- Hoşçakalın...
- Hoşçakalın...
- Hoşçakalın...
...
- Günaydın...
Ve sessizlik...
Muhtemelen en fazla beş saniye sürmüştür.
Dinleyen herkese çok daha uzun geldiğine eminim. Belki de birden araya girip
‘şaka la şaka’ diyeceğini bekledi birçok kişi onların. Ben demeyeceklerini
biliyordum. Radyoda ‘yayın ölmesi’ diye bir tabir vardır çünkü. Bir saniye,
hadi belki iki... Ama daha fazla sessiz olunamaz yayında. Dinleyici yayının
gittiğini düşünür ve hemen başka bir kanala geçer. O kanaldan yeniden sana
dönmesi de yaklaşık elli dakikaydı bir zamanlar araştırmalara göre. Yani yayını
öldüremezsin. Hiçbir şey olmuyorsa potu açar, havadan sudan konuşmaya başlarsın
ve o sırada aksaklık her ne ise onu bulup çözmeye çabalarsın ama o sessizliğe
izin veremezsin.
İşte bu yüzden o sessizliğin ardından başka
bir şey gelmeyeceğini biliyordum. Ege, Fahir ve Oktay her ne olursa olsun
yayının ölmesine izin vermezlerdi. Verdilerse bir bildikleri var mutlaka dedim.
O son ‘Günaydın’ın hep akılda kalmasını istediler belki de..
Sadece birkaç dakika önce, veda konuşmasına
başlarken Fahir’in sesinin titrediğini farkettik hepimiz. Gözleri de dolmuştur
ve kendini tutmuştur, ona şüphe yok. Bir hafta önce Fulya da aynı buruklukla veda etmişti. Yaptıkları son programlardaki alt metinlerden, Radyo ODTÜ’ye
biraz haksızca veda etmek durumunda bırakıldıkları açıkça anlaşılıyordu. Bu
kırgınlık, veda konuşmalarında her üçünün de seslerine yansımıştı. Ama ona rağmen
vefayı atlamayıp ‘Modern Sabahlar’ı Modern Sabahlar yapan Radyo ODTÜ’dür’
cümlesini kurdular. Kendilerine yakışır şekilde. Ama buruk seslerle...
Sene 97...
İlk küçücük stüdyomuzdan büyük stüdyoya
geçeli çok fazla olmamış. Bir Perşembe akşamıydı yanlış hatırlamıyorsam, buruk bir
sesle veda konuşması yapıyorum. Kuruluşundan bu yana içinde bulunduğum Radyo
ODTÜ’de S Vitamini programımda son anons.. Yeni haftayla birlikte kuruluş
çalışmaları başlayan Radyo Mydonose ekibine katılacağım. Öte yandan, hayatımda
öylesine yer eden, tüm yaşamımı öylesine sert bir virajla değiştiren bir yer ki
Radyo ODTÜ, oradan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacakmış hissindeyim.
Sesimi kontrol etmeye çalışarak toparlıyorum. Potu kapatıp notlarımı alıyorum.
Elim kapı kolunda, çıkmadan önce duraklıyorum. Gözlerimde damlalar olduğu
doğru. Bir iki tanesi kontrolden çıktı ama gerisini durdurabildim. Hüzünden çok
kırgınlık, galiba bir o kadar da kızgınlık var içimde. O zamanlar anlayamadığım
ama yıllar sonrasında sebebini açıkça görebileceğim bir durumla karşı
karşıyayım. Sadece birkaç gün önce herkesin içinde radyoyu satmakla, ekibi
arkadan vurmakla itham edildim bir kişi tarafından. Bunu özellikle vurguluyorum çünkü sonrasında bunun genel bir kanı ya da rektörlüğün yorumu değil, kişisel bir hırs olduğunu anlayacağım. Oysa hepimiz Radyo ODTÜ’yü ailemiz gibi
sevmemize rağmen, yayın alanında kariyer yapacaksak bir noktada başka bir adım
atmamız gerektiğini biliyoruz. Ama nedense benim başka bir yerle görüşmem ve anlaşmam
çok farklı bir durum gibi anlatılıyor herkese.
Anlamaya çalışıyorum. Biliyorum ki bazen işler göründüğünden farklı olabilir. biliyorum ki bu tür medya kuruluşlarını yönetmek zordur, hele de aynı zamanda bir okul yönetimine karşı da sorumluluk varsa..
