25 Haziran 2015 Perşembe

Modern Sabahlar vs. Modern Zamanlar


- Hoşçakalın...
- Hoşçakalın...
- Hoşçakalın...
...
- Günaydın...

Ve sessizlik...
Muhtemelen en fazla beş saniye sürmüştür. Dinleyen herkese çok daha uzun geldiğine eminim. Belki de birden araya girip ‘şaka la şaka’ diyeceğini bekledi birçok kişi onların. Ben demeyeceklerini biliyordum. Radyoda ‘yayın ölmesi’ diye bir tabir vardır çünkü. Bir saniye, hadi belki iki... Ama daha fazla sessiz olunamaz yayında. Dinleyici yayının gittiğini düşünür ve hemen başka bir kanala geçer. O kanaldan yeniden sana dönmesi de yaklaşık elli dakikaydı bir zamanlar araştırmalara göre. Yani yayını öldüremezsin. Hiçbir şey olmuyorsa potu açar, havadan sudan konuşmaya başlarsın ve o sırada aksaklık her ne ise onu bulup çözmeye çabalarsın ama o sessizliğe izin veremezsin.
İşte bu yüzden o sessizliğin ardından başka bir şey gelmeyeceğini biliyordum. Ege, Fahir ve Oktay her ne olursa olsun yayının ölmesine izin vermezlerdi. Verdilerse bir bildikleri var mutlaka dedim. O son ‘Günaydın’ın hep akılda kalmasını istediler belki de..

Sadece birkaç dakika önce, veda konuşmasına başlarken Fahir’in sesinin titrediğini farkettik hepimiz. Gözleri de dolmuştur ve kendini tutmuştur, ona şüphe yok. Bir hafta önce Fulya da aynı buruklukla veda etmişti. Yaptıkları son programlardaki alt metinlerden, Radyo ODTÜ’ye biraz haksızca veda etmek durumunda bırakıldıkları açıkça anlaşılıyordu. Bu kırgınlık, veda konuşmalarında her üçünün de seslerine yansımıştı. Ama ona rağmen vefayı atlamayıp ‘Modern Sabahlar’ı Modern Sabahlar yapan Radyo ODTÜ’dür’ cümlesini kurdular. Kendilerine yakışır şekilde. Ama buruk seslerle...

18 Ocak 2015 Pazar

Radyoya Bir Tost, Bir Portakal Suyu!...


Bundan altı yıl öncesiydi. Askerden yeni dönmüştüm, kafalar fena halde karışıktı! Geri geldiğimde daha önceki görevime kaldığım yerden devam etmek üzere holding CEO’su ile sözleştiğimiz Radyo Mydonose’da işler pek de iyi gitmemiş, satılma dedikoduları dolaşmaya başlamıştı. Biraz sert ve acımasız olmasıyla tanınan ama birebir çalıştığımız üç yıllık süre içinde onlarca yıllık eğitimle edineceğimden çok daha fazlasını öğrenmemi sağlamış olan yöneticimle holding ofisinde buluştuk. Bana eğer istersem sözünün hala geçerli olduğunu ama aslında yine aynı holdinge bağlı olan ve o dönemde hızlı bir yapılanmaya giren MyBilet’te görev almayı düşünüp düşünmeyeceğimi sordu. Bu tür sorular esasında pek de soru cümlesi değildir, yöneticinizin size duyduğu saygının ve nezaketin bir göstergesidir. İnternet sektörü gerçekten çok ilgimi çekiyordu. Kendisine büyük memnuniyetle yapacağımı ama tek bir şartım olacağını belirterek onun şaşkın bakışları altında şunu söyledim:

“Ama lütfen benim bir radyoda düzenli program yapmama izin verin, radyoyu bırakmak istemiyorum!”

Hayatımda bazı değişim süreçleri var. Bir önemli sürecin de böyle başladığına inanıyorum. Şu anda yapmakta olduğumu işimi de o dönemde edindiğim internet sektörü bilgim kadar, yayından kopmamış olmama da borçluyum.

Bu konuşmadan, yani benim MyBilet’te çalışmaya başlamamdan birkaç ay sonra TRT’nin Ankara’da bir kent radyosu kurmayı planladığını haber aldık ve devamında hikayesini Ankara The Best dergisinin Sonbahar-Kış 2012 sayısında yayınlanan bu röportajda okuyacağınız Haftaya Paydos süreci başladı. Önce TRT’de, ardından da röportajın gerçekleştirildiği süreçte Radyo ODTÜ’de Banu Tarancı ile birlikte yıllardır süregelen ve artık kardeşlik yakınlığına dönüşen dostluğumuzu sonunda frekanslara taşıma fırsatı bulmuş olduk.

