Yazı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yazı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Yeniden Aşık Olabilmek...

Selim yazdı, Banu canlı yayında okudu:



önceleri farketmediğin, ihtimal vermediğin, ya da aslında görmezden gelmeye çalıştığındır,
sonra aşama aşama kendindeki değişimleri izlerken fark edersin yeniden aşık olduğunu…

onunla aynı ortamda bulunduğunda elin ayağın birbirine dolanmaya başlar. saçma sapan konuşur, ortaya ilgisiz laflar atar, hep dikkatini sana vermesini sağlamaya çalışırsın. güzel cümleler kurma yeteneğine sahip olan sen gider, diplerde saklanan utangaç insan ortaya çıkar. heyecanlanırsın, hızlı konuşursun, cümlelerin yarısına gelmeden tonlamaların bitmeye başlar. kaldı ki, belki o zaten seni dinliyordur, ama hep gözüne batmaya çabalarsın işte...
kılık kıyafetin bambaşka bir düzene bürünmeye başlar. pantalonlarınla tişörtlerin uyumlu, gömleklerin temiz olmasına her zamankinden daha çok dikkat etmeye, sabahları evden çıkmadan önce ayna karşısında daha fazla zaman geçirmeye başlarsın. kıyafetler akşamdan seçilir, ama yine de sabah üçüncü, dördüncü denemeyi bulduğun olur. dişlerini fırçalama alışkanlığın pekişir, bitip birikmiş parfüm şişelerini yenileriyle değiştirirsin. büyük iş toplantılarına bile geniş kargo pantalonunla, dağınık saçlarınla katılmayı kabullendirtmişken patronuna, gönüllü bakımlılık giriverir ansızın hayatına. berbere, kuaföre gitme sıklığı artar, giyim kuşam alışverişin yükselir, kendini sık sık gözucuyla son trendleri takip ederken yakalarsın...
onunla aynı ortamlarda daha fazla zaman geçirmek için taklalar atmaya başlarsın. günde 15 dakikacık görüyorsundur belki, onu 20 dakika yapabilmek için koşturursun çoğu zaman. yüzüne şımarık gülümsemeni takınarak girdiğin ortamda onunla gözgöze gelirsin, yüz kasların sana ihanet etmeye başlar, gergin misin, mutlu musun anlayamazsın, yüzün şekilden şekile girer. hem zaten ona da fazla bakamazsın o saatten sonra. gözgöze gelirseniz açık vereceğinden korkuyorsundur.
heyecanla gidip de onu göremediğin zamanlarda bir ağırlık çöküverir üzerine, hem de ne ağırlık! dünya durdu zannedersin, ve bir daha hiç dönmeyeceğine inanırsın. insanlar birşeyler söyler birşeyler anlatırlar, ama sen o hikayenin içinden yavaşça çekilip uzaklaştırılan filmin esas kahramanı gibisindir. ne söylediklerini duyabilirsin, ne de seslenmelerine bakabilirsin. gelmişsindir, görememişsindir ve bitmiştir, sen oracıkta kaybolmuşsundur artık.
ilgisiz görünüp, tesadüf taklaları atarak ortamlar oluşturmaya çabalarsın. tesadüfen telefon numarasını alır, tesadüfen aynı projede buluşur, tesadüfen aynı arkadaş grubuyla eğlenceye çıkar, tesadüfen onunla yanyana oturur, tesadüfen onunla başbaşa kalırsın. gel gör ki, için sana uçsuz bucaksız çığlıklar atarken "seviyorsun, seviyorsun işte!" diye, sen onun yanıbaşındaki "yeni tanışılan iyi arkadaş" rolünde ödüle gidersin. kimbilir, belki oradan da seni heyecanlandıracak mesajlar giriyordur aralara, ama korkaklığın cesaretine açık ara üstünlük sağlamıştır. reddedilmeyi erteliyorsundur aslında kendi kafanda, insanın kendine en ama en güvensiz olduğu süreçtir çünkü içine düştüğün, kimsenin uyandıramadığı, kimsenin cesaretlendiremediği...
kendi eksiklerini keşfetmeye başlar, kendi suratına çarparsın hatalarını. yalancılığınla yüzleşirsin en çok. karşı koyamadığın heyecanını inkar eder, üzerine oturmayacak kılıflarla süsleyip kapatırsın benliğini. hep bir kavga vardır iç dünyanda. en kendinden kaçabildiğin anlarda, en onunla yüzleşebildiğin anları yakalarsın. internet sitelerinde onun adına komik yorumlar yapar, telefonuna dostane mesajlar yazar, hasbelkader eline ulaşan fotoğraflarını süzmeye başlarsın. liseli saf aşıklar gibi fotoğrafla konuşurken bulursun kendini, kimse farketmeden kendine geldiğin için şükredersin. gülümseyerek poz verdiği fotoğraflarına bakarken heyecenlanır, onun mekanlarına onunla gittiğinizi hayal edersin. kolkola girdiği arkadaşlarına burun kıvırır, elini omzuna atan karşı cinslere sinir olursun. sanki onu umursamıyormuş gibi, onunla ilgisi yokmuş gibi, ama aslında tamamen ona hitaben mesajlar yazarsın iletilerine. hem ilgilenmiyor görünüp, hem de delicesine dikkatini çekme çabasına girersin. onlarca satır yazışırsınız, aradan cımbızla çekip çıkarttığın bir cümleyi yorgan yaparsın gecelerine. belki karşılık bulursun bir an, ondan sana doğru yarım adım gelir, inanmaz, sen kaçmaya başlarsın bu defa. sen de değişirsin o süreçte, hep sorgular, hep korkak yanının ardına saklanır bir insana dönmüşsündür çünkü.onunla yaşamayı istediğin hayallerin yönetmeye başlar hayatını. güne onun gülümseyen fotoğrafıyla başlar, günü arabanda onun adını haykırarak bitirirsin. çocukça bir meraktır işte, onun adı senin sesine yakışıyor mu, duymak istersin.
yakışır, gülümsersin...

