Deneyim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Deneyim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ocak 2014 Salı

Hayal Peşinde Koşmak


Hayatımda bazı kritik dönüm noktaları oldu benim.
Şimdi içinde çok ‘ben’ geçen bazı tanımlar yapacağım izninizle.
Örneğin bir çoğunuzun garipseyerek izlediği kolejlerden birinde yedi yıl yatılı okumuş biriyim ben. Ama oradan bana öğretilenlerle değil, kendi doğrularıyla çıkmayı başarabilen biriyim aynı zamanda. Ya da, hayattan o kadar uzak kaldığım o uzun sürenin ardından üniversiteyle birlikte bir dönem Ankara'daki tüm canlı konser mekanlarını avucunun içi gibi öğrenen, hemen hepsinde etkinlikler organize etmiş biriyim. ODTÜ'de mühendislik okurken ve üç yılın derslerini tamamlayıp dördüncü sınıfa gelmişken bambaşka bir yola girmeye karar verip hayatını değiştirebilmiş biriyim. Aynı okulun radyosunda en yetkili akademik birimlerle yakın ilişkiler kurabildiğim ve saygı gördüğüm bir pozisyondayken, daha stüdyosu bile olmayan yeni bir radyoda çalışmaya cesaret edebilen biriyim. Devam eden süreçte radyonun Türkiye’nin her yerinde hızla tanınmasıyla kendi çapımızda popüler insanlar olmuşken, boş kalan vakitlerimde saatlerce evrak dizerek geçirdiğim sıradan bir ek işe girmekten gocunmamış biriyim. Sektöründeki en iddialı o Amerikan şirketinde oldukça iyi bir pozisyona yükselme fırsatını yakalamışken, her şeyin tersine döndüğü ve bir çok kişinin ‘artık battığını’ düşündüğü radyonun bütçesiz ve ekipsiz departmanının sorumluğunu almak için işimden vazgeçip, bazı şeyleri değiştirme ivmesini başlatabilmiş biriyim.

Başlangıçta her biri anlamsız gibi görünen tüm bu kararlarım büyük çoğunluk tarafından ‘saçma sapan bir delilik ve kayıp’ olarak değerlendirilip eleştirilse de, zaman geçtikçe hepsini uzun ve ayrıntılıca düşünerek aldığım ortaya çıktı. Evet, etrafımı ve içinde bulunduğum oluşumları analiz etme konusunda her zaman arsız bir merakım olmuştur ve bu sayede bazen başkalarının farkedemediği şeyleri görebilmişimdir ama benim esas çıkış noktam çok başkaydı. Hiçbir zaman istemediğim bir işte zaman öldürmeyi düşünmedim, hep hayalini kurduklarımın peşine takıldım. Mutsuz olduğum ya da yol almama engel olunduğunu hissettiğim anlarda masaya saplanıp çürümektense, zorlanmayı göze alarak başka bir yol çizmeyi tercih ettim. Elbette burada anlattığım kadar kolay olmadı her şey, elbette işlerin çok zorlaştığı, kararlarımın geçiş aşamalarında çok zarar gördüğüm anlar da yaşadım ama asla pişmanlığım olmadı. Emin olun, şu an bile aynı aşamalara gelsem tüm kararlarımı aynı şekilde uygulayacağımdan eminim.
O süreçlerde ya da geçen zaman içinde herhangi bir dönemde bu kararlarımdan dolayı beni küçümsemeye çalışan, sınıflandırma çabasına giren çok insanla karşılaştım. Yaşamlarını önyargılarının esaretine kaptırmış bu sığ düşünceli insanlar hayatımda kendilerine asla yer bulamadılar. Ben, beni gerçekten tanıyan şahane insanlarla hayatıma devam ettim, varlığımızla birbirimize destek verdiğimiz, birbirimizden hep yeni şeyler öğrenerek kendimizi geliştirdiğimiz önyargısız harika arkadaşlarım, dostlarım oldu. Bizleri sınıflandırma çabasına girişenler mutsuz dünyalarında günler eskitirken, biz yolumuza hayatın tadını çıkartarak devam ettik. Bunun için hep şükrettim.

Bunları neden mi anlatıyorum?
2012 yılının son gününde birçok kişi için beklenmedik ama benim için üzerinde çokça düşünülmüş ve artıları eksileriyle uzunca hesaplanmış bir kararla işimden ayrıldım. Dünya üzerinde bu şekilde işinden ayrılan ilk insan olmadığımın farkındayım tabi ki ama sözkonusu olan 15 yıldan fazla karşılıklı emek verilmiş ve aslında iyi imkanlar ve iyi bir pozisyona sahip olunan bir kurum ise, yine birçok kişinin garipsediği bir karar oluyor. Eleştirenler oldu elbette ama ben aldığım kararın sonuna kadar arkasındaydım. Daha sonra farklı ve uzun içerikli bir başka yazı konusu olacak sebepler bir yana, hayatımın hiçbir döneminde bedeli ne olursa olsun mutsuz olduğum ve tersine çevirme şansımın bulunmadığı herhangi bir oluşumun içinde yer almadım. İnsanın kendine duyduğu saygının parayla ya da mevki ile tanımlanabileceklerin çok ötesinde bir yerde olduğunu da iyi biliyorum, önyargılarına mahkum insanların bu saygının ne demek olduğunu asla anlayamayacaklarını da.

Şimdi kaldığım yerden eksikleri tamamlamam gerektiğini düşünüyorum. Bir Ankara’lı zorunluluğu olan ‘İstanbul’da çalışma hayatı’ klişesini de tamamladıktan sonra 2013 yılı bana dünyanın çeşitli köşelerini gezebilme ve bir süre kendimi dinleyebilme fırsatı verdi. Ne mutlu ki, Haziran 2013’ten bu yana da en sevdiğim iki sektör olan radyo ve interneti biraraya getiren bir işi hep hayalini kurduğum şekliyle yapıyorum. Ancak şimdi başta kendim ve yakın çevremle birlikte, aslında gizli dostlarım diye tanımlayacağım, beni yıllardır radyodan ya da yazdıklarımdan takip eden adını bile bilmediğim şahane insanlara karşı sorumlu olduğumu hissettiğim planlarımı yerine getirme zamanı. Bu yüzden, iki yıllık aradan sonra bloga yeniden yazmaya başlamanın zamanı geldiğine inandım. Bir isim ve tasarım değişikliğiyle yeni bir nefes olsun istedim. Ancak öte yandan daha önceki değişim sürecinde bu yazıda belirttiğim her şey hala aynen geçerli.

Burada öyle beylik iddialarım yok, asla olmadı. En açık ve net haliyle belirtmeliyim ki, burası aslında herşeyden once bir ‘Kendime Not’ blogu. Sizler de okur ve yorumlarınızı eklerseniz şahane olur. (Evet, uzun yıllardan sonra yorumları yeniden açtım.) Yoksa, kalın bir ego çevresinde benbilirimcilik oynamak gibi bir niyetim yok. Seviyorsam yazacağım, görmenizi istiyorsam paylaşacağım.
Tarzım eskisine gore biraz daha farklı görünebilir. Evet, bildiniz, biraz daha ‘az umrumda’ artık başkalarının hakkımda yapacağı ahkamlı eleştiriler. Bunun da oldukça açık bir sebebi var aslında. Lütfen hayatınızı planlarken ve planlarınızı uygularken kendinize duyduğunuz saygının herşeyin üzerinde olduğunu unutmayın. Başkalarından bahsetmiyorum, bırakın başkalarını, önce siz kendinize inanın. Bunu da her şeyden once ‘ne derler’den sıyrılıp ‘ne istiyorum’a geçtiğinizde başlatabileceksiniz. Ben deniyorum, umarım başarabilirim.
Ve korkmayın; doğru bir hayat yaşadıysanız ve iyi bir insan olmaya gayret ettiyseniz aç kalmıyorsunuz, mutsuz olmuyorsunuz. Adına ister Tanrı deyin, ister Evren, birileri sizin için çalışıyor. Siz hırsınızı dizginleyebildiğiniz sürece hayat size hep iyi şeyler sunuyor. Sunmuyorsa, inanın onun da bir sebebi var.

Ve evet, maalesef hala çok uzun yazıyorum!

Yeniden hoş geldiniz...

(Fotoğraf: Lincoln Memorial merdivenlerinde tarihi Martin Luther King sözüyle yüzleşme. Washington, Kasım 2013.)

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Bon Jovi, Elton John ve Kendini Baltalayan Organizasyon Sektörü!

Türkiye’de insanlar uzun yıllar boyunca “kasetlerini ve CD’lerini” dinlediği yıldızların konserlerini izleme hayaliyle yaşadı. Bu hayal 90’lı yıllarla birlikte gerçek olmaya, 2000’li yıllarda ise karşımıza seçenekler sunmaya başladı. Şimdilerde “bu akşam çok yorgunum, gitmeyeceğim konsere” cümlesini kuranların arkasına sığındığı çok seçenek olması ya da o ismin yeniden Türkiye’ye gelme ihtimali hepimizi balık hafızalı şımarıklar yapmış durumda, bunu inkar edemeyiz. Ancak, organizasyon firmalarının zorlu yollardan geçerek oluşturdukları bu büyük imkanı yine organizasyon firmaları altüst etmek üzereler.
Bu yazının ana fikri konser biletleri satışlarında yeni trend haline gelen fırsat siteleri kullanımı. Sadece Bon Jovi konseri izlenimlerine göz atmak isteyenler araları atlayarak doğrudan yazının sonuna gidebilirler.

Geçtiğimiz haftalarda izlediğim iki konserden bahsedeceğim.