Bir süre ara verdikten sonra, 12 Ocak 2015 günü itibariyle TRT’nin yeniden hayata geçen Kent Radyo Ankara projesinde hafta içi her gün 17:00-19:00 saatleri arasında yayındayız. Bizi Ankara’da FM 105.6 frekansından ya da internet aracılığıyla dinleyebilirsiniz. Ayrıca Facebook, Instagram ve Twitter hesaplarımızda da birlikteyiz.

Biz yeniden radyoda olmayı gerçekten çok özlemişiz, sizi de bekliyoruz.

(Röportajı dergiden okumak için sayfanın en altındaki görsellerin üzerine tıklamanız yeterli.) 

4 Ocak 2015 Pazar

Kafanda Deli Sorular!


-        . Selim sana bir şey söylemem gerek.
-        . Ne oldu?
-        . Artık sana bir şeyler anlatırken çekinmeye başladım.
-        . Neden?
-        . Yazarsın diye korkuyorum.
-        . Nereden çıktı şimdi bu?
-        . Yazdıklarına bakıyorum, hep başından geçenleri ya da hayatına girenleri anlatmaya başladın.
-        . Öyle mi düşünüyorsun?
-        . E baksana, ya sen varsın, ya da etrafındakiler var son yazdıklarına. İsim bile veriyorsun bazen.
-        . Onların gerçek isimler olmayabileceğini söylememe gerek var mı?
-        . İsmi değiştirsen ne farkeder ki? O dönemde seni tanıyan ve yanında olan biri rahatlıkla anlayacak kim olduğunu. Nokta atışı detaylar da veriyorsun sonuçta.
-        . Onların gerçek olduğu ne malum?
-        . Hadiii, uyduruyor musun yani hepsini? E kusura bakma ama o zaman resmen kandırıyorsun bizi. Bu daha büyük bir sahtekarlık!
-        . Kandırmıyorum ki. Varlar onlar. Ama her hikayede tek bir kişiyi anlatmıyor olamaz mıyım?
-        . Nasıl yani?
-        . Değişik insanların değişik yanlarını biraraya getirerek yeni bir karakter oluşturuyorum belki...
-        . Peki onu oluşturanların her biri gerçekten var mı hayatında?
-        . Bazen varlar, hatta bazen çok yakınımdalar, bazen de sadece çok kısa bir an yollarımızın kesiştiği biri.

10 Ekim 2014 Cuma

Sır Tutabilir Misin?


İkibinli yılların başlarındayız.
Radyo Mydonose'da yayın yapmanın dışında yeni görevlerle de ilgileniyorum. Kısıtlı bir ekipten oluşan departmanımızla iki radyonun neredeyse tüm projelerini yürütmeye çalışıyoruz. Mütevazı olmaya niyetim yok, yaptığımız işlere şimdi dönüp de baktığımda aklım almıyor gerçekten. O kadarcık ekiple böyle büyük projeleri nasıl çıkartabildiğimize hala inanamıyorum! Cevap çok açık belki de; ben çok sevdiğim bir işi yapıyordum ve çok güvenebildiğim (esasında hayalleri tam olarak bu olmasa da, en azından beni mahcup etmemek adına) işleri aksaksız yürütebilmek için fedakarca çalışan ekip arkadaşlarım vardı. Doğruya doğru, ben “show business” işinde olmaktan delice keyif alıyordum (ki hala da öyle), onlar da birlikte bir şeyler yapıyor olmamızı seviyorlardı.
Birçok organizasyonla, radyonun uzun zamandır aşağıya doğru ivmelenmiş “rating”lerini tersine çevirmeyi başarmıştık. Çok sayıda etkinlikte adımız geçiyordu. Bazılarına sponsor oluyor, bazılarını bizzat biz yapıyorduk. Gerçekleştirdiğimiz partilerde o dünyaca ünlü meşhur DJ’lerden önce/sonra biz çalardık. Gerçekten çok eğlenceliydi, her nasıl olursa olsun sahnede olmak hep çok büyülüdür. Kaldı ki, o büyüyü bireysel olarak sahne arkasında da yaşıyorduk. Bu büyük partiler sırasında dünyaca ünlü pek çok DJ’le tanışabilmiştim. Hatta  etkinliklerimiz sebebiyle Türkiye’ye sık gelmeye başlamış olan bazılarıyla “naber panpa!” kıvamına yakın samimiyetlerimiz olmuştu!


