3 Mayıs 2011 Salı

Pina Bausch'un izinde...

Anlatmak istediğin çok şey vardır aslında…
Sırlar saklarsın bazen, kendine bile söylemediğin. Bazen de söylemek istersin, nasıl söyleyeceğini bilemezsin. Kah içinden gelmez, kah gücün yetmez. Sıkışıp kaldığında aradığın çıkış da, dibe vurduğunda bulduğun kurtuluş da hep sana sunulan hikayelerdedir aslında.   Anlatamadıkları yazan kitaplarla, yazamadıklarını söyleyen şarkılarla, söyleyemediklerini anlatan gösterilerle tanışırsın. Tanışır ve özdeşleşirsin. Senin hikayenin peşine düşersin başkalarının çizdiklerinde.
Hayatın dilini anlayamadığımda konuşmaya, kendi derdimi çözemediğimde yazmaya başlamıştım. Ama aklım hep sahnede kaldı. Bir yanım sahnenin arkasında kalmaktan koşulsuz memnunken, bir yanım hikayelerini sahnede anlatmanın gücünün etkisindeydi hep. Hiç ayırdetmeden, hep hayranlıkla izledim sahne performanslarını. Belki de hayatımın en önemli filmi sorulduğunda ağzımdan bir çırpıda Moulin Rouge çıkmasının, This is it, U2 3D gibi genelgeçer kitlenin pek ilgi göstermediği filmleri heyecanla ve hayranlıkla takip etmiş olmamın ardında yatan da bu sebeptir.

İşte tam da bu düşüncelerle izledim daha önce hiç tanımamış olduğum Pina Bausch’a adanan Pina 3D filmini. Modern dansa ilgi duymasam da hem insan hikayelerine olan ilgim hem de Wim Wenders’ın anlatım şekline duyduğum hayranlıktan dolayı heyecanla attım kendimi sinemaya. Ve her saniyesinden müthiş keyif aldığım bir film izledim. Az konuşan ama etrafındaki her insanın hayatında tek cümleyle her şeyi değiştiren kadının sükunete eklenmiş gücüyle tanıştım. Dans etmeyi ondan öğrenen müthiş insanların hayatı dansla anlatışlarına “bir karış mesafeden” şahit oldum. Her birinin kısacık sekanslarda kocaman öyküler anlatışını izledim hayranlıkla. Ve sahnenin gücünü hatırladım yeniden, sahnenin ve sahneyi ortaya çıkarmanın gücünü.

Pina gibi tür filmlerini önermek zordur, risklidir. Bu yüzden başına “türün meraklılarına” notunu koyu ve altı çizgili şekilde ekleyerek mutlaka görmenizi salık vereceğim. Bir otobiyografi demek doğru değil ama filmden ziyade belgesel demek daha gerçekçi olabilir.
Özellikle dansla ilgilenenler bu filmi mutlaka sinemada 3 boyutlu olarak izlemeliler.
Çünkü hayat için en doğru tanımlardan birini yapan Pina Bausch’un izinden gidiyor bu film:

Dance, dance…
Otherwise we are lost…

11 Nisan 2011 Pazartesi

Bilgi Sahibi Olmadan...

Garip bir ikilem var hayatta…
“İyi” bir şeyler yapmaya başlamanızla birlikte –muhtemelen aynı oranda- hakkınızda konuşulan anların ve konu başlıklarının da sayısı artıyor. Sadece bizim ülkemize özel olduğunu zannetmiyorum ama bizde daha yoğun ilgiyle karşılanan bir mevzu var; insanlar hakkınızda senaryolar üretmeyi seviyorlar. Ne de olsa “hiçbir başarı cezasız kalmaz” diye tanımlanan bir ülkedeyiz biz, mutlaka bu kurala uygun yaşamaya gayret ediyoruz. Tam da burada işte o sözünü ettiğim ikilemle karşı karşıya kalıyor insan. Büyük bir ihtimalle senin bulunduğun yeri ya da (aslında maddi bir mevki olmasa dahi) senin bulunduğun samimi çevreyi hazmetme olgunluğunun çok uzağındaki zavallı insanlar, senin hakkında hikayeler üretiyorlar ve bunu gerekli gereksiz çeşitli ortamlarda dile getirmeye başlıyorlar. Bunu fark ettiğin anda her ikisinden de sonuç alamayacağın seçenekler beliriyor karşında: Ya duruma müdahele etmek için sen de konuşacaksın, ki bir suç işlememişken kendini savunma durumuna düşeceksin, ya da hiç konuşmayacak ve prim vermeyeceksin, ki hikayelerin katlana katlana büyümesi ve dağılmasını üzülerek izleyeceksin.

Ben hayatım boyunca ikinci yöntemi seçtim; düsturum beni yeterince tanıyamamış insanları kaybetmenin kayda değer bir ayrıntı olmadığı idi. Evet, gerçekten işin tadı kaçıyordu; sözgelimi yaşadığım son örnekte, hayatım boyunca konuşmadığım bir insanla yaptığım -sözde- telefon görüşmeleri ayrıntılandırılıyor, yerini bile bilmediğim bir makam odasında yaptığım -sözde- konuşmalar uzun uzun paylaşılıyordu. Önce keyfim kaçtı ama sonrasında işin nereye varacağını umursamadan kendi tarafımda konuyu kapattım. Yazık ki onlar kapatmadılar.
Bu aslında başlı başına ayrı bir yazı konusu. Biraz fazla kişisel olduğu için muhtemelen hep bana saklı kalacak olan “önyargı” başlıklı ve tamamen bu “kişiselleştirmeler” üzerine yazılmış uzun bir yazım var. Konuyu buraya getirme sebebim ise aslında tam da bu noktadan sonra başlayan gariplikler üzerine. Evet, birileri kendi ezik hayal dünyasında bir hikaye uyduruyor, buna önce kendisi inanıyor ve ardından egosuyla kavga etmekten vazgeçemediği ve hep yenik düştüğü için bu hayalinin daha çok yayılmasını düşlemeye başlıyor. İlgili ilgisiz insanlar bu hikayeleri dinlemek durumunda kalıyor. Ve hiç üstüne vazife olmayanlar bunlara inanıyor, inanmakla kalmadığı gibi başkalarını da inandırma çabasına girişiyor. Yani, aslında hiçbir fikri yokken, üçüncü şahıslar seni yaftalarıyla hükümlendirmek üzerine bir misyon ediniyor. Sen zaten çabalamıyorsun ama seni gerçekten tanıyanlar tarafından uyarıldıklarında bile düzeltme gereği duymuyorlar.
Buraya kadar anlattıklarım biraz kişisel yaklaşımlardı. Zamane dünya düzeninde her şey bu temel üzerine kurulmuş gibi artık. Samimiyetten yoksun insanlar, gerçekten uzaklaştıkça güçlendiklerini düşünüyorlar. Bilgi geride kalıyor, eksik fikirlerle hüküm veriliyor.