şansın varsa, yolun bir gün gerçekten ona çıkar, ve şansın varsa o yolun ucunda en baştan bu yana seni bekleyen insan sana kucak açar.yok eğer hayal gücün çok fazla girdiyse yaşam yoluna, suratını asar, hayatın sıkıcı, durağan temposuna geri dönersin. yaşadıkların yanına kar kalır, yeniden aşık olabildiğini, duygularının sana yeniden aynı heyecanı yaşatabildiğini, yediğin kazıkların seni hiç de hayattan koparamadığını farketmenin keyfini yaşarsın. yüzüne aptal bir gülümseme yapıştırır, yoluna devam edersin. "ya olsaydı" diye mırıldanır, sadece o ihtimali hissetmeye bile değdiğini söylersin kendine.
çünkü önceleri farketmediğin, ihtimal vermediğin, ya da aslında görmezden gelmeye çalıştığındır, ama nefes alabildiğini hatırlamanı sağlayandır yeniden aşık olmaya başlayabildiğini farketmek...

9 Temmuz 2009 Perşembe

Bir "Çalma" Hikayesi...

Bir hevesle başlamıştır herşey....
Hesap kitap tutmadığı halde matematiğinize ihanet eder, ailenizden ayrı bir eve çıkarsınız. Aslında bir 37 ekran televizyon, bir çift kişilik yatak, ve anneden kapılmış birkaç tavadan oluşmaktadır evin ilk eşyaları, ama dünyayı değiştirecek güce sahip olduğunuzu düşünmeye başlamışsınızdır artık. Ne de olsa en kıymetli hazineniz yanınızdadır; yıllar boyu harçlıklarınızı yönlendirdiğiniz yegane kaynak, müzik setiniz ve eşsiz müziklerle dolu arşiviniz... Kimileri special edition, kimisi size özel imzalı, kimisini şimdi almaya kalkışsanız paranız yetmez.

