7 Şubat 2014 Cuma

Freelance Çalışmak (Serbest Zamanlı?)


Çalışma arsızı insanlardan biriyim. Hayatımın neredeyse her döneminde hep en az iki farklı işte çalıştım. Bazen biraz daha para kazanmaya ihtiyacım vardı, bazen sevdiğim ekstra işlere zaman ayırma isteğimdi sebep. Elbette bu beraberinde hep yorucu bir tempo getirdi ama beynimin aynı anda farklı mecralarda farklı işlerle meşgul olmasının hep bana katkı sağladığına inandım.

Zaman ilerledikçe kafamda bazı şeyler değişmeye başladı. Buna isterseniz yılların yorgunluğu deyin, isterseniz bireysel isteklerin sıkıştırmaya başlaması, 2012 yılıyla birlikte freelance çalışma düşüncesi aklımda iyice şekillendi. Yıllar içinde biriktirdiğim deneyimi artık daha verimli kullanma isteği, daha çok gezmek ve daha çok yazmak gibi kendimle ilgili hep sonraya ertelediğim planlarımı gerçekleştirme hayalleri arasında dolaşırken şartlar kıvama geldi ve işimden ayrıldım. 4 ay kadar yatma ve gezme sürecinden sonra (ki bence bu gerekli bir rehabilitasyon sürecidir!) bazı arkadaşlarımın da katkılarıyla freelance dünyaya adım attım.

Şu anda hayatımı bu şekilde devam ettiriyorum. Yurtdışı firmalarıyla çalışıyorum ve sabit olmayan mesai saatlerim var. Ve bu şekilde çalışarak yaklaşık bir yılı tamamlamaya doğru yol alırken, freelance çalışmanın artıları ve eksileri konusunda oldukça fazla fikrim oluştu.

Açık konuşalım, herkesin hayalinde bir dönem bu şekilde bir çalışma hayatı isteği yer alıyor. Oh ne rahat değil mi, hayat da bana güzel! Hayallerini yıkmak istemem ama pek de öyle değil dostum!!
Dikkatini yeterince çekebildiysem durumu açıklayayım. Evet, aldığım karardan son derece memnunum ve beni heyecanlandıracak çok ekstrem bir iş olmazsa ya da hayat beni birden sınamaya karar vermezse, artık yaşamımın hiçbir döneminde ‘mesaili bir işte’ çalışmak niyetinde değilim. Ama işin içine girdiğinizde boşa geçen yıllara sitem ettiğiniz kadar, aslında hiç de dışarıdan öyle görünmeyen zorluklarla da karşılaşıyorsunuz. Bu yüzden sözkonusu hayalleri kurarken paketi daha doğru kavrayabilmeniz için iyi/kötü bunları sıralamakta fayda gördüm. (Gözümden kaçanlar varsa yorum bölümüne ekleyerek tablonun daha da netleşmesine katkıda bulunabilirsiniz.)

Velhasıl-ı kelam, freelance çalışmaya başladığınızda bakın neler olur:

•      Başta ailen ve yakınların olmak üzere herkes aslında hiç iş yapmadığını düşünür, akşama kadar laylaylom gezip tozup yatıyorsundur. Dolayısıyla her türlü getir-götür, al-getir işlerde akla sen gelirsin. Her arandığında telefona çıkmak, her istendiğinde gelmek zorundasındır. ‘Ama işim var’ senin için geçerli bir cevap değildir. İşin olduğuna ikna olsalar bile (ki aslında olmazlar, tonlamalarda hep ‘hadi öyle olsun bakalım’ tadı vardır), işi tam da o zaman yapmak gibi bir zorunluluğun yoktur, sonra yaparsın. Niye gelemeyesin ki, çok saçma!

•      Bunun bir değişik şekli de arkadaş buluşmaları için geçerlidir. İnsanları gerçekten işin olduğuna inandırmakta zorlanırsın. Yemekler, buluşmalar, görüşmeler kafadan senin uygun olduğun prensibiyle planlanır. Hayır diyebilmek için onları ikna etmek zorundasındır. ‘İşteyim, çalışıyorum’ kalıbının yerine aynı güç ve kabul görücülükte bir kalıp bulmakta çok zorlanacaksın.

•      Telefonla ilişkin başka bir boyuta geçer. Bir işyerinde çalışırken toplantıların ya da yoğunluğundan dolayı telefonlara cevap veremeyebilirsin ve saatler sonra geri döndüğünde hep bir anlayışlılık vardır. Şu anda da çalışıyorsun ve bazı saatler işe konstantre olmak için telefonu sessize alacaksın. Ama daha sonra geri dönüş yaptığında ‘evdesin, neden açmıyorsun ki’ tonlamalarına maruz kalacaksın. Küsen arkadaşların olacak. Başta üzülürsün ama daha sonra bunun sana da bir haksızlık olduğunu anlarsın, o kadar umursamamayı öğrenirsin.

•      Yaptığın danışmanlıkta, çalıştığın işte çok önemli bir pozisyonun olsa bile insanları aslında öyle bir konumun olduğuna inandıramazsın. Sanki sokağın başındaki markette paketçi olarak işe başlamışsın muamelesi yapılır. (Google da dahil olmak üzere bir yılda 50 milyon dolar civarı yatırım almış firmanın ülke temsilcisi olursun mesela, yine kesmez! Her yerde ve herkeste bitmek bilmeyen bir memuriyet coşkusu.) İşi bilenler farkındayken, yeni tanıştığın kimi insanlara toplumun alışık olmadığı bu işi anlatmakta zorlanırsın, bazen ortalama çalışanlar kadar bile saygı görmezsin. Buna alış.

•      Şehrin 'free wifi' mekanlarını hız/yoğunluk performansına kadar öğrenirsin. Eve alternatif aradığın anlarda kah bir Starbucks, kah bir Nero ofisin olur. Nerede bağlantı kuvvetli, nerede sıkıntılar var, hangi mekanda (veya hangi şubede) bilgisayarıyla çok zaman geçirenlere of-puf yapılıyor, hangisinde saygı gösteriliyor ayırd etmeye başlarsın. Misal, Starbucks’ta sık sık kesintiler yaşanır, Kafes Fırın candır!

•      Sürekli evde tek başına olmak ruh sağlığını bozacağından, değişik ve yeni mekanlarda senin gibi insanlarla karşılaşmaya başlarsın. Bazı mekanlarda küçük çaplı bir freelance grubu komünü oluşur ve seni tam olarak anlayabilecek yeni insanlarla tanışırsın. Bu yeni tanışıklıkların iyi dostluklar (ve bazen güzel ilişkiler) yanında sana yeni iş fırsatları oluşturmaya başlamasını keyifle izlersin.

•      Sabit ve SGK'lı bir işin olmadığı için hastane, vize, kredi gibi bazı basit işler senin için kabusa dönüşür. Vize almak eziyettir, hesabına her ay bilmemnekadar dolar para giriyor olsa bile banka kredi vermeye yanaşmaz. Ya da sözgelimi, zamanında ‘asgari ücret, yemek, yol, SGK’ esprilerine konu olan SGK’nın esasında hastalık hali için ne kadar değerli bir ayrıntı olduğunu anlarsın.

•      Kiminle iş yaptığın önemlidir. Dahası, mesela Amerika’nın hangi eyaletinden/şehrinden  bir firmaya danışmanlık yaptığın bile önemlidir. Eğer merkez New York’taysa, bir nebze dengeli çalışma saatleri uydurabilirsin ama benim gibi San Francisco merkezli bir firmanın danışmanıysan, dengen biraz bozulabilir. Orada sabah saat 9 olup da mesai başladığında bizde akşam 7 oluyor, bilmem anlatabildim mi...

•      Sosyal hayatında bazı sekmeler olabilir. Akşam için sinema planı yapacakken karşına çıkacak bir ‘deadline’li iş ile eve dönmek durumunda kalabilirsin. Buna alışacaksın, nankörlük etmeyeceksin, onlar çalışırken de sen özgür takılıyorsun ne de olsa!

•      Sosyal ortamlarda telefona (başkalarından farklı bir sebeple de olsa) çok sık bakmak durumunda kalırsın. Gecenin saat 2’sinde rakının üçüncü kadehinde fasılın müzeyyenindeyken, telefondan gelen bir sesle masaya dönüp, gelen postayı değerlendirip, resmi bir dille sana zaman kazandıracak makul bir cevap yazmak durumunda kalabilirsin. Sonra da sabaha yapacak iş çıkmış olmasının farkındalığıyla hız kesersin. Artık coşkuyla oynayan dostlarını masadan sakince alkışlayan efendi adamsın, yavaş gel.

•      Eposta jargonun, yazışma dilin değişir. Özellikle Amerika merkezli bir firmayla çalışıyorsan cümle sonlarında ünlemler kullanır, en küçük tespitleri bile ‘Wow, you are great!’ şeklinde abartırken bulursun kendini. Normalde birkaç dakikada şipşak yaptığın ve aslında çok sıradan olan işlerin abartılı coşkularla karşılanmasına bir süre sonra sen de alışırsın, kendine güvenin artar.  Avrupa neyse ki daha makul, daha bize benzer...

•      Değerini farkedersin. Önceden belirlenen saatlerin dışında çalışmanı asla istemezler, çalışırsan da hakkını son kuruşuna kadar öderler. Yaptığın tüm ekstralar değerlidir, sözgelimi gazeteden işle ilgili bir makale okuduğunda da onu çalışma süresi olarak kaydetmeni isteyecek ve ödemesini yapacaklardır.

•      Her şeyi karşılıklı güven üzerine kurarlar. Sen o hafta kaç saat çalıştığını söylüyorsan, doğru odur. Çok suistimal hissedilmediği sürece sorgulamazlar. Ancak aynı dürüstlüğü ve disiplini senden de beklerler. İki günde bitebilecek bir projeye beş gün dediğinde seni sorgulamazlar ama beşinci günün sonunda o proje bitmiş olacaktır. Planlara uyulması konusunda son derece titizdirler.