Elton John
Tarih: 6 Temmuz 2011
Yer: Ankara Spor Salonu (Hani şu ismine bir türlü karar verilemeyen, hala birçoğumuzun Ankara Arena’dan başlayarak değişik isimlerle tarif ettiğimiz mekan…)

Biz Ankara’da yaşayanlar bundan hep şikayet ediyoruz ama büyük organizasyon firmalarının yetkili isimleri –maalesef yaşayarak ve görerek- Ankara’ya uluslararası yıldızları getirmenin zorluğunu fark etmiş durumdalar. En popüler dönemlerinde Kosheen, Rasmus, Danny Vera gibi isimlerin Ankara’da sadece onlarca (evet, onlarca) kişiye konser verdiğini bizzat gördüğümü hatırlıyorum. Bazı zorlukları sıralayabilirsiniz; memur kenti olarak akşamları dışarı çıkmama alışkanlığı, gelir ortalamasının İstanbul’a göre düşük olması, protokol davetiyelerinin salonun en çok gelir getirecek bölümlerini kaplayacak sayıya ulaşması (ve davetiye talep edenlerin gelmemesi!)…
İşte bu sebeplerden yola çıkarak, Elton John İstanbul konserine Vokaliz Organizasyon’un Ankara’yı eklemesine gerçekten şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Ankara’yı tanıyan ve organizasyon sektörüne bir parça hakim her insan gibi ben de salonu doldurmalarının ve para kazanmalarının mümkün olmayacağını hemen anladım, eminim onlar da biliyorlardı. Ama “show business” sektörü böyledir işte, içinizde hep bir “ya olursa” heyecanı yaşar. Vokaliz de muhtemelen bu yüzden bu işe girdi, bu onların yaklaşımı ve kararıdır saygı duymalıyız. Biletler beklenildiği üzere yeterince ilgi görmedi ve bunun üzerine önce devreye fırsat siteleri sokuldu, bilet fiyatlarında kayda değer bir indirim sunuldu. Ardından "konsere yoğun ilgi var" imajı pekiştirilmek için “Saha içi biletleri tükenmiştir!” taktiği denendi. Bunun mümkün olmayacağını tahmin ettiğimiz gibi, konser günü durumu net bir şekilde sahanın boşluğundan da görebildik. (Burada amaç kararsız kalanların diğer kategorilere yüklenmesinin sağlanmasıydı, olmadı.) Bu da yetmedi, son birkaç gün içinde bu defa salonun yeterince dolmama riski ortaya çıkınca çok sayıda firma ve kişiye davetiyeler gönderilmeye başlandı. Gördüklerimizin, duyduklarımızın yanında, forumlarda davetiyelerin uçuştuğunu şaşkınlıkla izledik. Peki hiç düşündünüz mü, acaba ilk günlerde biletini satın alanlar bu olayları nasıl izlediler? Ya da bir daha böyle bir konser olduğunda hemen bilet alırlar mı, yoksa son günü mü beklerler? Bunu özellikle vurguluyorum çünkü organizasyon firmaları için ön satış (erken satış) son derece önemlidir. Hem etkinliğe olan ilgiyi analiz ederler hem de gelen sanatçılara yapılacak ön ödemeler için bir kapital oluştururlar. Sadece konser esnasında ve öncesinde birçok insanın aralarında bu konuyu konuştuklarına şahit oldum. Zaten yeterince zor olan "Ankara’da büyük konser izleyebilme" ihtimalimiz artık iyice azalmış oldu.
Ankara konserleri ile ilgili önemli bir ayrıntıyı da belirtmek gerek. Ankara’da büyük konserlerin düzenlendiği Anadolu Gösteri Merkezi’nde zamanla herkesin fark ettiği bir aksaklık söz konusu. Bilet satışlarında çeşitli fiyat kategorileri sunuluyor. Ama siz en ucuz kategoriden bilet alsanız bile konserin başlamasından hemen önce önlerdeki boşluklara rahatça geçebiliyorsunuz, kimse size ne yaptığınızı sormadığı gibi biletinize de bakmıyorlar. Aynı problemin Ankara Spor Salonu’nda yaşandığını Basketbol Şampiyonası sırasında görmüştük, Elton John konserinde de aynen devam ettiğiniz tespit ettik. Bu şartlarda kimseye erken ve yüksek kategoride bilet aldırmazsınız!

Bon Jovi
Tarih: 8 Temmuz 2011
Yer: İstanbul Türk Telekom Arena

Bon Jovi, aradan geçen 18 yılın da verdiği özlemle önemli bir kitle tarafından heyecanla beklenen bir isimdi. Bu yüzden çok kişi biletler satışa çıkar çıkmaz işlemlerini tamamladı ve aylar sonra gerçekleşecek olan konseri beklemeye başladı. Diamond Ring denen en ön bölümün biletleri hemen, Saha İçi ise konsere kısa bir süre kala tükendi. Burada hakkını teslim etmekte fayda var, Elton John’daki durumun aksine konserde saha içi bölümü gerçekten doluydu. Ancak konsere kısa bir süre kala Bon Jovi de fırsat sitelerinde boy göstermeye başladı. Sahne önü biletleri %50 indirimle satışa sunuldu. Oysa sahne önünün orijinal fiyatı olan 400 TL’yi çok yüksek bulduğu için 90 TL'ye saha içi bileti alan birçok kişi, fiyat 200 TL’ye indiğinde sahne önünü tercih edebilirdi. Ancak bilet satış firmasının satın alınan biletleri değiştirmek ya da iade almak gibi bir yaklaşımı asla kabul etmediğini ve etmeyeceğini artık herkes biliyor. Aradan geçen çok kısa süre sonra satış sayfasında birtakım tanıtımlar dönmeye başladı: “...... Bankası kredi kartlarına Bon Jovi biletleri yüzde ... indirimli!” Erken bilet alanların hepsi yaşadıkları durumdan pişman oldular, beklentilerinin tadı kaçtı.

Bu iki örneği genelleyebilirsiniz, zira son zamanlarda birçok konser için fırsat sitelerinin kullanıldığını görmeye başlıyoruz. Net bir şekilde ifade ediyorum; bu durum, Türkiye’de zaten ağır aksak yürüyen organizasyon sektörünün tam anlamıyla kendi kendini baltalamasıdır. Bu fırsatlardan haberdar olmadan önce erkenden biletlerini alanlar en hafif deyimle kendilerini aptal yerine koyulmuş hissediyorlar. Ve şundan emin olun ki, bundan böyle bu iki firmanın yapacağı etkinliklerde kimse erkenden bilet almayacak ve herkes son dakikaya kadar bekleyecek. Belki de artık firmalar bazı etkinliklerde “Bu etkinlik biletleri kesinlikle fırsat sitelerine ya da kampanya indirimlerine dahil edilmeyecektir.” uyarısı eklemek zorunda kalacaklar ama ben buna da inanabileceğimiz zannetmiyorum. Zaten son zamanlarda bilet satamadıkları etkinlikleri “sanatçı rahatsızlığı sebebiyle” iptal eden firmaları da düşününce, hızlı parlayan organizasyon sektörünün hızla daralacağını öngörmek hiç de zor değil.

Tüm bu bilgilerin yanında Bon Jovi konserinden bazı notlar da iletelim:



Son yıllarda Türkiye’ye gelen isimler değerlendirildiğinde (ve kendi deneyimlerimi de ekleyerek) ahkam kesecek kadar konser izlediğimi söyleyebilirim. Bon Jovi, hayatım boyunca izlediğim en iyi konserlerden biri oldu, en akılda kalıcı sahne performanslarından birini izledik.

Jon Bon Jovi zaten muhteşem bir performans sergiledi, Richie Sambora muhteşem bir geri dönüş yaptı ama bence gizli kahraman Tico Torres idi. "Davul çalmak var, davul çalmak var!" diyerek konuyu kapatıyorum.

Enteresan insanlarız vesselam! Aylar önceden konsere bilet alıyorsun, haftalarca üzerinde konuşuluyor fakat sen konserin nerede olduğuna bakmıyorsun… Ya da alışkanlıklarına körü körüne bağlısın… Azımsanmayacak sayıda izleyicinin o gece önce Kuruçeşme Arena’ya gittiğini ve kapıdan döndüğünü, bu sebeple konserin başlangıcında görülen yer yer boşlukların ancak yarım saat sonra tamamen dolabildiğini biliyor muydunuz?

Malum, artık bu tür büyük konserlerde bizim gibi tüm dünyada özel bölümler oluşturuluyor ve aslında konserin en önemli gelir kaynağı olarak o bölümler kullanılıyor. U2 konserindeki Red Zone’un muadili Bon Jovi’deki Diamond Ring idi. Ama onun hemen devamındaki “Sahne Önü” bölümü gerçekten Türk filmi tadındaydı. Konseri izlemek için değil, “parasıyla değil mi kardeşim, bak en öndeyim” zihniyetiyle orada bulunan, sırtını sahneye dönüp sürekli fotoğraf çektiren, iki şarkıda bir dışarı çıkıp üç şarkı sonra gelen ve konser bitmeden önce çıkan insan grubunu anlamak istemiyorum… Eminim aralarında hayatında ilk defa Bon Jovi dinleyenler de vardı, keşke olmasalardı, o coşkuya çomak sokmasalardı…

Diamond Ring demişken, bence konserin en trajikomik yanını Ekşi Sözlük’te "herkimse" nick’li kullanıcı şöyle anlattı: “bon jovi'nin diamond ring'i, diamond ring'teki seyircilere g.tünü dönerek söylediği konser.”J

Jon’un forma giymesi her yerde rastlanan bir durum değil. Formayı Diamond Ring bölümünden biri sahneye attı, Jon da üzerine giydi ve bazı şarkıları o formayla söyledi. İki şeyi ayırmak gerek; bu sayfada da gördüğünüz videoda Jon konserin ikinci şarkısı “You Give Love a Bad Name”de bir ara Richie’ye dönerek “Abi adamlara baksana ya, nasıl da söylüyor! Yok böyle bir şey be, vay anasını!” minvalinde ve şaşkın bakışlarla bir şeyler söylüyor. Biz de zannediyoruz ki, Jon İstanbul seyircisine inanamadı, öylesine etkilendi ki hayatında ilk defa böyle bir seyirciyle karşılaşmış gibi davranıyor! Ama öyle değil işte, o tepki ve mimikler tam anlamıyla şovun bir parçası, aynı tepkiyi aynı şarkının aynı yerinde dünyanın değişik yerlerinde de görme ihtimaliniz var. Ama forma olayı İstanbul’a özel, evet bizim de bir ayrıcalığımız oldu!:)

Konserden sonra çok konuşulan bir atkı mevzuu var. O Galatasaray atkısı da aynen forma gibi Diamond Ring bölümündeki birinden geldi. Jon da jest yaparak onu açtı. Dünyanın her yerinde konser verilen stadyumun ev sahibi takımının taraftarları bunu yapar, sahnedeki şarkıcı da o atkıyı açar ya da gösterir, mevzu kapanır. Yuhalanmanın çok abartı olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki, Jon da tepkiyi görünce yasadışı bir slogana ev sahipliği yapmış gibi tedirgin oldu. Sahneye hızla koşarak gelen ve kulağına durumu fısıldayan sahne görevlisi onu kurtaran isimdi.

Türk Telekom Arena gerçekten muhteşem bir stad olmuş, insan gerçekten etkileniyor. Akustikten ve sesin anlaşılmadığından şikayet eden çok yorum okudum ama açıkçası (belki de bulunduğumuz yerden dolayı) bizim öyle bir rahatsızlığımız olmadı. Saha içinde yiyecek içecek alabilecek doğru düzgün bir alan olmaması, insanlara gizli gizli alkolsüz bira satılmaya çalışılması gibi aksaklıklar vardı maalesef. Sonrasında içki satılamamasının da Türk Telekom Arena için –henüz- içki ruhsatı alınmamış olmasıyla ilgili olduğunu öğrendik.