Öyle bir heyecandır ki o ilk günler, sanki hayatınızın her boş anını evde geçmek zorundaymış gibi hissedersiniz.
Bir gün, bir öğlen vakti dışarı çıkar, normalde restaurantta yemek varken güzel güzel, yemekleri paket yaptırır, hevesle eve dönersiniz. Elinizdeki torbalarla binbir manevra yaptıktan sonra tam da anahtarı kapıya doğru uzatırken bir ayrıntı dikkatinizi çeker. Kapının kenarından normalde olması gerektiğinden daha fazla ışık süzülmektedir apartman koridoruna. Filmlerdeki gibi hafifçe itersiniz parmağınızla, ve ağır çekimde açılıverir kapı...
Gözlerinize daha bavuldan çıkartılıp dolaba yerleştirilmemiş olarak bıraktığınız kıyafetleriniz ilişir önce; annenizin ütüsü bozulmasın diye özene bezene katladığı gömleklerinizin üzerinde çamurlu ayak izleri vardır... Sevgilinizin yazdığı mektuplar, hani kokusu kaybolmasın diye binbir özenle sakladığınız mektuplar yırtılıp yerlere saçılmıştır; muhtemelen para aranmış ve bulunamadığı için öfkeye kurban edilmiş şekilde.
Siz henüz şoku üzerinizden atamamışken, gözleriniz tam köşedeki boşluğa ilişir. Müzik seti... Ve müzik arşivi...
Komşular kapıdan kafalarını uzatıp "iyi iyi, aman iyi ki birşey bulamamışlar, aman geçmiş olsun, kaset maset, sidi midi önemli diil" tadında, tatsızlığında cümleler kurarken, siz onların asla anlayamayacağı bir hüzne gömülürsünüz. İki damla gelir tıkanır gözlerinizin ucuna, anlamayacaklar diye tutarsınız kendinizi. Kime inandırıcı gelecektir ki bir insanın her biri için başka hikayeler yüklediği müziklerinin artık kaybolmasının böyle yaralayıcı olabileceği...

Prosedür işler, polis gelir. Evden neyin eksik olduğunu sorar,lar “CD arşivim” dersiniz, cevabınızı duyunca gülümserler, üstüne bir de vakitlerinin gereksiz yere gasp edildiği düşüncesiyle fırça yersiniz. Sözde parmak izleri alınır, o esnada cebinden walkmaninin ucu görünen genç polis yanaşır sessizce;
"Arkadaşım, seni çok iyi anlıyorum ama altın, para filan olmadıkça sen bu işi unut..."
Siz unutmuş, unutacakmış gibi yaparsınız...
Polisler gider, tek demirbaş plastik sandalyeye oturup evi baştan aşağı gözden geçirirsiniz. Gözünüz bir kenara bırakılmış paket içindeki yemeklere ilişir. Poşeti çöp yapar, çamurlu gömlekleri doldurursunuz içine. Keyfiniz alt-üst olmuştur, ama işte tam da öyle anlarda dinlemek istediğiniz, sizi tedavi edecek müzikleriniz de yoktur artık...
Ne yemeğin tadı kalır, ne müziğin, ne de daha bir gün öncesinde hayatınızı değiştirdiğini düşündüğünüz yeni evinizin. Kendi eviniz yabancı olur size, siz küskün hayata.

Derken yatağınızın başucunda, her gece uyumadan önce eşsiz gülümseyişine bakarak uyukladığınız sevdiğinizin fotoğrafı gelir aklınıza. Bir korku, bir heyecan bastırmaya başlar, duvarlar üzerinize gelir, korkarak yönelirsiniz odaya. Ve, ne mutlu ki, onu bütün güzelliğiyle o fotoğrafta yine size gülümseyerek bakarken görürsünüz.
Heyecanınız o anda yavaşça yatışır, yüzünüzde aptal bir gülümseme oluşur.
Bir insana tüm saflığıyla aşık olmanın, bir sevdayı tüm saflığıyla paylaşmanın dünyadaki en sınırsız güç, en büyük keyif olduğunu hatırlarsınız...
Gülümseyerek evdeki demirbaş sandalyeye oturur, elinize lütfedilerek size bırakılmış telefonu alırsınız. Numaraları ezberden çevirirken, yeni arşivinizin ilk şarkısını bulmuşsunuzdur çoktan;
hayat devam ederken tüm güzelliğiyle,
herşeye rağmen...
(son günlerde etrafta çokça konuşulmaya başlanan hırsızlık olayları üzerine yakın geçmişten bir hikaye...)

20 Haziran 2009 Cumartesi

Fanatik ve Taraftar

tarih: 4 kasım 1992
yer: ali sami yen stadyumu
sebep: galatasaray-eintracht frankfurt karşılaşması