•      Skype hayatında önemli bir yer edinir. Plaza dilindeki ‘Toplantı var’ın freelance hayattaki karşılığı ‘Bu akşam Skype’ım var’ olur. Tabi doğal olarak hangi açıdan iyi göründüğünden, sesinin hangi mesafeden iyi çıktığına, hatta evin hangi noktasında arka fonun havalı olduğuna kadar birçok şeyi tespit etme şansın olur. Görüşme yaptığın kişiye göre değişik arka fonlar oluşturursun.

•      Herkes ‘sen’dir, istisnai bir durum olmadıkça kimse Mr-Mrs olmaz. CEO ‘Hi John’, VP ‘Summer, how are you’ normalliğindedir.

•      Hayatında da daha disiplinli bir insan olmaya başlarsın. İlk zamanlarda ‘nasıl olsa akşam yaparım’ ya da ‘sabaha bakarım’ türü yaklaşımların işe yaramadığını ve seni zorladığını farketmenle birlikte daha planlı bir hayat zorunluluğun başlar. Sabah 8’de yürüyüşe çıkıp, 10’da masaya oturmak, 13’te yemek arası vermek gibi bazı kurallar tanımlarsın. Ama her zaman öyle sıkıcı görünmez bu durum, mesela ofise geçmek senin için yatak odasından pijamanla salona seyahat anlamındadır bazen. Dağınık saçla, kirli sakalla, çorba lekeli tişörtle iş yapmak şahanedir. Yorulunca ara verip yatağa dönmek de! Ya da araya bir film sıkıştırmak da...

•      Öte yandan, sosyal iş iletişimiyle ilgili özlemini duyduğun şeyler de olacaktır. İş yeri arkadaşlarıyla sabah sohbeti, öğlen yemek programı gibi basit şeylerin aslında değerli ayrıntılar olduğunu farkedersin. İbrahimoviç’in akşam attığı manyak golü abartarak konuşmanın tadı şirket kapısı önünde sigara molasındayken keyiflidir, dışarıda kahve içerken aynı tadı vermez. Ya da işe yeni başlayan güzel kızın sevgilisi var mı acaba gibi sorunsalları özlediğin iddiaları doğru olabilir.

(Edit: Ayhan Şahin bir ayrıntıyı hatırlattı ve haklı. Ben yurtdışı firmalarıyla çalışıyorum. Türkiye'de yaptıklarım genelde bir mekanda çalmak gibi işlerdi ve o tür işlerde de ödemeler sahneye çıkmadan önce yapılırdı. Bizim ülkemizde çoğunlukla "dışarıya para zamanında ödenemez, ödenmemelidir" geleneği var gibi adeta. Türk firmalarına freelance hizmet veren çalışanların ödemelerini almak için çoğunlukla uğraş vermek durumunda kaldıklarını da eklemeliyim.)

Hepsini toparlamak gerekirse, freelance çalışmak zorlukları olmakla birlikte insanın hayatına ‘yakın gelecek hedefi’ olarak koymasını sağlayacak kadar şahanedir. Çalışma hayatınız devam ederken ‘ben bunu bu kadar ayrıntılı yapıyorum ama kimse umursamıyor ki’ ya da ‘aslında bence şöyle olmalı ama bu kadarı da yeter, boşver ne uğraşacağım’ düşüncelerini kafanızdan atın. Benim çalışma hayatım boyunca tüm çalışma arkadaşlarımdan farklı olarak metin içerikleri, yazım hataları, genel görünüm gibi konulara hep daha fazla ilgim vardı. Bir duyurumuzdaki bir tek harf hatasını bile hızlı bir bakışta görebilmem, başkalarınca ‘gereksiz bir ayrıntıcılık’ olarak değerlendirilirdi çoğunlukla ve onların düzeltilmesi hep ‘daha öncelikli’ işlerin ardında kalırdı. Ama şu anda yaptığım işlerin bir kısmı da esas olarak bu temeller üzerinde yürüyor. Ya da mesela bu özelliklerimle edindiğim Proofreading ve QC adında iki önemli işin (bizde pek esamesi okunmasa da) dünya üzerinde her geçen gün önem kazanıyor olması, önceki emeklerimin boşa gitmemesini sağlamış oldu. Dahası, neredeyse üç senedir her yerde anlatmaya çalıştığım gibi ‘Content/İçerik’ hızla elektronik dünyanın en değerli iş kolu haline geliyor. İlgilenmenizi öneriyorum. Özgürlüğünüzü koruyarak çalışabileceğiniz dünyanın temelinde bu kavramların çok önemli bir yeri var. Ve bu döneme geçiş yaptığınızda iş biraz da hani şu bilindik hikayelerdeki '10 dakika artı 20 yıl' durumuyla değerlendiriliyor. Yani deneyim önemli.

Ve en önemlisi, hayatınızda ne yapmak istediğiniz kadar, nerede ve/veya hangi şartlarda olmayı istemediğinizi de gerçekten bilmenizde fayda var. Kendinize yeterince yatırım yaptığınızı düşünüyorsanız cesur olun ve harekete geçin. Üşenmeyin, araştırın. Bilmediğiniz dünyalarda tam da sizlik fırsatlar dolaşıyor olabilir. Aramadan, denemeden bilemezsiniz.

Hadi şimdi bir çay koyun. Çay önemli. Kahve de olur.