İşte o gecelerden biri.
Bodrum’un ünlü kulüplerinden birinde sahne arkasındayız. Mekan gerçekten tıklım tıklım dolu, içeride kulüp DJ’i çalıyor. Birazdan önce ben, yaklaşık bir saat sonra da o DJ sırayla sahneye çıkacağız. Nedense o gün sessiz görünüyor. Farkettiğimi söylüyor ve sebebini soruyorum. “Oğlumu özledim” diyor bir çırpıda. Nasıl yani? Ama kimse bilmiyor onun bir çocuğu olduğunu! Nasıl da büyük bir haber, Entertainment Weekly havasındayım. Evliliği bile bilinmezken, o çocuğundan bahsediyor. “Bilmiyorsun tabi, neredeyse hiç kimse bilmiyor ki..” diyor. Daha da ileri gidip, bir süre önce boşandıklarını anlatıyor. Anlatmaya devam ettikçe cümle aralarına sıkıştırdıklarından, esasında zamanla tercihlerinin farklılığını keşfettiğini, sonunda bunu da açıkça eşiyle paylaştığını ve bu sebeple ayrıldıklarını anlıyorum. Üstüste bomba haberler! Konuşma sırasında menajeri katılıyor aramıza. O anlattıkça gözleri açılıyor. Kolundan tutup fısıldayarak “Ne yapıyorsun, bunları anlatmamalısın!” dediğini duyuyorum. “Ben ona güveniyorum.” diye cevaplıyor.
Mutlu oluyorum birden, gururlanıyorum açıkçası. Bir insanın güvenini kazanmış olmak, öylesine değerli ki!

Radyo ODTÜ’nün ilk yıllarındayız.
ODTÜ Radyo Topluluğu için etkinlikler düzenliyoruz. O dönemin kendi alanlarındaki birçok önemli ismini söyleşilere davet ederek kampüsle buluşturuyoruz. Herşey harika, keyfimiz çok yerinde. O isimleri öylesine iyi ağrılıyoruz ki, daha sonraları Ankara’ya yolları düştüğünde mutlaka bizi aramaya başlıyorlar. Onlardan biri de o dönemin televizyon yıldızlarından biri. O günlerde, dizilerdeki önemli isimlerden biriyle birlikte oldukları yönünde iddialar var ama gazeteciler onları bir türlü yakalayamıyor. Malum, şimdiki gibi değil o dönemler, zaten az sayıda yıldız isim var ve her adımları büyük haber değerinde.
Bir Ankara seyahati öncesi telefon açıyor ve görüşebileceğimizi söylüyor. Biz de ekipten bir arkadaşımla havaalanına onu karşılamaya gidiyoruz. Selamlaşma faslından sonra arabaya geçiyoruz. Biraz beklememizi istiyor. Birkaç dakika sonra sebebini anlıyoruz. O da ne! Uzaktan malum dizi yıldızı görünüyor, hızla gelerek arabamıza biniyor. Selamlaşıyoruz. Hareket ediyoruz ama şaşkınız tabi. O gün ülkede kaç tane magazin gazetecisi varsa, istisnasız hepsi bu haberin hayaliyle yaşıyor. Biraz sonra gülümsemeye başlıyorlar. “Çok mu şaşırdınız?” diyor. Aynı gülümsemeyi takınarak onaylıyoruz. “O zaman sizi daha da çok şaşırtalım mı? Biz evlendik!” Refleks olarak “Yok canım!” dediğimi hatırlıyorum. Vardı, yoktu, oldu, olmadı, derken çantasından evlilik cüzdanını çıkartıp uzatıyor. Gerçekten de evlenmişler! Memleketin magazin bombası yan koltuğumda oturuyor. Yalan yok, heyecanlanıyorum. Ama öylesine rahat paylaşıyor ki bunları, bize katıksız güvendiği çok açık.
Mutlu oluyorum birden, gururlanıyorum açıkçası. Bir insanın güvenini kazanmış olmak, öylesine değerli ki!