Askerden döndükten sonra MyBilet’e yeni başladığım günlerdi. Henüz sadece birkaç ay olduğu için kurum içi görevlerime yoğunlaşmadan önce markamızın dışarıda nasıl algılandığını, nasıl konumlandığımızı izlemeye ve çözmeye çalışıyordum. İşte tam da o tarihlerde akılalmaz bir yazıyla karşılaştım.
16 Mayıs 2009’da Cengiz Semercioğlu Hürriyet gazetesindeki köşesinde Biletix’e yönelik (kendisinin de dahil olduğu) yoğun tepkilerle ilgili bir yazı kaleme aldı. Semercioğlu, Biletix’in rakipsiz olduğundan dolayı herhangi bir iyileştirmeye gerek duymadığı tezini savunurken şöyle bir cümle kullanıyordu:
“Telsim zamanında Mybilet vardı, kapandı.”
Oysa, yazının yazıldığı tarih itibariyle MyBilet, online bilet sektöründe toplamda en fazla bilet satışını gerçekleştiren firma olarak dikkat çekiyordu. (Bu yazının kaleme alındığı Nisan 2011 tarihinde de MyBilet bu özelliğini koruyor.) Toplam bilet satışında Biletix’in önünde olan bir firmanın Semercioğlu’na göre kapanmış olması enteresandı. Daha ilginç olan ise herhangi bir arama motoruna sadece “mybilet” yazılsa bile doğru bilgiye hemen ulaşılabileceğiydi ama bu basit işlem yapılmamıştı. Öte yandan, yazıda ifade edilen “Telsim” bağlantısı hiçbir zaman gerçekleşmiş değildi, muhtemelen Semercioğlu’nun zihni ona Telsim zamanındaki alt markalar “MyCep” ve benzerlerini hatırlatıyor, MyCep’in artık varolmaması “MyBilet”i de yokolmak zorunda bırakıyordu.
Çeşitli kanallar aracılığıyla kendisine bilgi verildi ama düzeltmeye gerek duyulmadı.

3 Nisan 2011 Pazar günü Star TV’de yayınlanan “Behzat Ç” isimli dizide Radyo ODTÜ Modern Sabahlar ekibinden Fahir Öğünç de rol aldığı ve çekimlerin büyük bir bölümü Radyo ODTÜ stüdyolarında gerçekleştirildiği için, bir anda radyo piyasası yoğun şekilde diziyi konuşmaya başladı. Diziyi Ankara IF Performance Hall’de buluşarak Modern Sabahlar ekibiyle birlikte izleyen kalabalık bir grup bile oluştu. Hal böyle olunca, Türkiye’nin radyo piyasasında çok konuşulan isimleri de konuya bir şekilde dahil olma gereği hissettiler. Bunlardan biri de Zeki Kayahan Coşkun’du. Dizinin bir bölümünde, zanlı telefonla canlı yayına bağlanıyor, stüdyodaki herkes o bağlantıyı stüdyo monitörlerinden (stüdyo içindeki hoparlörler) bizzat dinleyebiliyorlardı. Normal şartlarda, monitörler miksere bağlıdır ve mikrofon potu açıldığı anda monitörler doğrudan kapanır çünkü mikrofon açıkken monitörler de açık kalırsa feedback (radyo yayınlarında sesin sürekli transfer olması ile oluşan yüksek, rahatsız edici, çığlığa benzeyen sinyal) oluşacaktır. Coşkun, bu sahnede stüdyoda konuşuluyor olmasına rağmen monitörden ses gelmesini eleştirdi ve Twitter’da (tam olarak kendi yazısıyla) şu ifadeyi kullandı:
“Radyoda, teknik olarak Behzat Che'nin kulaklik takmadan telefondakini duymasi imkansiz...”
Oysa, mikserin doğrudan monitörü kesmesi her stüdyoda varolan bir uygulama değildir. Kaldı ki, kimi stüdyolarda yayında konuk olduğu zamanlarda kulaklık kullanılmak istenmemesi ihtimali için bulundurulan ve miksere bağlı olmayan ikinci bir monitör vardır.
Bu bilgi kendisine iletildi ama düzeltmeye gerek duymadı.