21 Ocak 2014 Salı

Birinin Hayatına Dokunmak


Önceki yılın sonlarına doğru yoğun günlerimizden birinde, Bilkent Üniversitesi’nden bir grup öğrenciden eposta aldım. Bilgisayar Mühendisliği son sınıfta bir ders alıyorlardı ve yapacakları projenin gerçekten inovatif olup olmadığını belirleyerek projenin gerçekleşme sürecinde ‘Innovation Expert’ olarak onlara destek olacak, ardından da dönem sonunda puanlayacak bir sektör çalışanı arıyorlardı. Konu müzik, radyo, etkinlik ve bilet başlıklarını barındırdığı için sonuç bana ulaşmıştı. Projeleri gerçekten de oldukça yaratıcı özellikler barındırıyordu ve ben de büyük keyifle ekibin içine dahil oldum. Geçtiğimiz yıl proje tamamlandı, ekip oldukça da iyi bir notla süreci bitirerek ve projeleriyle de özel ödüllerden birini kazanarak mezun oldu.
Bu yıl başka bir gruba danışmanlık yapıyorum. Geçtiğimiz günlerde bu şahane genç arkadaşlarımla yaptığımız bir kısa toplantıdan sonra yanımdaki arkadaşım ‘bu işten kazancımın ne olduğunu’ sordu. O tonlamadaki sorunun cevabı ‘yok’tu ama aslında doğru tonlandığında ‘çok’ olabilirdi. Bu tür durumlarda nasıl davranılması gerektiğini uzun yıllar önce hayatıma dokunan biri sayesinde çok net öğrenmiştim çünkü.
Şimdi biraz tarih yolculuğu yapacağız. Benim hayatımı değiştiren, yolumu bulmama sebep olan yer olduğu için, Radyo ODTÜ süreciyle ilgili anıları tarihe kaydetmekten gerçekten büyük memnuniyet duyduğumu bu sayfaların takipçileri bilirler. Sözkonusu radyo olunca bir tek şarkı için bile uzun hikayeler anlatabilirim.
Ekim 1996.
ODTÜ’de bir grup genç radyoyu kuralı yaklaşık 2 yıl olmuş. Ben de kuruluş ekibinde (kurucu ekip demiyorum, dikkat!) yer alan isimlerden biriyim. O yılın başlarından itibaren radyonun kurulmasına önayak olan, ancak sonrasında pasif kalan topluluğun tekrar canlandırılması planlanmış ve ODTÜ Radyo Topluluğu yeni bir Yönetim Kurulu seçimiyle birlikte tekrar çalışmalar yapmaya başlamış. İşte ben de o ikinci dönemde topluluk başkanlığını yapıyorum. Radyo Topluluğunun kapalı oylamayla seçilmiş ilk başkanıyım. Cevaplar sandıkta verilmiş yani(!), içimde bir coşku! Heyecanlıyım çünkü hayalini kurduğum işlerle uğraşma şansını yakalamışım. Şanslıyım, çünkü birkaç yıl önce oturduğum sıralarda benimle aynı heyecanı paylaşan tutkulu insanlara ‘Uygulamalı Radyo Yayıncılığı’ dersleri veriyorum ve o isimlerden en az birkaçını oradan alarak yayına çekmeyi planlıyoruz, yani sorumluluk büyük.
Özel radyoların yeniden hayata geçtiği döneme rastladığı için zaten derslere oldukça yoğun bir katılım var, hafta sonları olmasına rağmen yaklaşık 300 civarı öğrenci düzenli olarak takip ediyor. Ama bizim aklımızda başka şeyler var. Hem topluluğun kampüste daha da çok tanınmasını istiyoruz, hem de yayına çıkamayacak olan ama başka yetenekleri olduğunu açıkça görebildiğimiz arkadaşlarımızı topluluğun farklı alanlarına yönlendirmek gibi bir hayalimiz var. Kimsenin o derslere ayırdığı uzun haftaları boşa geçmiş saymasını istemiyoruz.
ODTÜ’de çok söyleşi yapılıyor ama yayıncılıktaki büyük isimlere yanaşan kimse olmamış o güne kadar. Biz de topluluğumuzun adına yakışacak şekilde yola çıkarak medyada o anda en büyük yıldız kimse, ilk olarak onu getirmeye niyetleniyoruz. İsme karar vermek (abartmıyorum, gerçekten) sadece 10 saniye sürüyor, zira Okan Bayülgen’in Televizyon Çocuğu ile zirvede tek başına durduğu ve gerçekten Türkiye’nin şov dünyasını tek başına çevirdiği bir dönemdeyiz. İsim konusunda hemfikiriz ama daha önce hiç böyle bir deneyimi olmayan ekibimizin bu işi yapabileceğine (bizim dışımızda) kimse ihtimal vermiyor. (Şimdi bunları anlatırken dudak kıvıranlar olacak elbette ama o dönemde yıldız isimlere ulaşmak ve ikna etmek emin olun gerçekten çok çok zordu.) Benimle birlikte toplam 7 kişiden oluşan yönetim kurulumuzda görev bölümü yapıyoruz ve çalışmalar başlıyor.
Birkaç günlük denemeden sonra Okan Bayülgen’e ulaşıyoruz. (Bundan sonra kendisi bu yazıda Okan olarak anılacaktır!) Ekranda çizdiği ‘aksi’ karakterin ‘aksi’ne, son derece dikkatle dinliyor bizi. Neden onu istediğimizi ve onu nasıl ağırlayacağımızı lafı hiç dolandırmadan açıkça anlatıyoruz. O ana kadar henüz hiç bu şekilde büyük organizasyonlu bir üniversite söyleşisine katılmamış olan Okan, ODTÜ adının farklı olduğunu ve elinden geleni yapacağını açıkça belirtiyor. Aslında ikna oluyor gibi ama muhtemelen (ve haklı olarak) bu işi elimize yüzümüze bulaştırmadan yapacağımızdan emin olma isteği var. Bir telefon konuşması için daha sözleşiyoruz.
Bu ilk konuşmadan sonra telefonla aramda oluşan kardeşlik, samimiyet ve coşkuyu içime atıp heyecanımı belli etmemeye çalışarak durumu arkadaşlarla paylaşıyorum ve her ihtimale karşı hazırlıkları başlatıyoruz. Mekan rezervasyonu, Kültür İşleri onayı, afişler, etkinlik günü görev bölümü, getirilecek koltuk, sahneye koyulacak çiçek, masanın üzerine koyulacak bir bardak suyun susayanlardan korunması,  asılacak afiş, çalınacak müzik… İyi ama en önemli ayrıntıyı atladık: Bizim sponsora ihtiyacımız var! Uçak bileti, abiden ayarlanacak arabanın benzin masrafı ve söyleşi sonrasında yemek. O aralar çeşitli etkinliklerinde DJ’lik yaptığımız için bağlantılarımızın iyi olduğu Saklıkent geliyor aklımıza. Durumu anlatıyoruz, aslında pek de ikna olmasalar da önceki işlerimizin hatrına sponsor olmaya karar veriyorlar. Tabi biz çok dürüstüz, hesap yapmışız ve tam tamına masraflar kadar sponsorluk ücreti talep ediyoruz. Fazlasını istersek olurmuş, hatta aslında daha fazlasını istemeliymişiz, o zamanlar pek farkında değiliz. Anlaşıyoruz, paramız cepte, sıcak bir güvene sahibiz artık!
Şimdi kafamız daha rahatladığı ve parçalar yerine oturmaya başladığı için Okan’ı daha huzurla arayabileceğiz. İkinci telefon görüşmesini yapmadan önce telefonla uzun  süre başbaşa kalarak cesaretimi topluyorum. Çekinerek numarayı çeviriyorum, karşı tarafa kendimi tanıtıyorum. Hiç bekletmeden Okan’a iletiyorlar telefonu, belli ki önceden bilgi verilmiş. Okan’ın konuya ilgi duyduğunu farketmek titrek heyecanımı biraz dengeliyor. Yanımda Yönetim Kurulu’ndan arkadaşlarım var, biraz da onlara hava olsun diye daha bir güvenli konuşmaya başlıyorum. Onlar gözleri tedirginlikle bana bakıp durum hakkında bir ipucu yakalamaya çalışırlarken, ben sanki bir önceki akşam da Okan’ı arayıp ‘eve ekmek lazım mıydı abi?’ demiş havasındayım. Olanca sıcak bir ses tonuyla Okan’ın ‘tamamdır, geliyorum.’ dediğini duyuyorum. Hızla ayrıntıları konuşuyoruz ve planları tamamlıyoruz.
Ardından bizim için geçmek bilmeyen günler!... Word üzerinde fontlarla oynayarak hazırladığım sanat eseri(!) duyurular ODTÜ’nün her yerine asılıyor, iki giriş kapısı için dev bez afişler hazırlanıyor, Okan’ın sevdiği ev yemekleri öğrenilip o zamanlar pek bilinmeyen Mantar’la konuşuluyor ve siparişler verilip kimsenin haberi olmaması konusunda özel rica iletiliyor, pek kolay bulunamayan içtiği sigara markası öğrenilip bir şekilde ediniliyor, uçak biletleri alınıyor ve kargolanıyor. Her şey hazır. Öylesine abartmışız ki, ODTÜ’de o hafta herkes bu söyleşiyi konuşuyor. Olsun, amacımız da bu değil miydi zaten…
Sonunda beklenen gün geliyor. O zamanki YK’da başkan yardımcısı olan Bora’yla havaalanına gidip beklemeye başlıyoruz. Tahmin edebileceğiniz gibi, uçağın varış değil kalkış saatinden bile önce oradayız! Riske girme lüksümüz yok. Bu arada da sürekli ekiple haberleşiyoruz. Mimarlık Amfisi şimdiden tıklım tıklım! İnsanlar kapılara yığılmış, hiç rastlamadığımız bir kalabalık Okan’ı bekliyor. Biz de tabi..
Derken, telefonum çalıyor. Karşıda Okan. Kafamda kaynar sular ve deli sorular. Allah’ım, şu anda onun uçağa biniyor olması gerekmiyor muydu? Gayet tedirgin bir sesle ‘Çocuklar çok özür dilerim, uyuyakalmışım.’ diyor. O uyuyakalmışım dediği anda ben uyanıyorum. Eee, gelmeyecek mi yani? Bunu söyleyenler de çok olmuştu. ‘Siz nasıl becereceksiniz bu işi’ ile başlayıp, ‘gelmez o adam, ukalanın teki zaten. Kandırır sizi, yarı yolda kalır rezil olursunuz!’ şeklinde devam eden kabus yorumlar kafamda dönüyor. Neyse ki sadece kısa bir süre. ‘Ben şimdi yoldayım, hemen bir sonraki uçakla geleceğim’ diyor Okan. Oh, çok şükür krizi atlattık. Atlattık mı acaba? Daha sonraki bazı organizasyonlarımızda kimi ‘yıldız’ların tamamen keyfi sebeplerle geç kalıp ‘bana iki saat sonraki uçağa hemen bilet ayarlayın lütfen’ cümlelerini duyacağımızdan haberdar değiliz henüz ama ortada yeni bir bilet alma durumu olduğu açık. Öğrenci adamlarız zaten, hayatımızda havaalanını ilk defa Okan’ı karşılayacağımız için görüyoruz. Uçak bileti fiyatları o zamanlar pek de ‘uçmayan kalmasın’ tadında değil, hayallerimizden büyük korkularımız var! Sponsorluk desen zaten tam tamına hesaplanmış. Bora’yla birbirimize bakıyoruz, o anda yapacak bir şey yok. Elimizde akşamki yemek için ayrılmış bir miktar para var, ceplerimizde üç beş bir şeyler. Bir şekilde halletmek zorundayız. En olmadı, rezilliği göze alıp Rektör Yardımcısı ve radyomuzun danışmanı olan şahane insan Mehmet (Çalışkan) hocamızı arayacağız. ‘Tamam Okan Bey,’ diyorum küçülen sesimle, ‘biz şimdi hemen sonraki uçağa biletinizi ayarlıyoruz.’ Onca gündür ilk defa sert bir tonlama çınlıyor telefonda ‘Olur mu yahu! Bu tamamen benim hatam, ben aldım bile bileti. Sadece durumu bilin ve idare edin, paniklemeyin diye haber vermek için aradım.’ Olurdu, olmazdı, gak, guk, derken Okan aynı şeyi tekrarlıyor ve bizi de daha fazla ısrarcı durumda bırakmamak için telefonu kapatıyor. (Evet, suratıma. Ama ‘bak kapatıyorum’ diyerek, onu belirtmeliyim! Sebepsiz bir cesaret gelmiş, inatla ısrar ediyordum çünkü.) İçimde başlayan ve hayata geçmeyen krizin hızla çözülmüş olmasının verdiği rahatlık. Hayat da ne güzel aslında bea!
Gerçekten de bir sonraki uçakla geliyor. Kapıda Okan’ı karşılayan havalı insanlarız, herkesin gözü onda, o bize yaklaşıyor. Seremonilere vakit yok, ‘hadi hemen gidelim’ diyor ve yola çıkıyoruz. Hayatımda ikinci defa trafikte araba kullanıyorum ve arabada Okan var, tam bir şuursuzluk hali!
Sağ salim kampüse ulaşıyoruz. O zamanlar hiçbir izleyicisinden özür dilememesiyle eleştirilen Okan, Mimarlık Amfisi’ne alkışlarla girdiğinde ilk iş olarak samimi bir özürle konuşmasına başlıyor. Durumu biraz daha sıcaklaştırmak için sandalyeyi iterek sahnenin kenarına yere oturuyor. Mimarlık Amfisi’nin kenarları da ayakta duran öğrencilerle dolu olduğu için içeri giremeyen ama kapı önünde onun sesini duymaya çalışan gruba sesleniyor, onları da sahneye çıkartıp yanına oturtuyor. Ben sahne arkasından insanların gözlerine bakmaya çalışıyorum. Bilmemkaç yüz çift mutlu göz, çok şükür! Oldu galiba. Tüm Yönetim Kurulu ekibi oradayız ve mutluyuz.
Okan şovun gerektirdiği kadar ukalalık yapıyor, samimi sorulara derin bir tevazuyla cevap veriyor. Onu görmenin heyecanıyla bayılanlar, hiç yer kalmamasına rağmen içeri girmek için camları kıranlar, aralıksız üç saate yakın süren bir söyleşi ve ayakta dakikalarca alkışlanan Okan Bayülgen’le, o dönemki efsane Kültür İşleri Müdürü Tüzün (Denli) Hanımın deyimiyle ‘ODTÜ’de o ana kadar yapılmış en görkemli topluluk söyleşisi’ tamamlanıyor.
Biz o akşam Okan’ı tam da istediği gibi sakince yemek yiyebileceği ve gizlice kimseye ‘Okan Bayülgen burada abi, hemen gelin!’ denmeyen mekana götürüyoruz, en sevdiği yemekler servis ediliyor, ardından da sigarasını çıkartıyoruz. Hoşuna gidiyor, nereden öğrendiğimizi soruyor, haber kaynağımızı deşifre edemeyeceğimizi söylediğimizde gülümsüyor. Projelerimizi anlatıyor, onun önerilerini dinliyoruz. Ve ardından onu uçağına uğurlayıp, yorgun ama gururlu savaşçılar olarak evimizin yolunu tutuyoruz. Ne gündü ama!
(Bu arada Mantar’da sonradan çok iyi dostlar olduğumuz Umut, bize yemekte özel indirim yapıyor. Geriye kalan ufacık sponsorluk paramız tek başına bir işe yaramayacağı için marketten malzeme alarak anneme bir tepsi baklava yaptırıyorum! Bütün radyo ekibi başarı baklavası yiyoruz… Yaşasın Anadolu’nun bağrından kopan kutlama hikayeleri!)
Aradan sadece birkaç gün geçmişken telefonum çalıyor. Telefonda Okan! ODTÜ Radyo Topluluğu ve Radyo ODTÜ olarak bizi Televizyon Çocuğu’na davet ediyor. Yani Okan faaliyetlerimizi anlatmak için bize fırsat veriyor, ne büyük heyecan! İzleyici değil, bizzat tek konuk olarak katıldığımız programda son derece iyi ağırlanıyoruz. (Hatta program kapanışında Okan'la birlikte tüm ekip ve seyirciler ekrana popomuzu gösterip YÖK'e selam göndererek tarihe geçiyoruz!)
O program başlı başına ayrı bir yazı konusu ama o koltukta oturmak ve koca bir program boyunca ekip arkadaşlarımızla birlikte Topluluk Başkanı sıfatıyla ve Okan’nın bolca iltifatlarıyla ODTÜ’yü dönemin en popüler televizyon şovunda temsil etmek, bireysel gurur sayfalarım arasında en üst sıralarda yer alır. Keza, dönüşte o dönemki rektörümüz Süha Sevük yanına çağırarak özellikle teşekkür ediyor. Ona da hikayenin nasıl o noktaya ulaştığını anlatıyorum, ilgiyle dinliyor. Herkes durumdan çok memnun.
O söyleşi hem bizim, hem Radyo ODTÜ’nün, hem de Okan Bayülgen’in hayatlarımızda önemli dönüm noktaları arasında yer alır. Çünkü, daha sonra bazı platformlarda belirttiği gibi, Okan Bayülgen’in üniversite öğrencilerine duyduğu inanç ve güven esas olarak o söyleşi sonrasında şekillenmiştir. Keza üniversite gençliğinin de ona..
Bu hikayenin kaleme alınma sebebi ve başlangıçtaki paragrafla ilgisine gelelim şimdi.
Bu süreç benim hayatımın değişimindeki en önemli yapı taşlarından biridir. Bana kendime güvenmeyi öğretmiş, akıllı davranınca ve iyi çalışınca her zorluğun aşılabileceğini, başkalarınca imkansız olarak ifade edilen şeylerin de aslında gerçekleştirilebileceğini göstermiştir. Sonraki yıllarda bir çok organizasyonda ve radyo kuruluşunda aktif görevler alabilmemin altında hep burada edindiğim inanç ve güven yatar. Bunu hiç aklımdan çıkartmadığım için de benzer durumlarda bir taleple karşılaştığımda hiçbir karşılık beklemeden gönüllü olarak işin içinde yer alır, tüm enerjimle katkı sağlamaya çalışırım. Bilkent Üniversitesi öğrencilerine yaptığım danışmanlığın altında da aslında en çok bu sebep yatıyor.
Bu yazıyı buraya kadar sabırla okuyanların arasında "Eee?"ler  oluşmuş olabileceğini biliyorum. Beni tanıyanlardan "Selim amma da abarttın, ne egoymuş!" diyenler de olacak, ya da hiç tanımamış, dinlememiş, okumamış olanlardan "abi sen kimsin ya, adını bile duymadık, bu neyin havası?" diye şaşıranlar da. Durun, aklınızdaki cümleyi ben kurayım: Kendimi Okan Bayülgen'le yanyana koymuyorum elbette, henüz bunamadım şükür ki.
Ancak anlatmaya çalıştığım şey oldukça net; hayatını bulma, yolunu çizme aşamasındayken birilerinin sana rehber olması, kapı açması, cesaret vermesi bir insanın yaşamına yapılacak en büyüleyici dokunuş. Bunun için meşhur bir insan olmanız gerekmiyor. Ya da devletin yüksek sandalyelerinden birine sahip olmanız şart değil. Bunlar elbette yolunuzu kolaylaştırır ama esas mesele başka. Tarzınızı doğru belirlediğiniz sürece her zaman sizi dinleyecek ve rol modeli alacak birileri oluyor, bundan şüpheniz olmasın. Çok paranız olmasından asla bahsetmeyeceğim, ya da plazalardaki büyük şirketlerin yönetiminde olmanız gerekmez. Ama bilin ki, varolan konumunuzla da rehber olabileceğiniz birileri bir yerde sizi bekliyor. Bunun için biraz çaba göstermekle bir şey kaybetmezsiniz.
Sevgi kelebeği değilim. Hadi bunu biraz daha net anlatmak için şöyle bir karşılaştırma (ya da yanyana koyma) yapayım. O dönemlerde Türkiye’nin tek televizyon ‘star’ı olan Okan Bayülgen’in "çok acaip işler yapıyorsunuz hem de öğrenciyken, sizi programa alacağım ve herkesin tanımasını istiyorum" demesiyle, o zaman öğrenci olan ve sadece bir grupta müzik yapan Oğuz'un (Kaplangı) "bu adam iyi radyocu olacak, eleyemezsiniz" diyerek radyo yönetimine çıkışması benim kişisel tarihimde aynı önem derecesinde yer etmiş anlardır. Bir tanesi her sözü kayıtsızca dinlenen, bir diğeri sadece bir öğrenci olan iki ayrı kişinin de birilerinin hayatında olağanüstü etkiler bırakabileceğini, bazılarının gizlenmiş hayallerinin gerçekleşmesine aynı oranda yol açabileceğini bilmelisiniz.
Hangisi olursanız olun, hareket edin. İşe yarıyor. Burada yapılmışı var.
İlk fotoğraf Okan Bayülgen'in İzmir Yaşar Üniversitesi söyleşisinden, bizimizmir.net adresinden alıntı. İkinci fotoğraf da yazıda bahsi geçen ODTÜ söyleşisinin bitimindeki teşekkür faslında Bora ve ben. Evet, maalesef sırtı dönük MonaLisa saçlı adam benim. O dönem saç uzatmayanların ODTÜ'de okuyamayacağı şeklinde rivayetler vardı, inanasım varmış!