Eleştirilen konulardan biri de konser sonrasındaki ulaşım sorunuydu. Evet, metro önündeki yığılmayı biz de gördük ve içinde kaldık ama dürüst olmak gerekirse yaklaşık 50.000 kişinin metroya aynı anda hücum etmesine rağmen sistemin iyi çalıştığını düşünüyorum. Zorlanmadan metroya ulaştık ve hızlıca yola çıkabildik. Metro girişindeki turnikeler de yine eleştirilerden en çok nasiplenen ayrıntılar ama o kadar kişiyi aynı anda metronun içine sokup gelen trenlerin dibine tıkıştırmak mı, dışarıdan yavaş bir trafik sağlayarak içeride düzenli bir akış oluşturmak mı derseniz ben de her mantıklı insanın cevabını vereceğim; turnikeler kesinlikle gerekli! Eleştireceğim şu olabilir; mütemadiyen şişmanlıyoruz, neden o turnikeler o kadar küçük? Ben hala metrodaki o küçük (yaş olarak) kızın turnikelerden nasıl geçtiğini anlamaya çalışıyorum.

Keşke insanların “geç kalırsak çıkamayız, hemen kaçalım” diye düşünmedikleri ve kapıya doğru bir güruh halinde erkenden hareketlenerek konserin en güzel yanını berbat etmedikleri bir dünyada yaşasak!

Ve son bir kulis notu; Bon Jovi elemanları konserden ve ilgiden çok memnun kaldıklarını kendi aralarında da konuştular. Onların yorumlarına göre de bir sonraki konseri bu kadar beklemeyeceğimizden emin olabilirsiniz. Orada değildim ama var bir bildiğim. Nokta!

Kişisel son not: In these arms’ı söylemiş olmaları benim için tepe noktasıdır. Merak edenler için konserin setlist’i de aşağıdaki gibidir:

raise your hands
you give love a bad name
born to be my baby
we weren't born to follow
lost highway
it's my life
blaze of glory
in these arms
we got it goin' on
captain crash & the beauty queen from mars
bad medicine (pretty woman)
bed of roses
diamond ring
i'll be there for you
who says you can't go home
i'll sleep when i'm dead
someday i'll be saturday night
have a nice day
keep the faith

when we were beautiful
wanted dead or alive
blood on blood
livin' on a prayer

always

27 Mayıs 2011 Cuma

Bir Roxette Gecesi

 Şimdi biraz uzaklaşmış gibi görünsem de hayatının önemli bir dönemini müziğe adamış insanlardan biriyim ben. Hala içimde barınmaya devam eden bu şımarık çocuğun etkisiyle, İstanbul’da yaşamayan biri için kayda değer bir “konser izleme” geçmişim olduğunu düşünüyorum artık. Bizzat organizasyonunda bulunduklarımı da eklersek arsızca ahkam kesebileceğime karar verdim birden. Evet, aniden oldu. Muhtemelen bunda şarkılarını dinlerken ve yayında çalarken hayalini kurmaktan bile ötede durduğumuz Roxette elemanlarına “ellerimi uzatsam dokunabileceğim kadar yakın” olmanın şaşkınlığıyla yazmak istedim. Bu defa The Cranberries gibi bir “konser özelinde genel” değil, notlardan oluşan bir Roxette değerlendirmesi olsun.

Roxette, 25 Mayıs 2011 Maçka Küçükçiftlik Park

  •         En başta şunu söylemem gerek: Birçok konserde girişte yaşanan izdihama, aksaklık, problemlere Unilife etkinliklerinde rastlanmıyor. Çünkü her konserde Biletix görevlileri dışında Unilife’tan en az 2-3 üst düzey yetkili ismi bizzat kapıda girişlerle ilgilenirken görüyorum. Bu da problem yaşanmamasını, olası aksaklıkların da hemen çözümlenmesini sağlıyor. Bu konuda ekibe gönülden tebrikler! (Unilife ile ilgili geniş bir yazı başka bir başlık konusu.)
  •        Konserle ilgili ilk izlenimim; Marie muhtemelen hala hastalığının etkisinde. Belki de doktorlarından net bir “asla ama asla kendini yormayacaksın!” almış olabilir. Zira, bazı anlarda kendini tam kaptıracakken yeniden kontrol etmeye çabaladığını ve birden sakinleştiğini izledik. Per ise aksine oldukça tempoluydu ve geceden keyif aldıkları belliydi.
  •          Grup elemanları genel anlamda bu turneden çok keyif alıyorlar, bu her hallerinden belli. Bana tek ilginç gelen, müsamere çocuğu heyecanıyla sürekli bir yerlere zıplayan vokalist idi. Ama o “şımarık” görüntüsünün ardında çok iyi bir ses olduğunu “back vokal” yaptığı özellikle bazı şarkılarda çok net anlayabildik. (Grubun diğer elemanlarının isimlerini hatırlayamadığımı itiraf etmeliyim.)
  •          Ekşi Sözlük’teki deckard isimli yazarın deyimiyle “ilhan irem kılıklı gitarist” gecenin yıldızıydı. Arada “yakalarsam muck muck” bile çaldı, o derece! Enerjisi ve yeteneği gerçekten izlemeye değerdi.
  •          Per, grup üyelerini tanıtırken “basçı”ya gelince, muzip bir ifadeyle onun hepsinden farklı olarak günü alışverişle geçirdiğini söyledi. Aldığı cevap ise tam İstanbul’u anlatıyordu: “Alışveriş yapamadım ki! Bütün vaktim takside geçti, trafikle uğraştık durduk.”
  •          Üzülerek anladım ki Maçka Küçükçiftlik Park konser için çok da uygun bir mekan değil. Daha önce çeşitli mecralarda rastladığım yorumların doğru olduğunu anladım: eğim var her şeyden önce, gerçekten bir süre sonra boynunuz ağrımaya başlıyor.  Ama gerçekten çok görkemli bir sahne kurulduğunu söylemeden geçmeyelim.
  •          Artık bunları aştığımızı biliyorum ama ben hala bu tür konserlerde bir yandan da “acaba bizi nasıl bulacaklar” gözüyle bakıyorum. Per’in bir ara klasik “eğleniyor musunuz?” sorusunun ardından gerçek bir gülümsemeyle “evet, buradan da öyle görünüyor” demesi ilginçti. Özellikle It must have been love, Fading like a flower, Things will never be the same, Joyride gibi şarkılarda seyircinin katılımı gerçekten çok görkemliydi.
  •          Bir de Aydilge’ye değinmek gerek. Ben Aydilge’yi ilk defa “ikimizin de sahnede olduğu” bir organizasyonda tanımış ve ardından onu takip etmeye başlamıştım. Aydilge sahneye gerçekten çok yakışıyor ve sürekli mesafe katettiği açıkça görülebiliyor. Şarkılarını kesinlikle eleştirmeyeceğim ama açıkçası İngilizce şarkı söylemek ona daha çok yakışıyor. Yapıyorsa bilmiyorum, ama bence sık sık cover konseptli konserler de düzenlemeli.
  •          Konserlerde Diamond Ring, Red Zone gibi sahne önünde sınırlı kapasiteli özel alanlar ayrılmasını anlayabiliyorum. Ancak bu tür konserlerde “locavari” yerleri kabullenmekte zorlandığımı itiraf etmeliyim. Evet, kimi insanların kalabalıktan soyut kalma kaygısının haklı gerekçelerini anlayabilirim ama sırf bunun için kenarda bir platformdan elinde içkiyle konser izlemeyi garip buluyorum. Gelmeli, kalabalığa karışmalı ve gerçekten orada olmanın keyfini çıkarmalısınız.
  •          Konserden önce bir arkadaşım İstanbul üzerine şöyle bir mesaj göndermişti: “Artık İstanbul’da çok fazla kalabalık ve fazla kabalık var.” Söylediğinin doğruluğunu bazı eklemelerle test ettim. Sadece İstanbul’da değil, Türkiye genelinde sonradan çok para kazanmaya başlayan, bunu değişik etkinliklere en yüksek fiyat grubundan bilet alıp katılarak kanıtlayan bir grup var. Konserde bir çiftin herkesi iterek en öne doğru (kelimenin tam anlamıyla) “bodoslama” gelişini hepimiz şaşkınlıkla izledik. Daha ilginç olan, “ne var ki” şeklinde herkesi tehditkar bakışlarla süzmesiydi. Hiçbir şey olmamış gibi konseri izlemeye devam ettiler demek isterdim ama onu da yapmadılar. Sürekli olarak birilerini, itip kendilerine yer açarak fotoğraf çekmekle meşgul oldular. Bunu bu kadar uzun anlatmamın sebebi artık bu örneklerden çok konserde bolca görmemiz. Her şeye rağmen sabırlı olmak durumundasınız çünkü medeni bir tartışma yaşayamayacağınız bir insanla kuracağınız diyalogda her durumda kaybeden siz olursunuz…
  •          Bir klasik; konserde sürekli çekim yapanlar… Düzeltyelim; “cep telefonlarına ne olduğu anlaşılamayacak kadar kötü bir görüntü kalitesiyle (ve bir daha hiç izlemeyecekleri) görüntüleri kaydetmek için uğraşmaktan konseri izlemeye vakit bulamayanlar”! Birkaç fotoğraf çekmeyi, sizin için çok özel olan bir şarkıyı kaydetmeyi anlarım ama her şeyi çekmek, çekerken kendisi başta olmak üzere herkesin konser zevkinin tadını kaçırmak… Siz o sırada makinenin düşük çözünürlüğüyle meşgulken, orada tarihi bir an kayboluyor farkında mısınız?
  •          Ve, gelemeyen ya da yeniden hatırlamak isteyenler için işte bu konserin setlist’i: (Setlist, Ekşi Sözlük yazarı albatros'tan alındı.)

dressed for success
sleeping in my car
the big love
wish i could fly
only when i dream
she's got nothing on (but the radio)
perfect day
things will never be the same
it must have been love
opportunity nox
7twenty7
fading like a flower (every time you leave)
silver blue
how do you do!
dangerous
joyride

encore1:
watercolours in the rain
spending my time
the look

encore2:
listen to your heart
church of your heart

Ve son not; bazı isimler, bazı şarkılar asla eskimiyor. Bu farkındalıkla bizi yıllar sonra hala aynı heyecanla peşlerine takıp sürüklemeye devam ediyorlar:
“Come on join the joyride!...”



(Fotoğraflar Unilife'tan. Joyride video 2009 yılından.)

16 Ocak 2011 Pazar

Çok Çalışmanın Bedeli

Aslında bu yazının başlığında hata var, en baştan belirtmeliyim. Aklı başında insanların yaşadığı medeni ülkelerde çok çalışmanın bedeli olmaz, karşılığı olur. Ama bizim ülkemizde hayat çok başka. İnsanlar yürüdükçe hedefe yaklaşırlar, biz adım attıkça uzaklaşıyor gibiyiz… Geçmişimizdeki mehteranlıktan üstümüzde kalmış acemice bir bilmişlik olabilir. İki ileri bir geri temposunu tersine uygulamayı hatırlamışız muhtemelen.
Uzatmayalım, “yalnız ve güzel” ülkemde çok çalışmanın çoğunlukla cezalandırıldığı bir anlayış var. Size iki örnekten bahsedeceğim.