Son örnek için tek bir isim vermek haksızlık olabilir ama sadece film endüstrisindeki “marketing” durumuna modern yaklaşımlarıyla dikkat çeken BKM Film, Pana Film ve az sayıda filmin yapımcılarını anlatacaklarımın dışında tutarak bir genelleme yapabilirim. Dünya film endüstrisini yöneten Hollywood ve Avrupa’nın önde gelen dağıtımcıları, pazarlamanın ve potansiyel izleyicileri filmle ilgili ilk temas kurdukları mecrada satışa yönlendirmenin önemini son derece iyi bilirler. Bu yüzden filmlerin web sayfaları özenle hazırlanır ve ülke genelinde internetten bilet satış operasyonu yapan kaç ayrı firma olursa olsun, hepsine logolarıyla, isimleriyle ve linkleriyle birlikte yer verilir. Çünkü önemli yapımcılar bilirler ki, aslolan izleyicinin en kısa yoldan filme gitmeye yönlendirilmesidir, satışın nasıl ve hangi kanalla yapıldığı değil.
Aslında çalıştığım firmanın kurumsal kimliğine yatırım yapmanın ötesinde, bir sinemasever olarak bu tür uygulamaların Türkiye’de de ciddiye alınmasının önemli olduğunu düşünüyorum. “Sene olmuş 2011” iken hala filmlerine bir web sayfası yapmayanlar bir yana, filmleriyle ilgili kendilerine iletilen internet satış linkini kullanmak konusunda artniyet sınırını aşmış yapımcılarla karşılaşıyoruz. Neredeyse gösterime girecek olan tüm Türk filmlerinin yetkililerine ulaşmaya ve kendilerini bu konuyla ilgili bilgilendirmeye çalışıyorum. Şaşırmayacağınız tepki; çoğu cevap bile vermiyor. Şaşırma ihtimaliniz olan tepki; olaya sadece “sizin daha çok para kazanabilmek için onları kandırmaya çalıştığınız” gözüyle bakıyorlar. Şaşıracağınız tepki; aylarca uğraşarak ortaya bir ürün çıkartıyorlar ama sektördeki genel gelişimin en çok da yine onlara kazandıracağının farkında değiller.
Oysa doğru bir afiş, doğru bir web sitesi, doğru bir pazarlama modelinin neredeyse filmin senaryosu ve ekibi kadar önemli olduğunu nedense algılayamıyorlar. Öte yandan, filmin PR’ının bir Twitter hesabı açıp, arama özelliğini kullanarak filmle ilgili “işe gelen” yorumları bulup “ReTweet etmekten” ibaret olduğunu düşünen zihniyetten çok şey beklenemeyeceği de yadsınamaz bir gerçek aslında.
Birçok yapımcıya bu konu önemle anlatılmaya çalışıldı ama pozitif bir yapılandırma sağlanamadı.

Bu örneklerin tümünde en can alıcı nokta şu; bizim ülkemizde kimse eleştirilmek istemiyor ama kimse bilmediklerini öğrenmeye de yanaşmıyor. Genelde bir eksikleriyle yüzleştiklerinde ya konuyu görmezden geliyor ya da karşı tarafı çirkin bir tartışmaya çekerek konuyu kapatmaya çalışıyorlar. Oysa, “bilmiyorum” demenin “öğrenmeye hazırım” ile eşdeğer bir erdem olduğunu, dahası profesyonel dünyada hataların yinelenmemesi için algıların her tepkiye tamamen açık olması zorunluluğunu göz ardı ediyorlar. Belki de onlara onların kaygısıyla cevap vermek, egolarına onların diliyle dokunmak gerekiyor:

Bilginiz yokken fikir üretmeye çalıştığınızda ve önyargılı davrandığınızda gerçekten hiç şık olmuyorsunuz!...

28 Mart 2011 Pazartesi

Benzer

Geceyarısı Öyküleri'nden...


- Bir şey mi var beyefendi??
- Pardon?
- Neden bakıyorsunuz sürekli??
- Pardon çok özür dilerim, birine benzettim sizi...
- ...
- Ve ben onu çok özledim...
- ...
- Sizin gibi renkli kocaman bakan gözleri vardı onun da. saçları sarıydı, teni beyazdı. Gerçi son gördüğümde saatlerce kucağımda uyuttuğum için onu, doyamadığım için oynamaya onlarla, dağınıktı biraz saçları mesela, ama her zaman bakımlıydı.

Gülünce dişleri kocaman görünürdü, ve hiç sevmezdi bunu; çok düşkündü güzelliğine. Oysa ben de tam tersine, en doğal zamanlarında, gerçekten içten güldüğü anlarda aşık olurdum ona. Şimdi düşünüyorum da, hep ima etmişim, hiç söylememişim onu "çirkinken" daha çok sevdiğimi. İnanmazdı muhtemelen, ama söyleseydim keşke.

Gülünce tombullaşırdı yanakları, işte tam da o anda avuçlarımın içine alırdım güzelim yüzünü; gözlerimi gözlerine dikerdim, kırpmadan bakardım ona. Gözlerimiz dalarken koyu sohbete, biz susardık. Sahi, ne kadar da "bir"mişiz aslında.

Gizli saklı haberleşirdik, kimselere belli etmezdik. Telefonu açtığımda "naapıyosun sen bakiim" derdim çocukça, "sen yaapıyosun" derdi. Havadan sudan konuşurduk, hep kaçak oynardık, ertelerdik asıl söylenmesi gerekenleri, söylemek istediklerimizi.
Bir sessizlik olurdu konuşma arasında tam yeri geldiğini belli eden. "Özledim seni" derdi, "Burnumda tütüyorsun" derdim. İnanırdım, inanırdı.

Yan yana geldiğimizde iki yabancı gibi bakardık birbirimize. Yasaktık sanki nedense. Mesafeli kalırdık başka insanların yanında, heyecanla yalnız kalacağımız anı beklerdik. İlk fırsatta dokunurdu dudaklarımız. Öyle ateşli öpüşmeler değil, eşsiz dokunuşlardı bizimkisi, benzeri olmayan.

Günler biriktirirdim ona, anlatılması gereken hikayelerle geçen günler. Hepsini anlatmaya vaktimiz olmazdı hiç, çoğunlukla onu dinlerken, onu izlerken öldürürdüm zamanı. Vazgeçmek ne kolaydı, ucunda o olunca. Hep anlatan ben, hep ketum oluverirdim onun yanında.
yanı başında...
Ne güzeldi hep onunla olmak, yanı başında… Nefesini kıskandıracak kadar yakınında, omuzlarımız birbirine dokunacak kadar dip dibe… Parmaklarını parmaklarıma dolayabileceğim kadarlık mesafede.

