarıyla çalışıyorum. Türkiye'de yaptıklarım genelde bir mekanda çalmak gibi işlerdi ve o tür işlerde de ödemeler sahneye çıkmadan önce yapılırdı. Bizim ülkemizde çoğunlukla "dışarıya para zamanında ödenemez, ödenmemelidir" geleneği var gibi adeta. Türk firmalarına freelance hizmet veren çalışanların ödemelerini almak için çoğunlukla uğraş vermek durumunda kaldıklarını da eklemeliyim.)

Hepsini toparlamak gerekirse, freelance çalışmak zorlukları olmakla birlikte insanın hayatına ‘yakın gelecek hedefi’ olarak koymasını sağlayacak kadar şahanedir. Çalışma hayatınız devam ederken ‘ben bunu bu kadar ayrıntılı yapıyorum ama kimse umursamıyor ki’ ya da ‘aslında bence şöyle olmalı ama bu kadarı da yeter, boşver ne uğraşacağım’ düşüncelerini kafanızdan atın. Benim çalışma hayatım boyunca tüm çalışma arkadaşlarımdan farklı olarak metin içerikleri, yazım hataları, genel görünüm gibi konulara hep daha fazla ilgim vardı. Bir duyurumuzdaki bir tek harf hatasını bile hızlı bir bakışta görebilmem, başkalarınca ‘gereksiz bir ayrıntıcılık’ olarak değerlendirilirdi çoğunlukla ve onların düzeltilmesi hep ‘daha öncelikli’ işlerin ardında kalırdı. Ama şu anda yaptığım işlerin bir kısmı da esas olarak bu temeller üzerinde yürüyor. Ya da mesela bu özelliklerimle edindiğim Proofreading ve QC adında iki önemli işin (bizde pek esamesi okunmasa da) dünya üzerinde her geçen gün önem kazanıyor olması, önceki emeklerimin boşa gitmemesini sağlamış oldu. Dahası, neredeyse üç senedir her yerde anlatmaya çalıştığım gibi ‘Content/İçerik’ hızla elektronik dünyanın en değerli iş kolu haline geliyor. İlgilenmenizi öneriyorum. Özgürlüğünüzü koruyarak çalışabileceğiniz dünyanın temelinde bu kavramların çok önemli bir yeri var. Ve bu döneme geçiş yaptığınızda iş biraz da hani şu bilindik hikayelerdeki '10 dakika artı 20 yıl' durumuyla değerlendiriliyor. Yani deneyim önemli.

Ve en önemlisi, hayatınızda ne yapmak istediğiniz kadar, nerede ve/veya hangi şartlarda olmayı istemediğinizi de gerçekten bilmenizde fayda var. Kendinize yeterince yatırım yaptığınızı düşünüyorsanız cesur olun ve harekete geçin. Üşenmeyin, araştırın. Bilmediğiniz dünyalarda tam da sizlik fırsatlar dolaşıyor olabilir. Aramadan, denemeden bilemezsiniz.

Hadi şimdi bir çay koyun. Çay önemli. Kahve de olur.

21 Ocak 2014 Salı

Birinin Hayatına Dokunmak


Önceki yılın sonlarına doğru yoğun günlerimizden birinde, Bilkent Üniversitesi’nden bir grup öğrenciden eposta aldım. Bilgisayar Mühendisliği son sınıfta bir ders alıyorlardı ve yapacakları projenin gerçekten inovatif olup olmadığını belirleyerek projenin gerçekleşme sürecinde ‘Innovation Expert’ olarak onlara destek olacak, ardından da dönem sonunda puanlayacak bir sektör çalışanı arıyorlardı. Konu müzik, radyo, etkinlik ve bilet başlıklarını barındırdığı için sonuç bana ulaşmıştı. Projeleri gerçekten de oldukça yaratıcı özellikler barındırıyordu ve ben de büyük keyifle ekibin içine dahil oldum. Geçtiğimiz yıl proje tamamlandı, ekip oldukça da iyi bir notla süreci bitirerek ve projeleriyle de özel ödüllerden birini kazanarak mezun oldu.