iki kardeş, ikisi de üniversite öğrencisi, ikisi de iyi birer galatasaray taraftarı (ama kör fanatik değil!)
o dönemler avrupa başarıları henüz hayalden bile uzak, dolayısıyla bir alman takımını eleme şansı yakalamış olmak, insanın hayatında bir defa görebileceği bir sahne.
(diye düşünülüyor yani o zamanlar...)
harçlıklar son damlaya kadar biriktiriliyor, okullar bir şekilde asılıyor, trene biniliyor ve soğuk trende ankara-istanbul yolculuğu yapılarak, ardından da hiç vakit harcanmayarak stadyuma gidiliyor.
mahşer günü gibi, inanılmaz bir kalabalık.
maçın başlamasına saatler var, ama biletler bitmiş, bilet alanlar bile içeri girmekte zorlanıyorlar. ama günlerdir kurulmuş bir hayal var, görevliler "bilet kalmadı" diye bağıradursun, inatla sıra yapıyor insanlar gişelerin önünde.
derken bir karaborsacı dolaşmaya başlıyor ortalıkta.
abi kardeş son paralarını çıkartıyorlar, ama iki bilet için yeterli değil para. tüm cepler itinayla kontrol ediliyor, yemek parası da dahil ediliyor, ama hala eksik var...
oflayıp puflayıp ağlamaklı gözlerle boşluğa bakarken iki kardeş, sıranın hemen arkasından bir adam cüzdanını çıkarıyor. cüzdanında görünen son para bilet için gerekli farkı tamamlayacak, ama başka parası yok adamın. kardeşler itiraz ediyorlar, adamın son parasını alamayacaklarını söylüyorlar inatla, ama adam ısrar ediyor.
"ben izmit'ten geldim, siz ta ankara'dan gelmişsiniz bu maça, benim dönüş tren biletim var hem, yemek de yemeyiveririz, noolacak ki" diyor.
gönülsüz, ama çaresiz alınıyor para, ve hasbelkader içeriye girebilen son kişiler oluyor o üç kişi.

saatler geçmek bilmiyor, güneş altında karınlar acıkıyor, bünye su istiyor.
bir süre sonra yukarıdan bir ses duyuluyor "ankaralı, izmitli!... alın şunları kardeşler, afiyet olsun..."
elden ele sandviçler ve içecekler geliyor, yani herkes herşeyin farkında.
yani aslında futbol bahane, insanlık heryerde...

maç başlıyor, henüz 5. dakika. uğur tütüneker gol atıyor, yanda rastgele birilerine sarılıyor kardeşler, tesadüf ya, izmitliyi buluyorlar yine...
gülümsüyorlar...
"kardeş," diyor izmitli mutlulukla,
"ben fenerliyim aslında biliyor musun... ama milli davadır bu, cimbom kazansın biz de seviniriz. hem hikaye bunlar yahu, insanlık öldü mü.."

yıllar geçiyor, insanlar galatasaray fenerbahçe diye salyalar akıtarak birbirlerini bıçaklıyorlar... az önceki hikayenin kahramanı olan sizin gözünüzde sağlam bir galatasaraylı, ama herşeyin öncesinde doğru düzgün bir adam olarak (olmaya çalışarak) yıllar öncesinin izmitli adamı canlanıyor;

"insanlık öldü mü?..."

7 Haziran 2009 Pazar

Yazma Cesareti...

Bir zamanlar, mizah dergisi Hıbır'da Atilla Atalay'ın yazdığı, Ergün Gündüz'ün çizdiği ayrılık öyküleri yayınlanırdı her hafta...
Onların birinde, bir ayrılık sonrası delikanlının yaşadıkları çarpıcı bir gerçeklikle anlatılmıştı.

Delikanlı, ayrılığın ardından bambaşka birisi oluyor, birden daha önce hiç zaman ayıramadığı şeylerle ilgilenmeye başlıyordu. Yeni hobiler ediniyor, spor yapmaya başlıyor, okulda kimsenin veremediği dersi ilk alışında geçiyor, ağır kitapları bir çırpıda bitiriyor ve insanların zorlandığı her şeyi kısacık süreler içinde çözümleyiveriyordu.Oysa, ayrılık sonrası ilk geliş hiç de öyle olmuyordu...

Delikanlı, evini en ince ayrıntısına kadar "terkeden"i etkileyeceğini umduğu şekilde düzenlemiş, kendisini onun karşısında "yıkılmamış, güçlü ve zevkli" göstermek için ne gerekiyorsa yapmıştı. Fakat son bir görüşme ve son gidişin ardından, o ana kadar görmezden geldiği gerçekle yüzleşiyor ve asıl çöküşü o an yaşıyordu genç adam...

Yazdığı öyküler kadar, öykülerden sonra okuyucuların aklına gelebilecek sorulara da hakim olan yazar, şu cümleyle yapmıştı kapanışı:

Gerçekten başından geçti mi diye sorarsınız öykücüye,
Oysa anlatılanlar sizin hikayelerinizdir hep...