Dizi furyasının başladığı ilk dönemlerdeyiz.
Düşünün ki Seğmen Ağa popülaritesi henüz birkaç sene önce bitmiş ülkede! Yeni tanıdığımız kadın oyunculardan biri, zamanın en popüler dizisinde başrollerden birini oynuyor. Dizinin şöhreti sayesinde popülaritesi o kadar yüksek ki, çeşitli firmalarla sponsorluk anlaşmaları yapmış durumda. Onlardan birinin düzenlediği imza günü için Ankara’ya geliyorlar. O yıllardaki menajeri arkadaşım olduğu için onlarla önceden buluşuyorum. Etkinliğe kadar geçen süre içinde sohbetimiz de ilerliyor, samimi bir arkadaş ortamı oluşuyor. İmza günü etkinliği gerçekleşiyor. Son fotoğraflar da çekildikten sonra masadan kalkmadan önce bir çırpıda masadaki tükenmez kalemlere uzanıyor, bir tomarını çantasına atıyor. Fısıldayarak “Sen de alsana!” dediğini duyuyorum. Tavır çok garip, dahası kalemler de en uyduruk markette bile bulacağınız en en ucuzundan, özel bir ürün değil yani. Sonuçta ortada çok tatsız bir durum var. Şaşkınlıktan ne yapacağımı bilemiyorum. Öyle kalakaldığımı gören arkadaşım yanıma yaklaşıp “Böyle bir huyu var, idare et.” diyor tedirginlikle. Ne büyük bir olay aslında. Acı bir gülümseme yapıştırıyorum yüzüme. İkimiz de bu konuyu bir daha hiç açmayacağımızı biliyoruz.
Mutlu oluyorum birden, gururlanıyorum açıkçası. Bir insanın güvenini kazanmış olmak, öylesine değerli ki!


Bu hikayeleri anlatmamın net bir sebebi var. Olaya ünlüler hakkında başkalarının bilmediklerini bilen insan profilinden bakmanızı istemem. Zira, sözkonusu o olduğunda, sanatçı menajerlerinin, basın danışmanlarının anlatacak ne büyük hikayeleri vardır ama bu durum, o mesleğin gereklerinden biridir, onlar zaten herşeyi bilen ama hiçbir şeyden bahsetmeyen insanlar olmak durumundadırlar. Bir zorunluluk halidir yani. Oysa, böyle bir pozisyonda değilken bazı şeyleri duymazdan, görmezden gelmek başka bir durumdur.

Sır tutabilmek dünyadaki en büyük erdemlerdendir. En dibindeki insan da olabilir, sadece birkaç dakika once tanıdığın biri de, farketmez, değeri değişmez. Bazen hissedersin çünkü; yeni tanıdığın birinin sadece bir bakışında bile ona güvenebileceğini, birkaç küçük ama önemli hikayeyi ona anlatmanın sana çok çok iyi geleceğini hissedersin. Yoktur bir mantığı ama bazı insanlarda vardır işte bu büyü. Hissedersin, güvenirsin ve paylaşırsın. İşte o yüzden, en dibindeki insan da olabilir, sadece birkaç dakika once tanıdığın biri de, farketmez, biri seninle bir sırrını paylaştıysa, o güvenin karşılığını vermen gerekir. İnsan olmak budur.
Ve esasında, bu kadar ağır bir yük olmasına rağmen, en basit insanlık sınavı budur.
Eğer sana bu değeri veren birine ihanet edersen, yaşamında yaptığın hiçbir “büyük”lük beş para etmez.

Unutma ki, inanıldığın kadar değerlisin, ederin kadar büyüksün.

Asla ucuz olma!.

(Hikayelerin kahramanlarının isimlerini paylaşmadığım için beni anlayacağınızı umuyorum...)

8 Eylül 2014 Pazartesi

Şükretmek İçin Senin (Kimbilir) Kaç Sebebin Var?


Hatırlar mısınız; uzun yıllar önce posta kutularına bırakılan, “Bu mektubu fotokopiyle çoğaltıp sen de 10 kişiye göndermezsen şunlar şunlar olacak, başına da şöyle olaylar gelecek” şeklinde absürd finalleri olan ve günümüz spam e-posta’larının ataları sayılacak mektuplar vardı. İşte ben şimdi anlatacağım saadet zincirine benzeyen akımları da o mektup furyasıyla bir tutuyorum ve o yüzden genelde hep kayıtsız kalırım. Ancak bu tür davetler hayır diyemeyeceğim birilerinden gelince seçeneklerim tükeniyor.

Geçtiğimiz hafta, her daim sürprizlerle dolu arkadaşım Mine, Facebook’ta benimle birlikte 3 kişiyi etiketleyerek bize bir görev verdi. Buna göre, 3 gün boyunca her gün şükretmemize sebep olan üçer şeyi yazacak ve sonunda biz de 3 kişiyi görevlendirecektik. (Esasında bu iş doğrudan Mine’den çıkmış bile olabilir, şaşırmam!)