"Senden de, senin sevginden de vazgeçemiyorum, ne olur sen de vazgeçme benden" demişti son defasında. Vazgeçtiğimi söyleyecek cesareti toplayamamıştım ona, yapamamıştım;
meğer ne kadar zordu sadece onun için her şeyden vazgeçmeyi göze aldığımı söyleyebilmek.
Hep yazdıklarımı, ancak yazarken anlatabildiklerimi kulağına fısıldayabilmek isterdim, yapamadım.
"Seni seviyorum" diyordu," Özledim" diyordu, "Eskiden olduğu gibi günün bilmem kaç saatini birlikte geçirebilmek için neler vermezdim" diyordu.
Ama sadece "geliyorum" dese yeterdi bana;
demedi, diyemedi...

Hani siz az önce telefonla konuşurken gülümsüyordunuz, gözleriniz kısılıyordu ya, ne bileyim, ona benzettim sizi birden fena halde... Ne kadar canlıymış anılarım, ne kadar tazeymiş yaralarım, ne kadar kırıkmış hayallerim meğerse...

* * *
- Bir şey mi var beyefendi??
- Pardon?
- Neden bakıyorsunuz sürekli??
- Pardon çok özür dilerim, birine benzettim de sizi, dalmışım biraz... Çok özür dilerim...
- Her neyse, önemli değil...
- Tekrar özür dilerim, iyi günler...

3 Şubat 2011 Perşembe

Avustralya Radyosu SBS'te Geceyarısı Öyküleri


Daha önce Avustralya devlet radyosu SBS'in Türkçe yayınlarına radyoculuk ile ilgili konuk olmuştum ve o röportajı da burada yayınlamıştım. Orada da bahsettiğim Evrim Günçe'nin yaptığı röportajın ikinci bölümü de yayınlandı. Bu defa denemelerden oluşan kitabım Geceyarısı Öyküleri'ni konuşuyoruz.



Bu iki röportajda gösterdiği yakın ilgi, samimiyet ve "ustalığı" için Evrim'e özel teşekkürler..

Edit: Kayıtları yüklediğim site telif sorunları sebebiyle Türkiye'de yayın yapamıyor artık. Başka bir mecraya yeniden yüklediğimde burada paylaşacağım.

18 Ocak 2011 Salı

Aşk Tesadüfleri Sever


Hissedersin bazen…
Mantıklı bir sebep aramazsın, aklından geçenleri dayayacak duvarlara bakınmazsın, gerekçelerin peşine takılmazsın.
Sadece hissedersin bazen…
Tesadüfen karşına çıkan bir ayrıntının peşine takılman gerektiğini hissedersin.
Birine tutulmak gibidir hayatın pek çok anı aslında. Birini uzaktan görürsün; bırak huyunu, suyunu, tavrını, edasını, hayallerini, umutlarını, doğrularını, yanlışlarını, daha nasıl yürüdüğünü, adımlarını nasıl attığını bile bilmezken tutulursun ona. Kimileri “kafanda kurduğun bir sevgili kalıbına oturtmaya çalışıyorsun” der ama sen sadece hayallerini diri tutabilecek biri olmasını umarsın, öyle akıl ötesi hayaller kurmazsın. Ama hissedersin işte; sebepsiz yere güzel bir şeyler olacağını hisseder, hayatının bir dönemine o hissin peşinde yürüyerek bir anlam eklersin.
Müzikallerle pek de ilgili olmamama rağmen Moulin Rouge fragmanını izlemiştim sinemada ve içime yayılan heyecanla orada farklı bir şeyler bulacağımı hissetmiştim. Gösterime girdiği ilk gün, sadece filmin dünyasına girmek, başka şeylerle ilgilenmek zorunda kalmamak için tek başıma, sinemanın en iyi koltuklarından birinde çok önceden satın alınmış biletimle hayranlıkla o filmi izlediğimi hatırlıyorum. Sonrasında defalarca izlediğim, evimin duvarlarında varolan tek çerçevenin sahibidir Moulin Rouge.
“Kimilerinin dudak kıvırdığı filmlere tutulmakta üstüme yoktur” demiştim bir yerde “O Kadın” için. Aynı şekilde, acımasızca eleştirilen “Issız Adam”, belki de pazarlama eksikliğine kurban giden olağanüstü “Başka Dilde Aşk” benim için hep böyle filmlerdir. Gerçekten niyeti olmayanların fark edemedikleri başka güzel hikayelerinin de olduğunu ve daha önemlisi hikayelerini bizzat kalbinin içine kadar gelip, dokunarak anlatıp, görevleri tamamlanınca sessizce çekildiklerini düşünüyorum o filmlerin her birinin. Ve hepsinin de bir kısa film gibi etkileyici fragmanlarıyla bu yola ilk adımlarını attıklarını hatırlıyorum. Tam da bu sebeplerle ve tam da aklımda kalanlarla “Aşk Tesadüfleri Sever”i müthiş bir heyecanla bekliyorum. Biraz Ankara’lı olmak, biraz aşk ve hüzün yazmayı sevmek, biraz da hayatına hikayesi uzun dipnotlar düşmekten, en çok da yönetmeninden kadrosuna beni hiç hayal kırıklığına uğratmamış isimleri bir arada görmekten olsa gerek, çok iyi bir film geldiğini hissediyorum.
Öyle işte, hissedersin bazen…
Mantıklı bir sebep aramazsın, aklından geçenleri dayayacak duvarlara bakınmazsın, gerekçelerin peşine takılmazsın.
Sadece hissedersin bazen…
Tesadüfen karşına çıkan bir ayrıntının peşine takılman gerektiğini hissedersin.
O tesadüf bir aşkı anlatıyorsa, tutkusunu da öfkesini de harmanlıyorsa, daha görmeden tam puan verir, göreceklerinin aklındakileri değiştirmeyeceğini bilirsin.
“Aşk Tesadüfleri Sever” 4 Şubat’ta gösterimde.
Fragmanı izleyin, hissettiklerinizin peşine takılın ve bekleyin…


Bazen ilk görüşte bilirsin, o insan kaderindir,
bazen bir ömür ararsın, bulunmaz.