Kuruluş
ekibinden ayrılarak başka bir yere ‘transfer olacak’ ilk yayıncıyım. Aynı
zamanda da topluluk başkanlığını yürütüyorum. Bu yüzden, o zamanki radyo
koordinatörü tarafından bu adımın diğerlerine de yol göstereceği için hoş
karşılanmadığının da farkındayım. Ama oraya benimle birlikte ekibimizden sekiz kişi
daha başvurmuş durumda. Herkes her şeyden haberdar yani. Mydonose’daki
yöneticiler görüşmelerin sonunda ben ve bir başka arkadaşımı istiyorlar. Hiçbir
şey gizli saklı, arkadan iş çevirir şekilde yürümüyor yani. Ama tam anlamıyla
arenanın ortasına atılmışım, tüm ekipte bir gerginlik var. Oradaki üç yılımda
öylesine çok emeğim var ki radyoya, büyük bir haksızlığa uğradığımı
düşünüyorum. Gerçekten canım yanıyor. Onca emeğin yanında, hayatımdaki en zor
tercihlerden birine doğru da yol almışım o süreçte. Okulumdan vazgeçip, radyoda kariyer yapmaya
karar vermişim. Yani hayatımda tam olarak böyle sağlam bir yerde duruyor Radyo
ODTÜ. Ama insanlar bambaşka şeyler düşünmeye yönlendirilmiş durumdalar.
Ve aslında daha önemli olan şu ki, o zamanlar
beni ortaya malzeme olarak atanların esasında kendilerinin de yeni kurulan
radyoya başvurduklarını, kabul edilmediklerini ve ben tercih edildiğim için
bana o derece öfkeli olduklarını henüz bilmiyorum! Bilsem kendimi bu kadar
hırpalamazdım. Aylar sonra tesadüfen öğreneceğim bu gerçek, kariyerimin ikinci dönemini nihayet planlamak için huzurla ilk adımımı atabilmemi sağlayacak.
İşte bu yüzden o kapının arkasında biraz
duraklıyorum. Kendimi toparladıktan
sonra kapıyı açıyorum. Sadece birkaç arkadaşım oradalar. Buruluyorum. Diğer
tarafta yepyeni ve çok çok daha iyi imkanlar sunulan bir başlangıç olduğunun
farkındayım ama öylesine bütünleşmiş ki burası benimle, tüm hayatım elimden
alınmış, bomboş bir dünyaya adım atmış gibiyim. Hiç oyalanmıyorum, eşyalarımı
toparlıyor ve radyodan kaçar gibi ayrılıyorum.
Herşeyin normale dönmesi ve gerçeklerin
anlaşılması oldukça uzun zaman alacak. Hakkımın teslim edilmesi ve ‘iade-i
itibar’ ile buluşabilmem için yaklaşık on yıl bekleyeceğim uzun ve derin bir
burukluk...
O son anonsumdan birkaç yıl daha geriye
gidiyorum. 94 yılının Haziran’ı olsa gerek. Birkaç yüz kişiyle başlayan radyo
derslerinde sıkılıp bırakanlar ve tatile kaçanlardan sonra azimle çalışmalara
devam eden yaklaşık otuz-kırk kişi kalmışız. Kütüphanenin altındaki Solmaz
İzdemir salonundayız. Salonun değişik yerlerinde koltuklara dağılmış herkes.
Sahnede bir masa var. Masanın üzerinde bir mikrofon ve bir taşınabilir CD
oynatıcı duruyor. Hepimizin mikrofonla ilk buluşması olacak. Yönetim kurulundan
Aykut, Oğuz, Tugay, Kaan merakla bizi izliyorlar. Heyecandan ölüyoruz! Sırayla
çıkarak anons denemeleri yapıyoruz. Yanımızda sadece iki CD var. Birisi
Toto’nun Best of, diğeri de Michael Jackson’ın Bad albümleri.
Sıra Ege’ye
geliyor. ‘Ben istek programı sunacağım’ diyor. Michael Jackson’ın ilk şarkısını
anons ediyor. Yanda oturan Oğuz şarkının başını kısa bir süre çalıyor. Sonra
sıradaki şarkıya geçerken ‘Şimdi de Michael Jackson var’ diyor. Bir sonraki
şarkıyı ‘Bir de Michael Jackson isteği gelmiş’ diye tamamlıyor. Hepimiz hafiften
gülümsemeye başlıyoruz. Sonraki şarkıya geçiyor: ‘Şimdi de çok değişik bir isim
istenmiş, Michael Jackson.’ Sonraki şarkı: ‘Bu defa uzun zamandır hiç
çalmadığımız bir isimle devam edeceğiz, sırada Michael Jackson var.’