(Ekleme: Facebook'ta kendimce "görevlendirdiğim" ve yıllardır tüm yazdıklarını hayranlıkla takip ettiğim şahane arkadaşım Dilara da orada paylaştıklarını bloguna taşıdı. Mutlaka okumanızı öneririm.
Bir ekleme daha: İşte beklediğim buydu! Her yaptığından ve yazdığından ilham aldığım İmge'nin şükürleri de blogunda, kaçırmayın!)

Başlangıçta pek hevesli olmadığım bu görev, içine girdikçe ilginç bir yüzleşmeye dönüştü. Yazdıkça, etrafımdan birçok arkadaşım da benimle birlikte bu sürecin içine girip beni teşvik ettiler. Ben de esasında sadece Facebook sayfamda paylaştığım bu 9 maddeyi buraya da taşımak istedim.
Ne de olsa hepimizin hayatları birbirine fena halde benziyor çoğu zaman.


İlk gün ilk paragrafta belirttiğim gerekçem şuydu:

Bunları yazmanın ve herkesle paylaşmanın, bazı şeyleri daha net farketmemi sağlayacağını biliyorum. Ayrıca sonuna kadar inandığım bazı gerçekler der ki; bir kişi değişirse, herkes değişir. Dahası bir kişi hayatında biraz daha mutlu olursa bu herkesi etkiler, çünkü mutluluk bulaşıcıdır.

13 Ağustos 2014 Çarşamba

E-Bilet Sektöründe Destek Hattı Yönetmek!


Hatırlarsınız, bir dönem “Call Center Diyalogları başlığıyla internette dolaşan ve konuyla ilgili ilgisiz herkesi yerlere yatıran eğlenceli diyaloglar vardı. Çoğunuz o diyalogların bir kısmını Len atıyonuz, yemedik hadi ama komik neyse ki!” diyerek okudunuz ama aktif olarak o sektörün içinde olan bizler okurken biraz içimiz acıyordu. İnanmakta zorlansanız da Şimdi o pencereyi çift tıklatın ve açın” denildiğinde gerçekten bilgisayar masasının yanındaki oda penceresine çift tıklayarak ardından açan insanlar vardı. Size bunu söylemek istemezdim ama hala da varlar!

Çalışma hayatım boyunca çeşitli kurumlarda FAQ-SSS metinlerini bizzat hazırladığım ve Destek Hattı operasyonlarının yönetiminde aktif olarak görev aldığım zamanlar oldu. Keza çeşitli dönemlerde konser, tiyatro, sinema ve diğer etkinliklerden, otobüs-uçak bileti satışı yapan e-ticaret sitelerine kadar benzer kurumların aynı departmanlarını yöneten arkadaşlarımla paylaştığımız anlardan da bol malzemelerimiz var.
Özellikle e-bilet sektörü ağırlıklı aşağıdaki 33 sıradışı talepten oluşan listeyi Bilkent Üniversitesi’nde bir söyleşide kısmen kullanmıştım, burada da eklemelerle üzerinden geçmiş olalım.
(Aslında ilk soruda olduğu gibi bazıları gerçekten çok merak edilen ayrıntılar. Türkiye’de e-bilet sektörü ile ilgili bir yazıyı daha sonra eklemeyi planlıyorum.)

8 Ağustos 2014 Cuma

Sosyal Medyada İleti Beğenmenin 15 Altın Kuralı(!)


Doğrudan konuya girelim. Sosyal ortamlarda bir şeyler beğenilirken (“like”lamak!) emin olun akıllardan çok fazla şey geçebiliyor. Hayatın her yanında olduğu gibi burada da hassas dengeler var. “Yok canım!” dediğinizi duydum ama duymazdan geliyorum. Biraz ironiden kimseye zarar gelmez.

Ben “sen” diye anlatıyorum ama lütfen alınganlık yapmayın, sizin değil de, karşınızdaki insanların tanımlandığını düşünün ('bizim bi arkadaş" stayla!). Emin olun bu tiplerden etrafınızda zannettiğinizden de çok var…
Öte yandan lütfen sabırlı olun; bu sefer sosyal medya karakterleri yazımdaki kadar acımasız davranmadım, sonuncu madde tam sizsiniz!

Buyrunuz...

23 Temmuz 2014 Çarşamba

Amerika Seyahatinizi Kolaylaştıracak 12 İpucu



(Güncelleme - Ağustos 2017: Birkaç Amerika seyahatimin ardından 2014 yılında yazdığım bu yazı ve listelediğim notlar, geçen zaman içinde Google'da Amerika gezisi için blog tavsiyeleri arayanların ilk sayfada karşılarına çıkan bir popülerliğe ulaştı. Doğal olarak da yorumlarda ya da doğrudan e-postalarla çeşitli sorularla karşılaşmaya başladım. Zaman zaman bu başlığı kontrol ederek, önemini yitiren ya da eklenmesi gereken notlarla bu içeriği güncel tutmaya çalışıyorum. İlk birkaç paragraf kişisel bir giriş olduğu için dilerseniz doğrudan maddelere geçebilirsiniz. :) Umarım size de bir faydası dokunur. Sevgiler...)