Hiç kimse yalnız değil dünyada, ve sadece bize olduğunu zannettiğimiz her şey, bir başkasının yaşamında da yer buluyor aslında…
Ve, “anlatmazsam, üstesinden gelemem” diye başlananlar, başkalarının öykülerine dönüyor bir süre sonra.
Kelimenin tam anlamıyla “öykü” olmasa da, bir kenarından dokunulmuş yaşam gerçekleriyle karşılaşacaksınız “Geceyarısı Öyküleri”nde. Belki bir hayalden ibaret, belki yazan yaşadı, belki siz, farkına bile varmadan…
(Geceyarısı Öyküleri Giriş bölümünden bir alıntı...)

20 Temmuz 2007 Cuma

With Or Without You

Çocukluktan gençliğe geçiş dönemini, ya da moda deyimle "ilkgençlik yılları"nı arsız bir U2 bağımlısı olarak geçirenlerdenim... O yüzden onların konser kayıtlarını izlemek hala benzersiz bir keyiftir benim için... (Ve, eğer birgün birileri onları Türkiye'de konser vermeye ikna etmiş olacaksa, emin olun ki o ekipte ben de olacağım!!!)

Aşağıda ekşisözlük'ten alınma bir u2 yazısı, devamında da "U2-Elevation" turnesinin "Live in Boston" adıyla DVD'si de yayınlanan kayıtlarından yazıda anlatılan hikayesi var...

Ben her izlediğimde, hala aynı heyecanı duyuyorsam, aynı heyecanı paylaşan birileri vardır sanırım;
öyleyse sizi aşağıya alalım:

yıllar geçiyor, herşey eskiyor ama u2 hep aynı tazelikte kalıyor...
2001’in 6 haziran’ı...
boston, massachusetts...
u2, elevation turnesi...
turnenin çok özel bir anlamı var aslında... daha önceki iki turne ağırlıklı olarak sahne şovlarına yönelik görsel performanslardan oluştuğu için , grup üyeleri ve organizatörler u2’yu yeniden hayranlarıyla –bono’nun deyimiyle yaşam kaynaklarıyla- buluşturmak, ve aslında bir anlamda u2’nun (sadece) müzik kalitesini öne çıkarmak istiyorlar... görsel performansların değil, bono’nun, the edge’in, adam clayton’ın, larry mullen’ın enerjilerinin şovu olacak yani bu...
gerçekten de konser u2’nun sıkı müzikleriyle süsleniyor... elektronik değil, gerçek gitar sesleri çoşturuyor boston kalabalığını; herkes memnun halinden yani, fazlasıyla...
tam bitti derken konser, protest bir bis sürpriziyle karşılaşıyor izleyiciler; bullet the blue sky’la sinirler geriliyor, ortalık kızışıyor, tempo artıyor... sert bir finalle parça bitiyor... sessizlik... karanlık...
ve the edge’in gitarından duyulan bilindik tınılar; with or without you’nun ilk notaları... az önceki çığlıklardan eser yok bilmemkaçbin kişilik salonda, herkes suspus, çünkü hepsi gayet iyi biliyorlar ki bu bir keşif parçasıdır...aradaki bir tek nefes, bir tek kelime, bastan gelecek bir tek nota, eklenecek bir tek davul darbesi yepyeni şeyler anlatmaya başlayabilir bu şarkıda...
bono seyircilerin yanına kadar geliyor, mırıldanmaya başlıyor;
“see the stone set in your eyes,
see the thorn twist in your side,
i'll wait for you...”
gözleri en önde ağlayarak onu izleyen hayranlarında; kimbilir kaç saat önce geldiler orada, en önde olabilmek için... bono elini uzatıyor, genç kızın elini tutuyor... bu bile yeterliyken aslında genç kızın yaşam öyküsünü değiştirmeye, kendine doğru çekiyor bono onu... bodyguard kızı kucaklıyor ve sahneye çıkartıyor... bono sırtüstü uzanıyor sahneye, genç kızı yanına yatırıyor... kızın gözleri sırılsıklam, pırıl pırıl... şarkı devam ediyor;
“through the storm we reach the shore,
you give it all but i want more,
and i'm waiting for you”
bono dirseğinin üzerinde doğrularak kıza bakıyor; sanki onbinlerce kişinin önünde sahnede değiller de, evlerinin oturma odasında müzik dinliyorlar gibi... kız o kadar heyecanlı, o kadar mutlu ki, farkında bile değil olanların... bono hafifçe gülümsüyor, kollarıyla göğsüne çekiyor kızı... kızın heyecandan nefes alışının ne kadar da hızlandığı ancak o zaman anlaşılıyor zaten... şarkı devam ediyor:
“and you give yourself away
and you give yourself away
and you give
and you give
and you give yourself away”
salondaki dev ekranlarda önce bono’nun yıllardan yorgun düşmüş yüz hatları, sonra da genç kızın pürüzsüz, taptaze cildi görünüyor... bono kıza yaklaşıyor, dudaklarına küçücük bir öpücük konduruyor... kimbilir, belki dokunmuyor bile, ama bu bile o ana kadar sessizce şarkıya eşlik etmekle yetinen onbinlerce kişinin birden salonu çığlıklara boğmasına yetiyor... çünkü bütün kadınlar bono’ya bir kez daha aşık oluyor, çünkü bütün erkeklerin kıskançlığı ikiye katlanıyor...
sahnedeki genç kız dayanamayıp artık gözlerini kaparken tir tir titreyerek, bono onun elini alıyor, kendine çekiyor, bir öpücükle ödüllendirerek ellerini, onu tekrar bodyguarda teslim ediyor...
salondaki herkes bu sahneye kendi anısını yüklüyor, müzik tarihine yeni bir sayfa ekleniyor...
çığlıklar yıkarken salonu,
şarkı devam ediyor;
“with or without you
with or without you
i can't live
with or without you”