Hepimiz
artık sesli sesli gülmeye başlıyoruz. ‘Ege bir de Michael Jackson çalabilir
misin, değişik olsun’ diyor ekipten biri. Bir başkasının ‘Abi keşke yanımızda
bir de Michael Jackson CD’si olsaydı.’ dediğinde iyice eğlenmeye başlıyoruz. Tam da tahmin
edebileceğiniz gibi, herkesin geyiğe bir katkısı var!
Ne zaman geriye dönüp
baksam, Radyo ODTÜ’nün ekip ruhunun ilk tohumlarının o gün, orada atıldığını
düşünmüşümdür. Herkes eğlenmeye başlıyor. Yönetim ekibindekilerin ise gözleri
parlıyor, muhtemelen onların da ‘oldu bu iş’ dedikleri ilk andır o..
O günden sonra mevzuyu biraz abartıyoruz ve sonraki
birkaç hafta derslerde hepimizin takıntıları oluşuyor. Mesela ben her anonsumda
değişik bir şarkı adı söyleyip Toto’dan Hold the Line çalıyorum. Ege de bir
süre Michael Jackson’dan vazgeçmiyor. Bıkmıyoruz. Eğleniyoruz. (Galiba bir gün
elinde Kuschelrock serisinden bir CD ile gelen Oğuz sayesinde döngüyü
kırıyoruz!)
Sonunda Ege, ben ve birkaç arkadaşımız, Gün
FM efsanesinden bize katılan tecrübeli ekiple birlikte 95 Ocak’ında yayını başlatıyoruz. (İlk anons ettiğim şarkı Hold the Line olacak diye beklerken, playlist
gazabıyla Supertramp’in Breakfast in America’sını sunuyorum.)
Yayın başladıktan kısa süre sonra Fahir
çıkıyor ortaya. Evet, laf olsun diye söylemedim. Gerçekten de önceleri o dönemki
koordinatörün bölümden arkadaşı olarak ara ara radyoda görüyoruz onu. Şahane
muhabbeti olan bir adam! Sonra daha sık görmeye başlıyoruz. Devamını
biliyorsunuz zaten. Belki bilmediğiniz kısmı şu olabilir, Fahir’le Radyo
ODTÜ’nin ilk dönemlerinde ODTÜ Radyo Topluluğu Yönetim Kurulu’nda birlikte
çalışıyoruz. O dönem büyük ses getiren birçok etkinliği birlikte organize
ediyoruz. Tanıştığınız anda seveceğiniz türden insanlardan biri o. Ama birlikte
zaman geçirdikçe daha da başka, derinlikli biri olduğu anlaşılıyor. (Cümleler
garip bir yere gitmeye başladı!) Her daim samimiyetine inandığım, her
karşılaştığınızda bir kardeşi, bir sağlam dostu gördüğünüzü hissettiren bir
adamdır Fahir. O doğallığı yıllar boyunca hiç kaybolmuyor.
Oktay’ı çok sonradan tanıdım ben. Ama Radyo
ODTÜ’ye çok şey kattığını, kritik dönemlerde elini taşın altına koyduğunu,
ciddi anlamda emek verdiğini çok iyi biliyorum. Biraz kamera arkası kahramanı
gibi davrandı Oktay uzun zaman. Öte yandan, benim için onun samimiyetini
tanımlayabilmek çok kolay. Yayıncılıkta birinin durduk yere, sorulmadan,
tamamen kendi keyfiyle bir başkası ya da bir başka program için güzel şeyler
söylemesi, maalesef çok da rastlanan bir durum değildir. Biz bu gerçekliği
gördük Oktay’da. Banu’yla birlikte değişik zamanlarda değişik dostlardan,
dinleyicilerimizden destek mesajları hep alırız ama bir gün bir anda karşımıza
çıkan Oktay’ın mesajı, çok başka bir yerde duruyor. İnanın ki, eleştiriyor
olsaydı da aynı şeyi hissederdik. Özen göstermek, önem vermek, değer bilmek...
Çok ender bulunan ve karakter tamamlayıcı özellikler bunlar. Ve Oktay’da
varlar, fazlasıyla varlar..
