Önceki
yılın sonlarına doğru yoğun günlerimizden birinde, Bilkent Üniversitesi’nden
bir grup öğrenciden eposta aldım. Bilgisayar Mühendisliği son sınıfta bir
ders alıyorlardı ve yapacakları projenin gerçekten inovatif olup olmadığını
belirleyerek projenin gerçekleşme sürecinde ‘Innovation Expert’ olarak onlara
destek olacak, ardından da dönem sonunda puanlayacak bir sektör çalışanı arıyorlardı. Konu
müzik, radyo, etkinlik ve bilet başlıklarını barındırdığı için sonuç bana ulaşmıştı. Projeleri
gerçekten de oldukça yaratıcı özellikler barındırıyordu ve ben de büyük keyifle
ekibin içine dahil oldum. Geçtiğimiz yıl proje tamamlandı, ekip oldukça da iyi
bir notla süreci bitirerek ve projeleriyle de özel ödüllerden birini kazanarak
mezun oldu.
Bu
yıl başka bir gruba danışmanlık yapıyorum. Geçtiğimiz günlerde bu şahane genç
arkadaşlarımla yaptığımız bir kısa toplantıdan sonra yanımdaki arkadaşım ‘bu
işten kazancımın ne olduğunu’ sordu. O tonlamadaki sorunun cevabı ‘yok’tu ama
aslında doğru tonlandığında ‘çok’ olabilirdi. Bu tür durumlarda nasıl
davranılması gerektiğini uzun yıllar önce hayatıma dokunan biri sayesinde çok
net öğrenmiştim çünkü.
Şimdi
biraz tarih yolculuğu yapacağız. Benim hayatımı değiştiren, yolumu bulmama
sebep olan yer olduğu için, Radyo ODTÜ süreciyle ilgili anıları tarihe
kaydetmekten gerçekten büyük memnuniyet duyduğumu bu sayfaların takipçileri
bilirler. Sözkonusu radyo olunca bir tek şarkı için bile uzun hikayeler
anlatabilirim.
Ekim
1996.
ODTÜ’de
bir grup genç radyoyu kuralı yaklaşık 2 yıl olmuş. Ben de kuruluş ekibinde yer alan isimlerden biriyim. O yılın başlarından
itibaren radyonun kurulmasına önayak olan, ancak sonrasında pasif kalan
topluluğun tekrar canlandırılması planlanmış ve ODTÜ Radyo Topluluğu yeni bir
Yönetim Kurulu seçimiyle birlikte tekrar çalışmalar yapmaya başlamış. İşte ben
de o ikinci dönemde topluluk başkanlığını yapıyorum. Radyo Topluluğunun kapalı
oylamayla seçilmiş ilk başkanıyım. Cevaplar sandıkta verilmiş yani(!), içimde
bir coşku! Heyecanlıyım çünkü hayalini kurduğum işlerle uğraşma şansını
yakalamışım. Şanslıyım, çünkü birkaç yıl önce oturduğum sıralarda benimle aynı
heyecanı paylaşan tutkulu insanlara ‘Uygulamalı Radyo Yayıncılığı’ dersleri
veriyorum ve o isimlerden en az birkaçını oradan alarak yayına çekmeyi
planlıyoruz, yani sorumluluk büyük.
Özel
radyoların yeniden hayata geçtiği döneme rastladığı için zaten derslere oldukça
yoğun bir katılım var, hafta sonları olmasına rağmen yaklaşık 300 öğrenci düzenli olarak takip ediyor. Ama bizim aklımızda başka şeyler var. Hem
topluluğun kampüste daha da çok tanınmasını istiyoruz, hem de yayına çıkamayacak
olan ama başka yetenekleri olduğunu açıkça görebildiğimiz arkadaşlarımızı
topluluğun farklı alanlarına yönlendirmek gibi bir hayalimiz var. Kimsenin o
derslere ayırdığı uzun haftaları boşa geçmiş saymasını istemiyoruz.