Birinci “Çok Çalışan” Hikayesi:
Adam çalıştığı işyerine kendisiyle aynı özellikler ve statüde bir başkasıyla beraber aynı süreçte kabul edilir ve işe birlikte başlarlar. Mesai doldurmaları gereken bir iş yapısında çalışmaktadırlar ancak çalışma saatleri 9-18 standardı dışındadır. Aynı işi aynı performansla yürüttükleri için pozisyonları da maaşları da uzun süre hep aynı şekilde ilerler. Akşamları yorucu bir tempo olmasına karşın gündüz oldukça uzun süre boşluklar olması ve bazı planları için biraz daha fazla para kazanmaya ihtiyaç duyması adamı harekete geçirir. Aslında varolan işini etkilemeyeceği kesin olsa da yöneticileriyle görüşür ve onların da onayını alarak ikinci bir işte yarı zamanlı çalışmaya başlar. Artık sabah 8’de evden çıkmasıyla başlayan tempo, gece saat 1’de eve dönmesiyle son bulmaktadır. Bu tempoya rağmen hiçbir görevini aksatmaz, performansını düşürmez. Kısa süre sonra maaş artış dönemi gelir. Adam, bu bilginin peşine düşmemiş olduğu halde hasbel kader kendisiyle aynı konumdaki diğer insana daha fazla artış yapıldığını öğrenir. İçine atma ile hakkını arama arasında geçen o sancılı süreci tamamlayarak tüm cesaretiyle yöneticisinin odasına girer. Durumu anlatır, performansından bir memnuniyetsizlik olup olmadığını öğrenmek ister. Yöneticisinin net bir şekilde memnuniyetini anlayınca şaşkınlıkla sorar:
- Peki, biliyorum sonuçta bu tamamen sizin kararınızdır ama benim de anlamam gerekiyor. Madem bir problem yok, neden bana daha az artış yaptınız?
Aldığı cevap, sindirilmesi zor, anlaşılması imkansız cümlelerle karşısında sıralanır:
- Ama sen artık iki işte çalışıyorsun!...
İç sesi ona diğerinin evinde keyif yaptığı anlarda nasıl da koşturduğunu, bu işini aksatmamak için nasıl da herkesten öte bir performans gösterdiğini anlatadursun, suratını asarak odadan ayrılır.
Bir başka zaman, tek başına yaşam mücadelesi veren bir başkasına da “ama sen bekarsın, o evli” diye maaş farkı açıklaması yapan da aynı işyeridir zaten ve orası ile ilgili kafasındakilerin netleşmeye başladığı ilk an olmuştur odadan dışarı adımını attığı an…

İkinci “Çok Çalışan” Hikayesi:
Kadın, düzenli mesai saatlerine sahip bir işyerinde çalışmaktayken, karşısına ikinci bir fırsat çıkar. Günün birkaç saatini başka bir yerde geçirebilirse, hem kazanç hem de kariyer olarak bir daha kolay kolay bulunamayacak bir fırsatı değerlendirmiş olacaktır. Yöneticilerine durumu anlatır, durumun kendisi için çok avantajlı olduğunu ancak onay verilmezse kesinlikle kabul etmeyeceğini belirtir. Yöneticiler anlayış gösterir, eksik saatlerini işe daha erken gelip daha geç çıkarak tamamlaması şartıyla onay verirler. Kadın bunun üzerine yoğun bir tempoya başlar. Özel hayatına ayırdığı zaman minimuma inmesine karşın (önem önceliğini ilk işine vermek şartıyla) işlerini aksaksız yürütmeye çalışır.
Bir gün, karşılaşılan bir aksaklığın ardından yöneticileriyle durum değerlendirme görüşmesine girer. Aslında onun performansına dayalı bir hata olmamasına rağmen sorumluluğunun kendisine yüklenmesine karşın, konu hak edişlerinin bile sağlanmamasına gelince yönetici ağzından baklayı çıkartır:
- Ama sen başka bir işi de yaptığın için buraya tam konsantre olamıyorsun, kendini tam veremiyorsun…
Mesaj açıktır: Senin iki işin var, yürütemezsin! Ama bu süreçte sana yüklenen iki hatta üç kişi sorumluluğundaki işleri yoluna sokman nedense görülmez bile. Sana üç kişinin işini yıkıp maaşını ve haklarını düzenlemeyen işyerinde hata yoktur, hata buradaki artan yoğunluğunu ve mesaini aksatmamana rağmen başka bir işe de yetişebilen sendedir!

***
Çalışma hayatımda bu iki örneğe de çok benzer şeyler yaşadım. İşin aslı, hayatımın çok önemli bir döneminde hep iki işte aynı anda çalıştım. Bu tamamen benim tercihimdi, boş kalmayı sevmeyen bir yapım var. Ama ilginç olan insanların yaklaşımıydı; ben bir şekilde kendi hayatımdan, sağlığımdan, eğlencemden fedakarlık edip yoğun bir tempoda çalışmama ve asla bir işimi diğerine mazeret olarak sunmamama rağmen, insanların bunu kabullenememesini şaşkınlıkla izledim. Bunu anlatmakta hep zorlandım, oysa en basit örnekten yola çıkalım; büyük şirketlerin başındaki başarılı insanlara bakın, aynı anda şirketin kaç ayrı projesiyle, kaç ayrı sektörle ilgileniyorlar. Yani, çalışma hayatı piramidinin üst katmanlarındaki insanlar bu durumun zannedildiğinin aksine verimlilik artıran ek bir özellik (ve yetenek) olduğunun farkındayken, alt katmanların algısı bu durumu kabullenmeye yeterli olamayabiliyor.
Ve aslına bakarsanız hayat da tam olarak bundan ibaret işte;
Kah kapasitesi seninki kadar olamayanları atlayarak başarıya ulaşmaya çabalıyorsun, kah sevgisi seninki kadar olmayanların duvarlarını geçerek kalbine ulaşmayı deniyorsun. Mücadele aynı mücadele, geçmene izin verirlerse herkes kazanır! Yolunu kapatırlarsa, küçük dünyanızın sorunlarıyla mücadele eder, esas heyecanlara hayat boyu yabancı kalırsınız…
İyi yolculuklar…

29 Aralık 2010 Çarşamba

Biten Yılın Düz Hesabı...

Bakmayın siz bu blogun adının “Ben Bunu Yaptım” olduğuna (bu yazı yazıldığında blogumun adı 'Ben Bunu Yaptım' idi), aslında kendimle ilgili hikayeleri anlatmaktan ölesiye çekinen bir adamım ben. Burada “ben” diye anlatılanlar da genelde ya “ben” çerçevesinde tanıklık edilen tarihi bilgiler, ya da bir albümü, kitabı, siteyi, mekanı anlatmak için konu mankeni gerektiren durumlardır. Aslında daha kişisel olanları özgürce Ekşi Sözlük’te yazardım eskiden ama biraz deşifre olmak biraz da sözlükten artık eski tadı alamamam sonucu oraya da yaklaşık bir yıldır yazmıyorum. Dahası, geçen hafta bir hışımla eski entry’lerimin yaklaşık yarısını sildim. Çok kişisellerdi çünkü.

Böyle başlamamın bir sebebi var. Kısa bir muhasebe, bir iç dökümü yazısı olacak bu. Sizden önce kendime şunun garantisini verebilirim ki, yine çok az anlatabileceğim. Denemek, başlamak gerek. Malum, yıl sonu değerlendirmesi yapmalıyım ben de.

Yılbaşılarını hatırlamaya çalışıyorum. Medya çalışanlarının kaderidir bu zaten, hayatımın son 15 yılında yılbaşıları hep çalışarak geçti. (Ben buna tam da çalışmak demem aslında. Bir yılbaşı partisinde sahnedeki DJ kabininde, yılbaşı geri sayımını başlatman için tamamı sana bakan binlerce gözü izlemek müthiştir sözgelimi. Ya da tüm ekibin bir arada hem eğlendiği hem de yayını götürdüğü yılbaşı radyo partileri bazen çok keyifli olabilir.) Yakın geçmişe bakacağım ben. Benim hayatımda 2006-2007 müthiştir, Radyo Mydonose’da hep hayalini kurduğum bir pozisyonda hep hayalini kurduğum şeyleri yapma ve sonuçlarını alabilme fırsatım oldu. Yılbaşılarında biryerlerde çalıyordum o senelerde. 2008 yaşanmamış bir yıldır, zira yılın tamamında askerdim. O yılbaşında gece santralcisi olarak telefon başındaydım ve komutanlara düzenlenen kutlamadan doğan telefon trafiğiyle uğraşıyordum. 2009 başında askerden dönünce, bana çok stresler yaşatan ama hayatımdaki en önemli iş deneyimlerini bu sayede öğrenmemi sağlayan patronum yeni bir yol çizdi. Radyoya ara verip, aynı gruba bağlı MyBilet’te çalışmamı teklif etti. Tam da o sıralarda TRT fikri ortaya çıktığı için ve aynı zamanda yayına da devam edebileceğim için keyifle kabul ettim ve hayatımda yeni bir sektörde yeni bir dönem başlattım. Koşturmacayla ve algılama çabasıyla geçen bir yılın ardından o yılbaşını 4 kişilik kalabalık bir ekip olarak(!) bir arkadaşımızın evinde karşıladık. Hoş, böyle garip bir seneye öyle bir yılbaşı yakışırdı zaten!...