16 Ocak 2011 Pazar

Çok Çalışmanın Bedeli

Aslında bu yazının başlığında hata var, en baştan belirtmeliyim. Aklı başında insanların yaşadığı medeni ülkelerde çok çalışmanın bedeli olmaz, karşılığı olur. Ama bizim ülkemizde hayat çok başka. İnsanlar yürüdükçe hedefe yaklaşırlar, biz adım attıkça uzaklaşıyor gibiyiz… Geçmişimizdeki mehteranlıktan üstümüzde kalmış acemice bir bilmişlik olabilir. İki ileri bir geri temposunu tersine uygulamayı hatırlamışız muhtemelen.
Uzatmayalım, “yalnız ve güzel” ülkemde çok çalışmanın çoğunlukla cezalandırıldığı bir anlayış var. Size iki örnekten bahsedeceğim.

Birinci “Çok Çalışan” Hikayesi:
Adam çalıştığı işyerine kendisiyle aynı özellikler ve statüde bir başkasıyla beraber aynı süreçte kabul edilir ve işe birlikte başlarlar. Mesai doldurmaları gereken bir iş yapısında çalışmaktadırlar ancak çalışma saatleri 9-18 standardı dışındadır. Aynı işi aynı performansla yürüttükleri için pozisyonları da maaşları da uzun süre hep aynı şekilde ilerler. Akşamları yorucu bir tempo olmasına karşın gündüz oldukça uzun süre boşluklar olması ve bazı planları için biraz daha fazla para kazanmaya ihtiyaç duyması adamı harekete geçirir. Aslında varolan işini etkilemeyeceği kesin olsa da yöneticileriyle görüşür ve onların da onayını alarak ikinci bir işte yarı zamanlı çalışmaya başlar. Artık sabah 8’de evden çıkmasıyla başlayan tempo, gece saat 1’de eve dönmesiyle son bulmaktadır. Bu tempoya rağmen hiçbir görevini aksatmaz, performansını düşürmez. Kısa süre sonra maaş artış dönemi gelir. Adam, bu bilginin peşine düşmemiş olduğu halde hasbel kader kendisiyle aynı konumdaki diğer insana daha fazla artış yapıldığını öğrenir. İçine atma ile hakkını arama arasında geçen o sancılı süreci tamamlayarak tüm cesaretiyle yöneticisinin odasına girer. Durumu anlatır, performansından bir memnuniyetsizlik olup olmadığını öğrenmek ister. Yöneticisinin net bir şekilde memnuniyetini anlayınca şaşkınlıkla sorar:
- Peki, biliyorum sonuçta bu tamamen sizin kararınızdır ama benim de anlamam gerekiyor. Madem bir problem yok, neden bana daha az artış yaptınız?
Aldığı cevap, sindirilmesi zor, anlaşılması imkansız cümlelerle karşısında sıralanır:
- Ama sen artık iki işte çalışıyorsun!...
İç sesi ona diğerinin evinde keyif yaptığı anlarda nasıl da koşturduğunu, bu işini aksatmamak için nasıl da herkesten öte bir performans gösterdiğini anlatadursun, suratını asarak odadan ayrılır.
Bir başka zaman, tek başına yaşam mücadelesi veren bir başkasına da “ama sen bekarsın, o evli” diye maaş farkı açıklaması yapan da aynı işyeridir zaten ve orası ile ilgili kafasındakilerin netleşmeye başladığı ilk an olmuştur odadan dışarı adımını attığı an…

İkinci “Çok Çalışan” Hikayesi:
Kadın, düzenli mesai saatlerine sahip bir işyerinde çalışmaktayken, karşısına ikinci bir fırsat çıkar. Günün birkaç saatini başka bir yerde geçirebilirse, hem kazanç hem de kariyer olarak bir daha kolay kolay bulunamayacak bir fırsatı değerlendirmiş olacaktır. Yöneticilerine durumu anlatır, durumun kendisi için çok avantajlı olduğunu ancak onay verilmezse kesinlikle kabul etmeyeceğini belirtir. Yöneticiler anlayış gösterir, eksik saatlerini işe daha erken gelip daha geç çıkarak tamamlaması şartıyla onay verirler. Kadın bunun üzerine yoğun bir tempoya başlar. Özel hayatına ayırdığı zaman minimuma inmesine karşın (önem önceliğini ilk işine vermek şartıyla) işlerini aksaksız yürütmeye çalışır.
Bir gün, karşılaşılan bir aksaklığın ardından yöneticileriyle durum değerlendirme görüşmesine girer. Aslında onun performansına dayalı bir hata olmamasına rağmen sorumluluğunun kendisine yüklenmesine karşın, konu hak edişlerinin bile sağlanmamasına gelince yönetici ağzından baklayı çıkartır:
- Ama sen başka bir işi de yaptığın için buraya tam konsantre olamıyorsun, kendini tam veremiyorsun…
Mesaj açıktır: Senin iki işin var, yürütemezsin! Ama bu süreçte sana yüklenen iki hatta üç kişi sorumluluğundaki işleri yoluna sokman nedense görülmez bile. Sana üç kişinin işini yıkıp maaşını ve haklarını düzenlemeyen işyerinde hata yoktur, hata buradaki artan yoğunluğunu ve mesaini aksatmamana rağmen başka bir işe de yetişebilen sendedir!