ODTÜ’de
çok söyleşi yapılıyor ama yayıncılıktaki büyük isimlere yanaşan kimse olmamış o
güne kadar. Biz de topluluğumuzun adına yakışacak şekilde yola çıkarak medyada
o anda en büyük yıldız kimse, ilk olarak onu getirmeye niyetleniyoruz. İsme
karar vermek (abartmıyorum, gerçekten) sadece 10 saniye sürüyor, zira Okan
Bayülgen’in Televizyon Çocuğu ile zirvede tek başına durduğu ve gerçekten
Türkiye’nin şov dünyasını tek başına çevirdiği bir dönemdeyiz. İsim konusunda
hemfikiriz ama daha önce hiç böyle bir deneyimi olmayan ekibimizin bu işi
yapabileceğine (bizim dışımızda) kimse ihtimal vermiyor. (Şimdi bunları
anlatırken dudak kıvıranlar olacak elbette ama o dönemde yıldız isimlere
ulaşmak ve ikna etmek emin olun gerçekten çok çok zordu.) Benimle birlikte
toplam 7 kişiden oluşan yönetim kurulumuzda görev bölümü yapıyoruz ve
çalışmalar başlıyor.
Birkaç
günlük denemeden sonra Okan Bayülgen’e ulaşıyoruz. (Bundan sonra kendisi bu
yazıda Okan olarak anılacaktır!) Ekranda çizdiği ‘aksi’ karakterin ‘aksi’ne,
son derece dikkatle dinliyor bizi. Neden onu istediğimizi ve onu nasıl
ağırlayacağımızı lafı hiç dolandırmadan açıkça anlatıyoruz. O ana kadar henüz
hiç bu şekilde büyük organizasyonlu bir üniversite söyleşisine katılmamış olan
Okan, ODTÜ adının farklı olduğunu ve elinden geleni yapacağını açıkça
belirtiyor. Aslında ikna oluyor gibi ama muhtemelen (ve haklı olarak) bu işi
elimize yüzümüze bulaştırmadan yapacağımızdan emin olma isteği var. Bir telefon
konuşması için daha sözleşiyoruz.
Bu
ilk konuşmadan sonra telefonla aramda oluşan kardeşlik, samimiyet ve coşkuyu
içime atıp heyecanımı belli etmemeye çalışarak durumu arkadaşlarla paylaşıyorum
ve her ihtimale karşı hazırlıkları başlatıyoruz. Mekan rezervasyonu, Kültür
İşleri onayı, afişler, etkinlik günü görev bölümü, getirilecek koltuk, sahneye
koyulacak çiçek, masanın üzerine koyulacak bir bardak suyun susayanlardan
korunması, asılacak branda, çalınacak
müzik… İyi ama en önemli ayrıntıyı atladık: Bizim sponsora ihtiyacımız var!
Uçak bileti, aileden ayarlanacak arabanın benzin masrafı ve söyleşi sonrasında
yemek. O aralar çeşitli etkinliklerinde DJ’lik yaptığımız için bağlantılarımızın
iyi olduğu Saklıkent geliyor aklımıza. Durumu anlatıyoruz, aslında pek de ikna
olmasalar da önceki işlerimizin hatrına sponsor olmaya karar veriyorlar. Tabi
biz çok dürüstüz, hesap yapmışız ve tam tamına masraflar kadar sponsorluk
ücreti talep ediyoruz. Fazlasını istersek olurmuş, hatta aslında daha fazlasını
istemeliymişiz, o zamanlar pek farkında değiliz. Anlaşıyoruz, paramız cepte,
sıcak bir güvene sahibiz artık!
Şimdi kafamız daha rahatladığı ve parçalar yerine oturmaya başladığı için Okan’ı daha
huzurla arayabileceğiz. İkinci telefon görüşmesini yapmadan önce telefonla
uzun süre başbaşa kalarak cesaretimi
topluyorum. Çekinerek numarayı çeviriyorum, karşı tarafa kendimi tanıtıyorum.