14 Ocak 2014 Salı

Hayal Peşinde Koşmak


Hayatımda bazı kritik dönüm noktaları oldu benim.
Şimdi içinde çok ‘ben’ geçen bazı tanımlar yapacağım izninizle.
Örneğin bir çoğunuzun garipseyerek izlediği kolejlerden birinde yedi yıl yatılı okumuş biriyim ben. Ama oradan bana öğretilenlerle değil, kendi doğrularıyla çıkmayı başarabilen biriyim aynı zamanda. Ya da, hayattan o kadar uzak kaldığım o uzun sürenin ardından üniversiteyle birlikte bir dönem Ankara'daki tüm canlı konser mekanlarını avucunun içi gibi öğrenen, hemen hepsinde etkinlikler organize etmiş biriyim. ODTÜ'de mühendislik okurken ve üç yılın derslerini tamamlayıp dördüncü sınıfa gelmişken bambaşka bir yola girmeye karar verip hayatını değiştirebilmiş biriyim. Aynı okulun radyosunda en yetkili akademik birimlerle yakın ilişkiler kurabildiğim ve saygı gördüğüm bir pozisyondayken, daha stüdyosu bile olmayan yeni bir radyoda çalışmaya cesaret edebilen biriyim. Devam eden süreçte radyonun Türkiye’nin her yerinde hızla tanınmasıyla kendi çapımızda popüler insanlar olmuşken, boş kalan vakitlerimde saatlerce evrak dizerek geçirdiğim sıradan bir ek işe girmekten gocunmamış biriyim. Sektöründeki en iddialı o Amerikan şirketinde oldukça iyi bir pozisyona yükselme fırsatını yakalamışken, her şeyin tersine döndüğü ve bir çok kişinin ‘artık battığını’ düşündüğü radyonun bütçesiz ve ekipsiz departmanının sorumluğunu almak için işimden vazgeçip, bazı şeyleri değiştirme ivmesini başlatabilmiş biriyim.

Başlangıçta her biri anlamsız gibi görünen tüm bu kararlarım büyük çoğunluk tarafından ‘saçma sapan bir delilik ve kayıp’ olarak değerlendirilip eleştirilse de, zaman geçtikçe hepsini uzun ve ayrıntılıca düşünerek aldığım ortaya çıktı. Evet, etrafımı ve içinde bulunduğum oluşumları analiz etme konusunda her zaman arsız bir merakım olmuştur ve bu sayede bazen başkalarının farkedemediği şeyleri görebilmişimdir ama benim esas çıkış noktam çok başkaydı. Hiçbir zaman istemediğim bir işte zaman öldürmeyi düşünmedim, hep hayalini kurduklarımın peşine takıldım. Mutsuz olduğum ya da yol almama engel olunduğunu hissettiğim anlarda masaya saplanıp çürümektense, zorlanmayı göze alarak başka bir yol çizmeyi tercih ettim. Elbette burada anlattığım kadar kolay olmadı her şey, elbette işlerin çok zorlaştığı, kararlarımın geçiş aşamalarında çok zarar gördüğüm anlar da yaşadım ama asla pişmanlığım olmadı. Emin olun, şu an bile aynı aşamalara gelsem tüm kararlarımı aynı şekilde uygulayacağımdan eminim.
O süreçlerde ya da geçen zaman içinde herhangi bir dönemde bu kararlarımdan dolayı beni küçümsemeye çalışan, sınıflandırma çabasına giren çok insanla karşılaştım. Yaşamlarını önyargılarının esaretine kaptırmış bu sığ düşünceli insanlar hayatımda kendilerine asla yer bulamadılar. Ben, beni gerçekten tanıyan şahane insanlarla hayatıma devam ettim, varlığımızla birbirimize destek verdiğimiz, birbirimizden hep yeni şeyler öğrenerek kendimizi geliştirdiğimiz önyargısız harika arkadaşlarım, dostlarım oldu. Bizleri sınıflandırma çabasına girişenler mutsuz dünyalarında günler eskitirken, biz yolumuza hayatın tadını çıkartarak devam ettik. Bunun için hep şükrettim.