Bu yıl başka bir gruba danışmanlık yapıyorum. Geçtiğimiz günlerde bu şahane genç arkadaşlarımla yaptığımız bir kısa toplantıdan sonra yanımdaki arkadaşım ‘bu işten kazancımın ne olduğunu’ sordu. O tonlamadaki sorunun cevabı ‘yok’tu ama aslında doğru tonlandığında ‘çok’ olabilirdi. Bu tür durumlarda nasıl davranılması gerektiğini uzun yıllar önce hayatıma dokunan biri sayesinde çok net öğrenmiştim çünkü.
Şimdi biraz tarih yolculuğu yapacağız. Benim hayatımı değiştiren, yolumu bulmama sebep olan yer olduğu için, Radyo ODTÜ süreciyle ilgili anıları tarihe kaydetmekten gerçekten büyük memnuniyet duyduğumu bu sayfaların takipçileri bilirler. Sözkonusu radyo olunca bir tek şarkı için bile uzun hikayeler anlatabilirim.
Ekim 1996.
ODTÜ’de bir grup genç radyoyu kuralı yaklaşık 2 yıl olmuş. Ben de kuruluş ekibinde (kurucu ekip demiyorum, dikkat!) yer alan isimlerden biriyim. O yılın başlarından itibaren radyonun kurulmasına önayak olan, ancak sonrasında pasif kalan topluluğun tekrar canlandırılması planlanmış ve ODTÜ Radyo Topluluğu yeni bir Yönetim Kurulu seçimiyle birlikte tekrar çalışmalar yapmaya başlamış. İşte ben de o ikinci dönemde topluluk başkanlığını yapıyorum. Radyo Topluluğunun kapalı oylamayla seçilmiş ilk başkanıyım. Cevaplar sandıkta verilmiş yani(!), içimde bir coşku! Heyecanlıyım çünkü hayalini kurduğum işlerle uğraşma şansını yakalamışım. Şanslıyım, çünkü birkaç yıl önce oturduğum sıralarda benimle aynı heyecanı paylaşan tutkulu insanlara ‘Uygulamalı Radyo Yayıncılığı’ dersleri veriyorum ve o isimlerden en az birkaçını oradan alarak yayına çekmeyi planlıyoruz, yani sorumluluk büyük.
Özel radyoların yeniden hayata geçtiği döneme rastladığı için zaten derslere oldukça yoğun bir katılım var, hafta sonları olmasına rağmen yaklaşık 300 civarı öğrenci düzenli olarak takip ediyor. Ama bizim aklımızda başka şeyler var. Hem topluluğun kampüste daha da çok tanınmasını istiyoruz, hem de yayına çıkamayacak olan ama başka yetenekleri olduğunu açıkça görebildiğimiz arkadaşlarımızı topluluğun farklı alanlarına yönlendirmek gibi bir hayalimiz var. Kimsenin o derslere ayırdığı uzun haftaları boşa geçmiş saymasını istemiyoruz.
ODTÜ’de çok söyleşi yapılıyor ama yayıncılıktaki büyük isimlere yanaşan kimse olmamış o güne kadar. Biz de topluluğumuzun adına yakışacak şekilde yola çıkarak medyada o anda en büyük yıldız kimse, ilk olarak onu getirmeye niyetleniyoruz. İsme karar vermek (abartmıyorum, gerçekten) sadece 10 saniye sürüyor, zira Okan Bayülgen’in Televizyon Çocuğu ile zirvede tek başına durduğu ve gerçekten Türkiye’nin şov dünyasını tek başına çevirdiği bir dönemdeyiz. İsim konusunda hemfikiriz ama daha önce hiç böyle bir deneyimi olmayan ekibimizin bu işi yapabileceğine (bizim dışımızda) kimse ihtimal vermiyor. (Şimdi bunları anlatırken dudak kıvıranlar olacak elbette ama o dönemde yıldız isimlere ulaşmak ve ikna etmek emin olun gerçekten çok çok zordu.) Benimle birlikte toplam 7 kişiden oluşan yönetim kurulumuzda görev bölümü yapıyoruz ve çalışmalar başlıyor.