***
Çalışma hayatımda bu iki örneğe de çok benzer şeyler yaşadım. İşin aslı, hayatımın çok önemli bir döneminde hep iki işte aynı anda çalıştım. Bu tamamen benim tercihimdi, boş kalmayı sevmeyen bir yapım var. Ama ilginç olan insanların yaklaşımıydı; ben bir şekilde kendi hayatımdan, sağlığımdan, eğlencemden fedakarlık edip yoğun bir tempoda çalışmama ve asla bir işimi diğerine mazeret olarak sunmamama rağmen, insanların bunu kabullenememesini şaşkınlıkla izledim. Bunu anlatmakta hep zorlandım, oysa en basit örnekten yola çıkalım; büyük şirketlerin başındaki başarılı insanlara bakın, aynı anda şirketin kaç ayrı projesiyle, kaç ayrı sektörle ilgileniyorlar. Yani, çalışma hayatı piramidinin üst katmanlarındaki insanlar bu durumun zannedildiğinin aksine verimlilik artıran ek bir özellik (ve yetenek) olduğunun farkındayken, alt katmanların algısı bu durumu kabullenmeye yeterli olamayabiliyor.
Ve aslına bakarsanız hayat da tam olarak bundan ibaret işte;
Kah kapasitesi seninki kadar olamayanları atlayarak başarıya ulaşmaya çabalıyorsun, kah sevgisi seninki kadar olmayanların duvarlarını geçerek kalbine ulaşmayı deniyorsun. Mücadele aynı mücadele, geçmene izin verirlerse herkes kazanır! Yolunu kapatırlarsa, küçük dünyanızın sorunlarıyla mücadele eder, esas heyecanlara hayat boyu yabancı kalırsınız…
İyi yolculuklar…

30 Aralık 2010 Perşembe

Ete Kurttekin ve "Temiz" Rock!


Seksenlerin çocuklarındanım ben. O dönemin çocuklarının çok ortak noktası vardır, anıları çok  yerde kesişir. Çünkü o dönem hayatınıza dahil edebileceğiniz "heyecan"lar kısıtlıdır. Müzik gibi... Çoğunluk aynı şarkıları dinlemiştir, çünkü çoğunlukla aynı şarkılar sunulmuştur. Alternatifler hem şu anda olduğu kadar çoğalamamış, çoğalsa da bulmak şimdiki kadar kolay olamamıştır.
Seksenlerin ikinci, doksanların ilk yarısı, özellikle Ankara gençliği için çok ortak müzik zevki barındırıyor. Dorian Gray'dan A Bar'a geçiş, Grafitti, Manhattan, belki biraz farklı olsa da Roadhouse, Nickys her akşam birbirini tanıyan, bilen aynı çevredeki insanların biraraya geldiği mekanlardı bir dönem. Ve o mekanlardan Türkiye'nin "iyi" müziğini yöneten, yönlendiren isimler çıktı piyasaya. Hala da, özellikle sözkonusu rock olduğunda en kayda değer isimler Ankara'dan çıkıyor, gurur verici bir ayrıntı.
O dönemde herkesin tanıdığı bazı isimler vardı ve Ete de onlardan biriydi. Herşeyden önce farklı ismiyle aklınızda kalırdı, sahnede izlediğinizde de unutmazdınız zaten. Harika bas çalan, sahneye çok yakışan bir isimdi Ete.
İşte o Ete, Ete Kurttekin "çok beklenmiş, biz beklerken iyice demlenmiş" albümü Suyun Üstüne'yi sonunda piyasaya çıkardı. Bir aksilik olmazsa 2011 başı itibariyle albümü müzikmarketlerde görmeye başlayacaksınız. Şanslı azınlığın arasındayım. Ete'yi, Banu'yla hazırladığımız programımız Haftaya Paydos'a konuk ettiğimiz 26 Kasım tarihli programımıza gelirken bize albümün bir kopyasını getirmişti. Ve ben geride kalan yaklaşık bir aylık süre içinde neredeyse sürekli onun albümünü dinledim. Garip gelecektir muhtemelen ama benim iyi albüm kriterim şu olmaya başladı: Akşam evime girerken arabadaki CD'yi evde de dinleme isteğiyle yanıma alıyorsam o albüme yıldızlı puanlar veriyorum! Ete'nin albümü tam olarak öyle. En başta, albüm o kadar uzun zamanda son halini bulmuş ki, tüm şarkılara dinledikçe daha çok ısınıyorsunuz. Ve tam da bu sebeple bana başlıktaki tanımı hissettiriyor: Temiz rock var bu albümde. Yani net, anlaşılır, yormayan ama aynı zamanda basit olmaktan uzak. Hani üzerinde çok ayrıntılı çalışıldığı için iyi bir ses sistemiyle dinlendiğinde kendini daha iyi belli eden şarkılar vardır ya (yüksek sesten bahsetmiyorum), Suyun Üstüne tam da böyle şarkılardan oluşan bir albüm.
Benim favorim Senden Uzak, özellikle de şarkının ikinci yarısı itibariyle. Peter Pan, Sorunum Var en çok tekrar ettiklerim. Ve elbette ilk klip şarkısı İçtim.
Onu eskiden bu yana tanıyanlar, başka birinin bas çaldığı, Ete'nin şarkı söylediği sahneleri garipseyecekler ama çabuk alışacaklar. Ve bu albümün keyfini çıkartacaklar.
Ete Kurttekin'i tam olarak nereden çıkardığını hatırlamaya çalışan "yeni nesil"e Av Mevsimi filmindeki "Benden Adam Olmaz"ı hatırlatıyor ve bu albümü mutlaka edinmenizi öneriyorum. O, bu ilgiyi fazlasıyla hak ediyor...

(Ete Kurttekin'i konuk ettiğimiz programın da bulunduğu Haftaya Paydos kayıtları için Mixcloud sayfamızı ziyaret edbeilirsiniz.)