Bunları neden mi anlatıyorum?
2012 yılının son gününde birçok kişi için beklenmedik ama benim için üzerinde çokça düşünülmüş ve artıları eksileriyle uzunca hesaplanmış bir kararla işimden ayrıldım. Dünya üzerinde bu şekilde işinden ayrılan ilk insan olmadığımın farkındayım tabi ki ama sözkonusu olan 15 yıldan fazla karşılıklı emek verilmiş ve aslında iyi imkanlar ve iyi bir pozisyona sahip olunan bir kurum ise, yine birçok kişinin garipsediği bir karar oluyor. Eleştirenler oldu elbette ama ben aldığım kararın sonuna kadar arkasındaydım. Daha sonra farklı ve uzun içerikli bir başka yazı konusu olacak sebepler bir yana, hayatımın hiçbir döneminde bedeli ne olursa olsun mutsuz olduğum ve tersine çevirme şansımın bulunmadığı herhangi bir oluşumun içinde yer almadım. İnsanın kendine duyduğu saygının parayla ya da mevki ile tanımlanabileceklerin çok ötesinde bir yerde olduğunu da iyi biliyorum, önyargılarına mahkum insanların bu saygının ne demek olduğunu asla anlayamayacaklarını da.

Şimdi kaldığım yerden eksikleri tamamlamam gerektiğini düşünüyorum. Bir Ankara’lı zorunluluğu olan ‘İstanbul’da çalışma hayatı’ klişesini de tamamladıktan sonra 2013 yılı bana dünyanın çeşitli köşelerini gezebilme ve bir süre kendimi dinleyebilme fırsatı verdi. Ne mutlu ki, Haziran 2013’ten bu yana da en sevdiğim iki sektör olan radyo ve interneti biraraya getiren bir işi hep hayalini kurduğum şekliyle yapıyorum. Ancak şimdi başta kendim ve yakın çevremle birlikte, aslında gizli dostlarım diye tanımlayacağım, beni yıllardır radyodan ya da yazdıklarımdan takip eden adını bile bilmediğim şahane insanlara karşı sorumlu olduğumu hissettiğim planlarımı yerine getirme zamanı. Bu yüzden, iki yıllık aradan sonra bloga yeniden yazmaya başlamanın zamanı geldiğine inandım. Bir isim ve tasarım değişikliğiyle yeni bir nefes olsun istedim. Ancak öte yandan daha önceki değişim sürecinde bu yazıda belirttiğim her şey hala aynen geçerli.

Burada öyle beylik iddialarım yok, asla olmadı. En açık ve net haliyle belirtmeliyim ki, burası aslında herşeyden once bir ‘Kendime Not’ blogu. Sizler de okur ve yorumlarınızı eklerseniz şahane olur. (Evet, uzun yıllardan sonra yorumları yeniden açtım.) Yoksa, kalın bir ego çevresinde benbilirimcilik oynamak gibi bir niyetim yok. Seviyorsam yazacağım, görmenizi istiyorsam paylaşacağım.
Tarzım eskisine gore biraz daha farklı görünebilir. Evet, bildiniz, biraz daha ‘az umrumda’ artık başkalarının hakkımda yapacağı ahkamlı eleştiriler. Bunun da oldukça açık bir sebebi var aslında. Lütfen hayatınızı planlarken ve planlarınızı uygularken kendinize duyduğunuz saygının herşeyin üzerinde olduğunu unutmayın. Başkalarından bahsetmiyorum, bırakın başkalarını, önce siz kendinize inanın. Bunu da her şeyden once ‘ne derler’den sıyrılıp ‘ne istiyorum’a geçtiğinizde başlatabileceksiniz. Ben deniyorum, umarım başarabilirim.
Ve korkmayın; doğru bir hayat yaşadıysanız ve iyi bir insan olmaya gayret ettiyseniz aç kalmıyorsunuz, mutsuz olmuyorsunuz. Adına ister Tanrı deyin, ister Evren, birileri sizin için çalışıyor. Siz hırsınızı dizginleyebildiğiniz sürece hayat size hep iyi şeyler sunuyor. Sunmuyorsa, inanın onun da bir sebebi var.

Ve evet, maalesef hala çok uzun yazıyorum!

Yeniden hoş geldiniz...

(Fotoğraf: Lincoln Memorial merdivenlerinde tarihi Martin Luther King sözüyle yüzleşme. Washington, Kasım 2013.)

2 Aralık 2011 Cuma

Benim Dengemi Bozmayınız...

(Yazmaya -boyunun kısalığı uzunluğu bilinmez- bir süre ara verirken...)

“Tel cambazının tel üstünde durumunu anlatır şiirdir.” - Turgut Uyar

sizin alınız al, inandım
morunuz mor, inandım
tanrınız büyük, amenna
şiiriniz adamakıllı şiir
dumanı da caba
ama sizin adınız ne
benim dengemi bozmayınız...

bütün ağaçlarla uyuşmuşum
kalabalık ha olmuş ha olmamış
sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum
ama ağaçlar şöyleymiş
ama sokaklar böyleymiş
ama sizin adınız ne
benim dengemi bozmayınız...

aşkım da değişebilir gerçeklerim de
pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı
yan gelmişim diz boyu sulara
hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
hiçbirinizle dövüşemem
siz ne derseniz deyiniz
benim bir gizli bildiğim var

sizin alınız al, inandım
sizin morunuz mor, inandım
ben tam dünyaya göre
ben tam kendime göre
ama sizin adınız ne
benim dengemi bozmayınız...

1 Kasım 2011 Salı

Öğreten...

(Bu yazının Beverley Craven - Lost Without You eşliğinde ya da sonrasında okunması önerilir...)
hayatımdaki her şeyi o kadınlardan öğrendim aslında,
ya da en azından biliyorum ki onlar vesile oldu doğrusunu bulmama sonunda.

ilk öğretmenim annemdi benim de... ve annemden ilk öğrendiğim de "her şeyin doğrusunu annemden öğrenmeyi bekleyemeyeceğim” oluyordu şaşkınlıkla. “Annelik” dediğin asla dürüstlüğü getiremiyordu yanında, hep sen haklı oluyordun onun gözünde.

bir başka anneden öğrendim her insanın aslında biraz hasta olduğunu ve yine ondan öğrendim her insanın içinde acemi bir doktor yaşattığını... o bana teşekkür ederken iyileşme yoluna giren kızının hayat akışına dokunduğum için, ben farkında bile değildim asıl hasta olanın ben olduğumun; çok sonraları öğrenecektim denge yoksunu aşkların en sinsi hastalık haline dönüşebileceğini.

fransız filmlerinden çıkmış kadar güzel ama o filmlerdeki kadınların yaşama tutunuşlarından fersah fersah uzak kadın öğretti mutsuzluğun adını, anlamını... bir insanın umuda sırtını nasıl kayıtsız dönebileceğini, tüm güzelliklerin üzerini nasıl örtebileceğini de o güzel kadın öğretiyordu bana.

adımı sadece birkaç harfe indiren ilk kadınım öğretti en büyük gizlerin aslında çoğunlukla hep en basit cümlelerin altına saklandığını... en “çılgın” görünenler en “kaçak”lardı aslında, ve kendilerinden saklanıyorlardı insanlar çoğunlukla.

bir insanın her şeyden önce ve her şeye rağmen kendisini sevmesi gerektiğini öğrendim çok kısa boylu kadından... insanlar, sadece sen kendine saygı duymaya başladığında saygı duyuyorlardı sana.

dizginlenebilmiş hırsların insanı hayallerinin dünyasıyla buluşturabileceğini öğrendim maskeli kadından... saçları da, gözleri de, hatta bedeni bile kendine ait değildi ama sadece ona ait olan hayalleri ve hırsları vardı uğrunda savaştığı.

bebeğini kaybeden gencecik bir anneden öğrendim ölümü, ömrünün son aylarındayken aşkın peşinden koşan büyükanneden öğrendim yaşamı... hayat bazen başlarken bitiyor, kimi zaman da aslında bittiği zannedilen yerde daha yeni başlıyordu.

erkek gibi kaba bir kadının köşe bucak kaçışında da, hayatı kalbinin etrafında dönen kadının peşinden koşuşunda da aşkı gördüm... ve hayatta öğrenilebilecek en önemli şeyin bir insanı sevmek olduğunu öğrendim aşka hasret yalnız kadından.

en önemlisi ise, adı da içi de doğru tanımlanan aşkın asla ama asla bitmeyeceğini, bitemeyeceğini, sönemeyeceğini, kaybolamayacağını öğrendim o kadından;
duvaklı bir merhaba da olsa, cepsiz bir hoşçakal da olsa sarmalandığı beyazlar, bir kadının aslında daima ama daima aşkı ve aşığını düşündüğünü öğrendim...
kah beyaz ayakkabının altına silinsin diye yazılan isimler,
kah parçalanmış bir kaportanın altında son bir gayretle tutulan cisimler öğretti bana aşkı...

belki hüzün çıktı sonunda, belki acı vardı yanında ama,
hayatımdaki her şeyi o kadınlardan öğrendim ben aslında…


26 Ekim 2011 Çarşamba

Sıcak Acı...

(Bu yazının Tanju Okan - Kadınım eşliğinde ya da sonrasında okunması önerilir.)
yıllar öncesiydi...