aslında zaten bono bu yüzden bono oluyor, u2 bu yüzden yıllar geçmesine rağmen hep u2 olarak kalıyor...
bize de başladığımız cümleye dönmek düşüyor;
yıllar geçiyor, herşey eskiyor ama u2 hep aynı tazelikte kalıyor...

(hoba, 30.12.2004 23:27 ~ 23:29)

8 Nisan 2007 Pazar

Kaputaş

Yaz yaklaşıyor, hesaplar yapılmaya başlandı... Benden -bilmeyenelre- bir öneri;
Hayatımda gördüğüm en güzel manzaraya sahip bir otelde kalmıştım iki yaz sezonu boyunca Kalkan'da... Ve bir de dünya çapında tanınan meşhur Kaputaj Plajı yer etmişti anılarımda...
O yazlardan birinin dönüşünde Kaputaj Plajı'nın öyküsü hakkında kısa bir yazı yazmam istenmişti uzun zaman önce; ben de o yazıyı buraya eklemek istedim...

Yaz yaklaşıyor, buyrun efendim:)


O yoldan geçmiş olanlar bilirler; Kaş’la Kalkan arasındaki bol virajlı, ama muhteşem manzaralı yolda Kaputaş adında bir yer vardır... Kaputaş, dünyanın en güzel plajlarından birisi olarak tanınır. Onlarca dik basamaktan sıkılmadan ve pes etmeden inilmesini sağlayan, denizin olağanüstü güzelliğidir... Sahil biraz küçük, yol biraz yorucudur belki, ama karşılaşabileceğiniz en dalgalı, fakat en temiz deniz vardır orada; ve belki de bu yüzden birçok insan oraya uğramadan bitmiş saymaz tatilini...

Oysa çok azının bildiği bir başka yaşam vardır Kaputaş’da aynı zamanda...

1963 yılında Kaputaş’ın yapımı sırasında hayatını kaybeden 4 kişinin adı küçük bir metal levhadan izler denizi... Onlarcasını, binlercesini keyiflendiren, mutlu eden Kaputaş, kaç kişiye hüzün getirmiştir oysa daha öncesinde, kimse farkına varmaz...

Başka bir yerden bakmak gerekir aslında Kaputaş'ın hüzünlü öyküsüne; aynı dünyayı paylaşıyoruz yaşamak için, ama aynı dünya bambaşka hayatlar sunuyor hepimize, biraz da bizim seçimlerimizle...

En doğrusu, bazen bir nefes arası alıp da tepeden bakmak gerekir hayata... Ne çok yanlış yapıyoruz, ve aslında dahası ne de çok tekrarlıyoruz başkalarının defalarca yaptığı yanlışları...

İşin doğrusu, arada bir küçük izinler almak gerek yaşamdan...

Ne demiştik;
yaz yaklaşıyor, farkında mısınız:)