Hiç bekletmeden Okan’a iletiyorlar telefonu, belli ki önceden bilgi verilmiş. Okan’ın
konuya ilgi duyduğunu farketmek titrek heyecanımı biraz dengeliyor. Yanımda
Yönetim Kurulu’ndan arkadaşlarım var, biraz da onlara hava olsun diye daha bir
güvenli konuşmaya başlıyorum. Onlar gözleri tedirginlikle bana bakıp durum
hakkında bir ipucu yakalamaya çalışırlarken, ben sanki bir önceki akşam da
Okan’ı arayıp ‘eve ekmek lazım mıydı abi?’ demiş havasındayım. Olanca sıcak bir ses
tonuyla Okan’ın ‘tamamdır, geliyorum.’ dediğini duyuyorum. Hızla ayrıntıları
konuşuyoruz ve planları tamamlıyoruz.
Ardından
bizim için geçmek bilmeyen günler!... Word üzerinde fontlarla oynayarak
hazırladığım sanat eseri(!) duyurular ODTÜ’nün her yerine asılıyor, iki giriş
kapısı için dev bez afişler hazırlanıyor, Okan’ın sevdiği ev yemekleri
öğrenilip o zamanlar pek bilinmeyen ama sonradan çok tanınacak Mantar'ın yöneticileri ile konuşuluyor ve siparişler verilip
kimsenin haberi olmaması konusunda özel rica iletiliyor, pek kolay bulunamayan
içtiği sigara markası öğrenilip bir şekilde ediniliyor, uçak biletleri alınıyor
ve kargolanıyor. Her şey hazır. Öylesine abartmışız ki, ODTÜ’de o hafta herkes
bu söyleşiyi konuşuyor. Olsun, amacımız da bu değil miydi zaten…
Sonunda
beklenen gün geliyor. O zamanki YK’da başkan yardımcısı olan Bora’yla
havaalanına gidip beklemeye başlıyoruz. Tahmin edebileceğiniz gibi, uçağın varış
değil kalkış saatinden bile önce oradayız! Riske girme lüksümüz yok. Bu arada
da sürekli ekiple haberleşiyoruz. Mimarlık Amfisi şimdiden tıklım tıklım!
İnsanlar kapılara yığılmış, hiç rastlamadığımız bir kalabalık Okan’ı bekliyor.
Biz de tabi..
Derken,
telefonum çalıyor. Karşıda Okan. Kafamda kaynar sular ve deli sorular.
Allah’ım, şu anda onun uçağa biniyor olması gerekmiyor muydu? Gayet tedirgin
bir sesle ‘Çocuklar çok özür dilerim, uyuyakalmışım.’ diyor. O uyuyakalmışım
dediği anda ben uyanıyorum. Eee, gelmeyecek mi yani? Bunu söyleyenler de çok
olmuştu. ‘Siz nasıl becereceksiniz bu işi’ ile başlayıp, ‘gelmez o adam,
ukalanın teki zaten. Kandırır sizi, yarı yolda kalır rezil olursunuz!’ şeklinde
devam eden kabus yorumlar kafamda dönüyor. Neyse ki sadece kısa bir süre. ‘Ben
şimdi yoldayım, hemen bir sonraki uçakla geleceğim’ diyor Okan. Oh, çok şükür
krizi atlattık. Atlattık mı acaba? Daha sonraki bazı organizasyonlarımızda kimi
‘yıldız’ların tamamen keyfi sebeplerle geç kalıp ‘bana iki saat sonraki uçağa
hemen bilet ayarlayın lütfen’ cümlelerini duyacağımızdan haberdar değiliz henüz
ama ortada yeni bir bilet alma durumu olduğu açık. Öğrenci adamlarız zaten,
hayatımızda havaalanını ilk defa Okan’ı karşılayacağımız için görüyoruz. Uçak
bileti fiyatları o zamanlar pek de ‘uçmayan kalmasın’ tadında değil,
hayallerimizden büyük korkularımız var! Sponsorluk desen zaten tam tamına
hesaplanmış. Bora’yla birbirimize bakıyoruz, o anda yapacak bir şey yok.