“şimdi çok sıcak olduğu için hissetmiyorsun” demişti beden eğitimi öğretmenim.
kimsenin oraya kadar atlayamayacağını düşündüğü için o son bölüme de kum ekleme gereği hissetmemişti belli ki.
oysa beni hırslandıran işte bu genel tavrıydı zaten onun. her şeye ve herkese köşeli sınırlar çizmeyi çok seven öğretmenim, bana hayallerin ve isteklerin sınırının olmayacağını, olamayacağını öğretiyordu farkında olmadan.
belki biraz ağır olmuştu bedeli ama, “sen boşuna zorlama kendini, kapasiten belli” demesinin cevabını vermiştim ona, kumsuz bölgeye atlayarak..
ve ayağımı kırarak!
aman ne cevap...

evet, ona kızmıştım aslında; ama yine o öğretiyordu bana henüz sıcakken hissedilmediğini acıların.

bir de senden öğrendim yıllar sonra...

* * *
ayrıldığında bu kadar koymamıştı galiba.

evin içinde dolaştım, durduğun yerlerde durdum, baktığın yerlerden baktım, yattığın yerleri süzdüm yan gözlerle. seni izledim bol bol sanki buradaymışsın gibi, sanki berabermişiz gibi. ne yalan söyleyeyim, özledim, evet hem de çok özledim. acımı yüceltti özlemim.

her şey çok tazeydi hala, kokun hala çok sıcaktı; fazla uzaklaşmış olamazdın, olmamalıydın. ya da etimden bir parça çekiyordun tırnaklarınla giderken, ben de geliyordum mecburen seninle. tanıdığım, bildiğim, öğrendiğim her şeyi bırakıp geride, sürükleniyordum seninle gittiğin yere; sadece yalnızlığım elimde, bir de acılarla beslenmeyi öğrettiğim yarım adam, derin izler tenimde.

kaçmak istedim senden, kalmak istedim senin olmadığın yerde; çok şey değil, sadece yaşamak için, sadece nefes almak için. ama olmadı; ne kaçabildim senden, ne kalabildim sensiz.

emin değildim aslında ama herşey bıraktığın yerdeydi galiba hala;

son bozukluklarımızı toparlayarak aldığımız terliklerin kapının yanında, en özel günümüz için beklettiğimiz fotoğrafsız çerçeveler başucumda, babandan gizlice kaçırdığın pijamalar yastığımın kenarında, yakmaya bir türlü kıyamadığımız kokulu mumlar camın hemen köşesinde, bilmem kaç kez ayıla bayıla izlediğimiz filmin afişi duvarın bize bakan çıplak yüzünde,
ve kendisini çırılçıplak, yapayalnız hisseden ben hayat çizgisinin tam ortasındaki kesik noktada, yani tam da bıraktığın yerde... o kesikten düşmek üzereyim aslında.
tam da oradaki boşlukta mı bıraktın beni, yoksa beni bıraktığın her yer zaten o boşluk mu olacaktı acaba?
her neyse, boşver...

söylesene, daha ne kadar tutabilirim herşeyi tam da bıraktığın yerde?
ama artık bir yerlerden başlamam gerek.
aslına bakarsan, sen olmadan kendince varolmaya çalışacak ilk adım beni nereye götürecek, götürebilecek bilmiyorum. giderken beni de götürdün ne de olsa. "giden yarım"ın ardından su dökerken gözlerimle adet yerini bulsun diye, "kalan yarım"ı da ben uğurlamalıyım aslında hiç gitmemesi gereken yerlere...

peki, o şarkıdan başlasam mesela, tam da bıraktığın yerden “kadınım” desem tüm gücümle. bağırsam avazım çıktığı kadar; ama bir sen duysan bir de ben sadece. tam da buradan başlasam anlatmaya.
başlasam, ve bitsem; ben bitince sen artık tamamen gitsen…
evet, artık gitsen.

* * *
yıllar öncesiydi...
“şimdi çok sıcak olduğu için hissetmiyorsun” demişti beden eğitimi öğretmenim.
evet, ona kızmıştım aslında; ama yine o öğretmişti bana henüz sıcakken hissedilmediğini acıların.

bir de senden öğrendim yıllar sonra...

(Geceyarısı Öyküleri'nden...)

7 Ekim 2011 Cuma

Haftaya Paydos, Yeniden...


Ocak 2003’te Gazi Üniversitesi İİBF dergisi için yapılan bir röportajda, kuruluş ekibinde yer aldığım Radyo ODTÜ ile ilgili sorulardan birine verdiğim cevapta şöyle bir bölüm vardı:

"ODTÜ Radyo Topluluğu bence bu işi Türkiye'de yapan en iyi "özel" kurum. Orada derslere katılırken sadece radyo yayıncılığı adına değil, hayatımla ilgili de çok fazla şey öğrendim. Belki de bu yüzden hala gönülden bağlıyım ve bir gün sektörün içindeki çıkmazlardan çok sıkılırsam, yeniden oraya dönüp başladığım yerde bu işi bitirmek hep aklımda kalacak…"

Samimiyetinden asla şüphe duymadığım (birebir tanıdığım ya da beni sadece yayından, kitaptan, blogdan tanıyan, takip eden) dünya iyisi dostlarımın da, hayatını kötü kalplerine emanet ettikleri için kendileriyle kavgaları hiç bitmeyen kimi sinsi “arkadaş”larımın da “Onca yıl ulusal radyolarda yayınlardan ve sorumluluklardan sonra neden yerel bir üniversite radyosu?” diyerek dile getirdikleri sorularına verecek tek cevabım budur. 8 yıl önce söylenmişlere ekleyecek yeni cümlelere ihtiyaç yok.

Ben sadece üç teşekkür borcumu ödeyeceğim:
Önce, bize yeniden Haftaya Paydos’u yayınlama teklifini müthiş bir nezaketle sunan Radyo ODTÜ’nün genç ve heyecanlı yönetimine…
Sonra, daha önceki programımız biterken son konuğumuz olduğu için, yeni Haftaya Paydos’un ilk yayınına davet ettiğimizde teklifimizi ikiletmeden kabul ederek tüm programını bize göre ayarlayan müthiş insan Ete Kurttekin’e…
Esaslı bir teşekkür ise, yıllar önce çıktığımız profesyonel iş ortaklığı yolunun yanına arkadaşlığı, dostluğu, sırdaşlığı eklediğimiz, program ortağım Banu Tarancı’ya… Bir yayıncıysan ve yayında birisine gözün kapalı sırtını dayayabiliyorsan, ona kariyerini ve hayatını tereddüt etmeden emanet ediyorsun demektir. Bunun her şeyden kıymetli bir gerçek anlamı var.

Bugün başlıyoruz…
Bizi her Cuma saat 19-21 arası Radyo ODTÜ Ankara FM 103.1’den, Radyo ODTÜ'nün web sitesinden ve Facebook’taki Haftaya Paydos sayfamızdan takip ederseniz memnun oluruz. Etmezseniz de hayat devam eder ama eksik kalır. Buluşalım, paylaşalım, başlayalım…

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Bon Jovi, Elton John ve Kendini Baltalayan Organizasyon Sektörü!

Türkiye’de insanlar uzun yıllar boyunca “kasetlerini ve CD’lerini” dinlediği yıldızların konserlerini izleme hayaliyle yaşadı. Bu hayal 90’lı yıllarla birlikte gerçek olmaya, 2000’li yıllarda ise karşımıza seçenekler sunmaya başladı. Şimdilerde “bu akşam çok yorgunum, gitmeyeceğim konsere” cümlesini kuranların arkasına sığındığı çok seçenek olması ya da o ismin yeniden Türkiye’ye gelme ihtimali hepimizi balık hafızalı şımarıklar yapmış durumda, bunu inkar edemeyiz. Ancak, organizasyon firmalarının zorlu yollardan geçerek oluşturdukları bu büyük imkanı yine organizasyon firmaları altüst etmek üzereler.
Bu yazının ana fikri konser biletleri satışlarında yeni trend haline gelen fırsat siteleri kullanımı. Sadece Bon Jovi konseri izlenimlerine göz atmak isteyenler araları atlayarak doğrudan yazının sonuna gidebilirler.

Geçtiğimiz haftalarda izlediğim iki konserden bahsedeceğim.

Elton John
Tarih: 6 Temmuz 2011
Yer: Ankara Spor Salonu (Hani şu ismine bir türlü karar verilemeyen, hala birçoğumuzun Ankara Arena’dan başlayarak değişik isimlerle tarif ettiğimiz mekan…)