29 Aralık 2010 Çarşamba

Biten Yılın Düz Hesabı...

Bakmayın siz bu blogun adının “Ben Bunu Yaptım” olduğuna (bu yazı yazıldığında blogumun adı 'Ben Bunu Yaptım' idi), aslında kendimle ilgili hikayeleri anlatmaktan ölesiye çekinen bir adamım ben. Burada “ben” diye anlatılanlar da genelde ya “ben” çerçevesinde tanıklık edilen tarihi bilgiler, ya da bir albümü, kitabı, siteyi, mekanı anlatmak için konu mankeni gerektiren durumlardır. Aslında daha kişisel olanları özgürce Ekşi Sözlük’te yazardım eskiden ama biraz deşifre olmak biraz da sözlükten artık eski tadı alamamam sonucu oraya da yaklaşık bir yıldır yazmıyorum. Dahası, geçen hafta bir hışımla eski entry’lerimin yaklaşık yarısını sildim. Çok kişisellerdi çünkü.

Böyle başlamamın bir sebebi var. Kısa bir muhasebe, bir iç dökümü yazısı olacak bu. Sizden önce kendime şunun garantisini verebilirim ki, yine çok az anlatabileceğim. Denemek, başlamak gerek. Malum, yıl sonu değerlendirmesi yapmalıyım ben de.

Yılbaşılarını hatırlamaya çalışıyorum. Medya çalışanlarının kaderidir bu zaten, hayatımın son 15 yılında yılbaşıları hep çalışarak geçti. (Ben buna tam da çalışmak demem aslında. Bir yılbaşı partisinde sahnedeki DJ kabininde, yılbaşı geri sayımını başlatman için tamamı sana bakan binlerce gözü izlemek müthiştir sözgelimi. Ya da tüm ekibin bir arada hem eğlendiği hem de yayını götürdüğü yılbaşı radyo partileri bazen çok keyifli olabilir.) Yakın geçmişe bakacağım ben. Benim hayatımda 2006-2007 müthiştir, Radyo Mydonose’da hep hayalini kurduğum bir pozisyonda hep hayalini kurduğum şeyleri yapma ve sonuçlarını alabilme fırsatım oldu. Yılbaşılarında biryerlerde çalıyordum o senelerde. 2008 yaşanmamış bir yıldır, zira yılın tamamında askerdim. O yılbaşında gece santralcisi olarak telefon başındaydım ve komutanlara düzenlenen kutlamadan doğan telefon trafiğiyle uğraşıyordum. 2009 başında askerden dönünce, bana çok stresler yaşatan ama hayatımdaki en önemli iş deneyimlerini bu sayede öğrenmemi sağlayan patronum yeni bir yol çizdi. Radyoya ara verip, aynı gruba bağlı MyBilet’te çalışmamı teklif etti. Tam da o sıralarda TRT fikri ortaya çıktığı için ve aynı zamanda yayına da devam edebileceğim için keyifle kabul ettim ve hayatımda yeni bir sektörde yeni bir dönem başlattım. Koşturmacayla ve algılama çabasıyla geçen bir yılın ardından o yılbaşını 4 kişilik kalabalık bir ekip olarak(!) bir arkadaşımızın evinde karşıladık. Hoş, böyle garip bir seneye öyle bir yılbaşı yakışırdı zaten!...

Ve 2010… Bu yıl her şey ama her şey harika gitti. Geriye dönüp baktığımda “şöyle olsa ne şahane olurdu” dediklerimin tek tek sıralandığını izledim. Radyoda her şey yoluna girdi ve daha iyi para kazandım. Çok sevdiğim dostum Banu ile müthiş keyif aldığım programlar yaptım, o programlar sayesinde “celebrity” denen insanlarla yeniden iletişim kurabilmeye başladım, harika insanlar tanıdım, askerden önceki çevremi yeniden oluşturabildim. Dinç ve Altuğ ile birlikte TRT FM’de değişik isimlerle Adam Gibi’yi hayata geçirdik, bir süreliğine İsmail ve Can’ın yanında “Berk” oldum, Türkiye’nin en uç noktalarından insanların hayatlarına dokunma fırsatı yakalayabildim. İşimde (göz ardı edebileceğim kronik aksaklıklar dışında) heyecan verici yeni şeyler öğrendim. Yeniden evimi kurdum. Askerdeyken gözüme kestirdiğim arabayı alabildim. Sevdiğim arkadaşlarımla daha çok görüşebilmeye başladım. Hayalimin şehri Londra’yı her türlü hava koşulunda görebildim (hayatımda yaptığım ilk 4 yurtdışı seyahatimin 3’ünün Londra’ya olması??), buna bir iki seyahat daha ekledim. U2 ve The Cranberries başta olmak üzere “ölmeden izlenmesi gerekenler” listemden harika konserlere katıldım. Birikmiş filmlerimi izlemeye başlayabildim (kitaplara da sıra gelecek umarım)… Bu liste böyle devam edebilir, size sıradan görünenler benim için hayati önem taşıyor olabilir sözgelimi. Hiç şikayet etmedim, hep şükrettim. Gerçekten… Bazen sağlık sorunları yaşadım ama o anlarda bile durup dururken kendime ne kadar şanslı olduğumu hatırlattım. Zaten hak ettiğim şeyler bana sunuluyor olsa da, bunun özel bir fırsat olduğunu hiç aklımdan çıkartmamaya gayret ettim.
Ta ki, Kasım sonuna kadar… Hayatımdaki birçok şey aniden tersine dönmeye başladı. Sanırım gerçekten öyle, saçlarımdaki ilk beyaz telle tanıştım bu ay. İyileri anlatmayı severim, kötüler bana kalsın. Sadece aradan üç başlığı kısaca geçmek isterim.
TRT’deki programlarımız sona erdi. Bu konuda bir açıklama yapmalıyım; yolu bir şekilde TRT Radyolarından “Dış Yapımcı” olarak geçen herkes bilir, orada işler yönetimin iki dudağı arasındadır. Yönetim değişiklikleri, yeni planlamalar, başka projelerin hayata geçmesi gibi birçok sebepten dolayı size teşekkür ederek yayınınızı bitirebilirler. Bunu eleştirmek için söylediğimi düşünmeyin, tüm Dış Yapımcılar bunu bilirler, bilerek çalışırlar. Bitiş talepleriyle bazen gerçekten projenin işlememesi ya da yetersiz olduğunuz için karşılaşabilirsiniz ama bazen de “aslında iyi olduğunuz” herkesçe kabul görmekteyken başka sebeplerle vedalaşırsınız. TRT Ankara Kent Radyosu projesi yeni yönetimin kararıyla sonlandırıldı. Bu zaten beklediğimiz bir sondu, kararı elbette saygıyla karşıladık. TRT FM’de yaptığımız da zaten bir senelik bir programdı. Yıl bitti, programa veda ettik. Ben genelde konuklarımızı ve programla ilgili gelişmeleri paylaştığım için bu bitişleri de sosyal ortamlarda dile getirdim. Elbette samimiyetine sonuna kadar inandığım dostlarımdan güzel tepkiler ve dilekler aldım. Ama ne oldu biliyor musunuz, hiç tahmin etmediğim bir “arkadaş” grubu, “iyi oldu” diyen iç seslerini “acıma” dışa vurumuna çevirdi. Biz halen başka işlerimize devam ederken ve –ne mutlu ki- ayaktayken bizi koymaya çalıştıkları kılıfları görmek ilginç oldu. Yine de bu durumla yüzleşmekten de çok kazançlı çıktığımı düşünüyorum. Yeni tablolar, büyük resimleri daha iyi çözümleyebilmeyi öğretiyor insana. Bu konuda itiraf edebileceğim tek şey şudur; hayatımda ilk defa hiç yayın yapmayacağım bir döneme giriyorum. Buna alışık değilim ve kendimi bundan dolayı biraz kötü hissedeceğimi tahmin ediyorum ama hiç bilinmez, belki de bu ara dönem bana iyi gelecektir, hiçbir fikrim yok. Ya da belki de tahmin ettiğim gibi bir süreç olmaz, kısa sürede yeni projelere başlarız, hayat sürprizlerle dolu…