Benim arada böyle şeyler yazmamı ya da
söylememi Ege’nin çok da sevmediğini tahmin ediyorum. (Gerçi çok büyük yanılıyor
da olabilirim. Böyle analizler yapmaktansa mevzunun kahramanına sormayı hala
öğrenememiş biriyim.) (Ekleme: Böyle yanılgıları severim! Ege'yle konuştuk, sıkıntı yok :) ) Belki de ‘üstüne ne vazife’ diye düşünüyordur, tahmin işte benimkisi. Ve esasında
haklı da galiba. Ama işte sözkonusu Radyo ODTÜ olunca, tam da anlattığım
anılarla yol almış biri olarak fazla hassas bakıyorum ben herşeye. Derse geç
kaldığında bölümdeki koridorda koştururken, panoya asılmakta olan duyuruya gözü ilişince
hayatı değişmeye başlamış bir insanım sonuçta. Ve o değişim başlamasaydı orada, şu
anda yaşadığım hayatla ve edindiğim dostlarla ilgili hiçbir fikrim olmayacaktı.
Ya da şöyle söyleyeyim; orayla basit ama asla unutulmayacak bağlarım var benim. Sözgelimi, 96 Temmuz’unda Radyo ODTÜ internetten canlı yayını başlatarak
ilk defa bir Türk radyosu yayınını tüm dünyaya ulaştırdığında, ilk anonsu ben
yapmıştım. Nasıl silip atabilirim ki hafızamdan. Peki mesela kaç
kişi uzunca bir dönem Radyo ODTÜ’de David Lee Roth’tan Just a Gigolo her çaldığında, aslında Kaan’ın yine radyonun ekolayzır ayarlarını yaptığını bilebilir? (Şarkının adına takılmayın lütfen. Kaan en iyi ses kaltesinin bu şarkıda anlaşılabildiğini söylerdi. Ayrıca şarkı çok eğlencelidir ve şu bölümün halen hastasıyız: Hamala bibili zibili bibili, hamala bibili zibili bap!) Ve sanırım bu sebeplerle, esasında onları anlatıyor gibi yaparak biraz da tarih olup
kaybolmasının, silinmesinin haksızlık olacağı hikayeleri açığa çıkartmak
istiyorum. O yüzden Ege’nin de affına sığınarak, onun Radyo ODTÜ için yaptığı
büyük bir fedakarlık hikayesini, tam da onlara sanki ‘parasal sebeplerle devam
etmediler’ yaftasının iliştirildiği ortamda anlatacağım şimdi.
Ağustos 97...
Radyo Mydonose, arkasında ciddi
bir holdingin gücü ve önemli yatırımlarla sektöre hızlı bir giriş yapıyor. Yayın
ağının teknik hazırlıklarından dönemin en teknolojik ve ilk kez CD yerine bilgisayar sistemiyle yönetilecek stüdyolarına, reklamlardan, etkinliklere, promosyonlara, her şey hazır.
Fakat sabah kuşağında bir eksiklik var. O zamanki genel müdürümüz Ömer Önder’le
konuşuyoruz. Sabah kuşağında farklı bir şey istediğini anlatıyor. Tam da Ege'nin tek başına sabah programı yaptığı dönemler. Ona Ege’den bahsediyorum ve onayıyla Ege’yi arıyorum, durumu anlatıyorum. İşin
maddi boyutu çok farklı ve ayrıca yerel bir radyodan ulusal yayına geçiş yapmak
herkesin hayali. Ege ikna oluyor, bir demo hazırlıyoruz. Ömer Bey’e demoyu dinletiyorum, çok memnun kalıyor. Hemen görüşmek istiyor ve bir randevu
ayarlanıyor.
Hayatın garip mizah anlayışı devrede; tam da randevu gününün sabahında ilginç
şeyler oluyor. Üniversitelere bağlı radyoculuk yapmanın kanuna aykırı olduğu
gerekçesiyle Radyo ODTÜ yayını RTÜK tarafından durduruluyor. (Dokuz gün sonra
radyo gerekli prosedürleri tamamlayıp, şirket olarak yayına yeniden başlayacak.)
Ege’yi arıyorum. Sesinde bir durgunluk var. Tüm ekibin radyoda olduğunu, çok
duygusal anlar yaşandığını, ekip burada ve bu haldeyken onları bırakıp
gelemeyeceğini, vazgeçtiğini anlatıyor. Hiç ısrar etmiyorum çünkü ne
hissettiğini gerçekten anlıyorum. Ege, o zamanki şartlarda çok cazip bir
seçeneği hiç düşünmeden elinin tersiyle itiyor. Yani, bazı şeyler parayla pulla
ölçülmüyor, değer biçilemiyor...