Ve 2010… Bu yıl her şey ama her şey harika gitti. Geriye dönüp baktığımda “şöyle olsa ne şahane olurdu” dediklerimin tek tek sıralandığını izledim. Radyoda her şey yoluna girdi ve daha iyi para kazandım. Çok sevdiğim dostum Banu ile müthiş keyif aldığım programlar yaptım, o programlar sayesinde “celebrity” denen insanlarla yeniden iletişim kurabilmeye başladım, harika insanlar tanıdım, askerden önceki çevremi yeniden oluşturabildim. Dinç ve Altuğ ile birlikte TRT FM’de değişik isimlerle Adam Gibi’yi hayata geçirdik, bir süreliğine İsmail ve Can’ın yanında “Berk” oldum, Türkiye’nin en uç noktalarından insanların hayatlarına dokunma fırsatı yakalayabildim. İşimde (göz ardı edebileceğim kronik aksaklıklar dışında) heyecan verici yeni şeyler öğrendim. Yeniden evimi kurdum. Askerdeyken gözüme kestirdiğim arabayı alabildim. Sevdiğim arkadaşlarımla daha çok görüşebilmeye başladım. Hayalimin şehri Londra’yı her türlü hava koşulunda görebildim (hayatımda yaptığım ilk 4 yurtdışı seyahatimin 3’ünün Londra’ya olması??), buna bir iki seyahat daha ekledim. U2 ve The Cranberries başta olmak üzere “ölmeden izlenmesi gerekenler” listemden harika konserlere katıldım. Birikmiş filmlerimi izlemeye başlayabildim (kitaplara da sıra gelecek umarım)… Bu liste böyle devam edebilir, size sıradan görünenler benim için hayati önem taşıyor olabilir sözgelimi. Hiç şikayet etmedim, hep şükrettim. Gerçekten… Bazen sağlık sorunları yaşadım ama o anlarda bile durup dururken kendime ne kadar şanslı olduğumu hatırlattım. Zaten hak ettiğim şeyler bana sunuluyor olsa da, bunun özel bir fırsat olduğunu hiç aklımdan çıkartmamaya gayret ettim.
Ta ki, Kasım sonuna kadar… Hayatımdaki birçok şey aniden tersine dönmeye başladı. Sanırım gerçekten öyle, saçlarımdaki ilk beyaz telle tanıştım bu ay. İyileri anlatmayı severim, kötüler bana kalsın. Sadece aradan üç başlığı kısaca geçmek isterim.
TRT’deki programlarımız sona erdi. Bu konuda bir açıklama yapmalıyım; yolu bir şekilde TRT Radyolarından “Dış Yapımcı” olarak geçen herkes bilir, orada işler yönetimin iki dudağı arasındadır. Yönetim değişiklikleri, yeni planlamalar, başka projelerin hayata geçmesi gibi birçok sebepten dolayı size teşekkür ederek yayınınızı bitirebilirler. Bunu eleştirmek için söylediğimi düşünmeyin, tüm Dış Yapımcılar bunu bilirler, bilerek çalışırlar. Bitiş talepleriyle bazen gerçekten projenin işlememesi ya da yetersiz olduğunuz için karşılaşabilirsiniz ama bazen de “aslında iyi olduğunuz” herkesçe kabul görmekteyken başka sebeplerle vedalaşırsınız. TRT Ankara Kent Radyosu projesi yeni yönetimin kararıyla sonlandırıldı. Bu zaten beklediğimiz bir sondu, kararı elbette saygıyla karşıladık. TRT FM’de yaptığımız da zaten bir senelik bir programdı. Yıl bitti, programa veda ettik. Ben genelde konuklarımızı ve programla ilgili gelişmeleri paylaştığım için bu bitişleri de sosyal ortamlarda dile getirdim. Elbette samimiyetine sonuna kadar inandığım dostlarımdan güzel tepkiler ve dilekler aldım. Ama ne oldu biliyor musunuz, hiç tahmin etmediğim bir “arkadaş” grubu, “iyi oldu” diyen iç seslerini “acıma” dışa vurumuna çevirdi. Biz halen başka işlerimize devam ederken ve –ne mutlu ki- ayaktayken bizi koymaya çalıştıkları kılıfları görmek ilginç oldu. Yine de bu durumla yüzleşmekten de çok kazançlı çıktığımı düşünüyorum. Yeni tablolar, büyük resimleri daha iyi çözümleyebilmeyi öğretiyor insana. Bu konuda itiraf edebileceğim tek şey şudur; hayatımda ilk defa hiç yayın yapmayacağım bir döneme giriyorum. Buna alışık değilim ve kendimi bundan dolayı biraz kötü hissedeceğimi tahmin ediyorum ama hiç bilinmez, belki de bu ara dönem bana iyi gelecektir, hiçbir fikrim yok. Ya da belki de tahmin ettiğim gibi bir süreç olmaz, kısa sürede yeni projelere başlarız, hayat sürprizlerle dolu…

Bahsettiğim üç başlıktan ikincisi; yediğim çok sağlam dost kazıklarına yeni birini ekledim. Her seferinde bu kadar şaşırmam ve bu kadar üzülmem de enteresan. Tarihime kayıt düşülmüş iki kişi vardı, yanlarına birini daha eklemek durumunda kaldım. Hiçbir darbe, hayati bir karar alıp ona destek olmak amacıyla yanında yürüdüğün birinin “küçük taktikleri” kadar üzmüyor insanı. Ve emin olun, hiçbir darbe ama hiçbir büyük darbe, insana “çok yakın” zannettiklerinin vurduğu minik fiskeler kadar acıtmıyor… O acıyı atamıyorsun, silemiyorsun, yarası kapanmıyor. Aslında tam da kapanacağı zaman çocukluğundan kalma alışkanlıkla kabuklarını soyuyorsun yaranın ve yeniden aynı süreç başlıyor. İyi oluyor aslında, unutmamalı bazı şeyleri, hep akılda tutmalı belki de.

Ve sağlık… Ailemizin bir bireyinin sağlık sorunlarıyla mücadele ediyoruz bir süredir. Siz bu satırları okurken biz –sanırım- sonuçları öğrenebilmiş olacağız. Anladım ki, bekleme süreci hepsinden betermiş. Ve anladım ki, kendi kalp ağrılarım bu kadar canımı acıtmamış. Kimsenin haberi olmadan ölümün kıyısından çevrildim iki kez ama bu kadar önemsememiştim. Şimdi anlıyorum ki, insanın kendini –herhangi bir anlamda- yeterince önemsememesi, ciddiye almaması en tedavi edilmez rahatsızlık. Kimse seni, senin onları önemsemediğin kadar ciddiye almıyor aslında. Dedikleri gibi, herkesin elmasında kendi diş izleri var ve sen farkında değilsin. Değilsin, çünkü sen kendi elmanı da başkalarına vermişsin…

Elbette dahası da var ama daha özel şeyleri yazmam, yazamam buraya. Anlatmam, anlatamam kimseye. “Geceyarısı Öyküleri”nin son hikayesi (ki itiraf ediyorum, kitapta başından sonuna kadar tamamen kendimi anlattığım yegane yazıdır o) “bir acıların çocuğu hikayesi değil bu” diye başlar. Bu da değil, emin olun. Niyetim o olsa, size kendi üzerimden çok sağlam “acıların çocuğu” hikayeleri anlatabilirim, bakakalırsınız, şaşırırsınız, inanamazsınız. Ama bir acıların çocuğu hikayesi değil bu. Yarın sabah yine gülümseyerek çıkacağım evden, içimdeki fırtınanın kulağını bükeceğim, acıtacağım bir parça, “hayat da güzel bea!” diyerek yoluma devam edeceğim. Ve inancımı biraz kaybettiğimde, hayatı iki minik yeğenimin gözlerinde bulacağım yine. Ne de olsa hepimiz onlar kadar masumduk bir zamanlar aslında...

Şimdi etrafımdaki herkes yılbaşı gecesi planlarına dalmışken, ben bir düz hesap yapıyorum. 2010 geride kalıyor ve ben geriye dönüp baktığımda harika 11 ayın karşısında dimdik duran berbat bir Aralık ayı görüyorum. Ne oluyor yani bu durumda, 11-1 galip miyim 2010 yılına karşı?
Peh!...

Matematiğim çok iyidir ama bazen 1, 11’den büyük olur inanın bana!...

15 Aralık 2010 Çarşamba

ODTÜ, Polis ve Pas Geçilen Gençlik...

1995 yılıydı. ODTÜ'deki 3.yılıma girerken okula adapte olmaya çalışmaktansa radyonun tadını çıkarıyordum. Ayaklarımız pek yere basmıyordu açıkçası, ODTÜ'nin radyosu kurulmuştu, orada yayın yapıyorduk ve kampüste tanındıkça küçük çaplı "celebrity"ler olmaya başlamıştık. Elbette beğeniler kadar eleştiriler de vardı. Kimse çalınan müzikten şikayetçi değildi ama azımsanmayacak bir kısım ODTÜ'nün kurduğu bir radyonun "popüler kültürün bir öğesi" olmasını hazmedemiyordu. Eminim bu tartışmalar halen devam ediyordur çünkü ODTÜ bu kimliğini en sessizleştiği anlarda bile ortaya çıkarmayı sever.
Biz o ikilemlerin içinde kendi formatımızı oturtmaya çalışırken beklenmedik bir ziyaret dengeleri karıştırdı. Dünya üzerinde hala en etkili dönemlerindeyken Gorbaçov ODTÜ'ye geldi. Anımsadığım kadarıyla bir anlamda komünizm efsanesinin sonunu hazırlayan Gorbaçov'a sorular sormak isteyen öğrenciler konferansa alınmamışlardı ve spor salonu önünde tepkilerini belirtiyorlardı. Biz radyo binasında olduğumuz için (yalan söylüyorum, bina yerine EBİ yurdunun altındaki minik yayın odamız ve dışarıdaki "container" demeliyim!) gelişmelerden haberdar değildik ama oradan gelen arkadaşlarımız Gorbaçov'a yumurta atıldığını anlattılar. Biz anlatılanlara gülüp Gorbaçov'un kafasındaki iz ve yumurta ilişkisi üzerine yorumlar yaparken ikinci bir haber geldi. Aslında Jandarma'nın kontrolünde olan ODTÜ'de gruba çevik kuvvetin müdahelesi eklenmişti. Ve işte asıl olaylar ondan sonra patlak verdi.
Olanları göremiyorduk ama haberler bize de ulaşıyordu. Gorbaçov'un konuşması ODTÜ adına tarihi bir etkinlik olduğu için konuşma Radyo ODTÜ'den de kısa bir süre gecikmeli olarak yayınlanıyordu. Masa başında konuşmayı takip ederken (doğrudan rektörlükten ya da jandarmadan olduğunu tam hatırlayamıyorum) gelen telefonla konuşmayı kesip müziğe dönmem istendi. Söylendiğine göre kalabalık bir grup, konuşma canlı yayınlandığı için radyoyu hedef almıştı ve bizim tüm kapıları kapatmamız, içeride kalmamız gerekiyordu.
Sonuçta bu anlamda korkulan olmadı. Öğrenciler radyoya değil, yurtlar bölgesine gittiler, 1.yurt "işgal edildi", Jandarma kontrolündeki Yüzüncü Yıl kapısında ateşler yakıldı, geç saatlere kadar halaylar çekildi. Biz de sessiz sedasız devam ettirdiğimiz yayınımızın ardından evlerimize dağıldık.
Resmi bilgilerden haberdar değilim ancak olayların ardından 100'den fazla öğrencinin önce gözaltına alındığı ardından da okuldan atıldığı söylendi.
Bu yaşananlar ve devamında rastladığım birkaç olay, ODTÜ'de o dönemler Jandarmanın kabul gördüğünü ancak polise kimsenin tahammülü olmadığını göstermişti. Bir defasında üçlü amfinin karşısındaki çimlik alanda oturan birinin pantalonunun kenarında bir silah görünmesiyle birlikte insanların bir anda nasıl üzerine çullandıklarını, cebinden polis kimliğini bulup çıkardıklarını, neredeyse linç edeceklerken birilerinin müdahele ederek kalabalığı sakinleştirdiğini ve sivil polisi jandarmaya teslim ettiklerini an be an izlemiştim.