Biz Ankara’da yaşayanlar bundan hep şikayet ediyoruz ama büyük organizasyon firmalarının yetkili isimleri –maalesef yaşayarak ve görerek- Ankara’ya uluslararası yıldızları getirmenin zorluğunu fark etmiş durumdalar. En popüler dönemlerinde Kosheen, Rasmus, Danny Vera gibi isimlerin Ankara’da sadece onlarca (evet, onlarca) kişiye konser verdiğini bizzat gördüğümü hatırlıyorum. Bazı zorlukları sıralayabilirsiniz; memur kenti olarak akşamları dışarı çıkmama alışkanlığı, gelir ortalamasının İstanbul’a göre düşük olması, protokol davetiyelerinin salonun en çok gelir getirecek bölümlerini kaplayacak sayıya ulaşması (ve davetiye talep edenlerin gelmemesi!)…
İşte bu sebeplerden yola çıkarak, Elton John İstanbul konserine Vokaliz Organizasyon’un Ankara’yı eklemesine gerçekten şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Ankara’yı tanıyan ve organizasyon sektörüne bir parça hakim her insan gibi ben de salonu doldurmalarının ve para kazanmalarının mümkün olmayacağını hemen anladım, eminim onlar da biliyorlardı. Ama “show business” sektörü böyledir işte, içinizde hep bir “ya olursa” heyecanı yaşar. Vokaliz de muhtemelen bu yüzden bu işe girdi, bu onların yaklaşımı ve kararıdır saygı duymalıyız. Biletler beklenildiği üzere yeterince ilgi görmedi ve bunun üzerine önce devreye fırsat siteleri sokuldu, bilet fiyatlarında kayda değer bir indirim sunuldu. Ardından "konsere yoğun ilgi var" imajı pekiştirilmek için “Saha içi biletleri tükenmiştir!” taktiği denendi. Bunun mümkün olmayacağını tahmin ettiğimiz gibi, konser günü durumu net bir şekilde sahanın boşluğundan da görebildik. (Burada amaç kararsız kalanların diğer kategorilere yüklenmesinin sağlanmasıydı, olmadı.) Bu da yetmedi, son birkaç gün içinde bu defa salonun yeterince dolmama riski ortaya çıkınca çok sayıda firma ve kişiye davetiyeler gönderilmeye başlandı. Gördüklerimizin, duyduklarımızın yanında, forumlarda davetiyelerin uçuştuğunu şaşkınlıkla izledik. Peki hiç düşündünüz mü, acaba ilk günlerde biletini satın alanlar bu olayları nasıl izlediler? Ya da bir daha böyle bir konser olduğunda hemen bilet alırlar mı, yoksa son günü mü beklerler? Bunu özellikle vurguluyorum çünkü organizasyon firmaları için ön satış (erken satış) son derece önemlidir. Hem etkinliğe olan ilgiyi analiz ederler hem de gelen sanatçılara yapılacak ön ödemeler için bir kapital oluştururlar. Sadece konser esnasında ve öncesinde birçok insanın aralarında bu konuyu konuştuklarına şahit oldum. Zaten yeterince zor olan "Ankara’da büyük konser izleyebilme" ihtimalimiz artık iyice azalmış oldu.
Ankara konserleri ile ilgili önemli bir ayrıntıyı da belirtmek gerek. Ankara’da büyük konserlerin düzenlendiği Anadolu Gösteri Merkezi’nde zamanla herkesin fark ettiği bir aksaklık söz konusu. Bilet satışlarında çeşitli fiyat kategorileri sunuluyor. Ama siz en ucuz kategoriden bilet alsanız bile konserin başlamasından hemen önce önlerdeki boşluklara rahatça geçebiliyorsunuz, kimse size ne yaptığınızı sormadığı gibi biletinize de bakmıyorlar. Aynı problemin Ankara Spor Salonu’nda yaşandığını Basketbol Şampiyonası sırasında görmüştük, Elton John konserinde de aynen devam ettiğiniz tespit ettik. Bu şartlarda kimseye erken ve yüksek kategoride bilet aldırmazsınız!

Bon Jovi
Tarih: 8 Temmuz 2011
Yer: İstanbul Türk Telekom Arena

Bon Jovi, aradan geçen 18 yılın da verdiği özlemle önemli bir kitle tarafından heyecanla beklenen bir isimdi. Bu yüzden çok kişi biletler satışa çıkar çıkmaz işlemlerini tamamladı ve aylar sonra gerçekleşecek olan konseri beklemeye başladı. Diamond Ring denen en ön bölümün biletleri hemen, Saha İçi ise konsere kısa bir süre kala tükendi. Burada hakkını teslim etmekte fayda var, Elton John’daki durumun aksine konserde saha içi bölümü gerçekten doluydu. Ancak konsere kısa bir süre kala Bon Jovi de fırsat sitelerinde boy göstermeye başladı. Sahne önü biletleri %50 indirimle satışa sunuldu. Oysa sahne önünün orijinal fiyatı olan 400 TL’yi çok yüksek bulduğu için 90 TL'ye saha içi bileti alan birçok kişi, fiyat 200 TL’ye indiğinde sahne önünü tercih edebilirdi. Ancak bilet satış firmasının satın alınan biletleri değiştirmek ya da iade almak gibi bir yaklaşımı asla kabul etmediğini ve etmeyeceğini artık herkes biliyor. Aradan geçen çok kısa süre sonra satış sayfasında birtakım tanıtımlar dönmeye başladı: “...... Bankası kredi kartlarına Bon Jovi biletleri yüzde ... indirimli!” Erken bilet alanların hepsi yaşadıkları durumdan pişman oldular, beklentilerinin tadı kaçtı.

Bu iki örneği genelleyebilirsiniz, zira son zamanlarda birçok konser için fırsat sitelerinin kullanıldığını görmeye başlıyoruz. Net bir şekilde ifade ediyorum; bu durum, Türkiye’de zaten ağır aksak yürüyen organizasyon sektörünün tam anlamıyla kendi kendini baltalamasıdır. Bu fırsatlardan haberdar olmadan önce erkenden biletlerini alanlar en hafif deyimle kendilerini aptal yerine koyulmuş hissediyorlar. Ve şundan emin olun ki, bundan böyle bu iki firmanın yapacağı etkinliklerde kimse erkenden bilet almayacak ve herkes son dakikaya kadar bekleyecek. Belki de artık firmalar bazı etkinliklerde “Bu etkinlik biletleri kesinlikle fırsat sitelerine ya da kampanya indirimlerine dahil edilmeyecektir.” uyarısı eklemek zorunda kalacaklar ama ben buna da inanabileceğimiz zannetmiyorum. Zaten son zamanlarda bilet satamadıkları etkinlikleri “sanatçı rahatsızlığı sebebiyle” iptal eden firmaları da düşününce, hızlı parlayan organizasyon sektörünün hızla daralacağını öngörmek hiç de zor değil.

Tüm bu bilgilerin yanında Bon Jovi konserinden bazı notlar da iletelim:



Son yıllarda Türkiye’ye gelen isimler değerlendirildiğinde (ve kendi deneyimlerimi de ekleyerek) ahkam kesecek kadar konser izlediğimi söyleyebilirim. Bon Jovi, hayatım boyunca izlediğim en iyi konserlerden biri oldu, en akılda kalıcı sahne performanslarından birini izledik.

Jon Bon Jovi zaten muhteşem bir performans sergiledi, Richie Sambora muhteşem bir geri dönüş yaptı ama bence gizli kahraman Tico Torres idi. "Davul çalmak var, davul çalmak var!" diyerek konuyu kapatıyorum.

Enteresan insanlarız vesselam! Aylar önceden konsere bilet alıyorsun, haftalarca üzerinde konuşuluyor fakat sen konserin nerede olduğuna bakmıyorsun… Ya da alışkanlıklarına körü körüne bağlısın… Azımsanmayacak sayıda izleyicinin o gece önce Kuruçeşme Arena’ya gittiğini ve kapıdan döndüğünü, bu sebeple konserin başlangıcında görülen yer yer boşlukların ancak yarım saat sonra tamamen dolabildiğini biliyor muydunuz?

Malum, artık bu tür büyük konserlerde bizim gibi tüm dünyada özel bölümler oluşturuluyor ve aslında konserin en önemli gelir kaynağı olarak o bölümler kullanılıyor. U2 konserindeki Red Zone’un muadili Bon Jovi’deki Diamond Ring idi. Ama onun hemen devamındaki “Sahne Önü” bölümü gerçekten Türk filmi tadındaydı. Konseri izlemek için değil, “parasıyla değil mi kardeşim, bak en öndeyim” zihniyetiyle orada bulunan, sırtını sahneye dönüp sürekli fotoğraf çektiren, iki şarkıda bir dışarı çıkıp üç şarkı sonra gelen ve konser bitmeden önce çıkan insan grubunu anlamak istemiyorum… Eminim aralarında hayatında ilk defa Bon Jovi dinleyenler de vardı, keşke olmasalardı, o coşkuya çomak sokmasalardı…

Diamond Ring demişken, bence konserin en trajikomik yanını Ekşi Sözlük’te "herkimse" nick’li kullanıcı şöyle anlattı: “bon jovi'nin diamond ring'i, diamond ring'teki seyircilere g.tünü dönerek söylediği konser.”J

Jon’un forma giymesi her yerde rastlanan bir durum değil. Formayı Diamond Ring bölümünden biri sahneye attı, Jon da üzerine giydi ve bazı şarkıları o formayla söyledi. İki şeyi ayırmak gerek; bu sayfada da gördüğünüz videoda Jon konserin ikinci şarkısı “You Give Love a Bad Name”de bir ara Richie’ye dönerek “Abi adamlara baksana ya, nasıl da söylüyor! Yok böyle bir şey be, vay anasını!” minvalinde ve şaşkın bakışlarla bir şeyler söylüyor. Biz de zannediyoruz ki, Jon İstanbul seyircisine inanamadı, öylesine etkilendi ki hayatında ilk defa böyle bir seyirciyle karşılaşmış gibi davranıyor! Ama öyle değil işte, o tepki ve mimikler tam anlamıyla şovun bir parçası, aynı tepkiyi aynı şarkının aynı yerinde dünyanın değişik yerlerinde de görme ihtimaliniz var. Ama forma olayı İstanbul’a özel, evet bizim de bir ayrıcalığımız oldu!:)

Konserden sonra çok konuşulan bir atkı mevzuu var. O Galatasaray atkısı da aynen forma gibi Diamond Ring bölümündeki birinden geldi. Jon da jest yaparak onu açtı. Dünyanın her yerinde konser verilen stadyumun ev sahibi takımının taraftarları bunu yapar, sahnedeki şarkıcı da o atkıyı açar ya da gösterir, mevzu kapanır. Yuhalanmanın çok abartı olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki, Jon da tepkiyi görünce yasadışı bir slogana ev sahipliği yapmış gibi tedirgin oldu. Sahneye hızla koşarak gelen ve kulağına durumu fısıldayan sahne görevlisi onu kurtaran isimdi.

Türk Telekom Arena gerçekten muhteşem bir stad olmuş, insan gerçekten etkileniyor. Akustikten ve sesin anlaşılmadığından şikayet eden çok yorum okudum ama açıkçası (belki de bulunduğumuz yerden dolayı) bizim öyle bir rahatsızlığımız olmadı. Saha içinde yiyecek içecek alabilecek doğru düzgün bir alan olmaması, insanlara gizli gizli alkolsüz bira satılmaya çalışılması gibi aksaklıklar vardı maalesef. Sonrasında içki satılamamasının da Türk Telekom Arena için –henüz- içki ruhsatı alınmamış olmasıyla ilgili olduğunu öğrendik.