Elimizde akşamki yemek için ayrılmış bir miktar para var, ceplerimizde üç beş
bir şeyler. Bir şekilde halletmek zorundayız. En olmadı, rezilliği göze alıp Rektör
Yardımcısı ve radyomuzun danışmanı olan şahane insan Mehmet (Çalışkan) hocamızı
arayacağız. Biliyoruz ki o bizi kurtarır ama güvenini kaybetmek istemiyoruz.
‘Tamam Okan Bey,’ diyorum küçülen sesimle, ‘biz şimdi hemen sonraki
uçağa biletinizi ayarlıyoruz.’ Onca gündür ilk defa sert bir tonlama çınlıyor
telefonda ‘Olur mu yahu! Bu tamamen benim hatam, ben aldım bile bileti. Sadece
durumu bilin ve idare edin, paniklemeyin diye haber vermek için aradım.’
Olurdu, olmazdı, gak, guk, derken Okan aynı şeyi tekrarlıyor ve bizi de daha
fazla ısrarcı durumda bırakmamak için telefonu kapatıyor. (Evet, suratıma. Ama
‘bak kapatıyorum’ diyerek, onu belirtmeliyim! Sebepsiz bir cesaret gelmiş, inatla
ısrar ediyordum çünkü.) İçimde başlar gibi yapıp biten krizin hızla
çözülmüş olmasının verdiği rahatlık... Hayat da ne güzel aslında beya!
Gerçekten
de bir sonraki uçakla geliyor. Kapıda Okan’ı karşılayan havalı insanlarız,
herkesin gözü onda, o bize yaklaşıyor. Seremonilere vakit yok, ‘hadi hemen gidelim’
diyor ve yola çıkıyoruz. Hayatımda ikinci defa trafikte araba kullanıyorum ve
arabada Okan var, tam bir şuursuzluk hali!
Sağ
salim kampüse ulaşıyoruz. O zamanlar hiçbir izleyicisinden özür dilememesiyle
eleştirilen Okan, Mimarlık Amfisi’ne alkışlarla girdiğinde ilk iş olarak samimi
bir özürle konuşmasına başlıyor. Durumu biraz daha sıcaklaştırmak için
sandalyeyi iterek sahnenin kenarına yere oturuyor. Mimarlık Amfisindeki merdivenlerin kenarları bile ayakta duran öğrencilerle dolu olduğu için içeri giremeyen ama
kapı önünde onun sesini duymaya çalışan gruba sesleniyor, onları da sahneye
çıkartıp yanına oturtuyor. Ben sahne arkasından insanların gözlerine bakmaya
çalışıyorum. Bilmemkaç yüz çift mutlu göz, çok şükür! Oldu galiba. Tüm Yönetim
Kurulu ekibi oradayız ve mutluyuz.
Okan
şovun gerektirdiği kadar ukalalık yapıyor, samimi sorulara derin bir tevazuyla
cevap veriyor. Abartısız ve gerçek birkaç detayı atlamayayım. Onu görmenin heyecanıyla bayılanlar, hiç yer kalmamasına rağmen
içeri girmek için camları kıranlar, aralıksız üç saate yakın süren bir söyleşi
ve ayakta dakikalarca alkışlanan Okan Bayülgen’le, o dönemki efsane Kültür
İşleri Müdürü Tüzün (Denli) Hanımın deyimiyle ‘ODTÜ’de o ana kadar yapılmış en
görkemli topluluk söyleşisi’ tamamlanıyor.