Hafızamın bir köşesinde bu sahneler tozlanadursun, bu sabah ODTÜ Teknokent'teki ofisime doğru yol alırken gördüğüm TOMA araçları ve onlarca polis önce şaşırttı beni, sonra da fena halde keyfimi kaçırdı. Aslında, Teknokent'te çalışan kitlenin apolitik duruşunu çok iyi bildiğim için kendimce muziplik yaparak Twitter'a "ODTU Teknokent'te polisler ve TOMA araçları... Niye ki, çok burjuvayız, olaya karışmayız biz aslında(!)?" yazdım. Derken olaylar gelişmeye başladı ve devamını herkes biliyor.
Açık olmak gerekirse, tepkilere ve eleştirilere neden bu kadar tahammülsüz olunduğunu aklım asla almıyor. Eleştiriyi dinler, tepkiyi gözlersin. Haksız olduklarını düşünüyorsan "Eyvallah" der, yoluna devam edersin. Tepkiyi abartırsan, sadece kahramanlar yaratır, karşındaki kalabalığı çoğaltırsın.
Aşağıdaki görüntüleri öyle çok da fazla kanalda göremediniz. Çünkü zamane Türkiye'sinde kimse iktidarı eleştirme cesaretini gösteremiyor. Karikatürlere bile tahammül edilememesi de bana normal gelmiyor. Kimseye haksızlık etme, kimseleri de yanlışlarını gözardı edip ilahlaştırma niyetinde değilim ama ülkeyi yönetenlerin gözüyle bakarsam da karşıma en iyi ihtimalle şu kavram çıkıyor: "Haklıyken haksız durumunda düşmek!" (Haklı olduklarını düşünmüyorum, o ayrı...)
Yolumun bir şekilde ODTÜ'den geçmesinden gurur duymama sebep aşağıdaki görüntülerdir. Tepki göstermenin, ince mesajlar vermenin çok zekice yolları da vardır. Polis barikatını yastık yapıp uzun eşek oynarsan, yastığa çok şey anlatıyorsundur aslında... Biliyorum, o aşamaya gelmesi senin tercihin değil belki ama taş atıp, yumruklayarak ya da biber gazı ve jop yiyerek anlattığından çok daha fazlasını hem de!



Keşke herşey burada bitseydi. Yani öğrenciler bunu yapıp eylemi bitirebilseydi, polis sessizce izlemeye devam edebilseydi.

Son haftalarda öğrenci eylemleri artmaya başladı. Bunun bazen amacını yitirip bir moda haline dönüşmeye başladığını da düşünüyorum açıkçası. Ama asıl meselenin bu eylemlere "orantısız" tepki gösterilmesinin, tahammülsüzlüğün ayarının kaçmasının ülkenin en önemli sorunlarından birisi olduğunu anlamak hiç de zor değil. Ülkeyi yönetenlerden başlayın, işyerinizdeki patronunuza, okuldaki öğretmeninizden bazen anne babanıza kadar karşı karşıya kaldığınız "anlaşılmama" durumunu bu olaylardan sadece bir gün önce Yılmaz Özdil müthiş bir tespitle anlattı. Yukarıda yazdığım tüm satırları pas geçip sadece aşağıdaki yazıyı okusanız da aklımdakileri anlamış olursunuz.
Ne de olsa geçmişimde "her iki taraf"ca da "öteki"leştirilmişliğim var, bu satırların altına aynen imzamı atmak hakkımdır.

***

Gençlik insanın başına hayatta bi kere gelir... (Yılmaz Özdil)

Hazır ortalık sakinledi... Sakin sakin konuşalım.
59 yaşındaki YÖK Başkanı, koltuğa oturur oturmaz, ilk iş ne yaptı biliyor musunuz?
Motosiklet aldı.
İçinde ukteymiş.

Çünkü, sağ-sol, ideoloji meselesi filan değildir aslında yaşananlar... “Gençliğini yaşayamamış insanlar” tarafından yönetiliyor Türkiye... Gençleri anlamama sebepleri bu.

Hani, üniversite yıllarından suratını hayal meyal hatırladığınız, varlığıyla yokluğu bir, hafızanızı zorlasanız bile ismini çıkaramadığınız tipler vardır ya... İşte onlar yönetiyor.

Elbette onlar da 20 yaşında, 25 yaşında oldular, ama, hiç genç olmadılar. Vazgeçtik kafelerde yan yana oturup laflamayı, fakülte kantininde bile kızlı-erkekli ortamlarda bulunmadılar.

Gençliğin adeta uzvudur mesela, gitar... Ne kadar uzak onlara... Plajda yakılan romantik bir ateşin etrafı, dağcılık kulübünün kurduğu kampın çadırı, amfide şamata, kampustaki şenlikte mırıldanan aşk şarkıları veya yılbaşı partisi, belki alt tarafı bi bira... Ne kadar uzak.

Dar çevrelerinin Çin Seddi gibi eşiklerine esir büyüdüler maalesef... Kanları kaynamıştır, istemişlerdir mutlaka. Aşamadılar. Aşanlara kızmaları ondan... Halbuki, hayatında bi kere olsun dağıtmadan, nasıl toparlanır insan? Hangi sınırdan bahsedebilirsin, özgürlüğü tatmadan?

İnanmazsanız, açın özgeçmişlerini... Hayat baharının en güzel dört senesi “şu üniversiteyi bitirdi” diye geçiştirilen, kupkuru üç kelimeyle özetlenmiştir. Anaları babaları, ilkokul dönemi, sonra zart diye atlar, siyaset sahnesindeki binlerce fotoğraf... Arası boştur! Üniversite yıllarına dair hatıra fotoğrafı olabilmesi için, hatıra olması lazım öncelikle... Yoktur.

Sorsalar bana, king bilmeyeni milletvekili bile yapmamak lazım... Ki, briçi kumar zannedip, spor olduğunu kavrayamadan mezun oldular. Zaten, spor ayakkabı giymeden emekli oldu çoğu... Apo’nun bile Bekaa’da kız militanlarla voleybol oynarken fotoğrafı var, bunların var mı? Güya kültür dersi veriyorlar bize, hangisinin halkoyunu oynarken fotoğrafı var? Tiyatro?

Mayo giymeden büyüdüler, mayo... Bülent Arınç, Beşir Atalay... Aileleriyle şezlongda güneşlenirken düşünebilir misiniz? Bırak düşünmeyi, Allah bilir, mahkemeye bile verebilirler beni... Bu kadar normal bir insan davranışı üzerinden kendilerini örnek verdiğim için.

(Bakın, peşin peşin söyleyeyim, mahkemeye verirseniz, Kürşad Tüzmen’i şahit gösteririm... Çünkü, mayo giymeyi anormallik kabul etmeyen Kürşad Tüzmen’e gidin sorun, yumurta fırlatan gençlerin heyecanını da anlıyordur, sahillerin AKP’ye neden oy vermediğini de.)

İyi yönetilen devlet, iyi yönetilen üniversite, iyi yönetilen gazete, iyi yönetilen banka, hepsini inceleyin... Hepsinin başında, gençliğinin hakkını vererek yaşamış yöneticiler görürsünüz.

En vahim gençlik hatası...
Gençliğini yaşamamaktır.

Türkiye’nin durumu vahimdir.

***
Ek: Bir arkadaşım bu yazıdan sonra mail gönderdi. "Olayları sadece Zaman'dan mı takip ettin?" ile "AKP yandaşı mısın?" cümle/imaları arasında gidip gelen sorular sordu. Önce "Amanın!!..." dedim. Sonra durumu farkettim; demek ki, burayı her okuyanın alt metinleri, anlatılanları, "taraf"ımı ve iyi niyetimi anlayamaması ihtimalini de kabullenmeliyim. Ona verdiğim cevabın bir cümlesini buraya da ekleyerek, onun dışında da böyle düşünenler varsa, yazılanları biraz daha dikkatli okumalarını salık vermem gerekiyor.
Ben genelde "Seni Seviyorum"u "Seviyorum" kelimesini kullanmadan anlatmayı sevenlerdenim...

8 Kasım 2010 Pazartesi

Ekmek Peşinde...

bir pazar akşamüzeri...
başkent ankara, kızılay'da güvenpark önündeki otobüs durakları, bir anlamda türkiye'nin merkezindeyiz yani.
ekmeğimizin peşindeyiz, iş gereği bulunmamız gereken bir etkinlik var; servisimiz bizi oradan alacak, geç kalan arkadaşımızı bekliyoruz.

o sırada önümüzde bir halk otobüsü duruyor. orta kapıdan inen birkaç kişilik grup yeniden kalabalıkla birlikte otobüse binmeye yöneliyor. bir terslik olduğunu fark ediyoruz ve tam önümüzde gerçekleşmeye başlayan gariplikler dizisini film izler gibi takip etmeye başlıyoruz.

adam cüzdanından para çıkarıp hazırlanıyor gibi yapıyor, ama gözü otobüse binmek için birbirini iteleyen sekiz-on kişilik kalabalıkta. sessizce yaklaşıyor, öndeki orta yaşlı amcanın tişörtünü hafifçe yukarı kaldırarak arka cebine bakıyor, tam elini uzatacakken yaşlı amca sıradan çıkıyor.
bizim "meraklı" adam bu sefer önde bir omuz çantası kestiriyor gözüne. elini uzatıyor, o kalabalığın arasında hiç çekinmeden elini çantaya uzatıyor, yavaşça fermuarı açıyor.
biz şaşkınlıkla izlemeye devam ediyoruz. insan sadece saniyeler içinde gerçekleşen bu olayın öylesine etkisinde kalıyor ki, silkinmek için biraz vakit geçmesi gerekiyor. tam uyanmışken, ve uyarmak üzere elimi arabanın kapısına uzatmışken açık camın kenarında bir adam beliriyor.
aslında kurduğu cümle zararsız ve yumuşak, ama tonlaması buram buram tehdit kokuyor:

"abi sesini çıkartma, bak herkes ekmeğinin peşinde!..."