Eleştirilen konulardan biri de konser sonrasındaki ulaşım sorunuydu. Evet, metro önündeki yığılmayı biz de gördük ve içinde kaldık ama dürüst olmak gerekirse yaklaşık 50.000 kişinin metroya aynı anda hücum etmesine rağmen sistemin iyi çalıştığını düşünüyorum. Zorlanmadan metroya ulaştık ve hızlıca yola çıkabildik. Metro girişindeki turnikeler de yine eleştirilerden en çok nasiplenen ayrıntılar ama o kadar kişiyi aynı anda metronun içine sokup gelen trenlerin dibine tıkıştırmak mı, dışarıdan yavaş bir trafik sağlayarak içeride düzenli bir akış oluşturmak mı derseniz ben de her mantıklı insanın cevabını vereceğim; turnikeler kesinlikle gerekli! Eleştireceğim şu olabilir; mütemadiyen şişmanlıyoruz, neden o turnikeler o kadar küçük? Ben hala metrodaki o küçük (yaş olarak) kızın turnikelerden nasıl geçtiğini anlamaya çalışıyorum.

Keşke insanların “geç kalırsak çıkamayız, hemen kaçalım” diye düşünmedikleri ve kapıya doğru bir güruh halinde erkenden hareketlenerek konserin en güzel yanını berbat etmedikleri bir dünyada yaşasak!

Ve son bir kulis notu; Bon Jovi elemanları konserden ve ilgiden çok memnun kaldıklarını kendi aralarında da konuştular. Onların yorumlarına göre de bir sonraki konseri bu kadar beklemeyeceğimizden emin olabilirsiniz. Orada değildim ama var bir bildiğim. Nokta!

Kişisel son not: In these arms’ı söylemiş olmaları benim için tepe noktasıdır. Merak edenler için konserin setlist’i de aşağıdaki gibidir:

raise your hands
you give love a bad name
born to be my baby
we weren't born to follow
lost highway
it's my life
blaze of glory
in these arms
we got it goin' on
captain crash & the beauty queen from mars
bad medicine (pretty woman)
bed of roses
diamond ring
i'll be there for you
who says you can't go home
i'll sleep when i'm dead
someday i'll be saturday night
have a nice day
keep the faith

when we were beautiful
wanted dead or alive
blood on blood
livin' on a prayer

always

27 Mayıs 2011 Cuma

Bir Roxette Gecesi

 Şimdi biraz uzaklaşmış gibi görünsem de hayatının önemli bir dönemini müziğe adamış insanlardan biriyim ben. Hala içimde barınmaya devam eden bu şımarık çocuğun etkisiyle, İstanbul’da yaşamayan biri için kayda değer bir “konser izleme” geçmişim olduğunu düşünüyorum artık. Bizzat organizasyonunda bulunduklarımı da eklersek arsızca ahkam kesebileceğime karar verdim birden. Evet, aniden oldu. Muhtemelen bunda şarkılarını dinlerken ve yayında çalarken hayalini kurmaktan bile ötede durduğumuz Roxette elemanlarına “ellerimi uzatsam dokunabileceğim kadar yakın” olmanın şaşkınlığıyla yazmak istedim. Bu defa The Cranberries gibi bir “konser özelinde genel” değil, notlardan oluşan bir Roxette değerlendirmesi olsun.

Roxette, 25 Mayıs 2011 Maçka Küçükçiftlik Park

  •         En başta şunu söylemem gerek: Birçok konserde girişte yaşanan izdihama, aksaklık, problemlere Unilife etkinliklerinde rastlanmıyor. Çünkü her konserde Biletix görevlileri dışında Unilife’tan en az 2-3 üst düzey yetkili ismi bizzat kapıda girişlerle ilgilenirken görüyorum. Bu da problem yaşanmamasını, olası aksaklıkların da hemen çözümlenmesini sağlıyor. Bu konuda ekibe gönülden tebrikler! (Unilife ile ilgili geniş bir yazı başka bir başlık konusu.)
  •        Konserle ilgili ilk izlenimim; Marie muhtemelen hala hastalığının etkisinde. Belki de doktorlarından net bir “asla ama asla kendini yormayacaksın!” almış olabilir. Zira, bazı anlarda kendini tam kaptıracakken yeniden kontrol etmeye çabaladığını ve birden sakinleştiğini izledik. Per ise aksine oldukça tempoluydu ve geceden keyif aldıkları belliydi.
  •          Grup elemanları genel anlamda bu turneden çok keyif alıyorlar, bu her hallerinden belli. Bana tek ilginç gelen, müsamere çocuğu heyecanıyla sürekli bir yerlere zıplayan vokalist idi. Ama o “şımarık” görüntüsünün ardında çok iyi bir ses olduğunu “back vokal” yaptığı özellikle bazı şarkılarda çok net anlayabildik. (Grubun diğer elemanlarının isimlerini hatırlayamadığımı itiraf etmeliyim.)
  •          Ekşi Sözlük’teki deckard isimli yazarın deyimiyle “ilhan irem kılıklı gitarist” gecenin yıldızıydı. Arada “yakalarsam muck muck” bile çaldı, o derece! Enerjisi ve yeteneği gerçekten izlemeye değerdi.
  •          Per, grup üyelerini tanıtırken “basçı”ya gelince, muzip bir ifadeyle onun hepsinden farklı olarak günü alışverişle geçirdiğini söyledi. Aldığı cevap ise tam İstanbul’u anlatıyordu: “Alışveriş yapamadım ki! Bütün vaktim takside geçti, trafikle uğraştık durduk.”
  •          Üzülerek anladım ki Maçka Küçükçiftlik Park konser için çok da uygun bir mekan değil. Daha önce çeşitli mecralarda rastladığım yorumların doğru olduğunu anladım: eğim var her şeyden önce, gerçekten bir süre sonra boynunuz ağrımaya başlıyor.  Ama gerçekten çok görkemli bir sahne kurulduğunu söylemeden geçmeyelim.
  •          Artık bunları aştığımızı biliyorum ama ben hala bu tür konserlerde bir yandan da “acaba bizi nasıl bulacaklar” gözüyle bakıyorum. Per’in bir ara klasik “eğleniyor musunuz?” sorusunun ardından gerçek bir gülümsemeyle “evet, buradan da öyle görünüyor” demesi ilginçti. Özellikle It must have been love, Fading like a flower, Things will never be the same, Joyride gibi şarkılarda seyircinin katılımı gerçekten çok görkemliydi.
  •          Bir de Aydilge’ye değinmek gerek. Ben Aydilge’yi ilk defa “ikimizin de sahnede olduğu” bir organizasyonda tanımış ve ardından onu takip etmeye başlamıştım. Aydilge sahneye gerçekten çok yakışıyor ve sürekli mesafe katettiği açıkça görülebiliyor. Şarkılarını kesinlikle eleştirmeyeceğim ama açıkçası İngilizce şarkı söylemek ona daha çok yakışıyor. Yapıyorsa bilmiyorum, ama bence sık sık cover konseptli konserler de düzenlemeli.
  •          Konserlerde Diamond Ring, Red Zone gibi sahne önünde sınırlı kapasiteli özel alanlar ayrılmasını anlayabiliyorum. Ancak bu tür konserlerde “locavari” yerleri kabullenmekte zorlandığımı itiraf etmeliyim. Evet, kimi insanların kalabalıktan soyut kalma kaygısının haklı gerekçelerini anlayabilirim ama sırf bunun için kenarda bir platformdan elinde içkiyle konser izlemeyi garip buluyorum. Gelmeli, kalabalığa karışmalı ve gerçekten orada olmanın keyfini çıkarmalısınız.
  •          Konserden önce bir arkadaşım İstanbul üzerine şöyle bir mesaj göndermişti: “Artık İstanbul’da çok fazla kalabalık ve fazla kabalık var.” Söylediğinin doğruluğunu bazı eklemelerle test ettim. Sadece İstanbul’da değil, Türkiye genelinde sonradan çok para kazanmaya başlayan, bunu değişik etkinliklere en yüksek fiyat grubundan bilet alıp katılarak kanıtlayan bir grup var. Konserde bir çiftin herkesi iterek en öne doğru (kelimenin tam anlamıyla) “bodoslama” gelişini hepimiz şaşkınlıkla izledik. Daha ilginç olan, “ne var ki” şeklinde herkesi tehditkar bakışlarla süzmesiydi. Hiçbir şey olmamış gibi konseri izlemeye devam ettiler demek isterdim ama onu da yapmadılar. Sürekli olarak birilerini, itip kendilerine yer açarak fotoğraf çekmekle meşgul oldular. Bunu bu kadar uzun anlatmamın sebebi artık bu örneklerden çok konserde bolca görmemiz. Her şeye rağmen sabırlı olmak durumundasınız çünkü medeni bir tartışma yaşayamayacağınız bir insanla kuracağınız diyalogda her durumda kaybeden siz olursunuz…
  •          Bir klasik; konserde sürekli çekim yapanlar… Düzeltyelim; “cep telefonlarına ne olduğu anlaşılamayacak kadar kötü bir görüntü kalitesiyle (ve bir daha hiç izlemeyecekleri) görüntüleri kaydetmek için uğraşmaktan konseri izlemeye vakit bulamayanlar”! Birkaç fotoğraf çekmeyi, sizin için çok özel olan bir şarkıyı kaydetmeyi anlarım ama her şeyi çekmek, çekerken kendisi başta olmak üzere herkesin konser zevkinin tadını kaçırmak… Siz o sırada makinenin düşük çözünürlüğüyle meşgulken, orada tarihi bir an kayboluyor farkında mısınız?
  •          Ve, gelemeyen ya da yeniden hatırlamak isteyenler için işte bu konserin setlist’i: (Setlist, Ekşi Sözlük yazarı albatros'tan alındı.)

dressed for success
sleeping in my car
the big love
wish i could fly
only when i dream
she's got nothing on (but the radio)
perfect day
things will never be the same
it must have been love
opportunity nox
7twenty7
fading like a flower (every time you leave)
silver blue
how do you do!
dangerous
joyride

encore1:
watercolours in the rain
spending my time
the look

encore2:
listen to your heart
church of your heart

Ve son not; bazı isimler, bazı şarkılar asla eskimiyor. Bu farkındalıkla bizi yıllar sonra hala aynı heyecanla peşlerine takıp sürüklemeye devam ediyorlar:
“Come on join the joyride!...”



(Fotoğraflar Unilife'tan. Joyride video 2009 yılından.)