Amerika’ya ilk seyahatim Radyo Mydonose’daki ilk dönemimizde bir eğitim için Boston’a gidişimizdi. O zaman elimizde bir program, havaalanında karşılamalar, her gün otelimizden alınmamız gibi belirli bir akış olduğu için her şey çok basitti. Tam 15 yıl sonra (evet, gerçekten ikinci seyahatim ilkinden tamı tamına 15 yıl sonra aynı güne rastladı!), yakın zamanda üç kez çeşitli sebeplerle Amerika seyahati gerçekleştirdim. İş için gittiğim de oldu, gezmek için gittiğim de. Yalnız da gittim, üç kişilik bir arkadaş grubumuz da vardı. Bu süreçte tahmin edebileceğiniz gibi bazen ön hazırlık yaparken, bazen de bizzat yaşarken karşılaştığım birçok konuda iyi ya da kötü tecrübeler edindim.

3 Temmuz 2014 Perşembe

Sen Sosyal Medyada Hangi Karaktersin?


Devir değişti hanımlar beyler. Artık sadece sosyal hayatta bir kimliğinizin olması yetmiyor, sosyal medyada da kendinizi tanımlamalısınız. ICQ ve MSN ile başlayan sosyal medya yaşamımız arada Yonja’larla 80630’larla değişik tarzlara evrilirken, lise arkadaşlarımızı bulma heyecanına kapıldığımız Facebook’la bambaşka bir boyuta geçti. Şimdi, ortalama bir dünya vatandaşı olarak hepimizin (en az) birer Facebook ve Twitter hesaplarımız, bonus olarak Instagram, Foursquare, Google+, Pinterest ve benzerlerimiz var. Ve sosyal medya dünyasıyla birlikte hayatımıza bir de takipçi kavramı girdi malum. Dolayısıyla, daha çok takipçi çekmek için bir şeyler yapmalıyız! İşte bu yüzden hepimiz bilinçli ya da farkında olmadan sosyal medyada kimlikler oluşturmaya, hatta kullandığımız sanal ortama göre değişik karakterlere bürünmeye başladık.

14 Şubat 2014 Cuma

Adam Olmak!



Yıl 2001.

32. Avrupa Basketbol Şampiyonası Türkiye'de gerçekleştiriliyor.
Normalde güreşten ve futboldan başka bir spora ilgi göstermeyen güzel ülkemiz için bu ilginç bir fırsat. Sponsorlar da olayın içine giriyor, Türkiye Garanti’nin ‘12 Dev Adam’ şarkısıyla tanışıyor. Almışız coşkuyu, son derece iyi maçlar çıkartarak ilerliyoruz. Bir önceki şampiyon İspanya bile duramamış karşımızda.
Çeyrek finalde rakip Hırvatistan. Son çeyreğe 20 sayı farkla yenik girdiğimiz maçta müthiş bir geri dönüşle ve son saniye atışıyla maçı uzatmaya götürüyor, kazanıyoruz. Ardından yarı finalde Almanya’nın karşısındayız. Bu defa Hidayet’in son 3 saniyeye girerken attığı mucize 3’lük ve final...
Finalde Yugoslavya'ya karşı tutunamıyoruz. 78-69’luk mağlubiyetle Eurobasket 2001’de ikinci oluyoruz ama bu şampiyona adeta Türkiye’nin basketbol kaderini değiştiriyor. Oyuna ilgi artıyor, genç oyuncularımız NBA’in dikkatini çekmeye başlıyor, kulüp takımları Avrupa şampiyonalarında başarılar elde ediyor.