Birkaç günlük denemeden sonra Okan Bayülgen’e ulaşıyoruz. (Bundan sonra kendisi bu yazıda Okan olarak anılacaktır!) Ekranda çizdiği ‘aksi’ karakterin ‘aksi’ne, son derece dikkatle dinliyor bizi. Neden onu istediğimizi ve onu nasıl ağırlayacağımızı lafı hiç dolandırmadan açıkça anlatıyoruz. O ana kadar henüz hiç bu şekilde büyük organizasyonlu bir üniversite söyleşisine katılmamış olan Okan, ODTÜ adının farklı olduğunu ve elinden geleni yapacağını açıkça belirtiyor. Aslında ikna oluyor gibi ama muhtemelen (ve haklı olarak) bu işi elimize yüzümüze bulaştırmadan yapacağımızdan emin olma isteği var. Bir telefon konuşması için daha sözleşiyoruz.
Bu ilk konuşmadan sonra telefonla aramda oluşan kardeşlik, samimiyet ve coşkuyu içime atıp heyecanımı belli etmemeye çalışarak durumu arkadaşlarla paylaşıyorum ve her ihtimale karşı hazırlıkları başlatıyoruz. Mekan rezervasyonu, Kültür İşleri onayı, afişler, etkinlik günü görev bölümü, getirilecek koltuk, sahneye koyulacak çiçek, masanın üzerine koyulacak bir bardak suyun susayanlardan korunması,  asılacak afiş, çalınacak müzik… İyi ama en önemli ayrıntıyı atladık: Bizim sponsora ihtiyacımız var! Uçak bileti, abiden ayarlanacak arabanın benzin masrafı ve söyleşi sonrasında yemek. O aralar çeşitli etkinliklerinde DJ’lik yaptığımız için bağlantılarımızın iyi olduğu Saklıkent geliyor aklımıza. Durumu anlatıyoruz, aslında pek de ikna olmasalar da önceki işlerimizin hatrına sponsor olmaya karar veriyorlar. Tabi biz çok dürüstüz, hesap yapmışız ve tam tamına masraflar kadar sponsorluk ücreti talep ediyoruz. Fazlasını istersek olurmuş, hatta aslında daha fazlasını istemeliymişiz, o zamanlar pek farkında değiliz. Anlaşıyoruz, paramız cepte, sıcak bir güvene sahibiz artık!
Şimdi kafamız daha rahatladığı ve parçalar yerine oturmaya başladığı için Okan’ı daha huzurla arayabileceğiz. İkinci telefon görüşmesini yapmadan önce telefonla uzun  süre başbaşa kalarak cesaretimi topluyorum. Çekinerek numarayı çeviriyorum, karşı tarafa kendimi tanıtıyorum. Hiç bekletmeden Okan’a iletiyorlar telefonu, belli ki önceden bilgi verilmiş. Okan’ın konuya ilgi duyduğunu farketmek titrek heyecanımı biraz dengeliyor. Yanımda Yönetim Kurulu’ndan arkadaşlarım var, biraz da onlara hava olsun diye daha bir güvenli konuşmaya başlıyorum. Onlar gözleri tedirginlikle bana bakıp durum hakkında bir ipucu yakalamaya çalışırlarken, ben sanki bir önceki akşam da Okan’ı arayıp ‘eve ekmek lazım mıydı abi?’ demiş havasındayım. Olanca sıcak bir ses tonuyla Okan’ın ‘tamamdır, geliyorum.’ dediğini duyuyorum. Hızla ayrıntıları konuşuyoruz ve planları tamamlıyoruz.
Ardından bizim için geçmek bilmeyen günler!... Word üzerinde fontlarla oynayarak hazırladığım sanat eseri(!) duyurular ODTÜ’nün her yerine asılıyor, iki giriş kapısı için dev bez afişler hazırlanıyor, Okan’ın sevdiği ev yemekleri öğrenilip o zamanlar pek bilinmeyen Mantar’la konuşuluyor ve siparişler verilip kimsenin haberi olmaması konusunda özel rica iletiliyor, pek kolay bulunamayan içtiği sigara markası öğrenilip bir şekilde ediniliyor, uçak biletleri alınıyor ve kargolanıyor. Her şey hazır. Öylesine abartmışız ki, ODTÜ’de o hafta herkes bu söyleşiyi konuşuyor. Olsun, amacımız da bu değil miydi zaten…
Sonunda beklenen gün geliyor. O zamanki YK’da başkan yardımcısı olan Bora’yla havaalanına gidip beklemeye başlıyoruz. Tahmin edebileceğiniz gibi, uçağın varış değil kalkış saatinden bile önce oradayız! Riske girme lüksümüz yok. Bu arada da sürekli ekiple haberleşiyoruz. Mimarlık Amfisi şimdiden tıklım tıklım! İnsanlar kapılara yığılmış, hiç rastlamadığımız bir kalabalık Okan’ı bekliyor. Biz de tabi..