* * *

zaman duruyor, 2 yıl öncesine dönüyorum...

yılbaşı gecesi, ekmeğimin peşindeyim.
herkes eğlence planları yapmışken, ben evime yabancı kentin merkezinde koşturuyorum. işim gereği o gece iki ayrı mekan arasında gidip geliyorum sürekli, ve sürekli telefonla konuşmak durumundayım. kariyerim açısından çok önemli bir gece, eğer herşey aksamadan giderse öğrenim hayatımı feda etmiş olmama değecek herşey; tam bir dönüm noktası yani, yıllarca verilmiş emeğin karşılığı ve ekmeğimin peşinde koşturuyorum.

taksim'den hızla geçerken bir anda birinin kafama vurduğunu hissediyorum.
sonradan öğreneceğim, taksim'de telefonla o şekilde konuşmanın dart tahtası olmaktan pek bir farkı olmadığını (canının herşeyden kıymetli olduğunu da öğreneceğim gibi.).
kafama vurulmasıyla birlikte telefon elimden gidiyor. önce bir tanıdıkla karşılaştığımı varsayıyorum. ancak geri dönüp elinde telefonumla koşan bir çocuğu görünce aklım başıma geliyor. bir anda senaryolar akmaya başlıyor gözümün önünden. telefonu bilmemnekadar paraya aldığım umurumda bile değil o anda, bütün önemli numaralar orada kayıtlı ve yılbaşı gecesi hiç kimse aksaklığa tahammül etmez! herkes bana oradan ulaşacak, bittim ben...
muhtemelen o hırsla peşine takılıyorum çocuğun, ve muhtemelen o hırsla onu tam yakalamak üzereyken ben, o bir parka dalıyor. onu tam orada kuytu bir köşede sıkıştırıyorum, birden duruyor ve geri dönüp bir bıçak savurmaya başlıyor. gerginim, başka şansım yok, gözüme kestiriyorum onu, bıçağı kapabileceğimi tahmin ediyorum, gözüm kararmış.
işte o anda anlıyorum yavaşlamasının ve oraya dalmasının aslında hiç tesadüf olmadığını, herşeyin planın bir parçası olduğunu. çünkü ben ona doğru korkmadan bir adım atınca iki kenarda çalılıkların arasından ellerinde sallamalarla gözü dönmüş iki kişi çıkıyor, "başımızı derde mi sokacan lan!..." diye bağırarak üzerime yürüyorlar. savrulan sallamalardan biri gözlerimin önünden geçince ve rüzgarını hissedince anlıyorum işin ciddiyetini; kendimi parktan dışarıya, kalabalığın arasına atabilmek için var gücümle koşmaya başlıyorum. ben caddeye çıkınca onlar peşimi bırakıyorlar.
yanımda birisi beliriyor, "abi bak otelin orada polis vardır, hemen oraya gidelim" diyerek benimle koşuyor. garipsiyorum, ama o anki şaşkınlığımla "ben de 2 gün önce kaptırdım çantamı, ondan yardım ediyorum" demesi, gerçekten polisle karşılaşıp da onu gözden kaybedinceye kadar inandırıcı geliyor bana.
yılbaşı gecesinde, taksim'in göbeğinde gerçekten bir polisle karşılaşabilmem dakikaları buluyor zaten. onlara durumu anlatıyorum, nerede saklandıklarını söylüyorum, ama tek öğrenebildiğim karakola gidip ifade vermem gerektiği oluyor.
adamın biri göz göre göre hırsızlık yapıyor, canıma kastediliyor, hayatımla ve hayallerimle oynanıyor, ve benim elimden hiçbirşey gelmiyor...
sinirlerim bozuluyor, elim ayağım titremeye başlıyor. içimden bağırmak çağırmak geliyor, ama o anda koşturmam gereken işlerim olduğunu hatırlıyorum. o gece artık herşey daha zor, ama nasıl olursa olsun çözmeliyim, işimi aksatmadan yürütmeliyim.
sıradan bir insan olmanın verdiği çaresizliğin ezilmişliğiyle işime yürümeye başlıyorum. gözlerim doluyor, ama ağlamıyorum; üzgün değil, kızgınım çünkü... belki de sadece birkaç gün sonra arka arkaya göreceğim iki haberi o andan biliyor gibiyim:
- kapkaççılar taksim'de eski sat komandosunu bıçaklayarak öldürdüler.
- sosyetenin ünlü isimlerinden bilmemkimin kapkaççılar tarafından çalınan cep telefonu 1 saat içinde karakola teslim edildi.

oysa ben sadece bu ülkenin sıradan bir insanıyım, elimden daha fazlasının gelmiyor olması beni gerdikçe geriyor. ama duramam, yürümek zorundayım,
durmamalıyım,
malum;

herkes ekmeğinin peşinde...

* * *

"abi sesini çıkartma, bak herkes ekmeğinin peşinde!..."

zaman duruyor, 2 yıl öncesini hatırlıyorum.
öfkeleniyorum...
adamın tehditkar cümlesi çok da umurumda değil, benim yanımda bunu yapamazlar!. ve bunu hiç korkmadan söyleyeceğim ona!

bir anda kopan bir çığlıkla bakışlarımız otobüse yöneliyor.
çantası karıştırılan adam durumu fark ediyor, bağırmasıyla birlikte sıranın kenarında duran üç kişi birden sille tokat adama girişiyorlar. birinin elinde kesici bir alet var, ne olduğunu seçemiyorum, ama adamın yüzüne doğru savurduklarını farkediyorum. o sırada kurban adam elini beline atıyor, oradaki silahın görünmesiyle birlikte ekip elemanları ani bir manevrayla koşarak kalabalığın arasına yöneliyorlar ve kaçmaya başlıyorlar. çantası karıştırılan adam ve yanındaki arkadaşı silahlarını çekip peşlerinden hareketleniyorlar. çığlıklar duyuluyor, "kaçma lan, vururum bak!..." bağrışları araya karışıyor. ama ekip kalabalığın arasına karışıyor, bizim yanımızdaki adam da kayboluyor.
silahlı adamlardan birinin gözünün üzerinden kanlar akıyor, etraftakiler ona yardım etmeye çalışırken o hala öfkeyle sağa sola bakıyor.
biz o karmaşayı algılamaya çalışırken insanların arasında çantayı karıştıran esas adamı görüyoruz. adam son derece sakin, kalabalığın arasında sessiz adımlarla dolaşıyor, eli cebinde yavaş yavaş metro girişine doğru yürüyor. adamı görüyoruz, ama o anda tetiği hala çekili silahla etrafına bakınan adamın öfkesi gözümüzü korkutuyor, çünkü etraf gerçekten çok kalabalık.
gözümün önünde başımdan geçenler canlanıyor, arkadaşlarıma olayı anlatırken "insan öylesine öfkeleniyor ki, elinde silah olsa herhalde sağı solu düşünmeden ateş açarsın çocuğa..." deyişimi hatırlıyorum.
tüm bunların ardarda sıralandığı -ve bana uzun mu uzun görünen- üç-beş saniye içinde adam ortadan kayboluyor, polis geliyor.

kalabalık dağılmaya başlıyor, ama kenardan olayları izleyen birkaç kişinin bizi ters gözlerle süzmesi sinirlerimizi bozuyor, zaten logolu bir araçla kolay bir hedef olduğumuzu biliyorum, ve onların gözükaralıkta nasıl sınır tanımadıklarını.
"gidelim," diyorum şoförümüze, "burada fazla kalmamakta fayda var..."

"bu ülke ne zaman böyle oldu" diye geçiriyorum aklımdan, "söyledikleri gibi, namusluların da namussuzlar kadar cesur olabilme şansı var mı acaba?..."

"gidelim," diye devam ediyorum çaresiz,
"iş bizi bekler, herkes ekmeğinin peşinde..."

20 Eylül 2010 Pazartesi

Show Business!...

Bu görüntüleri izler, "kadın güzel söylemiş, insanlar da ne güzel eşlik etmişler." der, devam edebilirsiniz...
Ya da, başka bir gözle bakmayı becerir, Lara Fabian'ın bakışlarındaki hikayeleri okursunuz. Şarkıcıların, bestecilerin, tiyatrocuların, sinemacıların, yazarların, organizatörlerin, televizyoncuların, radyocuların ve "show business" sektöründeki insanların neden onca mücadeleye rağmen işlerinden vazgeçemediklerini, neden hayat yollarında karşılarına çıkan o "bol kazançlı" fırsatları hiç düşünmeden ellerinin tersiyle ittiklerini anlarsınız... Evet, gerçekten bakmak isterseniz görebilir, görürseniz onları tanırsınız...

17 Ağustos 2010 Salı

"Sesini" Duyan Var Mı?


17 Ağustos depreminin birkaç gün sonrasıydı. Radyoda hızlı ve kapsamlı bir kampanya gerçekleştirmiş, vakit kaybetmeksizin toplanan yardımları götürmüştük.
Bir halı sahanın içine serilmiş battaniyelerden birinin üzerine kıvrılmış teyzenin yanına gittim, 'Teyzecim, biraz malzeme getirdik, size dağıtacaklar. Onun dışında bir ihtiyacın var mı?' diye sordum. Önce biraz süzdü beni, sonra son derece düzgün bir konuşmayla 'Nereden geldin sen' diye sordu. 'Ankara' dedim. 'Taa Ankara'dan mı?' diye yineledi sorusunu şaşkınlıkla. 'Evet' dedim onun şaşkınlığını ben de takınarak.
Biraz durakladıktan sonra tedirgin bir tonlamayla mırıldandı: 'Kimin vardı burada, kimini kaybettin?...'
O kalabalık halı sahaya kıvrılmış herkesin bir kaybı vardı artık, utandım biraz ve onunkinden de düşük bir sesle 'Kimse' diyebildim ancak.
Birden doğruldu ve yineledi sorusunu: 'Kimseni kaybetmedin mi, akraban filan yok mu burada?'
'Yok teyzecim' dedim.
Kendimi yabancı hissetmiştim. Biz yardım malzemelerini indirirken, anlaşılmaz bir heyecanla bültene koyacağı fotoğrafı çekmeye çalışan "yetkili"ye duyduğum sebepsiz öfkeyi şimdi o teyzede bana karşı göreceğimden korkmuştum.
Bir anlık sessizlik oldu, hani şu birkaç saniyeyi geçmeyen ama saatler gibi gelen türden bir sessizlik, 45 saniyenin içindekilerin her biri gibi yani... Ayağa kalktı zorlanarak, bana doğru yaklaştı, gözleri dolu dolu ve sesi titreyerek bir çırpıda söyleyiverdi aklındakileri:
'Demek bizim için geldiniz... Allah razı olsun yavrum, başka hiçbirşey istemez!...'

Ve sessizlik... Sonsuz sessizlik... Enkaz altında kalmış bir insanın çaresizliği gibi, sadece gözyaşlarının düşerken çıkardığı minik damla seslerinin duyulabildiği kocaman sessizlik...

O sözler benim hiç aklımdan çıkmıyor ve beynimdeki yankısının asla bitmemesi için dualar ediyorum,
o teyzenin sesini hala duyabilen var mı acaba?

(17 Ağustos depreminin simgesi haline gelen üstteki fotoğraf Abdurrahman Antakyalı imzalı...) 