Biz şimdi şampiyonanın öncesine gidelim.
Belki biz henüz farkında değildik ama belli ki takım büyük işler yapacağına çoktan inanmıştı. Müthiş bir konsantrasyon vardı ve yöneticiler basketbolcuları medyadan özellikle uzak tutmaya gayret ediyorlardı. Büyük televizyon kanalları bile oyuncularla röportaj yapma şansını pek de kolay bulamıyordu. Biz de Radyo Mydonose olarak Türkiye’de yapılacak şampiyonaya dikkat çekmek için birşeyler yapma isteğindeydik ama elimiz kolumuz bağlanmış durumdaydı.
Türkiye’nin grup maçları Ankara’da yapılacaktı. Uzunca bir kamp döneminden sonra maçların başlangıcına kısa bir süre kala takım Ankara’ya gelerek bir otelde kampa girdi. Ben o dönem radyoda akşam yayınları yaptığım için günümü değerlendirmek amacıyla Sports International’da işe girmiştim ve merkez ofiste çalışıyordum. Bir gün tesiste bir hareketlenme oldu ve ofise tam da benlik bir bilgi ulaştı. Milli takım ertesi gün antrenman için Sports’a geliyordu! Bilgi dışarıyla paylaşılmayacaktı ama hazırlıklı olmak gerekiyordu.
Ne yapabileceğimizi düşünmeye başladım. O akşam radyodan kayıt cihazını aldım. Televizyonlara bile röportaj verilmezken şansımızın çok yüksek olmadığını biliyordum ancak doğru yaklaşımla bazı yapılmazların yapılabileceğini de daha önce öğrenme şansım olmuştu. Şansımı denemekle hiçbir şey kaybetmezdim.

Ertesi sabah erken bir saatte milli takım otobüsü tesise yanaştı. O gün spora gelmek için o saatleri seçenler muhtemelen hayatlarının sürprizini yaşamışlardır. Kolay değil, milli takım oyuncularıyla yanyana kondisyon çalışıyorsun! Biz, Sports’un ofis çalışanları da heyecanımızı bastırmaya çalışarak kendilerine başarılar diledik ve kenardan antrenmanlarını izlemeye başladık. Herkes oyuncuların peşindeyken ben tek bir kişiye odaklanmıştım. Sürekli telefonla birileriyle görüşmeler yapan menajer Doğan Hakyemez’in konuşmalara ara verdiğini gördüğüm anda yanına gittim. Önce kendimi ve Sports’taki görevimi tanıttım, ardından da aslında Radyo Mydonose’un yayın ekibinde olduğumu belirttim. Kimseyi rahatsız etmek ya da prensiplerini zorlamak gibi bir niyetim olmadığını ancak oyunculardan birkaçından radyoda yayınlanmak üzere kısa kayıtlar almamın mümkün olup olamayacağını sordum. O dönemler Radyo Mydonose ulusal olarak da çok güçlüydü ancak bizi herkes Ankara’da tek olarak görürdü. Önce durakladı, bir an kafasında durumu değerlendirmeye çalıştığını farkettim ve hemen araya girdim. Sadece onun izin verdiği ölçüde olacağını, tamam dediği anda da kaydı bitireceğimi net olarak belirttim. Bana doğru baktı ve benim için o anda on kaplan gücündeki cümleyi fısıldadı:

‘Mydonose’u seviyoruz biz. Antrenman bittiğinde otobüse bin, hareket edene kadar istediğin kayıtları al. Ama otobüs hareket edince ineceksin.’

(Burada bir not: Radyo Mydonose olarak TED Kolejliler takımının sponsorluğuyla basketbola destek veriyorduk ve o dönemde bu tür sponsorluklar çok fazla olmadığı için basketbol camiasının bize karşı ayrı bir sempatisi vardı.)

İtiraz mı edeceeğim! Bundan daha fazlasında gözümüz yok zaten. İhtiyacım olan sadece birkaç isimden ID almak. (Bilmeyenler için: Hani radyolarda duyduğunuz ‘Hi, this is Madonna and you are listening to Radio Mydonose’ tanıtımları vardır, işte yayın dilinde onlar ID olarak geçer.)

Sonrası hem olayın heyecanı, hem de birazdan anlatacağım (ve onca hevesin neredeyse boşa gitmek üzere olması sebebiyle) yaşanan stresin sonucunda benim için adeta kontrolüm dışında yaşanmış olaylar dizisi gibi!

Antrenman sonrası oyuncular otobüse doğru yöneliyorlar. Ben de elimde kayıt cihazıyla hemen yanlarına gidiyorum. Kapıdaki görevli doğal olarak durduruyor. Doğan Hakyemez’le gözgöze geliyoruz, bir işaretiyle izin çıkıyor. Otobüsteyim ve muhtemelen en fazla 5 dakikam var, 10 bile değildir. Özellikle dikkat çeken oyuncuları yakalamam gerek ama o sırada diğerlerini pas geçmek gibi bir ayıba da düşmemeliyim.