Biz
o akşam Okan’ı tam da istediği gibi sakince yemek yiyebileceği ve gizlice kimseye
‘Okan Bayülgen burada abi, hemen gelin!’ denmeyen mekana götürüyoruz, en
sevdiği yemekler servis ediliyor, ardından da sigarasını çıkartıyoruz. Hoşuna
gidiyor, nereden öğrendiğimizi soruyor, haber kaynağımızı deşifre
edemeyeceğimizi söylediğimizde gülümsüyor. Projelerimizi anlatıyor, onun
önerilerini dinliyoruz. Ve ardından onu uçağına uğurlayıp, yorgun ama gururlu
savaşçılar olarak evimizin yolunu tutuyoruz. Ne gündü ama!
(Bu
arada o ev yemekleri mekanı Mantar’da sonradan çok iyi dostlar olduğumuz Umut, bize yemekte özel
indirim yapıyor. Geriye kalan ufacık sponsorluk paramız tek başına bir işe
yaramayacağı için marketten malzeme alarak anneme bir tepsi baklava
yaptırıyorum! Bütün radyo ekibi başarı baklavası yiyoruz… Yaşasın Anadolu’nun
bağrından kopan kutlama hikayeleri!)
Aradan
sadece birkaç gün geçmişken telefonum çalıyor. Telefonda Okan! ODTÜ Radyo Topluluğu ve Radyo
ODTÜ olarak bizi Televizyon Çocuğu’na davet ediyor. Yani Okan faaliyetlerimizi
anlatmak için bize fırsat veriyor, ne büyük heyecan! İzleyici değil, bizzat tek konuk olarak
katıldığımız programda son derece iyi ağırlanıyoruz. (Hatta program kapanışında Okan'la birlikte tüm ekip ve seyirciler ekrana popomuzu gösterip YÖK'e selam göndererek tarihe geçiyoruz!)
O
program başlı başına ayrı bir yazı konusu ama o koltukta oturmak ve koca bir
program boyunca ekip arkadaşlarımla birlikte Topluluk Başkanı sıfatıyla ve
Okan’nın bolca iltifatlarıyla ODTÜ’yü dönemin en popüler televizyon şovunda
temsil etmek, bireysel gurur sayfalarım arasında en üst sıralarda yer alır. Keza, dönüşte
o dönemki rektörümüz Süha Sevük yanına çağırarak özellikle teşekkür ediyor. Ona
da hikayenin nasıl o noktaya ulaştığını anlatıyorum, ilgiyle dinliyor. Herkes
durumdan çok memnun.
O
söyleşi hem bizim, hem Radyo ODTÜ’nün, hem de Okan Bayülgen’in hayatlarımızda
önemli dönüm noktaları arasında yer alır. Çünkü, daha sonra bazı platformlarda
belirttiği gibi, Okan Bayülgen’in üniversite öğrencilerine duyduğu inanç ve
güven esas olarak o söyleşi sonrasında şekillenmiştir. Keza üniversite
gençliğinin de ona..
Bu
hikayenin kaleme alınma sebebi ve başlangıçtaki paragrafla ilgisine gelelim
şimdi.
Bu
süreç benim hayatımın değişimindeki en önemli yapı taşlarından biridir. Bana
kendime güvenmeyi öğretmiş, akıllı davranınca ve iyi çalışınca her zorluğun
aşılabileceğini, başkalarınca imkansız olarak ifade edilen şeylerin de aslında gerçekleştirilebileceğini
göstermiştir. Sonraki yıllarda birçok organizasyonda ve radyo kuruluşunda
aktif görevler alabilmemin altında hep burada edindiğim inanç ve güven yatar.
Bunu hiç aklımdan çıkartmadığım için de benzer durumlarda bir taleple
karşılaştığımda hiçbir karşılık beklemeden gönüllü olarak işin içinde yer alır,
tüm enerjimle katkı sağlamaya çalışırım. Bilkent Üniversitesi öğrencilerine
yaptığım danışmanlığın altında da aslında en çok bu sebep yatıyor.