13 Ağustos 2010 Cuma

Otizm


ODTÜ'deki öğrencilik dönemlerimde 2 yıl boyunca ODTÜ Yuva ve Anaokulunda 4-5 yaş grubuna bilgisayar dersleri vermiştim. Öyle ders dediğime bakmayın, çocukların bilgisayara alışmasını sağlamaya çalışıyordum aslında. Benim için yeri doldurulamayacak kadar mutluluk verici olan bu süreç, otizmi olan bir öğrencimizin aramıza katılmasıyla ve derslere ilgi göstermesiyle gerçek anlamını kazanmıştı. Hala, hayatımdaki en mutlu anlarımdan birinin onun "öğretmenim, ben geldim!" diye gözlerinin içi gülerek bana sarıldığı an olduğunu düşünüyorum.
Otizmi olmak, insanın kendi seçebileceği bir durum değil. Ancak, otizmi olan birine yardımcı olmak da zannettiğinizden çok daha kolay olacak. Türkiye Otizm Vakfı'nın bu videosunu mutlaka izleyin ve lütfen olabildiğince çok yere ulaşmasını sağlayın.

10 Ağustos 2010 Salı

Subjektif Çeşme Notları...


Tatil notları paylaşmak ve önerilerde bulunmak konusunda pek de iddialı olduğumu söyleyemem, zira benim tatil anlayışım çok da öyle bilindik tariflere uyanlardan değildir… En basit yerinden başlamak gerekirse, “yol tatile dahildir”cilerdenimdir ben. Yavaş yavaş giderek ve bolca mola verilerek yapılan yolculuk asla tatilden kaybedilen bir gün değildir benim için…
Çeşme’ye son gidişim, askere gitmeden çok kısa bir süre önce Radyo Mydonose adına gerçekleştirdiğimiz son partilerden biri içindi. Hemen akabinde, acemi birliğim olarak İzmir Narlıdere’nin çıkmasının hayatın boş bir anında bana oynadığı oyun olduğunu düşünüyorum. Görevli olduğum İstihkam Alayı tam olarak İzmir-Çeşme otobanının “kenarındaydı” ve biz akşamları tepedeki yemekhanemizin önünde içtima saatini beklerken otobanda Çeşme’ye doğru yol alan araçları görürdük.
Askerlik sonrası ilk defa o otobanda Çeşme’ye doğru yol alırken aklımdan bunlar geçiyordu açıkçası. Bir de The Cranberries konserinin nasıl olacağı, ki bu kendi başına bir yazı konusuydu.
Çeşme’deki birkaç gün boyunca –tamamen bana göre- ufak tefek bazı notlar aldım… “Zaten biliyordum”, “Hiç de öyle değil” ve “aaa, süpermiş”ler arasında seçim size kalmış…

Denize Kavuşturan Yollar… Çeşme’de bir tek istikamet dışında her yol denize çıkıyor! O da zaten geri dönüş yolu. Sağa sola dönmeden devam ettiğiniz her yol sizi mutlaka bir koya çıkartıyor. Bilinenlerin dışında birçok gizli saklı ve sakin koylar, plajlar var. Ve bunlar keşfetmeye değecek güzellikler…

İzmir Çeşme Otobanı… Bu kısa yolda huzur veren bir şeyler var diye düşünürdüm hep ve sonunda sebebini buldum; ulaşacağınız yer giderken Çeşme, dönerken İzmir ise o yolda nasıl mutsuz olabilirsiniz ki?!...

Rüzgar Türbinleri… Türkiye’de son yıllarda keşfedilen ve aslında ülke ekonomisi açısından son derece önem arzeden rüzgar türbinleri Çeşme’de her geçen gün sayıları artarak selamlıyor ziyaretçileri. İtiraf edeyim, bu türbinlerde beni rahatsız eden bir şey var, bir gün harekete geçip dünyayı ele geçireceklerini düşünüyorum, canlı gibiler!... Kaldığım otelde (Çeşme Altınyunus Otel) Türkiye’nin ilk özel rüzgar türbiniyle tanışmış olduğumu da belirtmem gerek.

Seaside Beach Club… Daha önce birkaç organizasyon için ziyaret ettiğimiz mekan bu defa The Cranberries konserine ev sahipliği yapıyordu ve ben yine müthiş bir keyifle attım kendimi oraya. Herşeyden önce, Seaside'a yol almak çok keyifli, her yer bitiyor ve karşınıza Seaside çıkıyor gibi bir durum var. Olur da yolunuz Çeşme’ye düşerse mutlaka bir gününüzü oraya ayırın, erken gidin, tadını çıkarın… (Bir not ekleyelim; konser gecesi her gelenden anlamsız bir park ücreti alarak araçları henüz greyderle kazılmakta ve düzeltilmekte olan bir alana yönlendirmeleri son derece rahatsız ediciydi. Zaten ben ve benim gibi birçok kişi araçlarımızı ne olduğu belli olmayan bir araziye bırakmak istemediğimiz için geri dönerek yol kenarını park yeri olarak kullandık. Peki, öte yandan, acaba o arazi kime ait ve orası “düzlenirken” biçilen çalı, çırpı, ağaç, kuş, böcek için birilerine açıklama yapılmış mıdır?...)

Zeytinyağı Mucizesi… Ege zeytin ve zeytinyağı için sürprizlerle dolu bir bölge zaten. Ama yine de her defasında insanı heyecanlandıran lezzetlerle buluşuluyor. Bildiğiniz en sıradan cacık üzerinde gezdirilen iki damlacık Çeşme zeytinyağı bile karşınıza bambaşka bir lezzet çıkartıyor. Ege’ye gidip de evinize bir şişe zeytinyağı almadan dönerseniz büyük hata yaparsınız! (Ama, yol üzerinde satılan zeytinler ve zeytinyağları için aynı şeyleri söyleyebilmem sözkonusu değil. Daha önce denenmiş ve yanılınmıştır!...)

Sakız… Özellikle Alaçatı’da "sakızlı her şey" var. O ne demek diyenlere açıklayalım, sakızlı un kurabiyesinden sakızlı çilek reçeline kadar içinde sakız olan birçok ürün var. En azından tattıklarımın şahane olduğunu söyleyebilirim. Gemici’den aldığım damla sakızlı çilek reçeli evimin en nadide köşesinde (ki mutfak oluyor) sırasını bekliyor.

Yusuf Usta Ev Yemekleri… Çeşme artık birbirinden önemli mekanlara ev sahipliği yapıyor. Bu mekanları başta magazin programları olmak üzere medyada yoğun bir şekilde duyuyorsunuz zaten. Ama ben size bir mucizeyi tarif etmek üzereyim; Alaçatı’ya döndüğünüz anda merkeze girmeden hemen sağda “salaş” diye tanımlanabilecek bir “lokanta” Yusuf Usta’nın Yeri. Akşam saatleri tıklım tıklım olması zaten yeterli bir gösterge, ben yine de müthiş lezzetteki yemeklerini tatmanız gerektiğini belirteyim. Hayatında son birkaç yıldır patlıcan tutkusu ve egemenliği yerleşmiş olan ben, bir patlıcan yemeğinin nasıl o kadar “yağsız” ve lezzetli olabileceğini orada gördüm. Üstelik –özellikle de Alaçatı’nın yeni standartları düşünüldüğünde- son derece hesaplı fiyatlarla karşılaşıyorsunuz. Bir de, bence çok daha önemli olan bir ayrıntıyı belirtmem gerek: Bir mekanda masaya adisyon açma gereği duyulmuyorsa ve hesap istediğinizde garsonlar son derece hesapsız, kitapsız, samimi gözlerle  “abi, ne var sizin?” diye soruyorlarsa, orası güzel insanların yeridir, koşulsuz severim…

Kumrucu Şevki… Kim ne derse desin Çeşme deyince akla gelen ilk yemek kumrudur. Benim için  Mavi Köşe “Kömürde Karışık Sandviç” ile İzmir’deki daimi uğrak yerlerimden biridir. Çeşme’de ise karışık kumru yemeden dönülmez, dönülmemelidir. Çeşme’nin her noktasında karşınıza çıkan Kumrucu Şevki’lerin hepsinde aynı lezzeti ve aynı servisi bulabilirsiniz. (Buraya bir ekleme yapalım: Ben, kendi denediklerim ve deneyenlerden duyduklarım doğrultusunda bu yorumu yapmıştım. Ancak sözgelimi, Çeşme Marina'ya açılan şubede yaşananları anlatan bir yorum var Ekşi Sözlük'te ve olayın ekibin ve yöneticinin beceriksizliği yüzünden ne kadar can sıkıcı boyutlara geldiği anlatılıyor. Bu durumda bildiğiniz şubelerini kullanmanızı önermem gerekiyor.) Ben dönüş günümde Alaçatı girişindekinde bu eşsiz manzarayla karşı karşıya kaldım. Bunca turşudan ve sıcak havadan sonra dönüş yolumda bir damacana kadar su tüketmiş olmamın tutkuma bir parçacık bile zarar vermediğini belirtmeliyim!

Ve, Alaçatı… Enteresan bir durum oluşmaya başlamış Alaçatı’nın Arnavut kaldırımlı dar sokaklarının akşamlarında; İstanbul’daki büyük markaların minik şubelerinde yemeklerini yiyen “high society” insanlar ve sokaklarda biraz da ünlüleri yakalamak umuduyla onları dikizleyerek yürüyen “sıradan” insanlar. Tatil beldelerindeki bu tür sokaklar bana hep sevimli gelmiştir, bu yüzden çok da eleştirecek değilim ama benim asıl Alaçatı’m onun dışındaki sokaklar oldu. Sörf konusunda küçücük bir ilgim bile –en azından şimdilik- sözkonusu değil ama rüzgarıyla, caddeleriyle, ara sokaklarıyla ve en çok da minik sokak cafeleri ve taş evleriyle Alaçatı uzun zamandır beni ilk defa “acaba” noktasına getiren yer oldu. Askerden önceki gelişlerimde de çok sevmiştim ama bir kez daha anladım ki erkek milleti bütün tutkularını askerlik sonrasına bırakıyormuş ve daha somut, daha ciddi cümleler hep sonrasına kalıyormuş! Bodrum’u bilemem ama Alaçatı’ya gerçekten yerleşilir…

Tatil notları konusunda pek de iddialı olduğumu söyleyemem demiştim ama hayatı bir ucundan yakalamayı iyi bilirim! Yolunuz kısa bir tatil için Çeşme’ye düşecekse bu notlar aklınızda bulunsun…

(İlk ve son fotoğraf, yazılarını ve fotoğraflarını hayranlıkla izlediğim şahane arkadaşım Dilara'nın Alaçatı & Mavi Kapı yazısından... Diğer fotoğraflar tarafımca IPhone 3GS ile tamamen amatörce ve durumu belgelemek için çekilmişlerdir, beklentileri ona göre ayarlayın lütfen!...)