Derken, telefonum çalıyor. Karşıda Okan. Kafamda kaynar sular ve deli sorular. Allah’ım, şu anda onun uçağa biniyor olması gerekmiyor muydu? Gayet tedirgin bir sesle ‘Çocuklar çok özür dilerim, uyuyakalmışım.’ diyor. O uyuyakalmışım dediği anda ben uyanıyorum. Eee, gelmeyecek mi yani? Bunu söyleyenler de çok olmuştu. ‘Siz nasıl becereceksiniz bu işi’ ile başlayıp, ‘gelmez o adam, ukalanın teki zaten. Kandırır sizi, yarı yolda kalır rezil olursunuz!’ şeklinde devam eden kabus yorumlar kafamda dönüyor. Neyse ki sadece kısa bir süre. ‘Ben şimdi yoldayım, hemen bir sonraki uçakla geleceğim’ diyor Okan. Oh, çok şükür krizi atlattık. Atlattık mı acaba? Daha sonraki bazı organizasyonlarımızda kimi ‘yıldız’ların tamamen keyfi sebeplerle geç kalıp ‘bana iki saat sonraki uçağa hemen bilet ayarlayın lütfen’ cümlelerini duyacağımızdan haberdar değiliz henüz ama ortada yeni bir bilet alma durumu olduğu açık. Öğrenci adamlarız zaten, hayatımızda havaalanını ilk defa Okan’ı karşılayacağımız için görüyoruz. Uçak bileti fiyatları o zamanlar pek de ‘uçmayan kalmasın’ tadında değil, hayallerimizden büyük korkularımız var! Sponsorluk desen zaten tam tamına hesaplanmış. Bora’yla birbirimize bakıyoruz, o anda yapacak bir şey yok. Elimizde akşamki yemek için ayrılmış bir miktar para var, ceplerimizde üç beş bir şeyler. Bir şekilde halletmek zorundayız. En olmadı, rezilliği göze alıp Rektör Yardımcısı ve radyomuzun danışmanı olan şahane insan Mehmet (Çalışkan) hocamızı arayacağız. ‘Tamam Okan Bey,’ diyorum küçülen sesimle, ‘biz şimdi hemen sonraki uçağa biletinizi ayarlıyoruz.’ Onca gündür ilk defa sert bir tonlama çınlıyor telefonda ‘Olur mu yahu! Bu tamamen benim hatam, ben aldım bile bileti. Sadece durumu bilin ve idare edin, paniklemeyin diye haber vermek için aradım.’ Olurdu, olmazdı, gak, guk, derken Okan aynı şeyi tekrarlıyor ve bizi de daha fazla ısrarcı durumda bırakmamak için telefonu kapatıyor. (Evet, suratıma. Ama ‘bak kapatıyorum’ diyerek, onu belirtmeliyim! Sebepsiz bir cesaret gelmiş, inatla ısrar ediyordum çünkü.) İçimde başlayan ve hayata geçmeyen krizin hızla çözülmüş olmasının verdiği rahatlık. Hayat da ne güzel aslında bea!
Gerçekten de bir sonraki uçakla geliyor. Kapıda Okan’ı karşılayan havalı insanlarız, herkesin gözü onda, o bize yaklaşıyor. Seremonilere vakit yok, ‘hadi hemen gidelim’ diyor ve yola çıkıyoruz. Hayatımda ikinci defa trafikte araba kullanıyorum ve arabada Okan var, tam bir şuursuzluk hali!