Bahsettiğim üç başlıktan ikincisi; yediğim çok sağlam dost kazıklarına yeni birini ekledim. Her seferinde bu kadar şaşırmam ve bu kadar üzülmem de enteresan. Tarihime kayıt düşülmüş iki kişi vardı, yanlarına birini daha eklemek durumunda kaldım. Hiçbir darbe, hayati bir karar alıp ona destek olmak amacıyla yanında yürüdüğün birinin “küçük taktikleri” kadar üzmüyor insanı. Ve emin olun, hiçbir darbe ama hiçbir büyük darbe, insana “çok yakın” zannettiklerinin vurduğu minik fiskeler kadar acıtmıyor… O acıyı atamıyorsun, silemiyorsun, yarası kapanmıyor. Aslında tam da kapanacağı zaman çocukluğundan kalma alışkanlıkla kabuklarını soyuyorsun yaranın ve yeniden aynı süreç başlıyor. İyi oluyor aslında, unutmamalı bazı şeyleri, hep akılda tutmalı belki de.

Ve sağlık… Ailemizin bir bireyinin sağlık sorunlarıyla mücadele ediyoruz bir süredir. Siz bu satırları okurken biz –sanırım- sonuçları öğrenebilmiş olacağız. Anladım ki, bekleme süreci hepsinden betermiş. Ve anladım ki, kendi kalp ağrılarım bu kadar canımı acıtmamış. Kimsenin haberi olmadan ölümün kıyısından çevrildim iki kez ama bu kadar önemsememiştim. Şimdi anlıyorum ki, insanın kendini –herhangi bir anlamda- yeterince önemsememesi, ciddiye almaması en tedavi edilmez rahatsızlık. Kimse seni, senin onları önemsemediğin kadar ciddiye almıyor aslında. Dedikleri gibi, herkesin elmasında kendi diş izleri var ve sen farkında değilsin. Değilsin, çünkü sen kendi elmanı da başkalarına vermişsin…

Elbette dahası da var ama daha özel şeyleri yazmam, yazamam buraya. Anlatmam, anlatamam kimseye. “Geceyarısı Öyküleri”nin son hikayesi (ki itiraf ediyorum, kitapta başından sonuna kadar tamamen kendimi anlattığım yegane yazıdır o) “bir acıların çocuğu hikayesi değil bu” diye başlar. Bu da değil, emin olun. Niyetim o olsa, size kendi üzerimden çok sağlam “acıların çocuğu” hikayeleri anlatabilirim, bakakalırsınız, şaşırırsınız, inanamazsınız. Ama bir acıların çocuğu hikayesi değil bu. Yarın sabah yine gülümseyerek çıkacağım evden, içimdeki fırtınanın kulağını bükeceğim, acıtacağım bir parça, “hayat da güzel bea!” diyerek yoluma devam edeceğim. Ve inancımı biraz kaybettiğimde, hayatı iki minik yeğenimin gözlerinde bulacağım yine. Ne de olsa hepimiz onlar kadar masumduk bir zamanlar aslında...

Şimdi etrafımdaki herkes yılbaşı gecesi planlarına dalmışken, ben bir düz hesap yapıyorum. 2010 geride kalıyor ve ben geriye dönüp baktığımda harika 11 ayın karşısında dimdik duran berbat bir Aralık ayı görüyorum. Ne oluyor yani bu durumda, 11-1 galip miyim 2010 yılına karşı?
Peh!...

Matematiğim çok iyidir ama bazen 1, 11’den büyük olur inanın bana!...