Şimdi düşünüyorum da, birkaç ay sonraya kalsam muhtemelen ben de gidemezdim. Zamanla anladım ki, insan aynı olayları farklı zamanlarda ve farklı şartlarda farklı değerlendirebiliyor..
Şimdi düşünüyorum da, birkaç ay sonraya kalsam muhtemelen ben de gidemezdim. Zamanla anladım ki, insan aynı olayları farklı zamanlarda ve farklı şartlarda farklı değerlendirebiliyor..
Bu sabah Fahir’in sesindeki o buruklukta önce
kendi başlangıcımı ve ardından da vedamı bulduğumdan olsa gerek, gözlerim
dolarak dinledim Modern Sabahlar’daki son konuşmaları. Herşeye rağmen Radyo
ODTÜ’yü de ortaya atmadan geçirdikleri bu son bir aylık süreçte kendimi gördüm.
Yaşadığım haksızlığa rağmen her yerde ve her fırsatta Radyo ODTÜ’yü koruyan,
kollayan, savunan, destekleyen ve açıkçası elimde ufak tefek ayrıcalık yapma
fırsatları olduğunda hep onlara ‘torpil geçen’ bir hayatım oldu. Evet üzülmüştüm, üzmüşlerdi birileri ama hiç farklı düşünmedim. Hiç unutmadım ki, en
klişe tabirle, kişiler gelir geçer ama kurumlar kalıcıdır. Ve esas önemlisi,
anılar asla silinmez, silinemez! Radyo ODTÜ benim hayat yolumu değiştirmemi sağlayan dönüm
noktamdır ve kişilerin sebep oldukları hiçbir süreç bu gerçeği de, benim oraya
olan bağlılığımı da değiştiremez. Ege, Fahir ve Oktay’ın da yollarına bu
hislerle devam edeceklerine dair hiç şüphem yok. Ki bunu açıkça ifade etmiş oldular zaten.
Enteresan bir zaman diliminde yaşıyoruz.
Dünya, özellikle de gelenekseliyle ve dijitaliyle medya dünyası çok garip bir
hal almaya, başarı kriteri sözlükte başka anlamlarla anılmaya başladı. Bu
dönemin doğrularının gerçek doğrular ekseninden fena halde kaydığını, karar
merciilerinin dengelerinin biraz şaştığını düşünüyorum. Ve açıkçası Modern
Sabahlar’ın modern zamanlar düzenine yenik düştüğüne inanıyorum ben. Ama yıllar
önce Radyo ODTÜ stüdyosundan çok üzgün ve biraz kızgın çıkarken kendime
söylediklerimi onlara da duyurmak isterim. Su akıyor yolunu buluyor. Açık, net.
Ege Kayacan, Fahir Öğünç ve Oktay Demirci.
Yolları açık olsun.
Olacak.. Şüphe yok!
(Fotoğraf 2011 yılında birlikte katıldığımız Başkent Üniversitesi söyleşisinden...)
Ekleme: Modern Sabahlar podcast'lerini TuneIn'deki sayfalarından dinlemek için buraya tıklayabilirsiniz.
Ekleme: Modern Sabahlar podcast'lerini TuneIn'deki sayfalarından dinlemek için buraya tıklayabilirsiniz.
Ben sizi TRT'de Banu hanimla birlikte çok kez dinledim. Sesiniz gerçekten iyi :) Sizin Radyo Odtü geçmişiniz olmasına çok şaşırdım. Modern sabahlar benim favorimdi. Son birkaç yıldır tanıyorum ve dinliyorum onları. Ben geç keşfettim çabuk kaybettim. Geçen yıl odtü'deki radyo dersine gelmişlerdi ve yakından görme fırsatım olmuştu. Çok heyecanlanmıştım. Beni ne kadar sevindirdiklerini onlara hiç söyleyemedim. Bu yazıyı okuyorlarsa eğer bilsinler ki dinleyiciler çok üzgün. Keşke program bitmeseydi...
YanıtlaSilRadyo ODTÜ'nün bende, benim Radyo ODTÜ'de karşılıklı olarak gerçekten çok emeğimiz var. Bu sayfalarda bununla ilgili birkaç yazı daha var, ilginizi çekebilir..
SilModern Sabahlar üçlüsü gerçekten şahane insanlardır. Dilerim bu mesajınız da onlara ulaşır..
Yorumunuz için teşekkürler :) Sevgiler :)