Sağ salim kampüse ulaşıyoruz. O zamanlar hiçbir izleyicisinden özür dilememesiyle eleştirilen Okan, Mimarlık Amfisi’ne alkışlarla girdiğinde ilk iş olarak samimi bir özürle konuşmasına başlıyor. Durumu biraz daha sıcaklaştırmak için sandalyeyi iterek sahnenin kenarına yere oturuyor. Mimarlık Amfisi’nin kenarları da ayakta duran öğrencilerle dolu olduğu için içeri giremeyen ama kapı önünde onun sesini duymaya çalışan gruba sesleniyor, onları da sahneye çıkartıp yanına oturtuyor. Ben sahne arkasından insanların gözlerine bakmaya çalışıyorum. Bilmemkaç yüz çift mutlu göz, çok şükür! Oldu galiba. Tüm Yönetim Kurulu ekibi oradayız ve mutluyuz.
Okan şovun gerektirdiği kadar ukalalık yapıyor, samimi sorulara derin bir tevazuyla cevap veriyor. Onu görmenin heyecanıyla bayılanlar, hiç yer kalmamasına rağmen içeri girmek için camları kıranlar, aralıksız üç saate yakın süren bir söyleşi ve ayakta dakikalarca alkışlanan Okan Bayülgen’le, o dönemki efsane Kültür İşleri Müdürü Tüzün (Denli) Hanımın deyimiyle ‘ODTÜ’de o ana kadar yapılmış en görkemli topluluk söyleşisi’ tamamlanıyor.
Biz o akşam Okan’ı tam da istediği gibi sakince yemek yiyebileceği ve gizlice kimseye ‘Okan Bayülgen burada abi, hemen gelin!’ denmeyen mekana götürüyoruz, en sevdiği yemekler servis ediliyor, ardından da sigarasını çıkartıyoruz. Hoşuna gidiyor, nereden öğrendiğimizi soruyor, haber kaynağımızı deşifre edemeyeceğimizi söylediğimizde gülümsüyor. Projelerimizi anlatıyor, onun önerilerini dinliyoruz. Ve ardından onu uçağına uğurlayıp, yorgun ama gururlu savaşçılar olarak evimizin yolunu tutuyoruz. Ne gündü ama!
(Bu arada Mantar’da sonradan çok iyi dostlar olduğumuz Umut, bize yemekte özel indirim yapıyor. Geriye kalan ufacık sponsorluk paramız tek başına bir işe yaramayacağı için marketten malzeme alarak anneme bir tepsi baklava yaptırıyorum! Bütün radyo ekibi başarı baklavası yiyoruz… Yaşasın Anadolu’nun bağrından kopan kutlama hikayeleri!)
Aradan sadece birkaç gün geçmişken telefonum çalıyor. Telefonda Okan! ODTÜ Radyo Topluluğu ve Radyo ODTÜ olarak bizi Televizyon Çocuğu’na davet ediyor. Yani Okan faaliyetlerimizi anlatmak için bize fırsat veriyor, ne büyük heyecan! İzleyici değil, bizzat tek konuk olarak katıldığımız programda son derece iyi ağırlanıyoruz. (Hatta program kapanışında Okan'la birlikte tüm ekip ve seyirciler ekrana popomuzu gösterip YÖK'e selam göndererek tarihe geçiyoruz!)
O program başlı başına ayrı bir yazı konusu ama o koltukta oturmak ve koca bir program boyunca ekip arkadaşlarımızla birlikte Topluluk Başkanı sıfatıyla ve Okan’nın bolca iltifatlarıyla ODTÜ’yü dönemin en popüler televizyon şovunda temsil etmek, bireysel gurur sayfalarım arasında en üst sıralarda yer alır. Keza, dönüşte o dönemki rektörümüz Süha Sevük yanına çağırarak özellikle teşekkür ediyor. Ona da hikayenin nasıl o noktaya ulaştığını anlatıyorum, ilgiyle dinliyor. Herkes durumdan çok memnun.
O söyleşi hem bizim, hem Radyo ODTÜ’nün, hem de Okan Bayülgen’in hayatlarımızda önemli dönüm noktaları arasında yer alır. Çünkü, daha sonra bazı platformlarda belirttiği gibi, Okan Bayülgen’in üniversite öğrencilerine duyduğu inanç ve güven esas olarak o söyleşi sonrasında şekillenmiştir. Keza üniversite gençliğinin de ona..