Bu
yazıyı buraya kadar sabırla okuyanların arasında bazılarında "Eee?"ler oluşmuş olabileceğini biliyorum. Beni
tanıyanlardan "Selim amma da abarttın, ne egoymuş!" diyenler de olacak, hiç tanımamış, dinlememiş, okumamış olanlardan "abi sen kimsin ya, adını
bile duymadık, bu neyin havası?" diye şaşıranlar da. Durun,
aklınızdaki cümleyi ben kurayım: Kendimi Okan Bayülgen'le yanyana koymuyorum
elbette, henüz bunamadım şükür ki.
Ancak
anlatmaya çalıştığım şey oldukça net; hayatını bulma, yolunu çizme
aşamasındayken birilerinin sana rehber olması, kapı açması, cesaret vermesi bir
insanın yaşamına yapılacak en büyüleyici dokunuş. Bunun için meşhur bir insan
olmanız gerekmiyor. Ya da devletin yüksek sandalyelerinden birine sahip olmanız
şart değil. Bunlar elbette yolunuzu kolaylaştırır ama esas mesele başka. Tarzınızı
doğru belirlediğiniz sürece her zaman sizi dinleyecek ve rol model olarak konumlayacak birileri oluyor, bundan şüpheniz olmasın. Çok paranız olmasından asla
bahsetmeyeceğim, ya da plazalardaki büyük şirketlerin yönetiminde olmanız da gerekmez. Ama bilin ki, varolan konumunuzla da rehber olabileceğiniz birileri
bir yerde sizi bekliyor. Bunun için biraz çaba göstermekle bir şey
kaybetmezsiniz.
Sevgi
kelebeği değilim. Hadi bunu biraz daha net anlatmak için şöyle bir karşılaştırma
(ya da yan yana koyma) yapayım. O dönemlerde Türkiye’nin tek televizyon ‘star’ı
olan Okan Bayülgen’in "çok acayip işler yapıyorsunuz hem de öğrenciyken,
sizi programa alacağım ve herkesin tanımasını istiyorum" demesiyle, o
zaman öğrenci olan ve sadece bir grupta müzik yapan Oğuz'un (Kaplangı) "bu
adam iyi radyocu olacak, eleyemezsiniz" diyerek radyo yönetimine çıkışması
benim kişisel tarihimde aynı önem derecesinde yer etmiş anlardır. Bir tanesi her sözü
kayıtsızca dinlenen, bir diğeri sadece bir öğrenci olan iki ayrı kişinin de
birilerinin hayatında olağanüstü etkiler bırakabileceğini, bazılarının gizlenmiş hayallerinin gerçekleşmesine aynı oranda yol açabileceğini bilmelisiniz.
Hangisi
olursanız olun, hareket edin. İşe yarıyor. Burada yapılmışı var.
İlk fotoğraf Okan Bayülgen'in İzmir Yaşar Üniversitesi söyleşisinden, bizimizmir.net adresinden alıntı. İkinci fotoğraf da yazıda bahsi geçen ODTÜ söyleşisinin bitimindeki teşekkür faslında Bora ve ben. Evet, maalesef sırtı dönük MonaLisa saçlı adam benim. O dönem saç uzatmayanların ODTÜ'de okuyamayacağı şeklinde rivayetler vardı, inanasım varmış!
<3 selimcim bir solukta okudum. İyi ki başladın yeniden tarihe not düşmeye:)
YanıtlaSilDilaracım çok teşekkürler, iyi ki varsın :) (laf olsun diye değil!)
YanıtlaSilRespect. O yüzden bırakamıyorum Selim Bey demeyi :)
YanıtlaSilTolga, o bahsettiğin "respect" karşılıklı, eksik olma :)
Silgüzelmiş :)
YanıtlaSil