Oyuncular çoğunlukla otobüsün arka tarafına yığılmışlar, ortadan itibaren sırayla mikrofonu uzatmaya başlıyorum. Herkes çok canayakın, çok samimi, kimse kapris yapmıyor. Önce Harun Erdenay güzel bir konuşma yapıyor, sonra biraz bozuk (ama her maç sonrasında memleketine selam gönderirken hepimizi duygulandıran) Türkçesiyle Mirsad Türkcan ‘Ben de Mydonose’u dinliyorum.’ diyor. Kerem Tunçeri, Orhun Ene, her şey şahane.

Derken sıra İbrahim Kutluay’a geliyor. O dönemde antrenmanlara bile jöleli saçlarla çıkmasıyla dikkat çeken İbrahim bir türlü konuşmuyor, oysa söyleyeceği tek şey "Merhaba ben ibrahim Kutluay, herkese sevgiler" benzeri bir basit cümle.

İbrahim inatla söylemiyor, bekletiyor, vakit geçiyor. Deli oluyorum. Bir yandan vakit kaybetmemek için onu geçmeyi düşünüyorum ama bir yandan da yayıncılık dürtüsüyle popüler bir isimden de bir şeyler duyma isteğindeyim. Ben orada oyalanırken kabusum gerçekleşiyor ve otobüs manevra yapmaya başlıyor. Gözüm arkaya takılıyor, Hüseyin Beşok, Kaya Peker ve Mehmet Okur’un hazırlanmış ve gülümser gözlerle bana bakarak sıralarını beklediklerini görüyorum. Herkes ibrahim'e dönüyor, takım arkadaşları kızmaya başlıyorlar, arada "artistliğin ne lüzumu var oğlum, söylesene işte"ler bile duyuluyor. Ne yapmam gerektiğinden emin değilim ama geriliyorum. Ve korktuğum başıma geliyor. Doğan Hakyemez otobüse biniyor, kapı kapanıyor ve tam hareket edilecekken beni görüyor. Haklı olarak kızıyor. ‘Ben otobüs hareket edene kadar demedim mi Selim!’ cümlesi bana hakedilmiş bir küfür gibi geliyor adeta. Kızgınım. Bir söz verdim ve tutmalıyım. Arkada sesini duymak istediğim isimler de var ama inmeliyim. ‘İniyorum Doğan Bey, çok teşekkürler’ diyebiliyorum sadece...

İşte tam da o anda arkadan Mehmet Okur'un sesi duyuluyor. "Kızma kızma, onun bir suçu yok..." Yaşadığım hayal kırıklığını farketmiş olmalı, düzeltmek için bir şeyler yapmak istediği belli. Uzanarak mikrofonu alıyor, "Merhaba, ben Mehmet Okur" diye başlayarak söylenmesi istenen herşeyi sıralıyor ve samimi gözlerle gülümseyerek "başka bir şey lazım mı" diye soruyor.  Onun cümlesi biterken ibrahim dışındaki tüm takım oyuncularının ‘Radyo Mydonose, Radyo Mydonose!’ diye jingle’ımızın tonlamasıyla bağırdıklarını duyuyorum. Tezahüratlarla ve eğlenen isimlerle birlikte şahane bir kayıt çıkıyor ortaya!

Bu kayıtla hazırlanan spot, şampiyona boyunca defalarca yayına giriyor. Hatta şampiyonluk maçı kaybedildikten sonra bile... Gururla!

Yıllar hızla ilerliyor. O zamanlar sıradan bir "Türk Milli Takımı oyuncusu" olan Mehmet Okur bir dünya yıldızı oluyor, NBA’de tarih yazan Türklerin arasına giriyor ve inanılmaz paralar kazanıyor. Ve birileri, O başarılar kazandıkça içinden hep "helal olsun, hep kazansın, daha da çok kazansın" cümlelerini geçiriyor.

Şu anda da takip edenler bilir, Mehmet Okur’un adamlığı sadece böyle hikayelerle , sportif başarılarıyla kalmadı. Doğruları korkmadan söylemekten, yanlışa cesurca yanlış demeye, adam olmak başka bir şey.

İyi ki vardın, iyi ki varsın Mehmet Okur!


Fotoğraf www.ntvmsnbc.com arşivinden.

(Önemli Not: Bu bir İbrahim Kutluay değil, bir Mehmet Okur yazısıdır. Yani mesele İbrahim'i kötülemek değil, Mehmet'i anlatmak. Ben İbrahim'i hayatımda sadece bu sahnede gördüm ve oradaki tavırlarına göre yorum yaptım. Eğer yanıldıysam, maksadımı aştıysam ve haksızlık ettiysem lütfen yorumunuzu ekleyin. Yayınlamaktan memnuniyet duyacağım.)