Bu hikayenin kaleme alınma sebebi ve başlangıçtaki paragrafla ilgisine gelelim şimdi.
Bu süreç benim hayatımın değişimindeki en önemli yapı taşlarından biridir. Bana kendime güvenmeyi öğretmiş, akıllı davranınca ve iyi çalışınca her zorluğun aşılabileceğini, başkalarınca imkansız olarak ifade edilen şeylerin de aslında gerçekleştirilebileceğini göstermiştir. Sonraki yıllarda bir çok organizasyonda ve radyo kuruluşunda aktif görevler alabilmemin altında hep burada edindiğim inanç ve güven yatar. Bunu hiç aklımdan çıkartmadığım için de benzer durumlarda bir taleple karşılaştığımda hiçbir karşılık beklemeden gönüllü olarak işin içinde yer alır, tüm enerjimle katkı sağlamaya çalışırım. Bilkent Üniversitesi öğrencilerine yaptığım danışmanlığın altında da aslında en çok bu sebep yatıyor.
Bu yazıyı buraya kadar sabırla okuyanların arasında "Eee?"ler  oluşmuş olabileceğini biliyorum. Beni tanıyanlardan "Selim amma da abarttın, ne egoymuş!" diyenler de olacak, ya da hiç tanımamış, dinlememiş, okumamış olanlardan "abi sen kimsin ya, adını bile duymadık, bu neyin havası?" diye şaşıranlar da. Durun, aklınızdaki cümleyi ben kurayım: Kendimi Okan Bayülgen'le yanyana koymuyorum elbette, henüz bunamadım şükür ki.
Ancak anlatmaya çalıştığım şey oldukça net; hayatını bulma, yolunu çizme aşamasındayken birilerinin sana rehber olması, kapı açması, cesaret vermesi bir insanın yaşamına yapılacak en büyüleyici dokunuş. Bunun için meşhur bir insan olmanız gerekmiyor. Ya da devletin yüksek sandalyelerinden birine sahip olmanız şart değil. Bunlar elbette yolunuzu kolaylaştırır ama esas mesele başka. Tarzınızı doğru belirlediğiniz sürece her zaman sizi dinleyecek ve rol modeli alacak birileri oluyor, bundan şüpheniz olmasın. Çok paranız olmasından asla bahsetmeyeceğim, ya da plazalardaki büyük şirketlerin yönetiminde olmanız gerekmez. Ama bilin ki, varolan konumunuzla da rehber olabileceğiniz birileri bir yerde sizi bekliyor. Bunun için biraz çaba göstermekle bir şey kaybetmezsiniz.
Sevgi kelebeği değilim. Hadi bunu biraz daha net anlatmak için şöyle bir karşılaştırma (ya da yanyana koyma) yapayım. O dönemlerde Türkiye’nin tek televizyon ‘star’ı olan Okan Bayülgen’in "çok acaip işler yapıyorsunuz hem de öğrenciyken, sizi programa alacağım ve herkesin tanımasını istiyorum" demesiyle, o zaman öğrenci olan ve sadece bir grupta müzik yapan Oğuz'un (Kaplangı) "bu adam iyi radyocu olacak, eleyemezsiniz" diyerek radyo yönetimine çıkışması benim kişisel tarihimde aynı önem derecesinde yer etmiş anlardır. Bir tanesi her sözü kayıtsızca dinlenen, bir diğeri sadece bir öğrenci olan iki ayrı kişinin de birilerinin hayatında olağanüstü etkiler bırakabileceğini, bazılarının gizlenmiş hayallerinin gerçekleşmesine aynı oranda yol açabileceğini bilmelisiniz.
Hangisi olursanız olun, hareket edin. İşe yarıyor. Burada yapılmışı var.
İlk fotoğraf Okan Bayülgen'in İzmir Yaşar Üniversitesi söyleşisinden, bizimizmir.net adresinden alıntı. İkinci fotoğraf da yazıda bahsi geçen ODTÜ söyleşisinin bitimindeki teşekkür faslında Bora ve ben. Evet, maalesef sırtı dönük MonaLisa saçlı adam benim. O dönem saç uzatmayanların ODTÜ'de okuyamayacağı şeklinde rivayetler vardı, inanasım varmış!